23 Aralık 2007

'Kendinize kürtçe bilen tercüman tutun'

DTP Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında düzenlenen bayramlaşma töreninde konuşmasını Kürtçe olarak yaptı. Konuşmasını Türkçe olarak da yapmasını isteyen basın mensuplarına "Kendinize Kürtçe bilen tercüman tutun" dedi.

Demokratik Toplum Partisi (DTP) Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında kürtçe yaptığı konuşmadan sonra, Türkçe açıklama da yapmasını isteyen gazetecilere, “kürtçe bilen tercüman edinmeleri” önerisinde bulundu.

Milletvekili Üçer, partisinin Ağrı il başkanlığı binasında düzenlenen bayramlaşma törende partililere kürtçe konuştu. Konuşmasından sonra gazetecilerin, Türkçe açıklama da yapmasını istedikleri Üçer, “Türkçe açıklama yapmayacağım. Basın mensuplarından ricam şu: Ben söylediklerimi kendi dilimde söylüyorum. Sizler de kürtçe bilen birer tercüman edinirseniz herhangi bir sorun yaşanmayacağını düşünüyorum” dedi.

Üçer, bir gazetecinin, konuşmasında geçen ABD-Türkiye ilişkileri hakkındaki sorusuna ise Türkçe yanıt verdi. Üçer, “AK Parti Hükümetinin Meclis içerisinde bulunan kürt temsilcileri ile görüşme yerine ABD ile birlikte olduğunu” öne sürerek, sözünü ettiği “temsilcilerle diyaloğun geliştirilmesi halinde bu işin çok daha rahat çözüleceğini düşündüklerini” bildirdi.

Üçer, Şemdinli davası hakkındaki bir soruya da yine Türkçe olarak “Türkiye'de binlerce insanın, haklarında herhangi bir sabit suç olmaksızın yargılandıklarını ve cezaevlerinde kaldıklarını, ancak haklarında sabit suç delilleri olan kişilerin serbest bırakıldığını” ileri sürdü.

Kaynak: Hürriyet

01 Aralık 2007

Onlar ve Bizler...

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı eserinden alıntıdır.

...Ve biz onlara diyeceğiz ki:

Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldığını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizin gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Birtakım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (Sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle, anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

27 Kasım 2007

DTP, ETP, FTP... Harf çok ZTP’ye kadar yolu var

Günlerdir tartışılıyor...

DTP kapatılsın mı?

Kapatılmasın mı?

*

Kapatılırsa ne olacak?

Yenisi açılacak.

Kapattın daha önce...

Yine açtı.

*

Peki...

Mesela, Avrupa’da parti kapatan "tek" devlet bizimki mi?

Değil.

Ama, Avrupa’da "en çok" kapatan bizimki.

Niye?

Çünkü, Avrupa’da kapatılan partiyi, hem de aynı kadrolarla, bir daha açtırmazlar adama...

Yok öyle yağma!

Bizde ise, çaycı alırken bile temiz káğıdı istiyorlar, parti kurmaya kalk, tescilli PKK’lı bile olsan, fark etmiyor...

Bile bile lades!

*

E sonra?

"Aç kapa, aç kapa!"

Nasıl olsa, soran yok...

"Kardeşim, devlet mi yönetiyorsun, musluk reklamı mı çekiyorsun?"

*

Halbuki...

3 satır tarih okusan.

Aradan 89 sene geçmesine rağmen, Kürt Teali Cemiyeti ile PKK arasında hiçbir fark olmadığını görürsün.

Bu topraklarda kurulan, Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Kürt Milli Fırkası’nı, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti’ni hatırlamazsan... Hadiseyi sadece DTP’den ibaret sanman, normal.

Osmanlı’daki Jin, Rozi dergilerini, Serbesti Gazetesi’ni bilmezsen...

Roj TV’yi yeni icat zannetmen de, normal.

Suudi Arabistanlı Lawrence vardı da, Binbaşı Noel yok muydu?

Bugün Amerikalı General Petraeus var da, o gün, Amiral Bristol yok muydu?

Şeyh Said’in taaa 1925’te ayaklanma için belirlediği tarih, Nevruz değil miydi?

Zaten asıl mesele, yine Musul’un, petrolün paylaşımı değil miydi?

*

Öyleydi... Ama, demem o değil.

*

PKK’nın 1978’de kurulduğunu kabul edersek, o günden bugüne, yönetim kadroları aynı mı?

Aynı.

Ya bizim?

10 başbakan değişti.

6 cumhurbaşkanı.

*

Var mı devlet politikası?

Yok.

Ecevit’in yoğurt yiyişi farklıydı, Demirel’in farklı... Yılmaz başka baktı, Çiller başka, Erdoğan başka bakıyor... Evren’in görüşü ne yöndeydi, Özal’ın ne yöndeydi, Gül’ün ne yönde?

Öbürü, ısrarla, hep aynı hat üzerinde ilerliyor.

Sen, habire şerit değiştiriyorsun.

*

Netice?

İşte böyle, döner dolaşır, gelirsin başladığın noktaya ve sanki ilk kez duyuyormuş gibi sorarsın, "kapatalım mı, kapatmayalım mı?"

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 27 Kasım 2007

Kemalist Devrim ve Kürt-İslam Sentezi...

Yaygara yeniden başladı...

AKP'ye arka çıkan ABD ve AB'li "akıl hocaları"yla onların Türkiye'deki uzantıları "Soros çocukları" son günlerde yine aynı tekerlemeyi söylüyorlar:

"Kemalist devlet yapısı çökmedikçe Türkiye demokratikleşemez, yeni dünya düzenine ayak uyduramaz..."

Kaynak Yayınları'ndan çıkan İskender Gökalp-François Georgeon'un derlediği "Kemalizm ve İslam Dünyası" adlı kitabı okurken, Türkiye'nin dününü ve bugününü anımsadım...

Arkadaşım Cüneyt Akalın'ın güzel Türkçesiyle okura sunulan kitap, gerçekten yakın tarihimize ışık tutuyor...

1984 yılında uluslararası üne sahip uzmanların katılımıyla yapılan "Kemalizmin Magrip ve Doğu'daki Etkileri" konulu toplantı sonuçlarının bir bölümü yer alıyor kitapta.

Kemalizm "İslam Toplumu" üzerinde nasıl etki yapmıştır? Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kanları ve canlarıyla kurdukları Cumhuriyetimizden hangi İslam ülkeleri etkilenmiştir?

Bugün Türkiye'yi, tarikatların şemsiyesi altında, ABD ve AB ülkelerinin desteğiyle yöneten Nakşi İskenderpaşa Dergâhı'ndan yetişenler yönetiyor...

Karadeniz'de Türk-İslam sentezi; Güneydoğu'da Kürt-İslam sentezi "AKP şemsiyesi" altında yaşam buluyor...

Bir İslam ülkesi olan Türkiye, laik demokratik sistemi Kemalizme borçludur...

Bu aynı zamanda bir aydınlanma devrimidir ve aklın özgürleşmesidir...

***

Mustafa Kemal'in "Aydınlanma Devrimi"ni baskıcı, faşist olarak gören İkinci Cumhuriyetçiler, dinciler, Soros çocukları, Kürtçüler bugün ABD'nin Irak'ı işgalini, Büyük Ortadoğu Projesi'ni "demokrasi ve özgürlükler" adına ayakta alkışlıyorlar...

12 Mart'ları, 12 Eylül'leri yapan faşistleri "Atatürkçü" olarak görmeyi görev edinen aynı kesimin neler yazdığını anlatmaya gerek yok!..

Bunlar arkalarına dönüp bakmıyorlar, bir kez olsun!..

Suudi Arabistan Kralı Abdullah, 10 Kasım gününün Atatürk'ün ölüm yıldönümü olduğunu bilmiyor mu?

Bilerek geliyor Ankara'ya ve Anıtkabir'i ziyaret etmiyor, "Vahhabi" geleneklerini öne sürerek...

10 Kasım günü Türkiye'den ayrılırken Esenboğa'da VIP Salonu önündeki direklerde "Suudi bayrağı" yoktu...

Türk bayrağı ise yarıya indirilmişti...

Suudi heyeti bunu kabul etmedi...

Nedeni de şuydu:

"Bizde Kelime-i Tevhid'in bulunduğu yeşil bayraklar hiçbir zaman yarıya inmez!"

Suudi Kralı laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti Ankara'da her istediğini uygulatıyor; Abdullah Bey'i, Tayyip Bey'i kaldığı otele çağırıyor...

Otelde şifreli yayınlar kaldırılıyor, bar bölümüne duvar örülüyor, minibarlardan içkiler toplatılıyor.

Alın size Türkiye'nin 2007 fotoğrafı...

Atatürk, laik demokratik Cumhuriyeti, "Türkiye'yi imamlar yönetsin", Öğretmenler Günü'nde "mevlit okunsun", "tarikat yurtları açılsın", "Kürtçüler silahlanıp dağa çıksın" diye kurmadı...

Ne demişti Mustafa Kemal:

"Yurtta sulh, cihanda sulh!"

***

Kaynak Yayınları'ndan çıkan "Kemalizm ve İslam Dünyası" beni tarihin derinliklerine indirdi...

Bugün Güneydoğu'yu kuşatan "Kürt-İslam Sentezi"ne dayalı "Kürt milliyetçiliği" AKP'yle yaşam buluyor, DTP'nin "Kürtçülüğü"ne karşı ivme kazanıyor...

Hizbullah 1990'lı yılların başında, PKK'ye karşı "devletin desteğiyle" örgütlenmedi mi?

Bizim "Soros çocukları" nedense bu konulara hiç girmezler...

Örneğin 12 Eylül'de salt "Kürt aydınları"nın işkenceden geçtiğini anlatıp "Türk aydınları"na dokunulmadığı mesajı verirler...

Oysa 12 Eylül faşizmi Türk'ü de, Kürt'ü de, Lazı da, Çerkezi de, Aleviyi de, Sünniyi de işkenceden geçirip zindanlarda çürütmedi mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007

Cami Kapısından Kaldırılan Ayet...

İstanbul'un göbeği Eminönü...

Eminönü'nde Zeynep Sultan Camii...

Caminin kapısına Kuranıkerim'den bir ayet asılmış...

Maide suresinden 51'inci ayet...

Diyor ki:

"Ey Müslümanlar!..

Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudur.

Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır."

*

Hürriyet gazetesi, Eminönü müftüsü Muharrem Bilgiç 'i aramış...

Müftü Efendi demiş ki:

"Cami imamını hemen arayacağım. Bir ihtar yazısı yazıp (ayeti) hemen kaldırttıracağım." (Hürriyet 24 Kasım 2007).

Yazıya devam etmeden, Maide suresinden 64'üncü ayetin ilk tümcesini de sunayım:

"Yahudiler 'Allah'ın eli sıkıdır' dediler..

Dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun..."

*

Olayı bildiren Hürriyet'in başvurduğu Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er'in açıklamasını da kısaca aktarıyorum:

"...Biz İstanbul Müftülüğü'ne talimat verdik. Müftü Bey'in o imam hakkında gereken ikazı yapacağına inanıyorum ben...

Kesinlikle Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı öyle bir tavrımız yok.

Zeynep Sultan Camii'ndeki yazıyı doğru bulmadık."

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Sayın Er, Kuranıkerim'in ayetini "doğru bulmuyor"...

Ve karşı çıkıyor...

*

Türbancı Başbakan RecepTayyip ...

Türbancı Cumhurbaşkanı Gül ...

Her ikisi de Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten başlayarak Yahudi kavminin ileri gelenleriyle dostluk tezahürleri içinde...

Hem türbancılık yaparak İslamcılığı politikada, devlet yönetiminde, laik cumhuriyette öne çıkarıyorlar; hem cami kapısından Kuran ayetini kaldırıyorlar...

*

Bugün Türkiye dünyada faiz şampiyonu...

Faiz için Bakara suresinin 275'inci ayeti ne buyuruyor:

"Faiz yiyenler mahşerde, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar..."

"Allah, faizi haram kıldı..."

Türbancı AKP yönetimi, faizcilik denen günahı 'tefecilik' düzeyine tırmandırdı...

Amerika'nın idare ettiği Ilımlı İslam Devleti modelinde tesettür yalnız kadına uygulanmıyor...

Asıl tesettür yurttaşın gözlerindeki bağdır...

*

Kuranıkerim'i içselleştirmek için okumak gerek...

Bu köşede bir süreden beri başlatılan fikir eyleminin özü budur!.. Kuran'ı okuyan aklı başında yurttaş, Atatürk devriminin kaçınılmaz gereğini duyumsayacak ve anlayacaktır...

İslamcılar yurttaşlarımızı hurafelerle ve aslı astarı bulunmayan, sonradan uydurulmuş sözde hadislerle aldatmaya çalışıyorlar..

Yurttaş, Kuranıkerim'i okumalı!..

İslamda aracı papazlara yer yok!..

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007

26 Kasım 2007

Kuran Ayetleri...

'Tecahül-ü arifane' deyişi eski dilde 'bilerek bilmezlikten gelmek' anlamına kullanılırdı...

Türkiye'de bilerek bilmezlikten gelinen en önemli ve çarpıcı konu ne?..

Askıya alınan Kuranıkerim ayetleri bizim toplumda bilerek geçiştirilir...

Aile, miras, ceza ve ekonomi alanlarında Kuranıkerim'in nice kuralı, buyruğu, hükmü, Türkiye'de yasaklanmıştır...

Dinciler bu alanda sanki dillerini yutmuşlardır...

*

Batı'da -herkesin bildiği ya da bilmesi gerektiği gibi- demokrasi ilk aşamada dinde 'Reform' la tohumlanmıştır...

Sonra Rönesans (Yeniden Uyanış) ve Aydınlanma devrimi gündeme girmiştir...

Atatürk devrimi, 'Reform-Rönesans-Aydınlanma' üçlemesini 'Milli Kurtuluş Savaşı' ile birlikte bir kuşağın tarihsel bilincine aşılayan olağanüstü bir uygarlık atılımıdır...

Dünyada ve İslam coğrafyasında tektir...

*

Hıristiyanlıkta Reform, Kilise egemenliğine karşı dinde evrimle gerçekleşti...

Luther , okullarda belletilir...

Peki, İslamda reform yaşandı mı?..

Milattan sonra 600'lerde başlayan İslamın 1000'li yıllarında ortaya çıkan Gazali 'yle bu defter dürülmüştür; bugün bile -Türkiye dışında- İslam coğrafyasında dinci kireçleşme beyinlerde çözülemedi...

Peki, Atatürk devrimi İslamda, dinsel açıdan, ne anlam taşıyor?..

*

Atatürk devrimi aynı zamanda ve kapsamda dinde reformla Aydınlanmayı içeriyordu.

Bu tarihsel dönüşümde türbancılık yüzeysel ve biçimsel bir siyasal kurnazlığın ötesinde içeriğe sahip değildir...

Evet, 21'inci yüzyılın başında, Türkiye'de, AKP iktidarında Kuranıkerim'in birçok ayeti askıya alınmış bulunuyor...

Ceza hukukunda..

Aile hukukunda..

Miras hukukunda..

Kamu hukukunda..

Kuranıkerim'e aykırı kuralları say say bitiremezsin...

Bütün bunlar dururken kadını ikinci sınıf insan saymak üzerine erkeğin kıskançlık güdüsüne dayanan türban kavgasını yürütmek, Müslümanlık şuuruna yakışmayan bir politika üçkâğıtçılığıdır...

*

Millet, toplum, halk ve Müslümanlar, emperyalizmle işbirliği yapan AKP'nin üçkâğıdına getirilmek isteniyor..

Türkiye'de bugün bir referandum yapılsa ve sorulsa...

Ey Müslümanlar!..

Atatürk 'ün devrimine karşı mısınız?..

Mirasta kız çocuğu erkeğe göre yarı yarıya az mı alsın?..

Aile hukukunda erkek 'boş ol' dediği zaman kadını kapının önüne mi koysun?..

Kadına nafaka kalksın mı?..

Erkek, istediği zaman kadını dövsün mü?..

Dayak yasal bir hak mı sayılsın?..

Kadın ile erkek eşit olmasın mı?..

Erkek, yurttaşlık hukukunda kadına egemen mi sayılsın?..

Referandumun sonucu ne olur?..

*

Atatürk devrimi Kuranıkerim'in birçok ayeti yerine laik ve çağdaş uygarlığın kurallarını getirerek dinde reformu gerçekleştirmiştir...

Ancak bu gerçek dile getirilmez...

Dinciler de, bu gerçeği dile getireceklerine, türbancılık oynamayı yeğliyorlar...

Yapılacak iş, bu gerçekleri olduğu gibi Müslümanlara anlatmaktır...

Yalnız namaz kılmakla ve oruç tutmakla veya türbancılıkla Müslümanlık biçimseldir...

Kuranıkerim'in buyruklarını tümüyle yerine getirecek miyiz?..

Yoksa dinde reformu benimseyecek miyiz?..

İlhan Selçuk, Cumhuriyet - 20 Kasım 2007

30 Eylül 2007

ABD İslamcılığı (4)

Serin bir Londra sabahı...

Bir toplantı nedeniyle iki gündür bu kentteyim...

İzlenimlerimi önümüzdeki günlerde aktaracağım...

Türkiye'deki "Ilımlı İslam"ın dününü ve bugününü anlatmayı sürdürüyorum...

3-6 Ekim 1996'da İstanbul'da "Uluslararası Kafkaslar Konferansı" yapıldı...

Eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller İstanbul'da gazetecilerle konuştu...

Tam 11 yıl önce...

REFAHYOL iktidarıydı...

"Ilımlı İslam"ın teorisyeni Fuller bakın ne diyordu:

"İslamın Türkiye için en iyi yönetim biçimi olup olmadığını soruyorsanız, o değil. Biz, Türkiye'de demokrasinin hâkim olmasını istiyoruz. Eğer halk İslamcı bir hükümet isterse, eğer anayasaya göre İslamcılar iktidara gelirse, zannederim o zaman İslamcıların iktidar olma hakkı vardır."

İslamı "organik, yaşayan bir miras" olarak tanımlayan Fuller, bir gazetecinin "Kemalizm İslamla barışmalıdır, diyorsunuz" sorusuna şu yanıtı veriyordu:

"Kemalizm bir yönüyle ideolojidir; İslam da öyle. Bence bu iki ideoloji arasında bir harp olmamalıdır. Eğer olursa, bu Türkiye için çok feci sonuçlar doğurur. Mühim olan Türkiye'de demokrasinin hâkimiyetidir. Bazı Kemalistler, İslamı bastırmaya çalışıyorlar. Bu çok yanlıştır. Aynı zamanda Kemalizm'in demokratik kanadı varsa o da bastırılmamalıdır."

Fuller, dönemin ABD dışişleri sözcüsünün "demokrasi mi, laiklik mi" şeklindeki bir ikilemde "demokrasiden yana tavır alacakları" yönündeki sözlerini ise bakın nasıl anlatıyordu:

"ABD Türkiye'de demokratik sistem işlesin istiyor. Bu İslam demokrasisi de olabilir."

***

ABD'nin 1980 öncesi uyguladığı "yeşil kuşak" projesi, 1990'da yerini "Ilımlı İslam"a bıraktı...

Fethullah Gülen, okullarıyla önce Orta Asya Cumhuriyetleri'ne, sonra Malezya'dan Endonezya'ya ve Kara Afrika'ya dek yayıldı...

Şimdi projenin mimarı Fuller'i dinleyelim:

"Zannederim İslamcıların önünde bir problem var. Bir İslamcı rejim altında, İslamcı olmayan ya da İslama fazla önem vermeyen insanların cemiyetteki rolü ne olacak? Hakları olacak mı? Biz maalesef bugüne kadar diğer İslamcı cumhuriyetlere baktığımızda, örneğin İran'a, Sudan'a baktığımızda çok ümit verici şeyler görmüyoruz. İslamcı olmayanların hakları çok az. Türkiye'de böyle bir problem görmüyorum. Türkiye şimdiden demokratik bir temele oturuyor. Böyle devam etmesi lazım. Belki İslamcılar ABD'nin pek beğenmediği bir siyaset yürütebilirler. Ama Amerika'nın pek çok müttefiki ABD'nin beğenmediği bir siyaset yürütüyor. Bu kabul edilebilir şeydir."

Fuller'in gazetecilerle yaptığı söyleşi şöyle devam ediyordu:

Soru:

"Türkiye bir model mi? Türkiye'nin, İslamla demokrasiyi uzlaştırabilme şansını yüksek görüyor musunuz?"

Fuller:

"Evet mutlaka. Ben çok umutluyum. Çünkü bu bölgede genel olarak Türkiye kadar demokratik bir ülke yok. Arap ülkelerinde yoktur. Kafkaslar'da yoktur. Balkanlar'da çok zayıftır. Yunanistan hariç çok zayıf demokrasiler vardır. O bakımdan Türkiye çok iyi bir model olarak kendini gösterebilir..."

Soru:

"...Kürt sorununun çözümü için öneriniz nedir? Bir demecinizde yeni bir Osmanlı çağından bahsediyorsunuz. Bunlar birbirleriyle ilişkili mi?"

Fuller:

"...Ben Kürt problemine kesin bir cevap veremiyorum. Kesin bir çözüm veremiyorum. Bu Türk ve Kürt halkına aittir. Ama bence askeri yöntem, bugüne kadar hiçbir netice getirmemiştir ve problem her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Niçin PKK alternatif bir Kürt Partisi olmasın?"

***

On bir yıl önce böyle konuşuyordu eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller...

On bir yıl sonra Türkiye'nin fotoğrafına bir bakın isterseniz, ABD'de hazırlanan bir senaryo Türkiye'de yaşamın haritasında çekilmeye başlanıyor...

Yoksa ben mi yanılıyorum?..

Hayır!..

Rize'den küçük bir not size: Sabancı'nın Carrefour'unda da alkollü içki reyonu ramazanda kaldırıldı. Kiler'de iftar vakti alışverişler durduruldu. Balık lokantalarında alkol verilmiyor. Kadınlar açık giysilerle dolaşamıyor.

Bu bir toplumsal baskı değil midir?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Eylül 2007

28 Eylül 2007

ABD İslamcılığı (3)

Türkiye'de önceleri çok tartışılan bir konu yeniden gündeme geliyor:

"AKP'nin 'sivil anayasa' hazırlığının arkasında, başkanlık-eyalet sistemine geçiş sistemi var mı? ABD'nin bu konuda Türkiye için öngörüleri neler?"

Bu soruya yanıt ararken, ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Holbrooke'un Türkiye'yi "ılımlı İslam demokrasisi" olarak tanımlaması geldi.

Holbrooke'un, Demokrat Parti'nin Kasım 2008 seçimlerini kazanması halinde ABD Dışişleri Bakanı olabileceğinden söz ediliyor...

Richard Holbrooke, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından PBS televizyonuna çıkıp şöyle demişti:

"11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz, diyor. İşte sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı."

Haberci, Holbrooke'a soruyor:

"Konuyu biraz açar mısınız?.."

Holbrooke:

"Türkiye'de barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı ve Müslüman bir parti, yani Tayyip Erdoğan'ın başında bulunduğu AKP, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'nden alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman partiyle İsrail iyi ilişkiler içinde ve Avrupa Birliği'ne üyelik istiyor. Ben de bunu yürekten, inanarak destekliyorum."

Haberci bir soru daha yöneltiyor Holbrooke'a:

"Türkler ABD'nin Irak'ta daha neler yapmasını istiyor?"

Holbrooke:

"Türkiye'yi yöneten ılımlı Müslüman parti AKP, bizim Irak'tan ayrılmamızı değil kalmamızı istiyor. Bunu içtenlikle ifade ediyorlar bize. Kaosun sınırlarına dayanmasından korkuyorlar."

Burada çok önemli iki nokta var:

Holbrooke, Türkiye'yle Malezya'yı terazinin aynı kefesine koyup "ılımlı İslam iki demokratik ülke" olarak tanımlıyor.

İkincisi ise 22 Temmuz seçimlerinde "Kemalist laik devlet yapısına sahip çıkan partilerin" İslamcı parti karşısında yenilmesi...

***

ABD, Türkiye'de din temeline dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı yoksa Marksist temele dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı ister?

Elbet din temeline dayalı partiyi ister!..

Ünlü ekonomist ve düşünür Francis Fukuyama, bir yıl önce Atina'da düzenlenen bir toplantıda "Türkiye ne Avrupalı ne de Ortadoğuludur" deyip ekledi:

"Türkiye'nin ekonomik ve politik özellikleri Latin Amerika ülkelerini çağrıştırıyor. Enflasyon, ekonomik disiplin olmaması, siyasi sistemin kamunun aşırı harcamalarına izin veriyor. Bunun için siyasi konsensüs şart."

Peki AKP'ye nasıl bakıyor Fukuyama?

AKP'yi Avrupa'daki Hıristiyan Demokratlara benzetiyor...

Diyor ki:

"Türkiye öteki Müslüman ülkelere karşı başarılı bir model oluşturmuştur. İslam dünyası için en iyi model, Türkiye'dir."

Fukuyama'nın, Türkiye'nin ekonomik yapısını Latin ülkelerine benzetmesi ne anlama geliyor sizce?

Türkiye'de Marksist solun ivme kazanıp iktidar olması...

O zaman ne yapmalı?

Türkiye'de din temeline dayalı AKP'yi desteklemeli...

Francis Fukuyama Türkiye'yi iyi tanıyor.

Babası Joshishio Fukuyama, Kayseri Talas Amerikan Koleji'nde üç yıl İngilizce öğretmenliği yapmış. Francis Fukuyama da üç yıl Türkiye'de yaşamış...

Fukuyama, Türkiye'de başkanlık-eyalet sisteminin yaşama geçmesini çok istiyor...

Fethullah Gülen'le arası çok iyi... Kemal Derviş'le çok yakın dost...

***

Türkiye'de eyalet sisteminin ya da federe yapının ne anlamı olabilir?

Çok açık!..

Ülkenin bölünmesidir...

Zaten ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin kapsamında bu yok mu?

Fukuyama, adını "Tarihin Sonu" teziyle duyurmuştu. Türkiye'de eyalet sistemi ya da federal yapı Türkiye'nin sonu olacaktır.

Televizyonlarda tartışma programlarını izliyorum...

Bu konular gündeme nedense hiç getirilmiyor, "sıkmabaş" demokrasinin, özgürlüklerin simgesi olarak ortaya konuluyor, "mahalle baskısı" adı altında bir oyun sahneye konuluyor.

Türkiye'de toplumsal baskı neden gündemde değil?

Kadınlarımızı toplumda aşağılayan bir düşünce egemen olmuş Türkiye'de. Sol'un önü kesilmiş. Atılgan Bayar'ın SKY Türk'te dediği gibi "Kemalist değerler", "Cumhuriyetin kazanımları kendini bilmezlere kalmış."

Yazık!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Eylül 2007

"9 gencin üzerine 10 bin kişilik orduyu gönderiyorlar"

HAKKARİ’nin Yüksekova İlçesi HADEP’li Eski Belediye Başkanı Hetem İke, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. İke için Yüksekova Belediyesi önünde cenaze töreni düzenlendi. Törene katılan DTP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Demirtaş, PKK’lı teröristleri kastederek, "9 gencin üzerine 10 bin kişilik orduyu Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla gönderiyorlar. Şimdi buna ister kahramanlık deyin, ister zafer deyin. Bundan utanç duymuyorlar" dedi.

Kanser tedavisi gördüğü İstanbul Sefaköy Doğan Hastanesi’nde 2 gün önce hayatını kaybeden Yüksekova’nın HADEP’li Eski Belediye Başkanı Hetem İke'nin cenazesi, bugün uçakla İstanbul’dan Van’a, buradan da karayoluyla Yüksekova İlçesi’ne getirildi. İke için Yüksekova Belediyesi önünde cenaze töreni düzenlendi. Törene, DTP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Demirtaş, DTP Van Milletvekili Özdal Üçer, DTP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, çevre il ve ilçelerdeki DTP’li belediye başkanları ve 10 bin civarında vatandaş katıldı. Saygı duruşu ile başlayan törende PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan lehine ‘Biji serok Apo’ ve ‘Şehitler ölmez’ sloganları atıldı.

DTP Genel Başkan Yardımcsı Demirtaş, yaptığı konuşmasında PKK’lı teröristleri kastederek, 9 gencin üzerine 10 bin kişilik ordunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla gönderildiğini söyledi. Demirtaş, “Şimdi buna ister kahramanlık deyin, ister zafer deyin. Bundan utanç duymuyorlar. Bundan utanç duymayacak mıyız? Her gün bu acılar yaşanırken biz halen barış diyoruz. Ama maalesef AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da ‘Ya bu düzene teslim olun ya da, dağlara gidin’ diyor. Bizim acımız daha çoktur. Halkın öncü insana ihtiyacı vardır. Çünkü her zamankinden fazla inkar ve imha zihniyeti bu halkın üzerine geliyor. Bunun bir tek adı var. Direnin diyorlar başka yaşam hakkı tanımıyorlar. Biz direneceğiz” dedi.

Konuşmaların ardından İke’nin DTP bayrağı ve sarı, kırmızı, yeşil renkli beze sarılı tabutu omuzlarda taşınarak Eski Kışla Mezarlığı’na götürülerek toprağa verildi. Kalabalık cenazenin toprağa verilmesinin ardından sessizce dağıldı.

Son bir hafta içinde Hakkari'nin Çukurca ve Şırnak'ın Beytüşşebap İlçelerinde düzenlenen operasyonlarda 9 terörist ölü ele geçirilmişti.

Kaynak: Hürriyet

İki anayasa taslağının arasında 31 ciddi fark


Prof. Dr. Ergun Özbudun'un, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile AKP için hazırladığı anayasa önerilerinde cumhurbaşkanı seçiminden, din ve vicdan özgürlüğüne, zorunlu din eğitiminden işverenlerin lokavt haklarına ve Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine açılmasından, milletvekili maaşlarına kadar bir çok alanda önemli farklılıklar bulunuyor.

Prof. Özbudun ile Prof. Fazıl Sağlam, Prof. Tekin Akıllıoğlu ve bir süre önce yaşamını yitiren Prof. Yavuz Sabuncu, 2000 yılında TOBB için anayasa önerisi hazırladılar.

Prof. Özbudun, haziran ayında AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın önerisiyle de Prof. Zühtü Arslan, Prof. Yavuz Atar, Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Levent Köker ve Doç. Serap Yazıcı ile yeni bir taslak daha hazırladı. Yedi yıl arayla hazırlanan iki taslak karşılaştırıldığında, metinlere talepte bulunanların önerilerinin ve yaşanan siyasal dalgalanmaların etkili olduğu gözleniyor. 28 Şubat sürecinden sonra Eski TOBB Başkanı Fuat Miras'ın talebi üzerine hazırlanan öneride, zorunlu din dersine son verilirken, bu ders lise düzeyinde seçmeli hale getiriliyor. Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında yaşanan sıkıntılardan esinlenerek cumhurbaşkanın yetkileri sınırlandırılıyor, cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilen sembolik devlet başkanı konumuna getiriliyor.

AKP için Başbakan Erdoğan'ın isteğiyle hazırlanan taslakta ise cumhurbaşkanını halkın seçmesi önerilirken, yüksek öğretimde türban takılabilmesi anayasal güvenceye kavuşturuluyor. Ayrıca TOBB için kaleme alınan taslakta kullanılan dilin AKP metnine daha 'Öztürkçe' ifadeler içeriyor olması dikkat çekiyor.

Kaynak: Radikal

ABD İslamcılığı... (2)

Nakşilik ve Nurculuk eylemi Kemalizme, Aydınlanma devrimine, Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye karşıdır!..

Said-i Nursi ne der:

"Hilafet artık ölmüştür. Yeniden harekete geçmek için nurun tokadını vurmak gerekir..."

Fethullah Gülen de Kemalizme karşıdır, eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook da, Francis Fukuyama da, Graham Fuller de...

Kemalizme Şahin Alpay da karşıdır, Hadi Uluengin de, öteki "ülküdaşları" da...

Kemalizme Şerif Mardin de karşıdır, Abdullah ve Tayyip Beyler de...

Kemalizme ABD, AB karşıdır!..

Kemalizme İkinci Cumhuriyetçiler de karşıdır, Kürtçüler de...

Said-i Nursi, Atatürk'e "deccal" der, Şerif Mardin ise Nurcuları koruyup kollar...

Ilımlı İslamın mimarları arasında yer alan Japon asıllı Fukuyama, Fethullahçılarla sıkı ilişki içindedir.

SAIS'ın dekanı olan Fukuyama, CIA'ya teorik ve stratejik bilgiler verip, Büyük Ortadoğu Projesi'nin hazırlayıcılarıyla birlikte yeni senaryolar üretiyor...

Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezini anımsıyor musunuz?

Fukuyama o tezle tanındı.

Fukuyama'ya göre tek merkezli dünyanın karşısında durabilecek bir güç vardır:

"İslam!"

Fukuyama için "İslam" dünyanın tek düşmanıdır...

2004 yılında ABD'de "Abant Toplantısı" yapılmıştı. Fethullah'ın onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın ABD'deki ev sahipliğini ise SAIS, yani Fukuyama üstlenmişti.

Şimdi sıkı durun...

SAIS'in yedi yıl başkanlığını yapan kişi kimdi?

Irak savaşının tasarımcısı Wolfowitz ...

SAIS'te "Yeniden Doğuş" tarikatının siyasal kanadını oluşturan Neo-Con'lar etkilidir...

İşte size Fethullah Gülen ve müritlerinin ilişkileri ve ABD'nin Türkiye'ye biçtiği "Ilımlı İslam" modeli...

***

Şimdi 1989 yılına dönelim...

Rand Corporation raporundan dört örnek:

1- Türkiye'deki demokratik rejimin sık sık kesintiye uğraması istikrarı bozmakta, laik güçlerle İslamcı güçler arasındaki uzlaşmaya engel olmaktadır. İslamcı hareket ile diğer siyasi, etnik ve dini gruplar arasındaki ilişkinin hem Türkiye'de İslamın geleceği, hem de Türkiye'nin siyasi istikrarı açısından önemli etkileri olabilir.

2- Teşkilatlanmış Müslümanların siyasi sisteme katılması, siyasi istikrar açısından olumlu bazı faktörler getirir. Eğer Türkiye'nin bu deneyi başarıya ulaşır ve İslamcılar siyasi iktidarı kuvvet kullanarak ele geçirmeyi hedeflemek yerine demokratik hükümet şeklinin bir parçası olursa, o zaman Türkiye bölgede İran örneğine alternatif bir model olarak ortaya çıkar.

3- Türkiye'nin Kürt etnik azınlığı, İslamcı hareketin geleceğinde aşırı soldan ya da aşırı sağdan daha önemli bir faktör olabilir. Kürtlerin büyük çoğunluğu muhafazakâr Sünni Müslümandır. Ancak Türklerin Hanefi hukuk doktrinini takip etmelerine karşılık Kürtler Şafi okuluna mensupturlar.

4- İslamlaştırmada sızma stratejisinin en iyi yolunun eğitim olduğuna inanılmaktadır. Türk İslamcı hareketinin bugün en önemli hedefleri arasında, gerek eğitim sistemini içeriden değiştirerek gerek alternatif eğitim kurumları oluşturarak gençler arasında İslamın yayılması bulunmaktadır.

***

Yazıma noktayı koymaya hazırlanırken, bir kadın okurum telefonda sordu:

"Kanadalı yazar Margaret Atwodd'un "Damızlık Kızlar" kitabını okumuş muydunuz?"

Okura "okudum" yanıtını verdim...

Anımsamıştım o romanı...

Kadın bir sabah markete gidip alışveriş yapıyor, tutarı ödemek için kredi kartını kasiyere uzatıyor.

Görevli "Banka yanıt vermiyor" diyor. O gün ülkenin tüm kadınları aynı cümleyi duyuyorlar her alışveriş yaptıklarında:

"Banka yanıt vermiyor!"

Bir gece önce "karşı-devrim" gerçekleşmiş, kadınların banka hesaplarına el konulmuş, kredi kartları geçersiz kılınmış.

2007 yılında kadınlar Türkiye'de korkuyor...

Çünkü tutucu ve dinsel bir düşünce, kadının üzerinde kurduğu baskıyı AKP iktidarında giderek artırıyor.

Kadın-erkek eşitliği ortadan kaldırılıyor. Kadınlar, yeni anayasayla yaşlılar, çocuklar ve engelliler gibi korunma altına alınıyor...

Ne yazık ki toplum yine suskun ve tepkisiz!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Eylül 2007

ABD İslamcılığı... (1)

Türkiye Malezya olacak mı olmayacak mı?

Türkiye'nin "Ilımlı İslam Modeli" adı altında muhafazakârlaştırıldığı, bu çalışmaların 1980'li yılların ortalarında başladığı, 1990'lı yılların başından bugüne dek ABD ve AB desteğinde ivme kazandığı bir gerçek...

Bu köşede yıllarca, Rand Corparation imzalı raporları yayımladım. CIA'nın Fethullah Gülen'le ilişkilerini, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından Gülen ve müritlerinin Orta Asya cumhuriyetlerinden Kara Afrika ülkelerine, Beyaz Rusya'dan Kanada'ya dek nasıl yayıldıklarını anlattım.

ABD ve AB "köktendincilere" karşı Nurcu Fethullah'ı 90'lı yıllarda kullanmaya başladı. Fethullahçılara parasal destek veren ABD ve AB, "eğitim kurumları"yla "Ilımlı İslam"a arka çıktı.

Fethullahçıların bugün Malezya ve Endonezya'da da okulları var...

ABD ve AB, bugün sola daha yakın olan "Kemalistler"e karşıdır.

Kuşatma, Fethullahçıların önderliğinde Türkiye'de ivme kazanırken İkinci Cumhuriyetçi yazar-çizer takımı medyada örgütlenmeye başladı.

Kimilerinin "milli takım" dedikleri İkinci Cumhuriyetçilerin hangi gazetelerde ve televizyonlarda çalıştıklarına bakınca ilginç bir fotoğraf ortaya çıkıyor...

Cengiz Çandar'ın hazırladığı İkinci Cumhuriyetçilerden oluşan "Milli Takım"ın kadrosu şöyle:

"Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Şahin Alpay, Mehmet Ali Birand, Ali Bayramoğlu."

Onbir kişilik İkinci Cumhuriyetçi "Milli Takım"ın beş oyuncusu "Doğan Grubu"nda çalışıyor. İki oyuncusu Zaman'da, bir oyuncusu Yeni Şafak'ta, iki oyuncusu da Star'da yazıyor...

Orhan Pamuk ise lige ABD'den katılıyor...

Yedeklerin kim olduğunu biliyorum...

Onların bazıları Belçika Ligi'nde top koşturuyor, bazıları yine Doğan Grubu'nda çalışıyor, bazıları da köşe kapmaca peşinde koşuyor...

***

Köktendinci tehlikeye karşı "Ilımlı İslam Modeli"nin mimarı olarak gördükleri Fethullah Gülen hareketini koşulsuz destekleyen ABD'nin, MHP'yle işbirliği yapmak için çabaladığı da bilinen bir gerçek...

Türk-İslam Sentezi'nin savunucusu olan "ülkücü kadroların" bir bölümü 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Fethullah Gülen hareketine katılmamış mıydı?

Bugünün MHP'si de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde TBMM Genel Kurulu'na girdi, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı.

Fethullah Gülen'in MHP içinde bazı milletvekilleriyle yakın ilişkide olduğunu da kim yadsıyabilir?

ABD, MHP'yi etnik milliyetçilikten uzaklaştırıp "Ilımlı İslam Modeli"nin içine çekmeye çalışırken, Devlet Bahçeli'nin "etnik milliyetçiliğe karşı olduğunu" söylemesi unutulmamalı...

Şimdilerde "Sivil Anayasa" ve "Türkiye Malezya olur mu", "mahalle baskısı" gibi kavramları tartışıyoruz...

Kapalı kapılar ardında hazırlanan "Sivil Anayasa"yla kadın hakları azalıyor, kadınlar üzerine baskı kuruluyor...

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Siyaset Bilimci Prof. Dr. Yeşim Arat, Neşe Düzel'in sorularını yanıtlarken ne diyor:

"Nakşilik olsun, Gülen cemaati olsun, muhafazakârlığı, mahalle baskısını güçlendiriyor. Tarikatlara giren kadınlar hayatın içinde yoklar. Fethullah Gülen cemaatinin kadınla ilişkisi, kadınlara verilmesi gereken olanakların verilmiyor olması beni rahatsız ediyor."

Boğaziçi Üniversitesi İstanbul'da Fethullahçıların karargâh merkezidir...

***

2007'nin fotoğrafına bakıyorum...

ABD ve AB'nin destek verdiği AKP iktidarı Abdullah Bey'i, Tayyip Bey'i şimdilik tutuyor...

Çünkü ABD ve AB'nin işine yarıyor Abdullah Bey ve Tayyip Bey...

Nakşilik ve Fethullahçılık...

İki tarikat aynı damardan besleniyor...

Fethullah'ın 500 okulunda sözde laik eğitim... Kadınlar ise toplumdan dışlanmış...

Ne diyor Fethullah:

"Yargıda, eğitimde, poliste, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde sessizce mevzilenip bekleyin."

Dikkat edin, gazetelerin çoğunda Fethullah Gülen'in örgütlenmesine ilişkin tek satır yazı, eleştiri yok.

Neden ve niçin?

Geri planda ABD ve AB. Onların Türkiye'de işbirlikçileri, "Soros Çocukları"...

Karşı çıkabilirler mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 26 Eylül 2007

27 Eylül 2007

Diyarbakır'da bir okul

Diyarbakır'da, AB ülkelerinde olduğu gibi kılık kıyafetin serbest olduğu bir ilköğretim okulu açıldı. Özel Avrupa Birliği İlköğretim Okulu

Müdürü Mustafa Çakır, eğitimin Avrupa Birliği standartlarında olduğunu belirterek, "Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye arasında köprü görevini üstleneceğiz. Rahmetli Kadir Has'ın hayali gerçek oldu" dedi.

Diyarbakır'da, AB ülkelerindeki standartlara uygun inşa edilen okulda 24 öğrenci kapasiteli modern sınıflarda derslerin çoğu yabancı dil ağırlıklı işleniyor. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kılık kıyafetin serbest olduğu okulda, başörtülü, resmi okul kıyafetli ve sivil kıyafetli öğrenciler aynı masalarda eğitim görüyor. Rahmetli iş adamı Kadir Has'ın fikirleri ve Başbakanlık Müsteşarlığı'na getirilen eski Diyarbakır Valisi Efkan Ala'nın destekleriyle kurulan Diyarbakır Özel Avrupa Birliği İlköğretim Okulu'nda okumanın maliyeti ise 4 bin 620 YTL ve 5 bin 390 YTL arasında değişiyor.

Okulu Avrupa standartlarında eğitimli nesiller yetiştirmek için açtıklarını söyleyen Okul Müdürü Mustafa Çakır, "Okulun fiziki yapısı tamamen AB ülkelerindeki okullara uygun yapıldı. Sınıf mevcutları 24 kişi olduğu için okulumuza yoğun talep var. Biz de bunun için öğrencileri sınavla alıyoruz. Her parası olan öğrenciyi almıyoruz. Öğrenci vereceğimiz eğitimi alabilecek kapasitede olmalı. Şu an 215 öğrencimiz bulunuyor. Orta Öğretim Sınavları'ndan sonra başarılı öğrencilerden bir kısmını Avrupa ülkelerine

göndermek için yurtdışında temaslarımız sürüyor. Eğer olumlu cevap alırsak bakanlığın onayını aldıktan sonra Avrupa ülkelerine öğrenci transferine başlayacağız. Bunu başarırsak Türkiye-AB ilişkilerinde köprü görevini üstleneceğiz" dedi.

Okulu açarak rahmetli iş adamı Kadir Has'ın hayalini gerçekleştirdiklerini belirten Çakır, "En büyük destekçimiz Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilen eski Diyarbakır Valisi Efkan oldu. Okulu açarken isimden dolayı bürokratik engellere takıldık. Okulun ismi Avrupa Birliği, ancak Milli Eğitim Bakanlığı Özel AB İlköğretim Okulu diye kayıtlara geçti. Yanlış kayda geçen ismin doğru yazılması için resmi görüşmelerimiz sürüyor. Avrupa standartlarında eğitim veriyoruz" diye konuştu.

Çakır, okulda kesinlikle yasak uygulamadıklarını ifade ederek, "Bir düzen çerçevesinde öğretmen ve öğrenciler diledikleri gibi hareket edebiliyor. Bizim kendi okul formalarımız var. Ancak öğrenci bu tonlara uygun bir kıyafetle okula gelmesi durumunda kıyamet kopmuyor, rahat bırakıyoruz. Öğrencilerin saçlarını makas alıp kesmiyoruz" şeklinde konuştu.

"ÖĞRETMENLERİN SAÇLARINI UZATMALARI SERBEST"

Öğretmenlerin saç uzatması ve küpe takmasının da serbest olduğu okulda model olma yolunda ilerlediklerin ifade eden sosyal bilgiler öğretmeni İsa Yılmaz, "Vizyonumuz öğrenme şekline dayandığı için şekilciliğe dayalı değil, model alma yoluyla ilerliyoruz. Avrupa Birliği denilince Türkiye'de herkesin aklına özgür ülkeler gelir. Biz de bunu Diyarbakır'da başlattık. Örneğin derslere uzun saçlarla giriyorum. İdarenin bir zorlaması yok. Milli Eğitim'e bağlı okullarda bu kadar rahat olmamız mümkün değil" dedi.

Bu okul sayesinde okuma isteğinin arttığını söyleyen Mehmet Maldar adlı öğrenci ise, "Okula kayıt yaptırdıktan sonra çevredeki arkadaşlarla ilişkilerim çok iyi gitmeye başladı. Öğretmenlerimizin bize çok destekleri oluyor. Okuma azmim artı ve dersler çok güzel gidiyor. Her şey çok güzel, yaşasın Avrupa Birliği" diyerek duygularını dile getirdi.

Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istediğini ifade eden öğrencilerden Melike Nur Kavun da, Avrupa Birliği'nin yüksek standartlarda fikirlerini özgürce açıklayan öğrenciler anlamına geldiğini söyledi.

Büyüyünce diplomat olmak istediğini anlatan Hafit Çakır adlı öğrenci, "İnsanın kendisini geliştirmeye yönelik çok iyi eğitim alıyoruz. Özellikle okulun ismi benim çok hoşuma gidiyor. İnsanlarla konuşurken Avrupa Birliği Okulu'nda okuyorum deyince çok hoşuma gidiyor. Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istiyorum. Bende liderlik isteği olduğu için büyüyünce diplomat olmak istiyorum. Bu nedenle çok çalışmam gerekiyor galiba" şeklinde konuştu

215 öğrencinin eğitim gördüğü okulda, öğrenciler Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı dışında çevre temizliğiyle ilgili bilgilendirilirken, okuldaki çöp kutularında biriken çöpler ise geri dönüşüm olarak tekrar ülke ekonomisine kazandırılıyor.

Kaynak: Haberler.com

Not: Bu haber, Star'da yayımlandıktan kısa bir süre sonra, nedeni belirtilmeden silindi. Haber7.com sitesi de haberin içeriğini sildikten sonra, "Haber kaynağından iptal edilmiştir" açıklamasını yaptı ve silinme nedeni olarak da okulun, iddiaları reddettiğini belirtti. Ancak haberdeki fotoğraf, haberin doğruluğunu ispatlar nitelikte.

24 Eylül 2007

Böyle giderse Türkiye’de laiklik çözülür, çoğunluk desteğini almayan siyasi olguya dönüşür


Soner Çağaptay, İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okuduktan sonra, Yale Üniversitesi’nde tarih doktorası yaptı. Uzmanlık alanı Türk milliyetçiliği ve Türk dış politikası. Beş yıldır ABD’nin etkin düşünce kuruluşlarından Washington Enstitüsü’nün (Washington Institute For Near East Policy) Türkiye bölümünü yönetiyor. ABD ve AKP hükümetinin yakından izlediği analistlerden.



Hatta geçen günlerde Çağaptay’ın Wall Street Journal’daki yazısına bizzat Cüneyd Zapsu cevap verdi. Çağaptay, Türkiye-ABD ilişkilerinde kritik noktalara gelindiğinde Beyaz Saray’daki çok üst düzey yöneticilerin arayıp görüş aldığını söylüyor. Yeni ders yılında ABD’nin saygın üniversitelerinden Georgetown’da "Türkiye’de Laiklik" başlıklı bir ders verecek. Çağaptay’la Türkiye’de laiklik tartışmalarını konuştuk.

Türkiye’de laiklik üzerine ders vereceksiniz Georgetown’da. Nedir Türk usulü laikliğin özelliği?

- Derste Türkiye’de laikliğin kurumsallaşması, gelişmesi, günümüzdeki konumu ve geleceğini anlatacağım. Hem tarih hem de siyaset bilimi dersi. Türk laikliği ile Amerikan laikliği aynı değil. Türkiye’deki laiklik biraz daha Avrupa’ya yakın. ABD’yi kuranlar dinlerinden dolayı baskı gördüğü için laikliği tüm dinlere özgürlük şeklinde biçimlendirdi. Bu da hayatın her alanında çeşitli dini sembollerin tezahür etmesine yol açtı. Avrupa tarzı laiklik ise çok farklı: Dinin siyasi sistemi kontrol etmesine önlem olarak gelişti. Temelinde dinlere özgürlük değil, dinden özgürleşme, yani ayrılma yatar. Türkiye de bunu benimsedi, din ve siyaset arasına büyük bir izolasyon duvarı çekti.

Yine de Türkiye’de kilise gibi kendi kuralları ve kontrol mekanizması olan bir üst makam bulunmadığı için Avrupa laikliğinden ayrılmıyor muyuz? Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da hesaba katarsak daha özel bir laik sistem yok mu Türkiye’de?

- Katılıyorum. Zaten Türk laikliğinin Avrupa Parlamentosu’nca en çok eleştirilen yanı Diyanet’in bir devlet kurumu olması ve imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi, cuma vaazlarının içeriğini devletin belirlemesi. Bunların laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı söylenir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen lağvedilmesi ve camilerin müminleriyle baş başa kalması ne gibi sonuçlar doğurur?

- Tam bir kaos olur. Çok tehlikeli bir adım. Bir kere Diyanet İşleri Başkanlığı gökten zembille inmedi. Bu kurumun öncülü var: Şeyhülislam. Diyanet, Osmanlı Devleti’nden başlayarak Türkiye tarihinin ürettiği doğal bir kurum. Din-toplum ilişkisini düzenler ve gereklidir. Avrupa, Türkiye’yi bu konuda eleştirirken kendisi çok farklı çözümler getirmemiş ki. Mesela Almanya’da kilise vergisi var. Hükümet vatandaştan toplar, kiliseye dağıtır. İngiltere’deki Anglikan Kilisesi’nin başı İngiltere Kraliçesi. İskandinav ülkelerinde Luteryan Kilisesi resmi kilise. Yani aslında Avrupa’da, Türkiye’deki din ve devlet arasındaki izolasyon duvarı yok denecek halde.

LAİK MİSİN MÜSLÜMAN MI DİYE SORARSAN MÜSLÜMANIM DER

3 Eylül tarihli Newsweek dergisindeki yazınızın başlığı "Laikliğin Sonu" idi. Sonu geliyor mu gerçekten?

- Laikliğin 80 yıldır Türkiye gibi bir ülkede var olmasının sebebi halkın çoğunluğunca desteklenmesi. Türk toplumunu üçe ayırıyorum: Dini görevlerini yerine getirmeyen küçük bir liberal grup. Küçük bir aşırı dinci grup. İkisinin ortasında, dini vecibelerini yerine getiren ama laik bir devlette yaşamaktan memnun muhafazakar çoğunluk. Çok partili döneme geçildiğinden beri bütün partilerin ortak argümanı "Hem Müslüman hem laik olunabilir"di. Taa ki AKP’ye kadar. AKP, bu seçim kampanyasında özellikle Anadolu’da şöyle bir strateji izledi: Sırf dindar olduğu için bize cumhurbaşkanı seçtirmediler. O ortadaki çoğunluğu, laikliğin dindarlığa karşı olduğuna ikna etti. Bu da şimdiye kadar Türkiye’de var olmayan bir fay hattı yarattı. Muhafazakar çoğunluğu ya laik ya Müslüman olursun gibi zor bir seçim yapmak zorunda bırakırsanız, Müslümanlığı seçer. Laiklik ilk defa muhafazakar çoğunluk tarafından sorgulandı. AKP bu fay hattında yürümeye devam ederse Türkiye’de laiklik çözülür, yani çoğunluğun desteğini alamayan bir siyasi olgu haline dönüşür.

AKP’nin laikliği bir gecede yok etmeyeceğini ama tedrici olarak Türkiye’yi içe kapalı bir İslam devletine dönüştüreceğini söylüyorsunuz. Neye dayanarak?

- Türkiye, İslami sembollerin daha çok yer aldığı bir topluma dönüşecek. Kısa vadede, siyasi ve hukuki bakımdan elbette laik düzen sürecek. AKP laikliği bir gecede yok etmeyecek. Ama toplumdaki ikonik bazı İslami öğeler çok daha belirleyici olacak: İçki yasağı, türban, İmam Hatip Liseleri. Sohbetlerimden çıkardığım kadarıyla, AKP, dini ve sosyal anlamda bu üç öğenin toplumda yaygınlaşmasından yana. Yani türban takılması muteber, içki içilmesi yasak, İHL eğitim alınması gereken yer. Kültürel hayatta günah-mübah ayrımı yapıyor. Bunu liderlerinin şahsi hayatlarında da görebilirsiniz.

Türkiye’de laikliğin çözülmesi ABD’nin pek işine gelmez değil mi?

- Washington, iktisadi tutumuna bakarak AKP’yi liberal bir hükümet olarak değerlendiriyor şu anda. Ne zaman ki belirttiğim göstergeler sosyal hayatta belirginleşir, laikliğin erozyona uğradığını düşünmeye başlar. O zaman nasıl bir politika izleyeceğini şimdiden kestiremiyorum.

AKP BENİ ÇOK CİDDİYE ALIYOR, ABD EN ÜST DÜZEYDE TAKİP EDİYOR

Makalelerinizin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye kadar uzanan bir Beyaz Saray yolculuğu olduğu söyleniyor. Doğru mu?

- Washington Enstitüsü makaleleri binlerce kişiye gönderir. Abdullah Gül’e, Dick Cheney’ye, Avrupa Parlamentosu’na... Bana ulaşan geriye dönüşlerden anladığım kadarıyla, özellikle kritik dönemlerdeki yazılarım, ABD hükümetinin üst düzey kişilerince takip ediliyor. Çünkü bazı konuları ayrıntılandırmam talep ediliyor.

Nasıl yani? Beyaz Saray’a çağırıp bilgilendirme yapmanız filan mı isteniyor?

- Çok üst düzeyde takip ediliyorum diyelim.

AKP hükümeti yazdıklarınızdan pek hoşlanmıyor galiba. Onlarla ilişkiniz nasıl, bire bir görüştüğünüz birileri var mı?

- AKP’nin yazılarımı çok ciddiye aldığını biliyorum. Partiden temas kurduğum kişilerden, Türkiye’deki diğer kaynaklardan aldığım bilgiler bu yönde. Aramızda entelektüel diyalog var.

Diyalog olduğu kesin. Temmuzda Wall Street Journal’da yayımlanan yazınıza Cüneyd Zapsu televizyondan cevap verdi.

- Görüşlerime katılmak zorunda değiller. Cevap vermek hakları.

AKP’ye yakınlığıyla bilinen gazeteler sizi laiklere AKP karşıtı taktik vermekle suçluyor. Buna ne dersiniz?

- Ben analistim, görevim taktik vermek değil, ışık tutmak.

Türk entelijansiyasında AKP’nin bugüne kadarki en liberal hükümet olduğunu söyleyenler var. Siz neden aksini iddia ediyorsunuz?

- Liberalizmin tek ölçütü ekonomiyse, evet AKP iyi işler yaptı. İktisadi anlamda liberal. Ama liberalizmin diğer göstergesi çoğulculuk, farklılığa tahammül. Türban, İHL ve içki yasağında AKP’de çoğulculuk fikri yeşermemiş. Türbanlı - türbansız ayrımı yapmadığını söyleyebilir. Ne zaman ki bunu söylemin dışına taşır, kadrolarına, atamalarına, vekillerine, bakanlarına yansıtır, o zaman liberal bir hükümet olabilir.

THINK-TANK’LER ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN TADINI VE RENGİNİ BELİRLER

Hudson Enstitüsü’yle yaşananlardan sonra, Türkiye’den bakıldığında, ABD’deki düşünce kuruluşları manipülatif görünüyor. Neye, kime hizmet ettiği sorgulanıyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz?


- Türkiye düşünce kuruluşlarına (think tank) pek alışık değil. Ama 5-10 yıl sonra yaygınlaşacak ve Türkiye’de de akademisyenlerin, medyadan tanıdığımız isimlerin böyle kuruluşlarda çalıştığını göreceğiz. O zaman düşünce kuruluşlarının siyaseti neden, nasıl etkilediği daha iyi anlaşılacak ve doğal karşılanacak. Washington Enstitüsü’nün 20 yıldır Amerikan siyasetinde ağırlığı var. Son derece bilimsel araştırmalar yapan bir kuruluş. Özellikle Türkiye konusunda düzenli yayın yapar. Bütün yayınları saygı görüyor, çünkü bazı konuları gündeme gelmeden öngörüyor. PKK konusunda ABD’de çok yol kat ettik. Beş yıl önce, acaba terör örgütü mü, diyorlardı. Yayınlarımız sayesinde, artık söze PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul ederek başlıyorlar.

Washington Enstitüsü’nün İsrail’den finansal destek aldığı söyleniyor...

- Kesinlikle böyle bir şey yok. Hesaplarımız son derece şeffaf. Sadece Amerikan vatandaşlarından aldığı bağışlarla yaşar. Ne yabancı devletlerle, kurumlarla ne de ABD hükümetiyle ilişkisi var. Siyasi ve ahlaki olarak bağımsız. ABD’deki birçok düşünce kuruluşu özel şirketlerden finansal destek alıyor, bizde bu yok.

Düşünce kuruluşları ABD-Türkiye ilişkilerini ne kadar etkileyebilir?

- Tamamen etkiler demek çok iddialı olur ama tadını ve rengini belirliyor.

Kaynak: Hürriyet

İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi

AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.


MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız"
diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)

Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı


ÖNCE bir tespit yapalım:

Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!"

Yanılıyorlar.

Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.

İki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.

ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.

Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!

DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?



Soner YALÇIN - Hürriyet, 23 Eylül 2007

21 Eylül 2007

"Devletten iş alan müteahhit eşinin başını örtmesi normal"

AKP'li milletvekili, devletten iş alan müteahhitlerin yaşam şeklindeki değişimi normal karşıladı.

AKP'nin Alevi kurucu üyesi ve Kütahya Milletveki Hüseyin Tuğcu, devletten iş almak isteyen müteahhitlerin eşlerinin örtünmesinin normal olduğunu söyleyerek “Elbette iş alacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre şekillenecektir” dedi.

Referans Gazetesi’nden Nuray Başaran’a konuşan AKP’li TuğcuSon dönemde, devletten iş alacak müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı, hükümetin bu tür uygulamalarında da söz edilen iddialar var bunlara ne diyorsunuz?” sorusuna şöyle yanıt verdi:

Evet tabi ki bunlar olabilir, insanın olduğu her yerde her şey mümkün. Bu olabilir buna bir şey demiyorum. Elbette iş alacaksa, iş yapacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre şekillenecektir.

Eşi kapalı olmazsa, olmaz mı?” sorusu karşısında ise Tuğcu şunları söyledi:

Hayır o anlamda değil. İnsan bir şey yapacaksa, bir şey becerecekse, bazı konularda uyuma kendini hazırlamak zorundadır. Yani düşünün bir öğrenci üniversite mezunu iş için bir yere başvurduğunda, en azından oraya kravat takması, düzgün gitmesi, konuşması onun işe alınıp alınmasını etkiliyecektir. Tabi bu anlamda insanda gittiğinde, o işi alması ve sonuçlandırması için başarılı olabilmesi için karşısındaki insana göre kendisine çeki düzen verecektir bu anlamda söylüyorum çeki düzeni.

“DİNDEN UZAK OLAN HIRSIZLIK, KAPKAÇÇILIK AHLAKSIZLIK YAPAR”

Din derslerinin zorunlu olması gerektiğini aksi halde gençlerin ateist olacağını söyleyen Tuğcu, “Dini kavramlardan uzak olan insanların, hırsızlık yapması, kapkaçcılık yapması ahlaksızlık yapması çok daha müsaittir. Çünkü hesap verme olmadığı için” dedi.

Tuğcu, “Yani camiye gidenler bunları yapmazlar mı?” sorusuna ise Alevi gençlerinin PKK’ya katılma oranının dinsel faktörlerle azalmasını örnek gösterdi. Tuğcu şöyle devam etti: ”Dini inançlardan yoksun olan insanların sapkınlıkları ve topluma zararları biraz daha fazla olduğunu görüyoruz."

“BİKİNİ İLE OKULA GİDEN VAR. GÜZEL SANATLARDA ÇIRILÇIPLAK SOYUYORSUNUZ”

Türban konusunda ise okula bikini ile giden kızların olduğunu söyleyen Tuğcu “Bikini tarzında gelen öğrenciler yok mu bunu herkes biliyor güzel sanatların bölümleri var hepimizin bildiği çırılçıplak soyuyorsunuz. Buna sanat diyorsunuz, bunu sanat altında yapıyorsunuz. Yani bu mu sadece sanat? Bu, bu kadar özgürce olduğu halde biz hâlâ türbanla uğraşıyorsak bu anlamsız geliyor” diye konuştu.

KENAN EVREN’E NÜ RESİM ELEŞTİRİSİ

Kenan Evren’in çıplak kadın resimleri yapmasına değinen Tuğcu, “Toplumun kabullendiği değerlerin farklı yerlerde görülmesi insanı rahatsız ediyor. Bir imamın meyhanede olduğunu düşünün, içki içmediği halde. Meyhanede oturduğunu düşünün vatandaş buna nasıl bakacaktır. Çok farklı gözle bakacaktır ister istemez.”dedi.

Kaynak: Hürriyet

14 Eylül 2007

Atatürk'den din tacirlerine

Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca isimli hainler, hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize sayısız örneklerle açıklamakta ve kanıtlamaktadır. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanması olasılığı yoktur. Artık kimse, öyle hoca kılıklı sahte bilginlerin yalan dolanına önem verecek değildir.

En bilgisiz olanlar bile o gibi adamların niteliğini gerektiği gibi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir kararlılıkla korumalı ve sürdürmeliyiz. Eğer onlara karşı, benim kişiliğimden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben kendim onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim milletimin yaşamıyla ilgili, o adım milletimin yaşamına karşı bir kötü niyet, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.

Şüphe yok ki, millet birçok özveri, birçok kan pahasına, en sonunda elde ettiği vazgeçilmez ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, meclisin, yasaların, Anayasa'nın nitelik ve sebebi hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Sayalım ki, eğer bunu temin edecek yasalar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.

1923 (Atatürk'ün Söylem ve Demeçleri II, s. 146)

13 Eylül 2007

Moon Tarikatı ve Nur Tarikatı

- SUN MYUNG MOON, Kuzey Koreli fakir bir köylü çocuğu, mühendislik eğitimi almış, Moon Tarikatı'nın kurucusu.

- FETHULLAH GÜLEN, Erzurum 1942 doğumlu. Vaiz kadrosunda memur, şu an emekli, fakir bir köylü çocuğu, yüksek öğrenim görmemiş, Nur Cemaati'nin lideri.

- Sun Myung Moon, 1954 yılında Seul'de, bilinen adıyla "Moon Tarikatı", resmi adıyla "Birleştirme Kilisesi"ni kurdu.1951'de Kore'yi işgal eden ABD, Güney Kore'yi sömürgeleştirirken bir yandan da Hıristiyan tarikatını (Moon) kurdurarak, bu tarikat marifetiyle, Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ı, Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yapıldı.

CIA'ın kurduğu Kore CIA'nın Washington temsilcisi Albay Bo Hi Pak da, Moon tarikatının en güçlü isimleri arasında yerini aldı. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Ligi'ni örgütledi. Sun Myung Moon, 1959'da Amerika'ya yerleşti. Kiliseleri birleştirme çalışmalarında 1989'a kadar Anti-komünist mesajlar ağırlıkta iken, komünizmin çöküşü ile Batı'nın komünizmden sonra en büyük tehlike gördüğü, İslamiyet'e yöneldi.

- Fethullah Gülen, bugün dört kıtada faaliyet yürüten örgütünün temelini, İzmir Kestanepazarı'nda kurduğu "İmam Hatip ve İlahiyat'a Öğrenci Yetiştirme Derneği" ile attı.

Bunu takiben, Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurdu. İlk şubesini 1954'te İzmir'de açan bu Derneğin ikinci şubesi Gülen'in memleketi Erzurum'da açıldı. Aynen Moon Tarikatı'nda olduğu gibi Komünizm ile mücadele hedef olarak seçildi. O sırada, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden yetişenler de "komando kamplarını" kuruyordu. İlginç olan, her iki kampında aynı mekânlarda düzenlenmesidir.

Eğitmenleri de aynıdır. Sonuçta Nur'cuları da, Komandoları da aynı kişiler eğitiyor.
(Bkz. Adnan Akfırat, Teori Dergisi, 2005)

- Moon Tarikatının dünyanın birçok yerinde vakıfları, işletmeleri, okulları, medya kuruluşları mevcut olup, fakir bir köylü çocuğu olan Sun Myung Moon'un bugün müthiş bir portföye sahip olduğu dikkat çekiyor.

- Örgütlenme biçimi Moon ile aynı olan ve fakir bir köylü çocuğu olan Fethullah Gülen cemaatinin; Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan rapora göre, 1998 yılı itibariyle:

"Yurtiçinde, 85 vakıf, 18 dernek, 89 özel okul, 207 şirket, 373 dershane, yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve biri İngilizce yayımlanan 14 dergi, 15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi, ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu; yurtdışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kuruluşu" bulunuyor.
(Bkz. Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, s.4 ve 5)

Moon Tarikatının sahibi olduğu ABD'nin en büyük gazetelerinden biri olan Washington Times gazetesi ile Fethullah Gülen'in Türkiye'de yayınlanan Zaman gazetesi arasında sıkı bir işbirliği olduğu söyleniyor.

Zaman Gazetesi'nin İngilizce olarak çıkardığı gazetede BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın 15 gün ara ile köşe yazısı yazacağı, Zaman Gazetesi tarafından iki hafta önce okuyucularına duyuruldu.

- Myung Moon liderliğindeki tarikat, Kiliseleri birleştirmek (Unifi-cation Church) felsefesini yaymak amacıyla düzenlediği toplantılarda çeşitli ülkelerin tanınmış isimlerini bir araya getiriyor ve bu ülkelerde örgütlenmeye çalışıyor Tarikat, Hıristiyanları birleştirmenin yanı sıra, Müslümanlarla Hıristiyanları da birleştirmeği gaye edindiği için İslami kesimi de hedef kitle seçiyor.

Türkiye'deki ilk girişimleri de bu amaca uygun olarak "Dini Araştırmalar", "Hoşgörü" ve "Diyalog" görüşmeleri adları altında, Türkiye'den özellikle dini çevreden çok aşina isimler tarikatın toplantılarına katılmaya başlıyor.

ABD'de yapılan "Dinlerarası ilişkiler" toplantısına Türkiye'den 40 kadar ilahiyatçı katılıyor.

Tarikat, Türkiye'de 1991 yılında İstanbul'da, President Otel'de düzenlenen bu toplantıya katılan Hıristiyan din adamları, Müslüman din adamları, basın ve medyaya kapalı üç günlük bir seminer gerçekleştiriyor. 1994 yılında yine İstanbul'da, The Marmara Oteli'nde yine medyaya kapalı olarak gerçekleştirilen bir başka toplantıda Türk kamuoyu için şok isimler katılımcı oluyor.

Bu tarikat ülkemizde müthiş bir MİSYONER faaliyet başlatıyor.

- Fethullah Gülen'in de savunduğu ana kavram "hoşgörü" ve dinler arası diyalog". Dahası, Moon tarikatının başlattığı dinlerarası diyalog girişimine Türkiye'den de Fethullah Gülen destek veriyor.

Papa ile görüşüp, yetkisinde olmamasına rağmen, "Harran da üç semavi dine din adamı yetiştirecek bir ilahiyat üniversitesi kurmayı teklif ediyor. Yani Gülen, İstanbul'da izin verilmeyen ruhban okulunun Güneydoğu da açılmasını istiyor.
(Bkz. Arslan Bulut,Büyük Kurultay Sayı 97, 28.06.1999)

- Moon Tarikatı'nın, ilk Türkiye temsilciliğini Kasım GÜLEK yapıyor... Kasım Gülek ile Fethullah Gülen samimi birer dostlar.

Zira, Fethullah Gülen, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştırılmasını Kasım Gülek'in sağladığını kendi ağzından söylüyor. Abramowitz'in ise Fethullah Gülen'i, Pentagon ve Papa dahil birçok kişi ve kuruluşa taşıdığı biliniyor.

Kasım Gülek'in vasiyeti üzerine cenaze namazı bizzat Fethullah Gülen tarafından kıldırılıyor. (Bkz. 01.09.1997 tarihli Zaman Gazetesi, 21.01.1998 tarihli Yeniyüzyıl Gazetesi)

Gülen, 1992 yılında ABD'ye gittiğinde, Kasım Gülek'in Amerikan Ordusu'nda albay olarak görev yapan, daha sonra şüpheli bir şekilde ölen, baldızı Aylin Rodomisli (Adı Aylin romanında anlatılan kişi) aracılığıyla Pentagon ve CIA ile ilişkiye geçtiğini de bizzat kendisi söylüyor.

Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek, daha sonra DSP'den Adana milletvekili seçiyor. Ecevit'in son yıllarda Fethullah Gülen'e sempati duyduğu bilinen bir gerçek. Tayyibe Gülek'i yetiştiren kişi teyzesi Aylin Rodomisli olup, bu kişi aynı zamanda Fethullah Gülen'in Pentagon'la ilişkisini kuran kişidir.

- Moon Mesihliğe soyunurken, Fethullah Gülen İslam temsilciliğine soyunmaktadır.

- Moon da, Gülen de Amerika'yı üst olarak seçmişlerdir. Gülen rahatsızlığı nedeniyle ABD'ye gittiğini söylemesine rağmen on yılı aşkın bir süredir dönmemiştir.

- Her iki tarikatın da Amerika'daki NED, CSIS ve CIA örgütlerince desteklendiği söylenmektedir.

- Moon tarikatı ile Fethullah Gülen'i birleştiren bir diğer ismin ise Abdullah Çatlı olduğu söylenir. Zira Çatlı'nın, 1981 yılında Dünya Anti Komünist Ligi'nin toplantısına katıldığı ve 1992'de Gülen'i ABD'de havaalanında karşıladığı ileri sürülmektedir. Abdullah Çatlı Fethullah Gülen ilişkisi, MİT'in düzenlediği Susurluk Raporunda'da yer almaktadır.

- Fethullah Gülen'in Zaman Gazetesi'nde, Elif Şafak, Etyen Mahçupyan gibi yazarların sürekli insan hakları,düşünce özgürlüğü, demokratikleşme, azınlık hakları v.b.konularında yazmaları gözden kaçmamaktadır.

Kaynak: Açık İstihbarat

Attila İlhan - Mustafa Kemal ve Antibatıcılık

"İran İslam Dayatması" öncesi İran Kraliyet Ailesi

Attila İlhan - Laiklik

"İran İslam Dayatması" öncesi ve sonrası



Bize bir şey olmaz diyenlere: Eminim İran halkı da aynı şeyi düşünmüştür...

12 Eylül 2007

Nazlı Ilıcak ve 12 Eylül'ün utanç satırları!

12 Eylül 1980, Türkiye'nin "yarım yamalak" demokrasi tarihinde bir kara leke olarak duruyor. Bugün 27 yaş altındaki yüzbinlerce genç, o tarihte neler olduğunu, neler yaşandığını bilmiyor. 1980'de "açık hapishane"ye çevrilen Türkiye, 12 Eylül'ün izlerini bir türlü silemiyor. Bunda en büyük pay, kuşkusuz bazı aydınların 12 Eylül'de gösterdiği tavır. Zira, cuntacıların postallarını gördüklerinde "hazır ol"a geçenler, halkın demokrasi dışı girişimlere karşı direnmesi için mücadele edemiyor.

O dönem, aralarında Nazlı Ilıcak'ın da bulunduğu birçok kalem, 12 Eylül'ü "düğün bayram" şeklinde karşılamıştı. Nazlı Ilıcak, 12 Eylül cuntası sonrası, Kenan Evren ve arkadaşlarına en büyük desteği veren Tercüman Gazetesi'nde yazıyordu.

Ilıcak, "komünistler"e gereken cezanın verilmesini istiyor, kalemini cunta için oynatıyordu. Fanatik bir Demirelci olan Ilıcak, yazdığı bir makaleden ötürü ise, kısa bir süre cezaevine giriyordu. Ancak cezaevine giriş sebebi, cuntaya karşı direnmesinden değil, Demirel'i övmesinden dolayıydı.

Bugün aynı Nazlı Ilıcak, geçmişte emrine girdiği cuntacıların karşısındaymış gibi duruyor. Yurt Yayınları'ndan 1991 yılında çıkan "Kalemlerin İhaneti" adlı kitap Ilıcak'ın "cunta sınavı"nı belgeleriyle ortaya koyuyor. Zeki Saral'ın hazırladığı kitap bugün topluma demokrasi dersi verenlerin, dün nasıl "içtima düzeni"ne girdiğini gösteriyor.

12 Eylül ürünü olan AKP'nin kanatları altına sığınarak "demokrasi" dersi veren kalemler, cunta döneminde yaşanan acılardaki paylarının unutulduğunu sanıyor. Halbuki yazı; tarihin bir aynasıdır. Siz görmek istemeseniz bile, tarihi silemezsiniz. Yazdıklarınız, karşınıza on yıllar sonra bile çıkar.

Bugün "güya" askerle çatışan Nazlı Ilıcak da, dün yaptıklarının unutulduğunu sanıyor. Tercüman Gazetesi'nde askere alkışlarla destek veren Ilıcak'ın, o yüzden bugün söylediklerinin hiçbir hiçbir anlamı yok. Çünkü; yazı geçmişi cunta övücülüğü yüzünden lekeli...

16 Eylül 1980 tarihinde Tercüman'da kaleme aldığı yazı, Ilıcak'ın nasıl bir darbeci olduğunu açıkça gösteriyor: "Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekatının başarısı ile neticelenmesidir." Bu sözler, Ilıcak'ın boynundaki bir yafta gibi duruyor.

Ilıcak'ın ümit ettiği başarıyı gerçekleştiren cuntacılar, yazarın isteklerini tek tek hayata geçiriyor.

14 Eylül 1980 tarihli yazısında askere seslenen Ilıcak şöyle diyor: "Türkiye’de demokrasi, demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge, birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silâhlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdular. Açıklanan hedef, “Demokrasinin işlemesine müsait ortamı hazırlamaktır. Bu ortam ne kadar süratle oluşursa, milletimiz, memleketimiz o kadar çabuk huzura kavuşacaktır."

Askerler, darbeci Ilıcak'ın isteklerini tek tek gerçekleştiriyor. Memlekete kendi yöntemleriyle "huzur ve güven" getiren askerler, Ilıcak'ın "güven"ini boşa çıkarmıyor. Cunta öncesini, "Mehmet Ali (Ilıcak) okula rahat gidemiyordu" sığlığında değerlendiren yazarın istediği "huzur" postal ve dipçik gücüyle gerçekleşiyor. Aşağıdaki tablo ise Ilıcak'ın istediği "huzur"un yansıması olarak önümüzde duruyor:

NAZLI ILICAK'IN ÖVDÜĞÜ CUNTA, HUZURU NASIL GETİRDİ?

"Ülkenin gerçek sahibi biziz" havasındaki beş general, 12 Eylül 1980'de, ABD'nin açık desteğiyle, TBMM'yi kapattı. Anayasayı ortadan kaldırdı, siyasi partilerin kapısına kilit vurdu ve mallarına el koydu.

O günden sonra;

**650 bin kişi gözaltına alındı.
**1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
**Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
**7 bin kişi için idam cezası istendi.
**517 kişiye idam cezası verildi.
**Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).
**İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
**71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
**98 bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı.
**388 bin kişiye pasaport verilmedi.
**30 bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı.
**14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
**30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti.
**300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
**171 kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi.
**937 film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı.
**23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
**3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
**400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
**Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
**31 gazeteci cezaevine girdi.
**300 gazeteci saldırıya uğradı.
**3 gazeteci silahla öldürüldü.
**Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
**13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
**39 ton gazete ve dergi imha edildi.
**Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
**144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
**14 kişi açlık grevinde öldü.
**16 kişi ''kaçarken'' vuruldu.
**95 kişi ''çatışmada'' öldü.
**73 kişiye ''doğal ölüm raporu'' verildi.
**43 kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi.

Kaynak: Gerçek Gündem

Papadopulos: Tek düşmanımız Türk askeri

KIBRIS Rum yönetimi lideri Tasos Papadopulos, tek düşmanlarının adadaki Türk askeri olduğunu söyledi.

Papadopulos, dün akşam Rum televizyonlarından canlı yayınlanan basın toplantısında tek düşmanlarının Kıbrıs'ta 'işgalci' olarak nitelendirdiği Türk askeri olduğunu söyleyerek Rumlar'ı bu konuda birleşmeye çağırdı. Papadopulos, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile 5 Eylül'de yaptığı görüşmede ise Kıbrıs Türk tarafında barış için gerekli siyasi iradeyi görmediğini iddia ederken, "Bu olumsuzluklara aldırmadan yolumuza devam edeceğiz" dedi. Rum lider, Annan Planı'nın Rum tarafınca veto edilmesine de destek çıktı. Papadopulos, "Annan Planı'nın ardından karşılaştığımız sorunların üstesinden gelmeyi bildik. Türkiye de, işgal edilmiş adada, yasadışı Kıbrıs Türk rejimi kurma hedefine ulaşamadı" dedi.

Papadopulos konuşmasının sonunda Rum halkına fanatizmden uzak durmalarını istedi. Tasos Papadopulos, şöyle konuştu:

"Tarih bize ayrılıkların sadece kötü olayları beraberinde getirdiğini öğretti. Tek düşmanımız Türk ordusu. Mücadelemizin en değerli temeli olan birlik ve beraberliğimizin koruyucusu olmalıyız. İçimizde düşmen yoktur. Tek düşmanımız vardır. O da işgalci Türk ordusudur. Siyaset sahnesindeki ve seçim arenasındaki rakipler sadece farklı düşünen siyasi rakiplerdir. Düşman değillerdir."

Kaynak: Hürriyet

11 Eylül 2007

Bahçeli'nin sırrı

Seçim kampanyasında Erdoğan’a ağır suçlamalar yönelten Bahçeli’nin ‘Söğüt şenliklerinde’ Tayyip Bey ile ‘can cana’ görüntüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Tamam, seçimler öncesinde MHP Genel Müdürü pardon Genel Başkanı Bahçeli’ye ‘inanan saflar’ listesinde yer aldığım için ben ‘kırk katırı da kırk satırı da’ ceza olarak kabul ediyorum efendim, üzgünüm, itiraf ediyorum işte.

Geçtiğimiz günlerde de yazdığım gibi, Bahçeli, Erdoğan’a ikinci defa yol verdi. İlk olarak... 3 Kasım seçimleri öncesinde Bahçeli aldığı şok bir kararla ki neden böyle bir karar aldığını hâlâ kimseye açıklamadı, ülkeyi seçime götürüp, AKP’nin iktidara gelmesini sağladı. Tam bu noktada durup, ilginç bir anektodu paylaşalım.

3 Kasım seçimlerinden hemen sonra MHP’nin o tarihteki tepe isimlerinden-eski bakanlardan Koray Aydın, yaptığımız bir özel sohbette (ki bu notları o tarihte yazmıştım) Bahçeli’nin apar topar seçim kararı almasında en büyük nedenin ‘Aydın Doğan’ın Almanya’da yaptığı bir toplantı’ olduğunu belirterek şunları söylemişti; ‘Aydın Doğan, erken seçim kararı alınmadan hemen önce, Doğan Medya Grubunun Almanya’daki tesislerinin açılışı için düzenlediği törende, Mesut Yılmaz, Çiller ve Erdoğan’ı bir araya getirip, Türk siyaset tarihi adına kadersel önem taşıyan bu toplantıda ‘king-maker’lık yaptı. Bu toplantıya MHP’den kimse katılmadı. İşte bu önemli toplantı üzerinden duygusal reflesleri çok iyi hesaplanan Bahçeli’ye manipülasyon-yönlendirme yapıldı ve Bahçeli, Aydın Doğan’ın organizatörlüğünde Almanya’da yapılan Çiller-Tayyip Erdoğan ve Yılmaz zirvesinin hemen ardından erken seçime yol verdi. (Bir anlamda da Erdoğan’a yol verilmiş oldu)’ Peki bu zirvenin diğer saklı kodları neydi? Cevap vermesi gerekenler ortada, soruyu yüksek sesle soran yok.

Asıl ilginç olan da... O tarihte sadece seçimler erkene alınmamıştı, eşanlı Washington da ‘Irak işgalini’ erkene aldığını açıklamıştı. Bush, Irak operasyonunu erken tarihe çeker iken Ankara’daki derin stratejik ortağının kimler olacağını/olması gerektiğini de acaba hesabına dahil etmiş midir dersiniz?!

Ve bugün. Sayın Bahçeli, şahin muhalefet sözü ile seçmenden oy aldıktan sonra, AKP’nin adayını KÖŞK’e taşıyarak hatta daha ötesi, bakınız Söğüt şenliklerine, AKP ile tam ittifak haline de geçmiştir. Bahçeli’nin 22 Temmuz seçimlerinden hemen birkaç gün sonra, sandıklar ortadan kalkalı daha 3-5 gün olmuşken alel acele AKP’nin KÖŞK adayını destekleyeceklerini açıklayıp- kenara çekilmesinin ‘asıl’ nedenini yine bilmiyoruz.

Ve yine 3 Kasım öncesi benzer bir süreç bugün içinde aynen yürürlükte; Washington bu defa da İRAN’a operasyonu erkene çekti. 3 Kasım tablosu Irak, 22 Temmuz tablosu da İran... Bitmedi, Washington aromalı TÜRK-İSLAM SENTEZİ KARTI Türkiye’nin önderliğinde tüm TÜRK Cumhuriyetlerine ne modeli/neye karşı tez olabilir dersiniz? Söğüt’teki fotoğrafın fonunda (Türk; MHP-ılımlı İslam;AKP) TÜRK-İSLAM SENTEZİ projesi ne yoğunlukta görüntüdeydi sizce? Bu anahtar kart hatta bir ucuyla ‘KÜRT Dosyasında’ da işlev görür mü? En iyi barış şahinle mi yapılır dediniz?

Son bir önemli not, 8 Temmuz 2005’te yazdım, aktarıyorum; ‘MHP’nin tepe isimlerinden biriyle konuşuyor iken dedi ki; ‘’Sevgili Güler, Amerikalıların sıcak operasyon planları sanıldığı gibi öncelikli olarak Suriye’yi değil İran’ı kapsıyor. Amerikalılar son bir-iki aydır bize/MHP’nin tepe yönetimine gelip, ‘İran’a olası bir saldırıyı, MHP ve milliyetçi cephe nasıl karşılar’ diye soruyorlar. Amerikalı uzmanlar bu soruya AKP’lilerin vereceği cevabı biliyor ve o cevaptan ürkmüyorlar, ancak milliyetçi çevrelerin bakışının Türkiye’nin genel muhalefeti adına belirleyici olacağını bildikleri için bu konuda MHP’nin takınacağı tavrı çok daha fazla önemsiyorlar.’ İşte MHP’nin ABD’lilere cevabı; ‘Açıkçası Washington’ın İran’a yönelik bir operasyonu, AKP’liler gibi MHP camiasında da ‘büyük tepki TOPLAMAZ.’ İran’a karşı geçmişten gelen malum nedenler, ülkücüler-milliyetçilerin ABD’nin İran saldırısına tepkisini yumuşatacaktır.’ MHP’den operasyona yeşil ışık mı?

Evet. Sam amcamın İran ve Türk-İslam sentezli BÜYÜK TURAN PLANI ‘can cana’ görüntü ile artık pürüzsüz işleyebilir mi? Eksik parçaları tamamlamanız için notlar sundum. Sıra sizde, ben sizin labirentinizim efendim.

Güler Kömürcü - Akşam, 11 Eylül 2007

Dinci Oligarşiye Geçişin Aşamaları

Türkiye Cumhuriyeti'nin Çok Partili Rejim 'e geçişi, 1946'da yapılan genel seçimlerle resmen onaylandı.

Bu tarihten itibaren, 60 yıllık süre içinde rejim, yavaş yavaş, adım adım, tedricen, Dinci Oligarşi 'ye doğru yol aldı.

Bugün gelinen noktadaki korkutucu gerçek, artık ülkemizde Çok Partili Rejim 'in tümüyle yozlaştırılmış ve Demokrasi 'den çok uzaklaşmış olmasıdır.

Türkiye'de Demokrasi dediğimiz rejim, günümüzde zaten, çoğunluk diktatörlüğüne, yağmacılığa ve Liderler Oligarşisi 'ne dayalı, dışa bağımlı, garip bir kimliğe bürünmüştür.

Rejimimiz, anayasamızda yazdığı gibi, "Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" kimliğini tam oturtmuş olsa, ne dincilik bir tehlike oluşturabilirdi, ne de Dinci Oligarşi iktidara gelebilirdi.

Türkiye'nin önündeki Dinci Oligarşi tehdidinin gerçekliği ve büyüklüğü, bu oligarşiye, gerçek bir Demokrasi 'den değil, zaten oligarşik niteliğe dönüşmüş bir başka yapıdan geçiyor oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.

Gerçek bir Demokrasi 'den, ne türlü olursa olsun bir oligarşiye, hele Dinci Oligarşi 'ye geçiş daha zordur.

Batı'da Dinci Oligarşi tehlikesinin söz konusu olmayışı bundan dolayıdır.

Oysa bir oligarşiden başka bir oligarşiye geçiş daha kolaydır.

Çünkü rejim zaten oligarşiktir, bütün yapılacak iş bunun temellerini dinciliğe kaydırmaktır.

***

Türkiye'de Çok Partili Rejim 'in Dinci Oligarşi 'ye dönüşme süreci, kimi zaman birbirini izleyen, kimi zaman da birbirinin içine geçen şu aşamalardan oluşuyor:

Çoğunluk diktatörlüğü.

Yağmacı düzen.

Liderler Oligarşisi.

Dışa bağımlılık.

Dinci iktidar.

Dinci Oligarşi'nin kurumlaşması.

Bu aşamalar üç dönemde gerçekleşti.

Birinci dönemde, Çok Partili Rejim , Demokrat Parti'nin iktidarında, Demokrasi 'ye doğru evrimleşeceğine, Çoğunluk Diktatörlüğü 'ne dönüştü.

Böylece birinci aşama da, ortaya çıktı.

Tabii aynı anda, yağmacılığın, Liderler Oligarşisi 'nin ve dışa bağımlılığın da tohumları atılıyordu.

İkinci dönemde, 1965'ten sonra gelen iktidarlar zamanında, rejim, hem yağmacılık hem de lider sultası çizgisinde evrimleşti.

Çok Partili Rejim artık, yağmacı bir ilişkiler yumağına ve Liderler Oligarşisi Düzenine dönüşmüştü.

Bu sırada dışa bağımlılık iyice gelişti.

Aynı süreç içinde Dinci Oligarşi 'nin tohumları da yeşermeye başlamıştı.

Böylece ikinci, üçüncü ve dördüncü aşamalar eşzamanlı olarak gelişti.

Üçüncü dönem 1980 darbesi ile yaşandı. Bu darbe sonucunda iktidara gelen Evren-Özal ikilisi, yağmacı düzeni, Liderler Oligarşisi 'ni ve dışa bağımlılığı iyice kurumlaştırdı , Dinci Oligarşi'nin filizlenen tohumlarını daha da büyüttü.

Dördüncü dönem, 2002 seçimleriyle başladı.

Bu dönemde, beşinci aşama olan Dinci Oligarşi'nin iktidarı vücut buldu.

Şimdi, 22 Temmuz 2007 seçimleri ve 28 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi ile, iktidardaki Dinci Oligarşi'nin kurumlaşması başladı.

Bundan sonra çok daha hızlı ve açık bir biçimde bu oligarşinin kurumlaşma çabalarına tanık olacağız.

Başta anayasa olmak kaydıyla tüm yasalar, yönetmelikler Dinci Oligarşi 'nin önünü açacak biçimde değiştirilecek.

Tüm hükümet, devlet ve yerel yönetim kadroları dinci cemaat mensupları tarafından doldurulacak.

Tabii bu arada yargı ve üniversiteler de ihmal edilmeyecek.

Medya buna göre yeniden yapılandırılacak.

Sermaye el değiştirecek, iç ve dış kaynaklı dinci sermaye piyasalara egemen olacak.

Toplumsal yaşam da "mahalle baskısı" ile denetim altına alınacak; tesettür, haremlik-selamlık ve benzeri uygulamalar yaygınlaşacak.

***

Tabii zaman içinde bu Dinci Oligarşi kurumlaşmasının da diyalektik tepkileri oluşacak.

Onları da hep birlikte izleyeceğiz.



Emre Kongar - Cumhuriyet, 10 Eylül 2007

09 Eylül 2007

"Kardeşlerime terörist diyemem"

Hürriyet Video'larını izlemet için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 60. Hükümet programı görüşmeleri sırasında Meclis kürsüsünden Demokratik Toplum Partisi'ne yaptığı "PKK'ya terör örgütü deyin" çağrısına DTP'den yanıt geldi.

DTP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel, "Kimse bizden kardeşlerimizi terörist ilan etmemizi beklemesin. Hiçbir Kürt bunu demez" diye konuştu.

Batman'da, 'Hasankeyf Kültür ve Sanat Festivali' etkinlikleri kapsamında belediye tarafından yapılan Yaşar Kemal Kent Ormanı'nın açılışı için bir tören düzenlendi. Törene, AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Domaç ve AKP Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen ile DTP'li Tuncel katıldı.

21 arkadaşıyla Meclis'te temsil edildiklerini belirten Tuncel, şunları söyledi: "Bize dediler ki, çocuklarınızı terörist ilan edin, sizi farklı görelim. Kimse bunu bizden beklemesin. Hiçbir Kürt ferdi bunu kabul etmez. Kendi farklılıklarımızla bu coğrafyada yaşamak istiyoruz. İlk kez bu kadar Kürtlerin temsil oranı var. Bu şansı iktidar partisinin iyi değerlendirmesi gerekiyor."

Erdoğan, salı günü Meclis'te yaptığı konuşmada DTP'nin farklılık vurgusuna dikkat çekerek, "Elbette farklılıklarımız zenginliklerimizdir, ancak öncelikle terör örgütünü terör örgütü ilan edeceksiniz" demişti.

Kaynak: Hürriyet
Related Posts with Thumbnails