01 Eylül 2007

"PKK'ya terörist diyemeyiz"

DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un sözlerine karşılık "PKK'yı terör örgütü kabul etsinler diyorlar. Biz birileri istiyor diye öyle bir açıklama yapmayız" dedi.

Ben askerim, teröristleri muhatap almam" sözlerini ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 30 Ağustos resepsiyonuna davet edilmeyen DTP'lilere ilişkin "Önce onlar PKK'nın terör örgütü olduğunu kabul etsinler" açıklamasını değerlendirdi.

Türk şöyle konuştu: "PKK'yı terör örgütü kabul etsinler diyorlar. Biz birileri istiyor diye öyle bir açıklama yapmayız. Biz çözümü şiddette, silahta aramıyoruz. Çatışmanın bitmesi gerekir diyoruz. Medeni biçimde sorunlar çözülmeli diyoruz. İnkar, ötekileştirici, dışlayıcı mantık olursa biz karşısındayız. Genelkurmay Başkanlığı ile polemiğe girmek istemiyoruz. Şiddetin, kanın durması için çaba gösteriyoruz."

Kaynak: Vatan Gazetesi

Nakşilerin 600 yıl sonra gelen zaferi

22 Temmuz seçimlerinin ve seçimlerden sonra Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı'na gelmesinin, üzerinde pek fazla durulmamış olan en önemli sonuçlarından biri, altı asırdır var olan ve Türkiye'de imparatorluk döneminden başlayarak son iki yüzyıldan bu yana iktidar mücadelesi sürdüren bir hareketin, Nakşibendiliğin bu mücadeleyi kazanarak devlete -ordu dışında- resmen hâkim olmasıdır.

1389'da Buhara'nın köylerinden Kasr-ı Arifan'da doğan bir Türk olan Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend'in Orta Asya'da kurduğu Nakşibendilik, aslında tam bir Türk tarikatı idi ve Araplıkla, Arap gelenekleriyle bir ilişkisi yoktu. Orta Asya'da başlayıp filizlenen bu düşünce sistemi zamanla Ortadoğu ile Anadolu'yu da etkiledi, ama yaklaşık 500 yıl boyunca bir tasavvuf sistemi olarak kaldı ve siyasal alanda faaliyet göstermedi. Varlığını halk arasında ve kendine mahsus ritüellerle devam ettirdi.

Nakşibendiliğin siyasal zemine kayması, 1770'lerin sonuna doğru Süleymaniye'de doğup Bağdat'ta ve Hindistan'da okuyan Mevlana Halid'in kurduğu ve Nakşibendiliğin bir branşı olan "Halidiyye" kolunun çabalarıyla başladı. Halidilik, Şam'a yerleşen ve ahirete yönelik ibadetlerin yanı sıra dünyevi hayatın ve iktidarın da kontrol altında tutulmasını öngören Mevlana Halid'in dört bir yana gönderdiği halifelerinin faaliyetleri sayesinde hemen her kesimden müride sahip oldu. Müridler arasında, önde gelen bazı devlet adamları da vardı.

Halidiliğin dünyevi iktidarı da elde etme amacı güttüğünü, ilk önce zamanın hükümdarı İkinci Mahmud fark etti. Başkent İstanbul'da tarikatı yaymaya çalışan Halidiler sıkı bir kontrol altına alındılar ve daha sonra Mevlana Halid'in gönderdiği halifelerle birlikte başkentten sınır dışı edilerek Şam'a geri yollandılar. Nakşi-Halidi hareketin güç kazanma mücadelesi, İkinci Mahmud'un aldığı bu tedbirlere rağmen Cumhuriyet dönemine kadar durmadan devam etti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 30 Kasım 1925'te kabul ettiği 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra tarikatlar, şeyhlerin veya önde gelen müritlerin evlerine yahut temin edilen başka mekânlara taşındılar, bir anlamda yeraltına indiler ve faaliyetlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Devlet ise, tarikatlara karşı iki farklı uygulamada bulundu: Hemen bütün tarikatlar gözetim altında tutuldu, bu arada birçoğunun faaliyetine göz bile yumuldu, hatta bazılarına kültürel kimliklerinden dolayı destek bile verildi ama.. sadece tek bir tarikat, Nakşibendilik ve özellikle de Halidiyye kolu sıkı bir takibe uğradı. Zira diğer tarikatların aksine dünyevi iktidara, yani devlete iktidar rakibi olan tek tarikat Nakşi-Halidi doktrindi.

Osmanlı'nın yanı sıra Cumhuriyet döneminde de devletle çatışmaya giren dini grupların hemen tamamı, Nakşi doktrinden kaynaklanan görüşlere mensuptu. Devrim yıllarında şapkaya karşı başlayan hareketin, 1930'daki Menemen olayının, Doğu ve Güneydoğu'daki birçok ayaklanmanın ve Türkçe ezana karşı başkaldırıların liderleri hep Nakşi-Halidi idiler. Günümüzde modern versiyonlarının giderek güç kazandığı Said-i Nursi'nin Nurculuk hareketi de temelinde Nakşi doktrine dayanıyordu.

AKP kadrolarının yetiştiği yer olan MNP-MSP ve RP oluşumlarının temeli de Nakşi düşünce sistemidir. Dolayısıyla AKP'nin 22 Temmuz seçimleri sonucunda elde ettiği başarı, Nakşibendiliğin Türkiye'de 200 yıldan fazla bir zamandan bu yana devam eden mücadelesini iktidarı elde ederek sonuçlandırması, diğer bir anlamla da Nakşi-Halidi doktrinin zaferidir.

Bugün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Nakşibendilik ile, hatta herhangi bir tarikatla bağlantısı bulunmuyor yahut bilinmiyor. Ancak yetiştiği çevrede Nakşi etkisi her zaman vardı. Ve, unutmayalım: Gül'ün düşünce yapısının oluşmasında önemli etkisi olan Büyük Doğu Hareketi'nin lideri Necip Fazıl Kısakürek, Nakşi-Halidi hareketin önemli şeyhlerinden birinin, "Arvas Seyyidleri" olarak bilinen aileye mensup olan Abdülhakim Arvasi'nin önde gelen müritlerindendi.

Sözünü ettiğim zafer, Nakşi cemaatlere mensup isimlerden oluşan bir iktidarın, o çevrelere muhalif olmayan bir ismi Cumhurbaşkanlığına seçmesi ile daha da güçlenmiştir. Bu, Nakşibendiliğin kurucusu Bahaüddin Şah-ı Nakşibend'in rüyasının 600, Halidiyye kolunu kuran Mevlana Halid'in vasiyetinin da tam 180 yıl sonra gerçek olması demektir.

Murat Bardakçı - Cumhuriyet, 31 Ağustos 2007

Lider Kimdir?..

İngiliz gazeteci, Sina dağında karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar: "Sence lider kimdir?.."

Bedevi; "Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir
miyim?
" der.

Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.

Bedevi anlatır; "Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki. Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.

Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar. Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırını alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.

Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır. Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rügarın oluşturduğu kum sağnağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır. Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:

'Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin' der. Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve 'Pekii, başını çadıra sokabilirsin' diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.

Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır; 'Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.' Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.

Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır; 'Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver...' Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi'den önce, deve tepki gösterir; 'Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan...
'

'Lider kimdir?' demiştiniz; bu hikayeyi mesnet alarak cevap vereyim; Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır..."

Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, cumhuriyet devrimlerinin kırsala uzanan kollarını kopardı.

Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.

Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.

Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.

Sonraki lider Sayın Özal; zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.

Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokülünün liste başındaydılar.

Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgar gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.

Ecevit, Bahçeli, Yılmaz'lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Sonuc olarak; Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra girmesine izin verdiler. İzin vermenin ötesinde, teşvik ettiler.

Özetle;
Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1. Türkiye; '10 Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 69 yıl geçirmiştir.

2. Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine 'vurmak' üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.

3. Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası 'teokratikleştirilmiştir' ve 'teokratikleştirilmekte'dir.

4. 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 84 yıl süren bir 'karşı devrim' ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.

Son söz: "Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir..."
Related Posts with Thumbnails