05 Temmuz 2008

Atatürk'ün Bursa Nutku

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” diyecek.

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Mustafa Kemal Atatürk

Glock

ERGENEKON adı verilen ve yaklaşık bir yıldır polis marifetiyle sürdürülen operasyonun son halkasında yaşanan "büyük gözaltı"da ilginç bir olay yaşandı.

Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün gözaltına alındıktan sonra Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı Nuri Gürgür, gazetecilere bir açıklama yaptı. Ankara Ticaret Odası’nda başkanın makam odasının arkasında bir banyo bulunduğunu... Banyodaki şofbenin tamiri için iki ay önce tamirci çağırdıklarını... Tamirci çalışırken şofbenin arkasından Glock marka bir tabanca düştüğünü... Tabancanın karakoldan polis çağrılarak bir tutanakla Emniyet'e teslim edildiğini... O günden bugüne silahla ilgili olarak kendilerine bir bilgi verilmediğini bildirdi ve şöyle dedi: "Eğer o gün şofben bozulmasaydı, o tabanca düşmeseydi, burada yapılacak bir aramada doğal olarak o tabancayı Sinan Aygün’ün bugün anlatması mümkün olmayacaktı." Holivut malı polisiye filmlerin klasik sahnelerindendir; iş peşindeki polis gözüne kestirdiği adamın cebine çaktırmadan bir tutam uyuşturucu koyar ve sonra üst araması yapıp "eliyle koymuş gibi" bulduğu uyuşturucu ile birlikte adamı gözaltına alır.

Sinan Aygün’ün Ankara Ticaret Odası'ndaki çalışma odasında yapılan aramada ruhsatsız bir tabanca bulunsaydı ne olurdu? O silahın örneğin son yıllardaki siyasi bir cinayette veya bir terör saldırısında kullanılan silahlardan biri olduğu "polisin balistik raporu" ile ortaya çıkartılsaydı! Düşünmesi bile insanı ürkütüyor!

Filmlere, Hitler’in Almanyası'nda uygulanan birçok senaryo da konu oldu. Korku imparatorluklarının nasıl kurulduğu çok iyi biliniyor. Dünyada görüldü ki demokrasi kendini koruyamadığı, zaafa düştüğü, basiretinin bağlandığı an akbabalar ve leş kargaları tepesinde kanat çırpmaya başlıyor!

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde en küçük bir korkuya bile neden olabilecek tesadüfler çok önemlidir ve âdettir, korkuların giderilmesi için kamuoyu hemen en yetkili ağızlar tarafından bilgilendirilir! Biz ise Sinan Aygün'ün polise teslim ettiği silahın ancak iki ay sonra ve bir büyük gözaltı üzerine "Emniyet yetkilileri"nden edinilen bilgiye göre "temiz" çıktığı ile yetinmek durumundayız. Ne diyelim; bari bugünleri aramayalım!

Bingöllü öğrenciler Ankara’da!

MİLLİ Eğitim Bakanlığı, "doğu"daki öğrencileri "batı"ya getirip gezdiriyor ya; geçenlerde Bingöl’den 250 kadar öğrenci, bir grup öğretmenle Ankara'ya gelmiş. Öğretmenlerin bir kısmı, öğrencilerin çoğu türbanlı! Sonrasını bir görgü tanığından dinleyelim: "Adı gezi ama işin aslının parti propagandası olduğunu anlamakta zorluk çekmedik. AKP Bingöl Milletvekili Yusuf Coşkun'un başrolünü üstlendiği organizasyonda çocukları Meclis’e götürüp Köksal Toptan imzalı teşekkür belgesi ve AKP milletvekillerinin kartvizitleri dağıttılar. AKP'lilerin kartvizitlerini dağıtırken de 'Annenize babanıza selam söyleyin' demeyi ihmal etmediler. Daha sonra öğrencileri ilk Meclis'in müze olan binasını gezmeye götürdüler ama bina onarım nedeniyle kapalı olduğu için içeri giremediler. Etnografya Müzesi’ne gittiler ama müzenin Pazartesi günleri hafta tatilinde olduğunu bilmedikleri için yine kapıdan döndüler. Özetle Ankara'daki bir iki tarikat okulunun da desteğini alarak öğrencilere tam bir propaganda çalışması yaptılar."

Deniz Som - Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008

04 Temmuz 2008

Bizim Silahımız Demokrasi ve Hukuk

Dinci basını, AKP medyasını, tarikat şeyhlerinin müritlerini, Soros’un Çocuklarını bilmem izliyor musunuz?

Hepsi bir ağızdan sesleniyorlar:

“Darbeciler hesap verecek!”

Türkiye kutuplaşma döneminden geçiyor, pek çok kişi aklını kaçırmış...

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümünü “darbeci olarak” suçluyor din bezirgânları ve Soros’un Çocukları...

Ortada bir iddianame yok ama bilgi kirliliği gazetelerde çarşaf çarşaf...

Burada tek amaç var:

“Yargıyı etkilemek!”

“Ergenekon” adı ortaya atılıp gözaltılar başladığından beri şunu söylüyorum:

“Yargının vereceği karara saygı göstermek zorundayız. Yargının görevini yapması için, medya etkileyici yayın yapmamalıdır.”

Yine, bu köşede hep yazdım ve yazmayı sürdüreceğim:

“Ne şeriat ne de darbe!”

Çünkü demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak görüyorum...

Bugün dinci basın, AKP medyası ve Soros’un Çocuklarının, tüm silahlı kuvvetlerini “darbeci” olarak nitelemesi; Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’u karalamaya yönelik yayın yapması, beni gerçekten düşündürüyor...

Bu tür yayınların amacı nedir, kimlerin işine yarar?

2004 yılından bu yana basına yansıyan darbe savları, günlükler, belgeler ortaya çıktı...

Peki, o dönemde bu ülkenin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan değil miydi?

Niçin adı geçen komutanlar emekli edilip, yargı önüne çıkarılmadı?

Askeri, siyasal yaşamın içine çekmek için yayın yapan medyaya, politikacılara ne demeli?

AKP’ye muhalif olanları “darbeci”, “faşist”, “çeteci” diye suçlayanlar, kirli bilgi dağıtanlar için ne yapılacak?

Bir “öç alma” duygusuyla kalem oynatanlar cezasız mı kalacak bu ülkede?

***

“Ergenekon” davasına ilişkin henüz ortada iddianame yok. İş uzadıkça uzadı ve bir yılı aştı. Bir yıldır cezaevinde olanlar var. Bunlardan birisi yazar Ergün Poyraz.

İnsanlarda bir tedirginlik gözlüyorum. Gazetecilerin telefonlarının dinlendiği söyleniyor. İşadamları “sıra bana mı gelecek?” diye düşünüyor.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun açıklamasını okudunuz.

Ne diyordu Hisarcıklıoğlu:

“Akşam yatağa yatarken, sabah nasıl bir Türkiye’yle uyanacağımız kuşkusunu yaşıyoruz...”

AKP hükümeti TÜSİAD’a bile aba altında sopa gösterdi, Kemal Derviş’in çağrılmasına karşı. AKP’ye karşı yeni bir parti arayışı nedeniyle işadamlarında “Ergenekon kapsamına girer miyim?” kuşkusu yaygın.

Demokrasi maskesiyle öç alma peşinde olanlara sormak gerekiyor:

“2004 yılında darbe duyumu alan AKP hükümeti neden o tarihte komutanları emekli etmedi?”

Yaşananlardan gerçekten üzüntü duyuyorum...

Mustafa Balbay’ın evi dört saat aranıyor. Polisler koluna girip götürüyor.

Tercüman’ın genel yayın yönetmeni Ufuk Büyükçelebi’nin bilekleri arkadan kelepçeleniyor...

Laik medyamız suspus!..

Dinci medya ve AKP yandaşı kalemler ise saldırıda...

Şimdi hedefte rektörler var!..

Bakın “malum dincilere” nasıl hedef gösteriyor rektörleri...

Peki cumhuriyet savcıları bu tür yayınlar ve bilgi kirliliği karşısında ne yapıyorlar?

***

Dincilerin, AKP yandaşlarının, tarikat şeyhlerinin, müritlerinin dokunulmazlığı var demokrasi adına...

Kendileri gibi düşünmeyenleri “darbeci”, “çeteci”, “faşist” diye suçlayan din bezirgânları, tarikat şeyhlerinin müritleri, Soros’un Çocukları meydanı boş bulduklarını sanıyorlar!..

Dün gazetelerine baktınız mı?

Sıvas Katliamını’nın on beşinci yılına ilişkin anma törenlerinden tek satır yoktu...

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, yurtsever solculara durmadan vuran “müritler” Tayyip Bey’e ise alkış tutarlar...

Bunların demokrasiyle, özgürlüklerle, insan haklarıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur...

Fethullahçı-Nakşi-Süleymancı şemsiyenin “Milli Görüş” zemininde yeşerdiler ve bugünlere geldiler...

Bizim en güçlü silahımız demokrasi ve hukuktur!..

Ya onların?..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008

Rejim

EĞER sonradan kıvırtıp "İngiliz gazeteci yanlış anlamış, tercüme hatası yapılmış" demeyeceklerse "askeri darbe girişimi anılarını açığa çıkarma" uzmanı olarak sivrilen "Türkiyeli" bir gazeteci şöyle demiş: "İnsanlar Türkiye'nin krizde olduğunu söylüyor ve haklılar da. Ancak hangi devrim politik kriz olmadan gelmiş ki? Bugün yaşadığımız yeni bir rejimin doğum sancılarıdır."

İngiliz The Independent gazetesi dün böyle yazmış. Kamuoyunun ne olduğunu bilmeden dehşetle izlediği ve bir yıldır sürdürülen "Ergenekon Soruşturması"nın son "büyük gözaltı" operasyonunun özeti işte bu:

Türkiye’de yeni bir rejim kuruluyor!

Türkiye'de özel olarak yayımlanan bazı gazetelerin "başyazar"ları da aynı görüşü dillendiriyor: "Artık yeni bir Türkiye'ye hazırlanın. Tarihimizde ilk kez rastladığımız bu operasyon, tarihimizin bir döneminin de sona erdiğinin işareti."

ABD tarafından Türkiye'ye iliştirilmiş gazeteciler, akademisyenler, siyasiler, sermayedarlar adını daha önce "İkinci Cumhuriyet" olarak kurdukları "yeni rejim"in "tam demokrasi" olacağını müjdeliyorlar!

Avrupa tarafından sırtları sıvazlanan mandacılar, işbirlikçiler zil takıp oynayarak yeni bir rejimle kucaklaşmaya hazırlanıyor.

Fakat şu işe bakın ki çoğu dönek solcu olan "liboş" takımı Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmak için dincilerle kol kola yürüyor ve hiç utanmadan, sıkılmadan her türlü antidemokratik, faşist yöntemlere alkış tutuyor!

Bunlar, bu iliştirilmiş kişiler; İran'da şah rejimine karşı komünistlerle mollaların işbirliğinin sonuçlarını göremeyecek kadar aptal olabilir mi?

ABD'nin maddi-manevi her türlü desteğine mazhar olduklarına göre aptal olmadıkları kesin. O halde? Yeni bir rejimin doğum sancıları nedeniyle ıkınırken gözlerini kapattıkları için gerçekleri göremiyor olabilirler!

Son bir not: Independent gazetesi iki emekli orgeneralin meşhur yazar Orhan Pamuk'a suikast düzenlemek isteyen çeteyle bağlantısı nedeniyle gözaltına alındığını yazıyor. Fransızların ünlü haber ajansı AFP de İlhan Selçuk gözaltına alındığında aynı iddiayı gündeme getirmişti. Rejimin değiştirilmesinde "Orhan Pamuk" kod olarak mı kullanılıyor ne!

Delikanlı RTE’nin güneşli afişleri

ESKİ bir reklamcı olarak meraka kapıldığını söylüyor Hüseyin Güven ve İstanbul’un sokaklarında gezerken kapıldığı merakı şöyle anlatıyor: “AKP’nin kapatılma davasına örtülü bir yanıt olarak RTE’nin delikanlı edasıyla çekilmiş fotoğraflarının yer aldığı ‘karanlık ve güneşin doğuşuna tanık olmak’ konulu propaganda kampanyası var ya... Her köşe başında, üst geçitte, yaya geçidinde, köprüde, reklam panolarında bez afiş olarak, baskılı olarak, serigraf olarak binlercesi yer alıyor. Başka kentlerde var mı bilmiyorum ama İstanbul bunlarla dolu. Merakım bunların bedelinin kim tarafından, nereye ve hangi kaynaktan ve hangi pazarlıklarla ödendiği. Çünkü bildiğim kadarıyla bunların baskısı falan bir yana yayınlanması büyük bütçeler gerektiriyor. Acaba AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ilgili kuruluşlara bunların parası ödeniyor mu? Açıkhava reklamında uygulanan ‘rüsum’ bedelleri ne kadardır ve ödeniyor mu? Ticari bir işletme aynı alanları kullansa vereceği para ile ‘karanlık-güneş’ kampanyasının arasındaki fark nedir? Ne bileyim, merak ettim işte.”

Deniz Som - Cumhuriyet, 3 Temmuz 2008

Emekli Albay Sarızeybek'ten ilginç iddia

HABERTÜRK Televizyonu'nda Parantez programına katılan Emekli Albay Erdal Sarızeybek, Didem Aslan'ın sorularını yanıtladı

İsrail ile Suriye görüşmeleri devam ediyor, daha yeni Amerika çağırdı bunları Amerika'ya, amaç ne? Olası bir İran harekatında Suriye'nin kontrolünde olan Hizbullah terör örgütünün İsrail'e karşı eyleme geçmesini engellemek. Bunu başarıyorlar, şu an anlaşma yolunda gidiyorlar. İkinci kim var? TSK var. Çünkü Türkiye, İran'la yüzyıllardır savaş yapmamış. Tarihsel bağlarımız var, kültürel bağlarımız var, dostluk bağlarımız var ve bu yüzyıllardır bozulmamış. İran'a Amerika veya İsrail bir askeri harekat yaptığı zaman Amerika, Türkiye'nin desteğini almadan bu harekatı yapamayacağını biliyor.

TSK'nın İran'a bakışı nasıl?

Şu anda PKK'ya karşı müşterek harekat yapılıyor. İran, PKK'lıları vuruyor, yakaladığını asıyor. İran geç de olsa PKK'nın kendisine tehdit olduğunu gördü artık. Amerika veya İsrail, Türkiye'nin desteğini almadan İran'a harekat yapamaz, aynı Irak harekatı gibi. Türkiye'nin desteğini almasaydı yani bu hükümetin Irak'a bu kadar kolay harekat yapamazdı. Bize Irak'tan gelen tehdit var, biz buna reaksiyon göstermek istiyoruz Türk milleti ve Türk ordusu olarak. Diğer İran ile tarihten gelen dostluğumuz var, 20 milyondan fazla Türkmenler var. Böyle bir harekat hepsini etkileyecek. Elbette ki Türkiye, Amerika'nın harekatını desteklemeyecek. Büyük ortadopu projesinin içerisinde düzenlenecek bir harekat, Türkiye elbette ki ulusal çıkarını koruyacaktır. Bu soruşturma ile bunun ne ilgisi var? 6000 polisle 2 orgeneralimizi gözaltına aldılar. Bu soruşturmaya polisin veya içişlerinin Ergenekon adını vermesi hukuki değil. Adalet bakanlığı teamülleri ve CMUK göre bu tür soruşturmalar yıl ve sayı ile ifade edilir. Kod adı vermek diye bir uygulama Türkiye'de yok. Türkiye'nin bu büyük destanını bu soruşturmaya isim yaparak, terörle, şiddetle Türk tarihini yanyana getirdiler. Bu Türk'ün varlığını küçültmedir, aynı Amerika'nın Süleymaniye'de askerimizin başına çuval geçirmesi gibi. İkinicisi, İçişlerine bağlı Emniyet Genel Müdürlüğü ulusalcılığı tehdit olarak yazdı. Yarın ulusalcılık tehdit, emniyetin raporu delilmiş gibi gösterilecek. Bu da yanlış. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kendi başına tehdit algılamasını yapma yetkisi yok. Bu yetki Milli Güvenlik Kurulu'nundur. MGK'nın tehdit değerlendirmesinde birinci öncelik PKK ile bölücülük, ikinci öncelik de irticadır.

Sizin görev yaptığınız dönemde Sarıkız ve Ayışığı isimli darbe planlarından haberiniz oldu mu?

Ne bana bir bilgi verildi, ne de böyle birşey duydum. Bir yıldan beri süren soruşturmada kamuoyundan da gelen baskı ile soruşturmayı tamamladık dediler. Dün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı açıkladı 2500 sayfalık iddianame var. Soruşturmayı tamamladıktan sonra generalleri gözaltına almanın anlamı, biz birinci soruşturmayı tamamladık, şimdi yeni gözaltılarla ikincisini yürütüyoruz. Bunun da anlamı, bunlar soruşturmayı muvazzaf generallere götürecek, sermayenin kendilerine karşı çıkan isimlere götürecek, medyanın kendilerine karşı çıkan isimlerine götürecek, güya Ergenekon soruşturması sürdürülüyor denilecek. İddianame hazırlanmışsa soruşturma bitmiş demektir. Mahkeme de dava açılır ve sanıklar yargılanır. Siz tam soruşturmayı tamamlayıp, davayı açıyorsunuz sonra yeni gözaltılar yapıyorsunuz. Bu demektir ki; siz soruşturmanın ucunu açık bırakıp devam ettireceksiniz. Bunun altında çuval geçirme vardır, Türk milletinin ordusuna duyduğu yüksek duyguları ayaklar altına almak vardır. Bunun en güzel örneğide 2 orgeneralin 6000 polis görevlendirilerek gözaltına alınmasıdır. Ergenekon terör örgütü ise PKK terör örgütü değil midir? Hükümet sözcüsü geçen gün açıkladı, "Avrupa'da 100 terörist cirit atıyor" dedi. Sizin göreviniz ne? PKK 10.000'den fazla canımızı almadı mı? 30 seneden beri başımıza bela değil mi? Bunları yakalatmak sizlerin görevi değil mi? Geçenlerde Mehmet Ali Birand, Osman Öcalan denilen teröristin düğün resimlerini yayınladı. Osman Öcalan PKK'nın 2 numaralı ismidir. Benim Şemdinli'de 74 askerimin katilidir. Siz nasıl ulusal medyasınız ki; askerlerimizin katillerini peşmerge damadı diye TVde gösteriyorsunuz. Ergenekon hadisesi, Amerika ve İsrail'in BOP çerçevesinde İran'a yapacakları harekata karşı TSK'nın direncini kırmak ve ordunun millet nezdindeki onurunu, gururunu ayaklar altına almak, toplumu etkisiz kılarak Amerikanın İran'a müdahalesini sağlamaktır. Bu kadar basittir.

Bundan sonraki aşama muvazzaf generallere, işadamlarına, medya mensuplarına ulaşacak dediniz. Deliliniz var mı bu konuyla ilgili olarak?

Osman Pamukoğlu Paşamın bir açıklaması var. İran'a harekat yapacağı zaman dönemin cumhurbaşkanı harekat yapma ilişkilerimiz bozulur. Orada terörist olduğundan emin misin diyor. Kendisi de horoz dünyanın her yerinde horozdur, horozu duvara resim olarak koyup da altına horoz diye yazmaya gerek yoktur diyor. Soruşturma bitmiş, dava cuma günü açılıyor. Orgeneralleriniz gözaltına alınıyor. Bunların alınacak ifadeleri var. Bu demektir ki; bu ifadelerden sonra başka kişilere gidilecek. Bunu nasıl yapacaklar? Şu ana kadar hep emekliler gözaltına alındı. Yarın küçük rütbeli bir muvazzaf subayı gözaltına almaya kalkacaklar. Yüzbaşı, binbaşı, albay... Halkın, silahlı kuvvetlerin tepki göstermesini engellemek için ufak rütbeliyi çekmek isteyecekler muvazzaf olarak. Ardından bu rütbeyi büyütmeye çalışacaklar. Bunlar ta Şemdinli olaylarını da içine dahil edip, olayı Yaşar Paşa, Kara Kuvvetleri komutanımıza götürmeye çalışıyorlar. Onlara götürmelerinin amacı pasif duruma, savunmaya geçirmek, Amerika'nın olası bir İran harekatında karşı çıkılmasını engellemek. amaçları bu. Bu soruşturmalar daha önceden Ferhat Sarıkaya adında bir savcı tarafından yapıldı. Biz bu filmi daha önce gördük. Yüzlerce sayfalık iddianame hazırladılar, olayı genelkurmay başkanımıza kadar götürdüler. Sonrada, askeri savcılık olaya el koydu, savcı görevden alındı, askeri savcılık soruşturmayı devraldı, gereği yapıldı. Olayın kapsamı oraya çekiliyor. Dolayısıyla, askeri savcılığın olaya elkoyması lazım. Savcı tarafsızlığını yitirmiş. Bizi, bir emekli albayı, kitap yazdık diye çağırıp, olayı oraya kadar götürmeye çalışıyorsa, ben daha ne söyleyeyim. Askeri savcılık olaya koymalıdır, arada çelişki olursa, Yargıtay Üst Savcılığı'na götürülmeli ve soruşturma makamı belirlenmelidir. Böylece, devlet üst düzey yöneticilerinin gözaltına alınması gibi, pasifize etmek, millet nezdinde itibarını sarsmak gibi davranışlara son vermek gerekir. Gün bugündür, kim ne konuşacaksa, konuşsun. Ben bir emekli albayım ve çıkıp konuşuyorum. Benden önce bu ülkede sivil toplum örgütleri var, üniversiteler var. Bir tek Metal-İş Başkanı Mustafa Özbek konuşuyor. Nerede diğer sendikalar, diğer sivil toplum örgütleri, nerede ulusal medya? Herkes tavrını ortaya koyacak, herkes konuşacak. Memleketimiz zor durumdadır, çocuklarımızın geleceği zor durumdadır, ülkemizin geleceği zor durumdadır, herkes tavrını koysun, başta da ulusal medya...

Kaynak: http://www.haberturk.com/haber.asp?id=83757&cat=110&dt=2008/07/03

02 Temmuz 2008

Türk Ordusundan rahatsızlıkta Batı-Siyasal İslam birlikteliği

Batı'nın, özellikle Avrupa'nın Türk Ordusu'na kini tarihin tanıdığı en amansız kinlerden biridir.

İngilizler İstanbul'u işgal ettiklerinde ilk istedikleri, Cuma selamlığındaki askerlerimizin oradan uzaklaştırılması olmuştur. (Atatürk'ün Bütün Eserleri, 8/138)

Türkiye, benzeri bir rahatsızlığa, AKP iktidarı döneminde tanık oldu. Anımsayalım, bir AKP 'milletvekili'nin TBMM'deki 'Mareşal Atatürk' tablosuyla, TBMM'de güvenlik görevi yapan askerlerin yürüyüşleri sırasında çıkardıkları seslerden şikâyeti üzerine, 2000'li yıllarda tartışılmıştı.

Aynı AKP'nin kurmay isimleri Türk Ordusu'ndan rahatsızlıklarını değişik vesilelerle ve değişik tavırlar sergileyerek ortaya koymaktadırlar. Bir milletvekilinin,Türk Ordusu'na mensup birliklerin ve okulların Ankara dışına çıkarılmasını ve başkentin 'askerî bir kent' görünümünden kurtarılmasını istemesi ayrı bir örnektir.

Ayrı ve talihsiz bir örnek...

Ne ilginç! Atatürk'ten rahatsızlık konusunda, Haçlı Batı ile siyasal İslamcı odaklar tarihin her döneminde bir biçimde kader ve mücadele birliği yapmışlardır. Bugün de aynen böyle yapmaktalar.

Tam bu noktada, Falih Rıfkı Atay şu ibret verici tespiti vicdanlarımıza iletiyor:

"Kurtuluş Savaşı öncesindeki işgal sırasında, ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi." ((Atatürk'ün Bütün Eserleri, 8/138)

Bugün de aynı değil mi?

İlker Başbuğ'un İsrail gezisi sırasında çekilen resimleri ve bunların dinci bir gazetede yayınlanması, Türk Ordusu'ndan rahatsızlığın tarafları arasındaki yardımlaşmanın yeni bir belgesidir. O fotoğrafları o dinci gazeteye kimler servis yaptı? Her halde turist rehberleri değil.

TÜRK ORDUSU NEDEN RAHATSIZ EDİYOR

Batı'nın Türk ordusuna kininin sebebi sadece Türk ordusunun caydırıcılığı, Haçlı tasallut ve emperyalizmi karşısındaki susturucu ve püskürtücü gücü değildir. Sebeplerin başında, Türk ordusunun, sadece ordu olarak kalmayıp Türk tarihinde aydınlık ve atılımın öncüsü oluşu gelmektedir.

Türkiye, bunca devrimi böylesine kansız ve kavgasız bir biçimde ve çok kısa bir zaman çerçevesinde nasıl başardı? Ordunun, sadece 'asker' olarak kalmayıp, aydınlanma ve ilerlemenin öncülüğünü de yapmış olması sayesinde...

Türkiye'nin işte böyle bir kaderi olagelmiştir. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, ama gerçek budur.

Türkiye, sanayi devrimini gerçekleştirmemiş, bunun için de, cumhuriyet ve demokrasiyi taşıyan temel iki sınıf olan burjuva ve proleteryayı oluşturamamış bir ülkedir. Buna rağmen hem cumhuriyeti hem de aydınlanmanın motor unsurları olan temel devrimleri akıl almaz bir maharetle hayata geçirebilmiştir. Nasıl? Ordu'nun aydınlanmadaki öncülüğü sayesinde...

Batı'da; demokrasi, özgürlük, insan hakları ve aydınlanmanın yaratıcı ülkelerinden biri olan Fransa'da, sanayi devrimi yaşanmış, burjuva ve proletarya doğmuş olmasına rağmen, cumhuriyetin yerleşmesi büyük badirelerden sonra gerçekleştirilebilmiştir. Serüvene bakın:

1792 cumhuriyetin kuruluşu, 1799 Napolyon'un İmparatorluğunu ilanı, 1814 yeniden krallığa dönüş, 1848 ikinci cumhuriyetin ilanı, 1852 yeniden imparatorluk tartışması ve nihayet 1871'de bugünkü anlamda cumhuriyetin kuruluşu.

Batı bunları biliyor. Batı, bizim birçok nimeti ve değeri, Atatürk'ün eşsiz dehası sayesinde bedavadan elde ettiğimizi de biliyor. Millet olarak bizi kıskanırken, birey olarak Atatürk'e tatmin bulmaz bir kinle diş biliyor. Batı için Atatürk, Orta Asya steplerinin metafizikten habersiz, aydınlık, akıl ve bilim nedir bilmez vahşilerini, tarihsel süreç anlayışlarının hiçbiriyle izah edilemeyecek bir maharetle, aydınlanmanın doruğuna taşıyan, cumhuriyet ve laiklikle donatan affedilemez bir düşmandır.

Atatürk öldü, bu iş bitti diyemezsiniz. Diyebilmenize engel bir güç ve gerçek var: Türk Ordusu.

Türk Ordusu, Atatürk demek, Atatürk'ün ölümsüzlüğünün göstergesi ve garantisi demektir.

Türk ordusu, tagallüp ve tahakküm unsuru değil, öncelikle aydınlanma ve demokrasi unsuru olarak yer almıştır bizim tarihimizde. Batı şöyle düşünmekte ve bunun gereğini yapmayı değişmez iman olarak taşımaktadır: Türk ordusu ya yok olmalı, yahut da ruhu pörsütülmelidir. Birincisini yapmak imkânsız denecek kadar zordur. İkincisine gelince, Türkiye'nin içinden elde edilecek hain ve gafillerle gerekli işbirliği kurulursa amaca ulaşmak mümkündür.

İşte bugün bu 'mümkün' gördükleri amaca ulaşmaya çalışıyorlar. Çünkü Haçlılar biliyorlar ki, İslam dünyasında, o arada Türkiye'de, Atatürk'ün Anıtkabri'ni yok etmeyi Kâbe'yi yok etme şartına bağlasalar, buna razı olacak alçakların sayısı epeycedir.

Batı, özellikle son birkaç yılda, İslam dünyasında yakaladığı bu tarihsel fırsatı heba etmemek için can havliyle çırpınıyor. Esasında nefret ettiği AKP'yi bağrına basıp var gücüyle desteklemesi AKP'de, az önce değindiğimiz hayatî emellerine uygun her şeyi bulmasındandır.

O halde, Türk ordusunu tâciz etmek ve etkisizleştirmek Avrupalı için iki maksada hizmet etmektedir:

1. Haçlı emel ve egemenliğine darbe vuran bir numaralı gücü zaafa uğratmak,

2. İslam dünyasının kaderini değiştirecek örneklere imza atan bir aydınlatma ve ilerletme gücünü etkisiz kılmak.

Büyük Atatürk, Türk ordusunun, işaret ettiğimiz bu özellikli durumuna çok erken bir zamanda dikkat çekmiştir. 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu'da yaptığı bir konuşmada bu gerçeğin altını emsalsiz bir vukufla şöyle çiziyor:

"Ordumuz, milletin ilerleme ve yükselme adımlarına öncü olmuştur. Milletimizin bütün inkılaplarında birinci adımı işgal etmiştir. Diğer milletlerde, ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Halbuki iş bizde tamamıyla tersinedir..." (Atatürk'ün Bütün Eserleri, 17/290)

İşte, Türk Ordusu dendiğinde Haçlı Batı'yı rahatsız eden temel sebep budur.

Bu temel sebebi bilmeden Türkiye'nin dış politikalarına, özellikle AB ile ilgili politikalarına yön vermeye kalkmak, uçuruma giden kayalıklarda gözleri bağlı olarak yol almaya benzer. Böyle bir yol alışın en dikkat çekici örneği ise AKP iktidarının uyguladığı dış politika, özellikle AB politikasıdır.

AKP'NİN DIŞ POLİTİKASI

Büyük üzüntü duyarak söylemeliyim ki, AKP'nin uyguladığı genelde Batı politikaları, özel olarak da AB politikaları Türkiye üzerindeki Haçlı emellerine tatmin fırsat ve imkânı yaratan, temelinden basiretsiz politikalardır. Eğer 'basiretsiz' tâbirine itiraz ediliyorsa, onun yerine kullanılacak kelime çok daha ağır ve sarsıcı olacaktır.

Bu politikaların üçüncü bir izahı yoktur.

Daha neyi bekleyecekler! Gün bu gündür.

İLK ADIM MGK

Türk Ordusu'nu etkisizleştirme operasyonu, MGK'ya tasallutla başladı.

Tabiî önce MGK, sonra da devamı... MGK bunların, âdeta korkulu rüyası idi. Varsa yoksa MGK. Bunların MGK ile ilgili söz ve tavırlarını okuyunca insan gayrı ihtiyarı şunu düşünüyor: Güneş tutulmaları, gök taşlarının düşmesi, ozonun delinmesi, doğal felaketlerin ortaya çıkması, 11 Eylül terör dehşeti vs. şu bizim MGK yüzünden olmasın!..

Gerçek şu ki, Hıristiyan Avrupa'nın bir tür 'üst kurmaylar Grubu' olan Avrupa Parlamentosu (AP) için MGK, asırlarca korkulu rüyalar yaşatmış bir gücün sembolü olarak ortadadır. Bu sembolden rahatsız olmamalarını beklemek, sadece saflık değil, ahmaklık olur... O MGK ve hatırlattığı güçler ayakta durdukça, bizi AB'ye üye yapacaklarını sanmak da öyle... Unutmayalım, AKP iktidarının oylarıyla MGK'nın kolu-kanadı kırılıp 'sivilleştirilme' işlemi TBMM'de tamamlandığı gün (30 Ağustos 2003) Avrupa âdeta bayram etmişti. Türkiye ve Türkleri tâciz eden demeçleriyle ünlü Günter Verhuegen, gülücükleri ve heyecan dolu demeçleriyle bu bayramın âdeta resmî duyurusunu yapmıştı.

MGK'nun işini bitirdiler; şimdi doğrudan doğruya orduya bindiriyorlar. Fırsatlar yaratarak, bahaneler üreterek, sağdan girerek, soldan girerek, şöyle veya böyle, belirli aralıklarla Türk Ordusu'na mutlaka ve muhakkak sataşıyor veya saldırıyorlar.

6 Ekim 2004 İlerleme Raporu'nu, 17 Aralık 2004 Zirve Kararları'nı, 3 Ekim 2005 Müzakere Çerçeve Belgesi'ni ve nihayet, 8 Kasım 2005 Katılım Ortaklığı Belgesi'ni okuyun, bu söylediklerimi belgeleyecek çok şey bulacaksınız.

Suat İlhan, işin gerçeğini ta bel kemiğinden yakalamış. Şöyle yazıyor:

"Anlaşılıyor ki, Avrupa, bin yıldan daha uzun zamandan beri kahrını çektiği Türk Ordusu ile, AB mevzuatı içinde hesaplaşmaya niyetleniyor. Gerçekte hesaplaşmaya başladılar. AB'nin açık amaçlarından birinin, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni küçültmek, etki ve caydırıcılığını azaltmak olduğu anlaşılıyor." (Suat İlhan, Avrupa Birliğine Neden Hayır, s.27-28)

Türk milleti, ordusuna tasallut ve sataşmanın en kahırlı dönemini yaşıyor denebilir.

SÖZÜN ÖZÜ

Avrupa'nın Müslüman Türk'ü tarihe gömme düşünün gerçeğe dönüşmesinin talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal tarafından engellendi. Gök gözlü kumandan, kollarına girip savaş meydanlarına çektiği milletiyle Sevr'i yırtıp bir paçavra gibi yazanların ve imzalayanların suratına attı.

Mustafa Kemal, Batılı-Haçlı kini doruk noktasına çıkaran bir iş yaptı. Onu asla affetmezler. Mustafa Kemal onların genlerini tâciz etti, tarihsel rüyalarını kararttı, ufuklarını, ocaklarını söndürdü.

Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arka planı unutmak gafletini gösterenlerin aklına şaşarım.

Şimdi, Türk yeniden 'Hasta Adam' haline getirildi. Düyunu Umûmiye, değişik adlar altında yeniden yaratıldı. Sevr'in şartlarını, çeşitli gerekçelerle 'sineye çekilir' bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu.

Batılı-Haçlı için gün tam bu gündür. Korkulu rüyanın tepelenmesi için uygun zamandır.

Mustafa Kemal'i olmayan bir Sevr kulvarındayız.

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/yasarnuriozturk/9330908.asp

Büyük Gözaltı

Sabaha karşı İlhan Selçuk’u alıp götürmüşlerdi, dün de Mustafa Balbay’ı...

Polisin “Ergenekon” diye adlandırdığı gözaltılar bir yıl önce başlamıştı...

İlhan Ağabey, 21 Mart 2008 tarihinde gözaltına alındı, Mustafa Balbay ise 1 Temmuz 2008’de...

Haberi sabah saat 08.30’da öğrendim...

Bu arada televizyonlar canlı yayına başlamışlardı...

Mustafa Balbay, Tercüman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ufuk Büyükçelebi, emekli Orgeneral Hurşit Tolon, ADD Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de “Ergenekon” kapsamında gözaltına alınanlar arasındaydı...

Evden gazeteye gelinceye dek televizyonların canlı yayınına katıldım...

Televizyonların canlı yayın araçları ve gazeteciler gazetenin önünde bekliyorlardı...

Odama çıktım... Televizyonu açtım...

Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün açıklaması televizyon ekranına yansıdı:

“Atatürk ve Cumhuriyeti sevmekten suçlanıyorum!”

Mustafa Balbay’a gelince...

Mustafa yılların gazetecisi ve köşe yazarı...

Ben Mustafa Balbay’ı öğrencilik yıllarından beri tanırım. Uzun yıllar İzmir’de, İstanbul’da birlikte çalıştık.

Bir hafta önce Ankara’daydım...

Ankara Temsilciliğimizin yeni binasını açtık, akşam yemek yedik...

Benim Mustafa’yı uzun uzun anlatmama gerek yok. Yazıları ortada, kitapları ortada...

Ne düşünüyorsa onu yazıyor...

Hedefte Cumhuriyet Gazetesi var...

Cüneyt Arcayürek ve ben televizyonlarda söyledik, bir kez daha yineleyeyim:

“Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının veremeyeceği bir hesap yoktur. Başımız dik. Laik demokratik Cumhuriyete sahip çıkacağız. Demokrasi ve özgürlük karşıtı güçlerle, köktendincilerle, devlet içinde örgütlü çetelerle mücadeleyi sürdüreceğiz. Yerimiz yurdumuz belli. Ama ortalıkta dolaşanlar bir gün mutlaka yargı önünde hesap vereceklerdir.”

***

Bugün Sıvas kıyımının on beşinci yıldönümü...

15 yıl önce bugün Sıvas Madımak Oteli’nde onlarca aydınımız, yazarımız, edebiyatçımız, ozanımız, çocuklarımız yobazlar tarafından yakıldı...

İlginçtir, Ankara’da, İstanbul’da, Trabzon’da “Ergenekon operasyonu”nun dördüncü halkası gerçekleştirildi...

Ve dün sabah saat 10.00’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi üyelerine AKP’nin kapatılmasına ilişkin bir saati aşkın sözlü açıklama yaparken Mustafa Balbay’ın eviyle Cumhuriyet Ankara Bürosu’nun binası polislerce aranıyordu...

Acaba bunların tümü bir rastlantı mıydı?

Ben bugün Sıvas kıyımını yazacaktım. O yazımı erteledim...

Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Ortada bir hesaplaşma var.

Yaşadıklarımız 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin sonrası gibi...

Bir yıldırma, bir hesaplaşma, bir baskı döneminden geçiyoruz.

AKP’ye muhalefet eden gazeteciler, yazarlar, emekli askerler, bilim insanları susturulmak isteniyor.

Bir yandan CHP’ye, emekten, demokrasiden, özgürlüklerden yana olanlara saldırılıyor, öte yandan “Ergenekon” adı verilen örgüte üye olma savıyla aydınlar, yazarlar, bilim insanları, emekli generaller gözaltına alınıyor...

Polis Cumhuriyet’in Ankara Bürosu’nu basıyor yargı kararıyla...

Olacak iş değil!..

Nerede hukuk devleti!..

Bunun adına düpedüz hukuk tanımazlık denir...

21 Mart’ta Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma felsefesini en iyi biçimde özümsemiş İlhan Selçuk’u gözaltına alınca duvara toslamışlardı...

Şimdi Aydınlanma Devrimi’nin bayrağını taşıyan Mustafa Balbay’ı, Cumhuriyet mitinglerinin önde gelen adlarını gözaltına alarak deniyorlar...

***

Aymazlara, hukuk tanımazlara sesleniyorum:

“İlhan Selçuk ve arkadaşları Aydınlanma Devrimi’nin bayrağını taşımayı sürdüreceklerdir. Tarikat şeyhlerine, müritlerine, din bezirgânlarına önemle duyurulur...”

Laik demokratik Cumhuriyetten yana tavır almak; demokrasiyi; insan haklarını, özgürlükleri savunmak; gericiliğe, ırk, din, dil, renk ve mezhep ayrımcılığına, bölücülüğe, teröre karşı çıkmak; çetelerle, din bezirgânlarıyla mücadele etmek ve Atatürk’ü sevmek suçsa ben de o suçu işliyorum!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 2 Temmuz 2008

İki Davanın Farkı

Koskoca E. Orgeneral..

Ordu Komutanlığı yapmış..

Kuvvet Komutanıymış..

Saygın mı saygın..

Yeri yurdu belli..

Devlet kavramını ömrü boyunca duyumsamış...

*

Ne oluyor?..

Çağırsan, davete hemen icabet edecek, savcılığa gelip ne sorsan yanıt verecek, düzgün, disiplinli bir yurttaşı gözaltına almak neden?..

Amaç ne?..

Ya Mustafa Balbay...

Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi...

Her gün işinin başında..

Evinde ve görevinde..

Çağırsan şıppadak gelecek, her tür soruya yanıt verecek, savcının işini kolaylaştıracak Balbay’ı sabahın köründe polisle gözaltına almak neden?..

*

Adalet perisi:

- Vallahi, diyor, ben de bu işi anlayamadım, bu işin içinde bir iş var, ama, olayı çözemedim...

*

Ergenekon dosyası işin başından beri ne olduğu belirsizlikle dallı budaklı, esrarlı...

İddianame bir yıldır ortada yok...

Ama, içerde tutuklular var...

Laf çok...

Dedikodu gırla..

Söylenenlere bakılırsa, bir yanda AKP’yi kapatma davası varmış..

Bir yanda da Ergenekon davası...

Ama, kapatma davasının eni, boyu, dosyası, içeriği, usulü, erkânı, hukuku, yasası, iddianamesi var...

Ergenekon davası ise bir meçhul...

Tutukluları var..

İddianame yok..

Ergenekon neyin nesi, kimin fesi kimse bilmiyor; aradan bir yıl geçmesine karşın tutuklulara yeni gözaltılar ekleniyor...

*

Ülkeye kocaman bir soru işareti egemen...

Herkeste kaygı, korku..

Endişe..

Kuşku..

Soruyorlar:

- Ne olacak?..

- Türkiye nereye gidiyor?..

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 2 Temmuz 2008

Rumi Forum Kimin?

Yazı masamın başına oturup düşünmeye başladım:

“Nereden başlayayım acaba?”

Çünkü konular birbirine karıştı... Kafam allak bullak oldu...

Hava da sıcak...

Türk edebiyatının önde gelen adlarından Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler, AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer’in celallenmesi neyin habercisi sizce?

Dinci faşizmin!..

Latife Tekin, hükümetin enerji politikalarını eleştirince AKP’li başkan durumdan vazife çıkarıp haykırıyor:

“Sen buraya benim paramla geldin, siyaset yapamazsın!..”

Latife Tekin bir anda kendini Sıvas’ta Madımak Oteli’nde sanıyor...

AKP’li başkan izleyicilere gözdağı veriyor bu arada:

“Alkışlamayın onu, boynunuzu kırarım!..”

AKP’li belediye, il, ilçe başkanlarının Anadolu’da terör estirdiklerini, polisleri, öğretmenleri, doktorları, hemşireleri, memurları “bizden değil” diyerek valilere, kaymakamlara baskı yaptırıp sürdüklerini biliyorum.

Türkiye dinci-tarikatçı bir yapıya bürünüyor... Fethullahçı-Nakşi örgütlenme sürüyor...

Fethullah Gülen olayı bir kanıt olarak karşımızda. Fethullah’ın CIA’yla ilişkisi apaçık ortada.

Fethullah Gülen’in Washington’da nasıl örgütlendiği, nasıl etkinlik kazandığı, hazırlatılan raporlarla kesinlik kazanıyor.

Rand Corporation adlı Amerikan düşünce kuruluşunun hazırladığı rapor, “Türkiye’de Siyasal İslamın Yükselişi” başlığını taşıyordu.

Bu raporun tanıtımı ise Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu “Rumi Forum” adlı kuruluşta yapılmıştı.

***

Fethullah Gülen’in ısmarladığı bu rapor, AKP’ye o denli yumuşak bakıyor ki, insan ister istemez şu yorumda bulunuyor:

“Bu AKP, Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin simgesi...”

Rapor Pentagon’u yanıltmak istiyordu.

Raporu hazırlayan Stephen Larrabe’yle, “Rand Corporation” uzmanlarından Angel Rabasa ilginç bir açıklama yapmışlardı:

“Raporu yazma düşüncesi Fethullah Gülen’in Rumi Forum’undan geldi. Türkiye’ye gittiğimizde böyle bir rapor hazırlamamız istendi.”

Peki, raporun hazırlanmasını isteyenler kimler!

Medyada, hükümette etkin olan Fethullahçılar...

Böyle raporlar parayla yazılır...

25 milyar dolara egemen olan Fethullah Gülen için para hiç önemli değildir...

Bu işin arkasında ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman da var. Edelman Pentagon’da siyasi işlerden sorumlu müsteşar konumunda.

Fethullahçılar pazarlama işinde bir numara...

Rapora bakarsanız Türkiye’de sinsice İslamileştirme olmuyormuş. Türkiye’nin üçte biri laik, üçte ikisi dindarmış. Sorun laik-dindar çatışmasından kaynaklanıyormuş.

Gördünüz mü oyunu?

Laiklik dindarlığın önünde bir engel midir Türkiye’de?

Okuldan fazla cami var. Ramazanda Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sahura kalkar asker. Her kışlada cami, mescit bulunur.

***

Raporda ayrıca, dindarların demokrat, özgürlükçü; laiklerin baskıcı, faşist oldukları vurgulanıyor.

Türkiye’deki dinci partiler ve tarikatlar laikliği “dinsizlik” olarak gösterirler hep. Fethullahçıların Amerikalılara hazırlattığı bu raporda da aynı ifadeler dikkat çekiyor.

İşte Fethullahçıların gerçek yüzü...

Bakın nereden, nereye geldim...

Hâlâ yazı masamın başındayım ve “Nereden başlamalıyım acaba” diye düşünüyorum...

Siyasal İslamın simge adı Fethullah Gülen, Türk edebiyatının simge adı Latife Tekin...

Latife Tekin Karabük’te linç edilebilirdi... Fethullah Gülen’in müritleri ve dinciler başına bir iş açabilirdi...

Türkiye’nin geldiği noktaya bakın..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

01 Temmuz 2008

Fethullah Gülen, Artık Türkiye’ye Dön

Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi Yargıcı Stewart Dalzell, Fethullah Gülen için davada verilen belgelerin inandırıcı olmadığını öne sürerek “Yeşil Kart”ı engelledi...

Yargıç Dalzell ne diyor:

“Gülen’in Yeşil Kart alabilmesi için olağanüstü yetenekte olması gerekir. Yeşil Kart alabilmesi için ulusal ve uluslararası toplumda mesleğinde en üst düzeyde bulunması gerekir. Kendisi din adamıdır, ama eğitimci olarak karşımıza çıkmıştır. Yani Yeşil Kart’ı eğitimci olarak almak istiyor.”

Yargıç Dalzell’in 4 Haziran 2008 tarihli mahkeme kararında Gülen’in akademisyenlikten çok uzak olduğu vurgulanıyor...

Bu ne demektir?

Türkçesi şu:

“İlkokul mezunu bir kişi, bilim adamı olamaz. Fethullah Gülen, akademisyenlere para ödeyerek kendi sponsorluğunda konferanslar, paneller düzenletiyor. Daha açıkçası, kendisine övgüler düzdürüyor. Kendisini bir numaralı düşünür seçtiriyor. Propagandasını yaptırıyor. Böylece öne çıkıyor. Kendi çalışmalarını finanse etmek Fethullah Gülen’i akademisyen yapmaz.”

Yargı kararında çok önemli bir bölüm daha var, o da şu:

“Fethullah Gülen, Türkiye’de siyasi etkinliği olan dini bir hareketin lideri. Referans mektuplarında Gülen’in eğitimi, hangi okullarda ders verdiği bilgisi ve diploması yok.”

Yargı, Gülen’in ödüllerini de tanımadı. Savcı Yardımcısı Frye’nin elinde, Gülen’in 1959 yılındaki imamlık diploması bulunuyor. Bir de bu görevden 1981 yılında emekliye ayrıldığı belgesi.

Yargı heyeti, UNESCO’nun Romanya Komisyonu’nun verdiği “Liyakat Ödülü”nü tanımadı...

***

Fethullah Gülen’in “Yeşil Kart” için mahkemeye başvurulan destek mektuplarında ilk sırada kim var, biliyor musunuz?

CIA’nın analiz ve prodüksiyon direktörü olarak emekli olan George Fidas...

Aynı zamanda CIA’nın Balkanlar uzmanı da olan George Fidas, şu sıralar Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde ders veriyor...

Fidas, Yunan asıllı. Ayrıca Joint Military Intelligence Council’de görevli...

Şimdi sıkı durun...

Fethullah Gülen’in “Yeşil Kart”lı olması için referans mektubu yazanlar arasında eski CIA ajanı Graham Fuller de yer alıyor...

Daha başkaları da var elbet...

Türkiye’den eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut, eski Mili Eğitim Bakanı AKP’li Mehmet Sağlam, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, çok sayıda bilim insanı, Katolik papazlar, TÜGİAD Yönetim Kurulu Başkanı Murat Saraylı...

Mektuplar iki bin sayfadan oluşan dosyada...

Şimdi gelelim en önemli konuya:

Savcılık kayıtlarında Fethullah Gülen’in finansal kaynaklarına ilişkin savlar dikkat çekici...

Savcılık savı aynen şöyle:

“Fethullah Gülen hareketinin projelerinin arkasında Suudi Arabistan, İran, Türkiye, hatta CIA bulunuyor. Ankara’da yıllık gelirinin yüzde 10 ile yüzde 70’ini Gülen hareketine bağışlayan işadamları var. Kendileri açıkladı. İstanbul’da yaşayan bir işadamı, Gülen hareketine yılda 4-5 milyon dolar bağışlıyor...”

***

Evet... Olay ortada... Gülen’e “Yeşil Kart” verilmedi ABD’den...

Fethullah Gülen’in avukatlarının “Yeşil Kart” işinin peşini bırakmayacaklarını biliyorum...

Daha önce de “Yeşil Kart” başvurusu yapmışlar ve sonuç alamamışlardı. Benim bildiğim bu üçüncü başvuru.

ABD’deki mücadele sürecek!

Fethullah Gülen “vize” almadan ABD’ye rahatça girip çıkmak için yapıyor başvuruyu...

Eee, kolay değil ABD’de yaşamak. Dünyanın 100 düşünürü arasından birinci seçilmek. Dolarlar yeşil yeşil. CIA’nın eski uzmanları yanlarında.

Ah, şu yargı da olmasa!.. İşler tıkır tıkır yürüyecek!

Haydi Fethullah Gülen, seni bekliyorum, ülkene hemen geri dön!..

Nasıl bir şenlik olacak, çok merak ediyorum!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Haziran 2008

Fethullah’a ABD’den Yargı Darbesi

Haberi önceki gün Ankara’da öğrendim; dün sabah da İstanbul’da Fethullahçı Zaman gazetesinin manşetine baktım:

“Adalet tecelli etti, Gülen’in beraat kararı kesinleşti...”

İki gündür sevinçten uçuyorum...

Fethullah Gülen on yıldır gurbet ellerde yaşıyordu...

Kolay değil, ABD’de yaşayıp Atlantik ötesinden gazetelerini, televizyonlarını, finans kuruluşlarını, okullarını, yurtlarını, hastanelerini yönetmek...

Ekrem Dumanlı, Fethullah Gülen’i çok özlemiş belli. O da “Mahkeme kalplerdeki kararı tescil etti” diye başlık atmış yazısına...

İki ayrı haber Fethullah’ın müritlerini coşturmuş...

Birinci haber:

Foreign Policy adlı dergi Fethullah Gülen’i “Yaşayan en büyük 100 entelektüel” anketinde birinci seçmiş. Orhan Pamuk dördüncü olmuş.

Vay be!..

Onlar kanat takıp havalanadursun, benim

göğsüm kabardı...

İkinci haber:

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun oyçokluğu ile aldığı karar: “Suçlamaları kanıtlayacak hiçbir delil yok, beraat...”

Bir üçüncü haber...

Bu haber nedense Zaman gazetesinde yok...

Oysa bu haber çok önemli...

Haber Hürriyet’in 27. sayfasında. Razi Canikligil (New York) imzalı haberin başlığı şöyle:

“ABD’den yeşil kart alamadı, bir ay süresi kaldı...”

Yeşil kart alamayan kim?

Fethullah Gülen!..

Bu haber bomba!..

Hürriyet’in birinci sayfasında yer alması gerekmez mi?

***

Türkiye-Almanya yarıfinal maçı neredeyse tam sayfa Hürriyet’te...

Yine de birinci sayfasında yer bulabilirdi Hürriyet’in...

Zaman’ı Yaysat dağıtıyor, ne olur ne olmaz...

Hürriyet’in haberini okuyorum:

“ABD’de oturma, seyahat etme ve çalışma izni sağlayan ‘Green Card’ (Yeşil Kart) için yaptığı başvuru ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Servisi tarafından reddedilen Fethullah Gülen, kararın düzeltilmesi için açtığı davayı kaybetti.

Mahkeme, Gülen’in ‘olağanüstü yetenekli eğitimci’ statüsünde Yeşil Kart alabilmesi için öne sürdüğü argümanları yetersiz buldu.

Göçmen bürosunu haklı bulan Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi yargıcı Stewart Dalzell’in kararı sonrası Gülen’in bir ay içinde ABD’yi terk etmesi gerekiyor.

Ancak yasalarda açıkça belirtilmediği için bu süre kesin değil. Kaçak olarak ülkede kalabileceği bu sürenin de 6 aya kadar uzayabileceği belirtiliyor.”

Ne yapacak şimdi Fethullah Gülen ve müritleri?

İşleri zor!..

Acaba Fethullah Gülen Türkiye’ye mi gelecek yoksa İngiltere’ye mi yoksa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne mi gidecek?

Ben, Türkiye’ye gelmesinden yanayım!..

Gelsin.. işin başına geçsin!..

Kadrolar tamam. Herkes görevinin başında.

ğrendiğim kadarıyla, din baronu Türkiye’ye gelmek istemiyormuş bir yıl daha...

Her neyse!..

Hürriyet’in haberini okumayı sürdüreyim:

“Göçmen bürosunun yanı sıra Yurtiçi Güvenlik Bakanı Michael Chertoff ve FBI Direktörü Robert S. Mueller’den de şikâyetçi olduğu davada Fethullah Gülen’i, Klasko, Rulan, Stock&Seltzer avukatlık bürosu savundu.

Göçmenlik bürosu ise Eyalet Savcısı Patrick Catherine Frye tarafından savunuldu.

Avukatları, dava dilekçesinde Gülen’in Türkiye’nin en önemli dini lideri, dini hoşgörü savunucusu ve dünyanın sayılı eğitimcilerinden biri olduğunu iddia etti.

Gülen için 1992’de Pennsylvania’da ‘Golden Generation Worship and Retreat Center Inc.’ tarafından ‘özel göçmen din görevlisi’ statüsünde vize başvurusu yapıldığı ifade edildi.”

***

Oldu mu şimdi; Fethullah’a bu yapılır mı?

Aklıma Hakan Yavuz’un Reuters Ajansı’na yaptığı açıklama geldi...

Eski AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’in eski eşi olan ve bir dönem Fethullah Gülen’e yakınlığıyla tanınan, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersi veren Hakan Yavuz, din baronunun eylemlerini söyle anlatıyordu:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

Bitmedi...

Devamı yarına!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 26 Haziran 2008

Parrra

Latife Tekin çok değerli bir yazarımız, Karabük Kültür ve Sanat Festivali’ne davet edilmiş, konuşma sırası kendisine gelince kürsüye çıkmış, iktidarın enerji politikasını eleştirmeye yeltenmiş...

Karabük’ün AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer hemen duruma el koymuş, mikrofon kapatılmış, Latife Tekin kürsüden indirilmiş...

*

Latife Tekin diyor ki:

“- Madımak olayı geldi aklıma; başka yazarlar da vardı; gerginlik olabilirdi; sessizce yerimden kalktım ve Karabük’ü terk ettim...”

Madımak olayını kimse unutamıyor...

Acı olayın üstünden 15 yıl geçti...

Sıvas deyince eskiden akla ne gelirdi?..

Sıvas Kongresi...

Karabük deyince çağrışım neydi?..

Demir - Çelik Fabrikası...

Artık ikisi de değişti; Sıvas deyince Madımak katliamı anılıyor...

Karabük deyince Latife Tekin’in başına gelenleri düşüneceğiz...

*

Ne var ki olayda en çarpıcı boyut, Karabük Belediye Başkanı AKP’li Hüseyin Erer’in tutumudur...

Adam Latife Tekin’e diyor ki:

“- Benim paramla şenlik için buraya geldin, beni eleştiremezsin...”

Yineleyelim:

“Benim paramla...”

Parrra.. parrra.. parrra...

Mantık bu...

Latife Tekin gerçeği mi dile getiriyor, doğruyu mu söylüyor?..

Önemi yok...

AKP’liye göre önemli olan parrra...

Yazar aldığı paraya göre konuşacak, yazacak...

*

Olay yalnız Karabük Kültür ve Sanat Festivali’ne özgü değildir; bir belediye başkanının münasebetsizliği de değildir...

(Üstelik Latife Tekin Karabük’e kendi parasıyla gittiğini açıkladı...)

Ama olay AKP iktidarının kafa yapısını gösteriyor, zihniyetini vurguluyor, parrrayı bastırdın mı yazarı satın alırsın...

Medya bunun örnekleriyle dolup taşmıyor mu?..

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

Kepenk Kapatma Davası

Siyaset, AKP’ye yönelik kapatma davasına kilitlendi ama, ekonomiden gelen haberler toplum gündeminin şu zemine oturduğunu gösteriyor:

Kepenk kapatma davası...

Piyasadaki durgunluğa enflasyon, enflasyona elektrik zamları, bütün bunların üstüne AKP’nin kendisinden ve çevresinden başka bir şey düşünmeme, her olumsuzluğu da kapatma davasının üstüne yıkma densizliği eklenince gerçek dava “kepenk kapatma” oldu...

Ankara Ticaret Odası’nın rakamlarına göre, içinde bulunduğumuz durum, 2001’den daha ciddi. 2001’de yeni kurulan her 100 şirkete karşılık 35 şirket kapanmıştı. 2008’in ilk 5 ayında bu rakam 100’e karşı 54 oldu.

Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Başkanı Bendevi Palandöken kepenk kapanmalarının yanı sıra bir başka gerçeğe dokunuyor:

“Veresiye defteri kabardı... Raflar boşalıyor...”

Gidiş, uzun süredir sessizliğini koruyan, neredeyse Türkiye İstirahat Odaları Birliği’ne dönüşen Ziraat Odaları Birliği’nin üst yönetimini de hareketlendirmiş görünüyor.

Tablonun özeti şu:

Geleneksel olarak sesini fazla yükseltmeyen kesimler de gidişten yakınmaya başladı.

***

Bize göre son ayların en güzel demeci ekonomiden sorunlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in elektrik zammı değerlendirmesiydi. Bakan bey buyurdu ki:

“Elektriğe zammı vatandaşın tasarrufa yönelmesi için yaptık.”

Bu mantıkla sorunlar çözülüyorsa, o zaman gıda fiyatlarını yükseltin. Vatandaş açlığa alışsın, yemek yemeden çalışmayı öğrensin. Nasreddin Hoca örneği, tam açlığa alışınca... İşler yoluna girsin!

Bu gidişle evde ampul yakmak da lüks hale gelecek...

Elektriğe yılbaşında yüzde 20, yıl ortasında yüzde 21 zam yapıldı. Toplam yüzde 40’ın üstüne çıkıyor ama, bu hesap yanlış. Sanayide kullanılan elektriğe yapılan yüzde 22’lik zam kime yansıtılacak?

Herhalde hükümete değil!

Tabii ki tüketiciye... Bu durumda yurttaşın elektrik zammından etkilenme oranı yüzde 60’a kadar çıkacak...

Elektrik Mühendisleri Odası Genel Başkanı Musa Çeçen’in hesabına göre, 4 kişilik ailenin salt elektrik gideri 100 YTL’yi bulacak. Dün, asgari ücret açıklandı:

503 YTL...

Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir ailenin bütçesinin yüzde 20’si elektriğe gidiyor. Bu durumda geçinebilene artık elektrik çarpsa fark etmez... Yüksek gerilim hattı bile mutfaktaki gerilime vız gelir!

***

AKP iktidarıyla birlikte neredeyse tümüyle unutulmaya yüz tutmuş bir tanım var:

Üretim ekonomisi!

Ee, tüketmenin tadı varken, üretmenin lafı mı olur?

Tüketim ekonomisinin yanına bir de satış ekonomisini ekledin mi, oldu bitti... AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin toplam borcu 150 milyar dolardan 500 milyar dolara çıkarken, aynı zaman diliminde 200 milyar dolarlık satış yapıldı... Gerçek anlamda borcumuzun 700 milyar doları bulduğunu söylemek abartma olmaz.

6 yılda kolay yoldan satılabilecek bütün değerleri bitiren hükümet, gündemine toprak satışını almış görünüyor. GAP bölgesindeki altyapı yatırımları buradaki toprakları daha da cazip hale getirecek... Sonra gelsin petro-dolarlar.

Arap ülkeleri gelecekte gıda ürünlerinin petrol ürünlerinden daha değerli hale geleceğini görüyor, yatırımını ona göre yapıyor.

Ya biz?

Siyasette atış...

Ekonomide satış...

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

Ufuk Uras'a çağrı: Nazlı Ilıcak'a iki çift laf söyleyin lütfen

Bu tür konular üstüne kafa yormuyorum. Hem pek ilgi alanıma girmiyor hem de AKP’den CHP’ye uzanan ortaoyununa dair söz söylemeyi sevmiyorum. Ama bu kez durum farklı. Çünkü mevzu bahis olan Nazlı Ilıcak; Nazlı Ilıcak’ın demokrasi havarisi kesilmesi ve demokratlığına bizim kimi solcuları inandırmış olması. Kendisi demokrasiyi içselleştirme sürecini tamamlamış ya; diğerlerinin demokrat olup olmadığına bile karar verecek bir doygunluğa ulaşmış. Ilıcak’a göre; Mesut Yılmaz değil, Ufuk Uras gibi düşünen solcular demokrasinin önünü açabilir. Nazlı Ilıcak’ın Ufuk Uras’ı yerlere göklere sığdıramamasının nedeni ise, Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller grubunun düzenlediği bir panelde Uras’ın söyledikleri. Uras, Mesut Yılmaz’ın, Türkiye ile İran, Humeyni ile Erdoğan benzetmelerine karşı çıkıyor, dolayısıyla da Ilıcak’ın övgülerine mazhar oluyor. Bütün bunlar tartışılabilir. Ufuk Uras gibi düşünmüyorum, düşünmem de mümkün değil; Mesut Yılmaz gibi düşünmek zorunda da değilim. Ancak şunu vurgulamak durumundayım: Nazlı Ilıcak’ın övgülerine mazhar olmak, tarif etmenin mümkün olmayacağı kadar yaralardı beni. Nazlı Ilıcak’ın sol düşmanlığı alenidir. Dolayısıyla benimki sıradan solcu, Melih Pekdemir’in ifadesiyle “kazma solcu” refleksidir.

Nazlı Ilıcak ile askeri darbe ilişkisine bir göz atmakta fayda bulunmaktadır. Ilıcak’ın darbelere karşı olduğu külliyen yalandır. O, darbeyle değil, darbenin kime vurduğuyla ilgilidir. Ilıcak, sağ iktidarı alaşağı eden 27 Mayıs’a karşıdır; onlarca devrimciyi katleden 12 Mart’ın destekçisidir. Ilıcak 12 Eylül günlerinde kraldan çok kralcıdır. Çünkü 12 Eylül sola karşı yapılmıştır. 28 Şubat ve 27 Nisan ve benzeri asker odaklı girişimler onun kara defterindedir; çünkü iktidarda kendi camiası vardır. Ilıcak’a göre darbelerin iyi ya da kötü olması duruma göre değişir; iyi de olabilir, kötü de. Kimin cezaevine gönderildiği, kimin idam sehpasına çıkarıldığı, hangi kurumların kapatıldığına bakılmalıdır.

Ilıcak 27 Mayıs ile 12 Eylül’ü karşılaştırıyor, 16 Eylül 1980 tarihli Tercüman gazetesinde: “Birkaç gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat vardır.”

Devam edelim, etmek gerekiyor çünkü. Bugünün demokrasi aşığı, egemenliğin kayıtsız şartsız kime ait olduğu tartışmasının ahkâm kesicisi Ilıcak bakın vakti zamanında neler yazmış: “(…) Türkiye’de demokrasi, demagoji ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdu.(…) Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur, belki kulağa hoş gelmeyen ama gerçeği aksettiren bir sözdür. Parlamentonun feshi ve demokrasinin bir süre askıya alınması, mutlaka geniş halk kitlelerini fazla etkilememiştir.” (19 Eylül 1980 Tercüman)

Az sonra okuyacağız alıntı ise tam ibretliktir. Nazlı Ilıcak’ın bir solcuyu övmesinin nasıl yaralayıcı olacağına ilişkin yukarıdaki satırların müsebbibi aşağıdaki alıntıdır: “1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.” (10 Ekim 1980 Tercüman.)

Durum bundan ibarettir. Denizlere, Mahirlere, yani bizimkilere duyduğu kin ve nefret, işte Nazlı Ilıcak budur. Darbe karşıtlığı, AKP’li olduğundandır. Şimdi hiç kimse kalkıp, “değişmiş olamaz mı” mavalı okumaya kalkmasın.

Nazlı Ilıcak birini övüyorsa, hele bu bir solcuysa, ortada bir sorun var demektir.

Bu yazı asıl olarak, Ufuk Uras’a seslenmek için kaleme alınmıştır. Sevgili Ufuk Uras, ÖDP’nin 12 yıllık üyesi olarak sizden şunu istiyorum. Çıkın ortaya ve “Denizlerin, Mahirlerin ölümüne alkış tutan Nazlı Ilıcak, benim adımı ağzına almasın” deyin.

Söyleyin ki, size dair tükenmeye yüz tutmuş umudum, bir parça çoğalsın. Nazlı Ilıcak’ın övgüsünü mü, benim umudumun çoğalmasını mı daha çok önemsiyorsunuz, bunu anlamalıyım. Sonra elbette tartışılır; sol adına AKP’nin değirmenine su taşımanın ne anlama geldiğini, ne idüğü belirsiz, omurgasız bir demokrasi söylemiyle AKP’nin Amerikancılığını bile önemsemeyen akıl tutulmasını.

Ama önce Nazlı Ilıcak’a iki çift laf söyleyin lütfen!

Seçmen sorusu: Fettullah Gülen’le ilgili beraat kararını, “Yargının kararı. Bir şey diyemeyeceğim. Hayırlısı neyse o olsun.” şeklinde yorumladığınızı yazdı gazeteler. Bir seçmeninizin aklına takılmış, beni aracı tutarak size sormuş: “Fethullah Gülen ile ilgili beraat kararını onayan Yargıtay Ceza Genel Kurulu "yargı" oluyor da, türbana ret kararını alan Anayasa Mahkemesi ya da AKP’ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı "yargı" olmuyor mu?” Siz de beni aracı tutup seçmeninizi yanıtlayabilirsiniz.

İnönü Alpat

Kaynak: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=17888
Related Posts with Thumbnails