30 Mayıs 2008

Diyanet

DÜN gece bir film vardı; Batı ülkelerinden birisinde polislerin terfi töreninde İncil okundu ve ben düşündüm ki onlar açısından huzur verici olmalı.

Bizde niçin olmuyor?

Çünkü oralarda din ile devlet barışık.

Dinin, devleti ele geçirme ya da ülkeyi yönetmeye kalkma iddiası yok. Kimse dini siyasette ya da ticarette kullanmıyor.

Dahası din ile çağdaşlık uyumlu...

Din ile medeniyet çelişmiyor...

*

Bizler Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan hep bunu bekledik:

Dinin yüceliğini korumasını... Dini kirli çıkarlarına alet edenlere tepki göstermesini...

Eğer inançlar, kirli siyasi ve ticari işlerin arasında yara alıyorsa, din çıkarlar yüzünden kirletiliyorsa, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın buna izin vermemesini umduk.

Boşuna...

*

Üstelik tersi oluyor.

Dünkü gazetelerde vardı; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine göre flört zina...

Parfüm; edepsizlik...

Bir kadın erkekle tek başına kalırsa; günahkar...

Buna göre anlaşarak evlenenlerin hepsi zinacı... Bizim çalışma arkadaşlarımızın hepsi asansörlerden dolayı cehennemlik...

Parfüm süren tüm kadınlarımız; edepsiz...

*

Çağa ve medeniyete karşı duran hiçbir şey varlığını sürdüremez.

Din bile...

İşte; dinin kirli ellerde malzeme olması yüzünden son zamanlarda ne kadar insan inancından uzaklaştı ve kitleler nasıl dilim dilim bölündü, gören var mı?..

Dört bakanlığın toplam bütçesi kadar bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için mi orada?..

Din tacirlerine çanak tutsun diye mi?..

Din gibi insanların en yüce duygularının emanet edildiği kurum böyle mi olmalı?..

Bizler tam tersine; Diyanet İşleri Başkanı’nın bir gün çıkıp dini siyasette ve ticarette kullananlara "İnançları kullanmayın" demesini beklerken...

Böyle olacaksa...

Ben helal etmem Dinayet’e giden vergimi...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Protestan İslamı...

Prof. Dr. Şerif Mardin, laikliği, Kemalizmi beğenmez, aşağılar...

Bir süre önce “mahalle baskısı” terimini ortaya atmıştı...

Aynı şeyleri yıllardır yineler durur...

Şerif Mardin, öteden beri gizli açık Nurculuğu, Nakşiliği savunur, “cemaat kavramını” irdeler...

Muhteremin her konuşması bazı gazetelere manşet olur, “İrtica var mı, yok mu” tartışması başlar...

Dinci-tarikatçı örgütlenme 2008 yılında doruğa ulaştı mı, ulaşmadı mı?

Eğitim sistemi tarikat şeyhlerine teslim edildi mi, edilmedi mi? Dinci bir sermaye gücü yaratıldı mı, yaratılmadı mı?

Daha sayayım mı?

Mardin gibi düşünenler, Türkiye’de serbest piyasa düzeninin Allah’ın mantığının önüne geçtiğini söylüyorlar Washington’daki bir toplantıda...

Konuşmacı Prof. Dr. Hakan Yavuz...

Hayli ilginç konulara değiniyor:

“İleride daha laik bir Türkiye görebiliriz. Fethullah Gülen cemaati, Protestan bir İslamı temsil ediyor. AKP’nin, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, Milli Eğitim’in ve Türkiye’de polisin İslamlaştırılmaya çalışılması, türban konusu, alkolün yasaklanması gibi bir dizi hatası oldu...”

Hakan Yavuz’a göre AKP’nin kusurları var sadece...

Bilinçli bir biçimde yapılan devlet içindeki dinci örgütlenme kusur sayılabilir mi?

Demek AKP suç işlemiyor, kusur işliyor...

Kusurun bağışlanması gerekiyor...

Şerif Mardin de “Kemalizm iyiyi, doğruyu, güzeli topluma veremedi” deyip öğretmen-imam karşılaştırması yapıyor:

“İmam, öğretmeni yendi...”

***

Şerif Mardin ve Hakan Yavuz...

İkisi de ABD’yi çok iyi tanıyor...

Hakan Yavuz, Wilson Center’da “Türkiye’nin demokrasisi daha güvenli olabilir mi?” konulu toplantıda bazı gerçekleri, Şerif Mardin’den daha açık söyleyebiliyor:

“AKP büyük olasılıkla kapatılacak. Ancak bu ortamdan bir uzlaşıyla çıkılmalı. Türkiye’nin AB’deki görüntüsü, İslamcı devlet modeli. İslama yakın olan AKP’nin de bunda etkisi var. Türkiye ulus devlet yapısının zarar görmemesi için son derece dikkatli davranmalı. Laik kesimin korkusu bu. Cemaatler polis gücüne, eğitim sistemine girerse, devletin bugünkü yapısı bozulur. Laik çevrelerin bu konudaki endişeleri anlaşılabilir.”

Hakan Yavuz bile devletin duyarlı kurumlarının “dinci kuşatma” altında olduğunu söylerken, Şerif Mardin hâlâ “Kemalizm laikliği netleştiremedi” diyebiliyor.

Peki, 1950’den sonra işbaşına gelen sağ iktidarlar, onların temsilcilerinin yobazlara, dincilere, tarikat şeyhlerine verdikleri ödün nereye konulacak?

Aydınlanma Devrimi’nin üstü açık ve kapalı düşmanları nerede yetiştirildi, Fethullah Gülen son 30 yılda neden bu denli güçlendi?

Şöyle 27 yıl önceye gidelim...

1983 yılında ANAP iktidar oldu...

Başbakan Turgut Özal, Fethullahçıları, Nakşileri, Süleymancıları kucakladı, onların önündeki engelleri kaldırdı...

İlk engeli “en baba Atatürkçü” Kenan Evren Paşa yapmıştı, 12 Eylül askeri darbesinden sonra. Özel okullara izin verildi, ABD’nin isteği doğrultusunda...

***

1990’da Sovyetler Birliği çöktü...

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk adımını attı...

Başbakanlık Konutu’na tarikat şeyhlerinin iftar yemeğine çağrılması Erbakan Hoca’yı siyaset sahnesinden indirme amaçlı mıydı? ABD, bu planı önceden yapıp Tayyip Bey ve Abdullah Bey’le görüşmüş müydü “Ilımlı İslam Modeli”ni?

Türkiye sıkıştıkça birileri çıkıp 1923’lerden başlayarak Kemalizmi, laikliği yerden yere vuruyor, Atatürk’e saldırıyor...

Halkevleri, Köy Enstitüleri, tarım kooperatifleri niçin kurulmuştu? Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun işlevi neydi?

Bunları neden konuşup tartışmıyoruz?..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Geçmişi Anımsamak

Öyle sessiz gelmediler..

Gümbür gümbür geldiler...

Medya patronları, işadamları, gazeteciler, kimi sözde aydınlar alkış tuttular onlara, yere göğe sığdıramadılar...

1994 yerel seçimleriydi...

Medya bombardımanı SHP’ye vurdu, Nurettin Sözen’i, Murat Karayalçın’ı, Yüksel Çakmur’u yıktı, yerle bir etti...

Sola olan düşmanlık giderek arttı...

Anımsayın o günleri!..

Çünkü unutkan bir toplumuz!..

O yıllar “Milli Görüş” gömleğini, şapkasını, bayrağını sallayarak geldiler...

İstanbul ve Ankara’yı kaptılar, İzmir’de Burhan Özfatura’ya kaptırdılar...

Kuşatma böyle başladı...

İngiliz, ABD pasaportu taşıyan Pakistanlı köktendinciler İstanbul’u mesken tuttuklarında Tayyip Bey Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı...

Nurettin Sözen’in kurduğu televizyon kanalı bir gecede “Milli Görüş”e teslim edildi...

İstanbul’un varoşlarını da almışlardı...

Unutmayın yıl 1994...

Özel otoların arkasına baktığınızda ne görüyordunuz?

Dedim ya.. unutmuşsunuz?

“Tek Yol İslam!”

Belediyeler onların, laik medya ise destekçisi...

İşler tıkır tıkır yürüyordu...

Seçimlerden bir iki gün önce ya da sonra.. bir gazetenin binasından canlı yayın yapılıyordu...

Konuk Tayyip Bey, bir ara söyleşiyi yapan muhabire sinirlenip kükredi:

“Biliyor musunuz, bu bina kaçak!”

Muhabir sus-pus oldu...

Tayyip Bey’i hiç kızdırmadı...

Programın ondan sonraki bölümü güle oynaya geçti...

Medya patronları mutluydu...

“Milli Görüş” İstanbul’u kuşatınca, bir patron 100, öteki 90 araç hibe etti belediyelere...

Veren de mutluydu, alan da...

***

1995 genel seçimlerinde CHP kıl payı geçti yüzde 10 engelini...

REFAHYOL iktidar oldu...

Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’dı...

6 Kasım 1996’da devlet içinde örgütlü çete Susurluk’taki trafik kazasında ortaya çıktı...

Toplumun sivil demokratik dinamikleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ayağa kalktı...

“Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık!”

Anımsayın o günleri!..

Solcular, sosyalistler, demokratlar, yurtseverler el ele, omuz omuzaydı...

Erbakan Hoca konuştu:

“Gulu gulu dansı yapıyorlar...”

Adalet Bakanı Şevket Kazan seslendi:

“Mum söndü oynuyorlar!”

Tansu Çiller gürledi:

“Devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir!”

Nazlı Ilıcak, HBB televizyonunda Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı Haluk Kırcı’yı programa bağlamıştı telefonla...

Güvenlik güçlerinin aradığı Bahçelievler Katliamı sanığı Kırcı, çetelere övgü düzüyordu...

Nazlı Hanım da demokrasi ve özgürlükler için Haluk Kırcı’ya, Susurluk’ta ortaya dökülen devlet içindeki çeteye alkış tutuyordu...

Haluk Kırcı 12 Eylül 1980 askeri darbe sonrasında da korunup kollanmıştı; REFAHYOL döneminde de...

Polis, Kırcı’yı İstanbul’da yakalayıp gözaltına almıştı 1990’lı yılların başında...

Gözaltındaki Kırcı, kaçıp kayıplara karışmıştı.

Tüm bunlar olurken, camilerden çıkan müminler tekbir getirerek gösteri yapmaya başlamışlardı...

Yeşil holdingler o yıllarda kuruldu.. Almanya’daki “Milli Görüş”, komisyon karşılığı milyonlarca markı camilerde topladı...

Kimileri Esenboğa Havaalanı’nda altınla, markla yakalandı...

Sonuç?

Onlar şimdi AKP’nin kanatları altındalar...

***

Öyle koşa koşa gelmediler...

Darmadağın olmuş sol partilerin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, yargının, medyanın gözlerinin içine baka baka geldiler...

28 Şubat yıkmadı onları, daha da güçlendirdi...

Demek ki siyasi parti kapatmakla düzelmiyor işler!..

ABD ve AB şimdi onların arkalarında...

Laikliği bile AB’ye teslim ettiler!..

Ekonomi batıyor, üretici kesimi soluk alamıyor...

İşçi, memur, esnaf perişan!..

Birileri ise küplerini dolduruyor...

Varsıl kendi ıkarı peşinde, yoksul erzak çuvalı kuyruğunda...

Birey olmak, ulus olmak öyle kolay değil!..

Dönekliğin, dalkavukluğun, ikiyüzlülüğün, zibidiliğin, soygunculuğun, talancılığın prim yaptığı bir dönemden geçiyoruz...

İşimiz zor!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

GAP Eylen Planı

Başbakan Erdoğan’ın “GAP Eylem Planı”nı açıklamak üzere çıktığı Diyarbakır seferi gerçekten şöyle özetlenebilir:

GAP Eylen Planı!

Sanki AKP iktidara geleli 2 ay kadar olmuş! Sanki AKP iktidar koltuğuna oturmadan önce bir güzel GAP çalışıp plan hazırlamış... Sanki Erdoğan kendisini iktidara taşıyan seçmene “İlk icraatım GAP olacak” sözü vermiş...

Erdoğan bu duygularla örülü bir GAP iklimi yaratmaya çalıştı. Verdiği sözlerden birkaçını aktaralım:

- 3.8 milyon kişinin istihdamı sağlanacak.

- Kişi başına düşen gelir yüzde 209 artacak.

- 1.8 milyon hektar alan sulamaya açılacak.

- Ürün çeşitliliği sağlanacak.

- GAP’ın yönetimi Güneydoğu’ya taşınacak.

Oysa AKP 6 yıla yakın süredir iktidarda ve GAP’a bir çivi çakmadığı gibi, sökmedik çivi bırakmadı.

Şimdi tutmuş, GAP için 4 yıllık 12 milyar dolarlık eylem planı açıklıyor. Üstelik şahitler huzurunda:

12 bakan, 50’yi aşkın milletvekili...

Başbakan bunca yatırımın kaynağını da bulmuş:

İşsizlik Sigortası Fonu ve özelleştirme gelirleri.

İşsizlik Fonu ile istihdam sağlamak mı! Nasreddin Hoca’nın tellere takılan yünleri bundan daha gerçekçidir.

Özelleştirme paralarını yatırıma aktarmaya gelince... Önce bir soru:

Bugüne kadar hangi özelleştirmenin gelirini hangi yatırıma aktardınız?

Ülkenin bütün varlıklarını özelleştirirken, gerçekte yabancılaştırırken, ben bunun paralarını bu ülkede yatırım yapmak için harcayacağım derseniz adama sorarlar:

O zaman niye özelleştiriyorsunuz?

***

Başbakan Diyarbakır konuşmasında bu bölgede ekilecek adalet tohumlarının tüm Türkiye’de yeşereceğini söyledi.

Anlaşılan Ankara’da kuruttuğu adaleti Diyarbakır’da anımsadı!

Erdoğan, konuşması sık sık “Vur vur inlesin Deniz Baykal dinlesin” diye kesilince araya girdi:

“Başka dinlemesi gerekenler yok mu? Onlar da dinlesin.”

Başbakan’ın bölge gezisi seçim kokuyor ve DTP’nin ağırlığını tümüyle ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu bir siyasi parti için elbette hedef olarak seçilebilecek bir konudur. Ancak AKP’nin DTP’yi silip yerine ümmetçi bir mantığı etkin kılma girişimi bizde şu soruyu da çağrıştırdı:

Acaba bu BOP ödevleri arasında mı?

***

Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) kökenleri Atatürk’ün 1936’daki şu işaretine kadar dayanıyor:

Fırat Havzası’nı projelendirin!

O gün bugün gelen her iktidar bölgeyle ilgili, projeyle ilgili az çok bir şeyler yaptı. En az ilgilenenler arasında AKP geliyor!

Güneydoğu’da toprağa ve suya yapılacak yatırımın yanında bir kesimi daha ihmal etmemek gerekiyor:

İnsana yatırım!

AKP insana yatırım denince sadece seçimi düşündüğü için bu konuda yaptıklarını yeterli görüyor.

Oysa GAP dünden bugüne devletin devamlılığı ilkesiyle bütün hükümetler tarafından duyarlılıkla sürdürülseydi, bugün GAP’ın yanına 2-3 proje daha koymuş olurduk.

Şimdi GAP’ın yarısına yaklaştık, kalanına bakıyoruz.

Rastlantıya bakın ki, Başbakan’ın GAP planı hazırladığı gün Irak Su Kaynakları Bakanı Abdüllatif Raşit Ankara’daydı. Raşit, Ankara’dan Türkiye’nin Dicle ve Fırat’ta planladığı yatırımlarla ilgili kendisine bilgi vermesini istedi, ardından şunu istedi:

“Su garantisi.”

Saddam döneminde olmayan, ABD işgaliyle kurulan Su Bakanlığı, bölgeyi bekleyen yeni sorunların habercisi.

Erdoğan, bütün bunlardan öte GAP’ı bir seçim malzemesi olarak almış, yıllar önce saptanmış hedefleri tazeleştirmiş, halka yutturmaya çalışıyor.

Ne demişler:

Türk’ün aklına ya kaçarken gelir...

Ya da seçerken!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz

TÜRK siyasetçilerin, gazete yazıcılarının, üniversite elemanlarının yanlışlarını düzeltmek zorunda kalmamız yetmezmiş gibi şimdilerde bir de Avrupa Birliği şövalyeleri ile uğraşmak zorunda kalıyoruz.

Sabah Gazetesi iftiharla sunuyor: "Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz" demiş.

Barroso hazretlerine laikliğin zorla dayatılması gerektiğini kanıtlamadan önce, hazretin bu inciyi yumurtladığı bağlamı sunalım:

KİBARLIK GEREKSİZ!

"AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için, Türkiye’de tam demokrasi ve ’demokratik laikliğin’ olması gerektiğini belirterek, ’Laiklik zorla dayatılmaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır’ dedi." (Sabah, 09.05.08) Bu, yanlışlığın değil deli saçmasının neresini düzeltelim?

Türkiye’de okuldan çok cami var. Okullardaki sınıflarda öğrenciler yer bulamazken birden fazla camisi olan küçücük köyler var. Halk iki dini bayramında yılda toplam en azından 10 gün tatil yapıyor. Kurban kesiyor. Sosyetesi bile hacca ve umreye gidiyor. Milli voleybolcusu genç kız tesettüre giriyor. Ülkede 300’den fazla imam hatip okulu, neredeyse her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, bütçesi üç bakanlığa bedel Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce Kuran kursu, tarikatlar tarafından yönetilen gene binlerce öğrenci yurdu, yüzlerce İslamcı gazete, dergi, yayınevi, radyo, onlarca televizyon kanalı var. Bankalar ve holdingler var. Kimsenin namazına, niyazına karışılmıyor. Yani herkes özel yaşamında inançlarını özgürce kullanıp uyguluyor. Daha uzatmaya gerek yok. Bu ülkede mi laiklik zorla dayatılıyor!? Kibarlığın hiç gereği yok: Çüş artık!

’ZORLAMA’NIN FERİŞTAHI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazmaktadır. Ve bu madde Anayasa’nın 4. maddesine göre, değiştirilmesi bir yana değiştirilmesi teklif bile edilemez.

İşte size zorlama’nın feriştahı!

Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri, Asli Kurucu (Demokratik) İktidar’ın tercihini yansıtmakta ve dayatmaktadır. Bu iki maddeyi Tali Kurucu İktidar (Türevsel İktidar) da değiştiremez. (Yani AKP’nin egemen olduğu TBMM bile.)

Bu iki madde ancak İslamcı bir ihtilal ile, monokratik ve teokratik bir iktidar biçimi ile değişebilir.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik bir devlet düzeni ve ilkesi olarak kendini zorlayabilir. Bu bir!

İkincisi: Bu iki maddeden hoşnut olmamak, laikliği yeniden tanımlama hevesleri, fırsat kollayan, geleceğe dönük şiddeti içermektedir. Bu nedenle AKP’nin kapatılma davası Venedik Kriterleri ile kesinlikle çelişmez.

Bir şair ancak bu kadar hukuk ve Anayasa hukuku dersi verebilir! Jose Manuel Barroso ve dostlarına ve AKP milletvekillerine, dostum Erdoğan Teziç’in "Anayasa Hukuku" kitabını okumalarını tavsiye ederim. Okusunlar ki yakında bazı önerilerim olacak!

Özdemir İnce - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Bu Gidişle

Anayasa Mahkemesi içeriden dışarıdan baskı altında.

İktidarın devlet kadrolarını kendi amaçlarına yatkın, tarikatçı kişilerle doldurmasına ses çıkarılmıyor; şimdilik ordu dışında hemen her çevreyi laiklik karşıtı kişilerin işgal etmesine karşın bu gelişmeler eleştiri konusu yapılmıyor.

Batı, kendi dünyasında yargının tarafsız ve yansız olmasına fevkalade özen gösteriyor. Lakin bir türlü kendilerinden sayamadıkları Türkiye’de yaşananları irdelemeye geldi mi, AB’den ABD’ye kadar hemen bütün Batı dünyası AKP’yi kapatma kararı çıkmasını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni baskı altında tutuyor ve... Tarafsız olması gereken Anayasa Mahkememizin başta başkan ve kimi üyelerinin kafa yapısı itibarıyla AKP’nin yüksek yargı içinde temsilcileri olduğuna değinmiyorlar.

Örneğin Batılı çevreler Yüksek Mahkeme Başkanlığı’na seçilen Haşim Kılıç’ın dinci AKP’ye yakın durduğunu bal gibi biliyorlar.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, yazılarıyla kitaplarındaki bölümlerle (örneğin son kez ‘AKP Çoktan Kapatılmalıydı’ başlıklı yapıtıyla) “Haşim Kılıç olayını” içimizdeki, dışımızdaki çevrelere, başta laiklik, dinci kadrolaşmaya karşı çıkan partilere (örneğin CHP’ye) anlatmaya çalıştı.

Ne çare uyarılarına kulak asan olmadı. Bir kez de biz deneyelim. Laik rejimin olmakla olmamak arasında kaldığı bu süreçte Haşim Kılıç’ı kamuoyuna bir kez daha tanıtmaya çalışalım.

Neden mi? Zira, Anayasa Mahkemesi’nin vazgeçilmez laiklik ilkesine karşı yasal girişimlere ve laiklik karşıtlığının odak noktası haline gelen AKP’nin kapatılması davasına bakacağı sırada bu konularda taraflı olduğu bilinen Haşim Kılıç hâlâ koltuğunda oturuyor.

***

Haşim Kılıç’ı tartışmaya açan açıklamaların tarihi Erdal İnönü’nün parti genel başkanlığına kadar uzanıyor. Sayıştay Yasası anayasaya aykırı biçimde değiştiriliyor. Böylece Sayıştay Genel Kurulu’nun aday gösterdiği üç kişiden biri Haşim Kılıç.

Kim bu Haşim Kılıç? Anayasa Mahkemesi’ne üye olacak hukuksal bilgi birikimi olan birisi mi? Yüksek ticaret mezunu olması soruyu yanıtlamaya yeter de artar bile.

Anayasa Mahkemesi Sayıştay Yasası’nı iptal ediyor; fakat Yüksek Mahkeme iptal kararları geriye yürümez diyor ve... Kılıç anayasaya aykırı bir yasayla geldiği Anayasa Mahkemesi’ne üye.

***

Kılıç’ın cemaziyülevveli kamuoyuna yansıyor. Gazetelerde yazılar: Nakşibendi tarikatından Haşim Kılıç’ı, Nakşibendi tarikatından Cumhurbaşkanı Turgut Özal Anayasa Mahkemesi’ne atadı!

Üyeliğe seçildiği günün ertesi bir gazeteci soruyor Kılıç’a: “Siz laik misiniz?” Laikim diyemiyor Kılıç, “Polemiğe girmeyelim” gibi kaçamak bir yanıtla soruyu karşılıyor.

23 Nisan 2003. TBMM Başkanı Arınç’ın bayram vesilesiyle türbanlı eşiyle düzenlediği resmi kabule Cumhurbaşkanı Sezer başta, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar katılmıyorlar.

Haşim Kılıç, “…Devletimden değil ama devlet adamlarımızdan utanıyorum…” diyor.

Eşi de türbanlı. Laikliğe karşı olan tavrını bu vesileyle sergiliyor.

Oysa, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu hakkındaki yasanın 47. maddesi gereğince “Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin dava açılmadan veya iş mahkemeye gelmeden önce mevcut olduğu iddiasıyla reddolunabilir”.

***

Tabii Kılıç, görevinden ayrılmayı düşünmediği gibi ayrılmasını isteyene de rastlanmıyor. Vural Savaş’ın yazdığı gibi: Ne yazık ki, Anayasa Mahkememizin Cumhuriyetimizin yaşamsal önemde iki kararında Haşim Kılıç (ve bir iki arkadaşının) oyu ve oyları belirleyici olacaktır.

Haşim Kılıç, kimliğini açığa çıkaran son iki davranışıyla dikkat çekti.

Türbanı serbest bırakan AKP anayasa değişikliğini incelemek üzere, yüksek mahkemede görevli 20’den fazla raportör arasında cımbızla seçtiği ve laikliğe karşı yazılarıyla tanınan ve türban konusunda peşin hükme sahip raportör Osman Can’ı görevlendirdi.

Bu tavrını sürdürdü. AKP kapatma davasını inceleme görevini yine aynı kişiye raportör Osman Can’a verdi.

AKP böylece devlet kadrolarını kendine uygun olanlardan seçme çabasını yüksek mahkemede de yandaşlar kazanarak sürdürüyor.

RTE’ye yasak gelirse siyaseti bağımsız olarak sürdürebileceğini, böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, ortada fol yok yumurta yokken Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın da açıklayınca…

AKP sayesinde hâlâ yargıya siyaset, hatta dini anlayışla siyasetin bulaşmadığı söylenebilir mi?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 21 Mayıs 2008

Yanıtsız Sorular

Siyasal çevreler henüz konuşmuyor. Medyamız ise başlıklarında Çankaya’nın yargı ile hükümet arasındaki gerginliğe çare olacağını sandığı açıklamayı “11’inci devreye girdi” diye yorumluyor.

İnce eleyip sık dokumadan yapılan yorumların uygulamada vereceği olası sonuçlardan söz edilmiyor. Ya da yazılıp önüne konulan açıklamadan kaynaklanan sorulara verdiği kimileri kaçamak yanıtlara bakarak Çankaya’daki AKP’linin ne şiş yansın ne de kebap diyen üslubu eleştirilmiyor.

11’incinin medya ile karşılaşarak açıklamalar yapmaktan özenle kaçındığını Çankaya’daki Doğru ve Güzel Türkçe Kullanımı ödül törenine katılan gazeteciler yazıyor.

Çankaya’daki AKP’li, yine AKP’li olduğunu unutmayarak, yine “kardeşini” koruyarak “ancak meslektaşlarımızın ısrarından kurtulamayacağını anlayınca… mümkün olduğunca az konuşmayı yeğleyerek” soruları yanıtlamış.

Açıklamasında yargıdan ve hükümet başkanından “…adap ve usule özen göstermelerini” istemiş ve görüşlerini açıkladıktan sonra ilk olarak Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’i kabul etmiş.

Yargıtay Başkanı’ndan “adap ve usule özen göstermesini” istemiş olamaz. Zira ağzı bozuk olan, adap ve usulden nasibini almayan konuşmalar yapan “kardeşi” RTE!

***

Gazeteci soruyor: “Açıklamanızda ‘adap’tan söz ediyorsunuz? Kastınız nedir?”

Yanıt? Yok!

Oysa, Çankaya’dakinin herkesten önce RTE’yi çağırıp yasa değişiklikleriyle yargıyı sürekli tehdit etmekten vazgeçmesini söylemesi gerekirken; garipsenecek bir tutum sergiliyor. Adap ve usul eğitimine Yargıtay’dan başlıyor.

Gazeteci soruyor: “Başbakan’la görüşecek misiniz?” Yanıt: “Başbakan’la zaten görüşüyoruz”.

Her hafta perşembeleri, evet, görüşüyorlar. Demek ki Çankaya’daki AKP’li mutat görüşmelerin dışında kalması gereken, özelliği ve ayrıcalığı olan bu konuyu, öncelikle gerilimin gerçek sahibi olan RTE ile görüşme gereğini duymuyor.

Soru: “Görüşmelerinizdeki amaç nedir? Ne söyleyeceksiniz?” Yanıt: “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum.”

Konuşmak istemiyor. Nedeni polemiğe falan girmek değil. Bu soruya arkasından saldırgan üslubuyla adap ve usulü bozan kişinin “kardeşi” olup olmadığına değinen olası sorunun gelmesinden çekiniyor. Böyle soruları yanıtlamak… Bir AKP’linin AKP hükümetini yargılaması gibi yuvaya ters düşen bir tavır almak... 11’incinin işine gelmez.

Gazeteci soruyor: “CHP, sizin de AKP’nin kapatılması davasında taraf olduğunuzu, bu nedenle devreye giremeyeceğinizi öne sürdü...” Yanıt: “Herkes konuşuyor. Bu konuda konuşmak istemiyorum”.

Oysa geçenlerde gazetelere manşet oldu; kapatma davasında suçlu bulunmasından korkuyor. Ne yapacak, istifa etmesi mi gerekecek?

Böyle bir koltuk bir daha ele geçer mi? Üstelik RTE, AKP kapatılır, kurdurduğu parti yine iktidara gelirse zaten yukarı çıkmasına karşı olduğu “kardeşini” Çankaya’ya sırtında neden taşısın?

***

Son soru, ama görmemişliği bir kez daha, kimi insanlarda ihtirasın sınır tanımadığını kanıtlayan olaylara ışık tutan bir soru:

“Eşiniz Hayrünissa Hanım’ın Köşk’e saraylardan, Osmanlı dönemine ait eserler ve eşyalar getirmek istediği yolunda haberler çıktı, ne diyorsunuz?”

Yanıt sorudan kaçmak, içeriğinden kaçınmak zorunda kalan bir siyasetçinin yanıtı:

“Onu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne sorun. Konuyu o biliyor”.

Hayrünnisa Hanım’ın Çankaya’daki AKP’liye danışmadan, iznini almadan saraylara gidip beğendiği eşya ve eserlerin resmini çekebilir mi? Şayet 11’inciden izin almadı ise Hayrünnisa Hanım; Köşk’te ailevi sorunlar yaşanıyor veya yaşanacak demektir.

Çankaya’dakiler geçmişte yaşadığım bir olayı çağrıştırdı.

Askeri dönemde Köşk’te, asker cumhurbaşkanına ekonomi ve maliye danışmanlığı yapan eski gelirler genel müdürünün Maliye Bakanlığı’na atandığı günlerdi. Bir gece Köşk’teki konutunda özgeçmişini yazmak için buluştuk. Konuşurken sık sık araya giren eşi bir ara “Ben çok gençtim. Evlenmemizin nedenini biliyor musunuz?” diye sordu ve soruyu kısa boylu vücut ve yüz çizgileri beğeniden uzak eşini göstererek yanıtladı: “Çünkü Maliye Bakanı olmasını şart koştum”.

Çankaya’daki AKP’li; artık kamuoyunda konuşmaları, giysileri ve Köşk’teki davranışlarıyla tartışmalı hale gelen, 15 yaşında iken evlendiği Hayrünnisa Hanım’ın isteklerine karşı çıkmıyor. Acaba neden?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008
Related Posts with Thumbnails