02 Temmuz 2009

İsmet İnönü Millet Düşmanı mıydı?

CHP yayın organı olan Ulus gazetesinin 17 Mayıs 1968 tarihli nüshasında Milli Mücadele yıllarını anlatan bir yazı dizisinde hatıralarını anlatan İsmet İnönü, İkinci İnönü Savaşı'nı yazdığı hatıralarından birinde, ilerlemekte olan düşmandan kaçan halktan söz ederken, "Kafile hem yürüyor, hem söyleniyorlar, mırıldanıyorlar. 'Ne olacak, ne yapacağız, nedir bu başımıza gelenler' tarzında konuşuyorlar" dedikten sonra kafileyi durdurduğunu ve subayları bir kenara toplayarak şu sözleri söylediğini aktarıyor:
"Padişah düşmanınızdır!.. Yedi düvel düşmanınızdır!.. Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır!"
Bu yazı, 17 Mayıs 1968'de yayınlandı.
Peki, sorarım size;
Bu ifadeleri "itiraf" kabul edilip, İnönü hakkında herhangi bir "soruşturma" açıldı mı?..
Soruldu mu kendisine;
"Milleti, hangi cür'etle düşman ilân edebilirsiniz?"
Hayır, sorulmadı!..
Ne İsmet İnönü'ye soruldu, ne de "Atatürkçülük" maskesi altında "İnönücülük" yapanlara!..
Bu soru sorulmadı ki, onlar; tarihin her döneminde; meydanı boş bulup at oynatmaya ve "millet düşmanlığı"nı sürdürmeye devam ettiler!..
Hem, "kim" soracaktı ki;
"Milletin sahibi" mi vardı?!?..


Yukarıdaki satırlar, Vakit yazarı Hasan Karakaya'nın, 13 Haziran 2008 tarihli yazısından alıntılanmıştır. Bu açıklamalardan, İnönü'nün millet düşmanı olduğu sonucunu çıkaran Karakaya, İnönü'den hesap sorulmamasından şikayet ediyor; İnönü aracılığıyla Atatürkçüleri de hedef alıyordu. Aynı iddia, Yeni Şafak yazarı ve TRT 1'de Ezberbozan programını sunan Tamer Korkmaz tarafından da dile getirilmiş, CHPli vekillerin tepkisine neden olmuştu.

Peki gerçekten İnönü'den hesap sormaya gerek var mıydı? Konuşmanın devamı, bu sorunun cevabını da veriyor:

"Sizin yüzünüzden muharebe devam ediyor, zannındadır. Her tarafta fesatçılar var. Bunlar da düşmanınız sayılır. Silahımız yok, adamımız yok. Nasıl muharebe edeceğiz diye propagandalar yapılıyor. Memleketimizde bundan sonra bir muharebe yapacak olursak, böyle bir muharebeye mecbur kalacaksak, en çok silâhlı bulunduğumuz zaman bu gündür. Şimdi memleketi savunuyoruz ve netice alırız diye ümit ediyoruz. Mücadeleyi bıraktık mı, ekmek bıçağı bulamıyacaksınız. Elinizde ekmek bıçağını bırakmıyacaklar. Anlıyor musunuz? Gün, bugündür. Kurtulmak lâzım. Silâhımız bu kadar, cephanemiz bu kadar, siz kağnı arabası ile gidiyorsunuz, ne yapalım? Devlet baba bu kadar veriyor."

I. Dünya Savaşı sona ermiş, kaynakları sınırsız olan dünyanın en güçlü emperyalist devletlerine, Galiçya'dan Aden'e, Makedonya'dan İran'a ve Bakû'ye kadar uzanan geniş bir cephede dört yıl savaş veren Anadolu halkı da bitmiştir. Cephe gerisinde de yokluk, karaborsa, rüşvetçilik, savaş zenginlerinin lüks ve israfı, İttihatçılığı en büyük suç haline getirmiştir. Halk, İttihatçı subaya düşmandır; savaştan kaçmaktadır. Orduların mevcutları İngilizlerin izin verdiği miktarın da altına düşer. 1919 Mayıs'ında silah altında ancak 43 bin kişi vardır. Bu rakam, Müttefikler'in izin verdiğinden 18 bin kişi azdır. General Celal Erikan'a göre, Milli Kurtuluş Savaşı'na, halk savaş istemediği için, savaş denmemiş, "Milli Mücadele" denmiştir!

İşte Kurtuluş Savaşı, bu koşullarda başlar.

Millet savaştan nefret ettiği içindir ki kendisine karşı en çetin savaşı verdiğimiz İngiltere, Türkiye'yi yok etme kararını aldığını saklamadığı halde, acı gerçek görmezden gelinip bir dost gibi karşılanır. Kurtuluş, milletten umut kesildiğinden, İngiltere ve Fransa'nın insafından, ABD'nin cömertliğinden ve Bolşevik Rusya'nın Yeşil Orduları'ndan beklenir.

Ordu, önemli bir karşı koyma olmadan silah ve cephanelerini İtilaf devletlerine verir. 43 bine inen kuvvetleri bile elde tutmak mümkün olmaz. Nitekim Samsun'a çıkan Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, oradaki 15. Tümen'in durumu hakkındaki raporunda şöyle yazar:

"15. Tümen, terhisten sonra pek düşük olan kuvvetini son üç ay içerisinde görülen 700 firar olayı ile büsbütün yitirmiştir. Taburlar 50 ila 100 askere inmiştir."

Yunan işgaline rağmen Ege'de de birliklerde çözülme devam eder. Örneğin Ödemiş'deki bölüğün komutanı Hüsamettin, o günlerde Celal Bayar'a şöyle der:

"İzmir'den kopup gelen panik ve kaçak asker seli bizim bölüğü de sürükleyip götürdü. Orada bir makinalı tüfekle ben ve bir de Subay Mehmet Efendi kaldık."

Denizli Mutassarrıfı Faik (Öztırak), Aydın bölgesindeki 57. Tümen'in ve askerlerin durumunu dramatik bir biçimde Bâbıâliye bildirir:

"İzmir olayları, asker üzerinde kötü etki yaptı, işgal edilen yerlerdeki askerlerin tutsak edildiği fikri yayıldı. Böylece önce 57. Tümen erleri, toptan denilecek ölçüde firar ettikleri gibi şimdi de buradaki topçu erleri dağılmış ve ancak 60 mevcudu kalmıştır. Silah ile kaçan asker, kırlarda ve yollarda rahat durmayarak olaylar çıkarıyor. Bunların yakalanması ve asayişin sağlanması, kuvvetli bir jandarmanın varlığına bağlı iken, onun da durumu üzüntüyle bilinmektedir."

Bursa Valisi Hacim Muhittin, Temmuz 1920'de Ankara'ya duyurur:

"Orhaneli ve Bandırma'da iki taburun yalnız subayları kalmıştır."

Milli Mücadele'ye karşı isyanların patlak verdiği Konya'da da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Altay, askerlerin savaşa isteksiz olduğunu belirtir:

"İstanbul'un fena propagandaları durmadan işlemeye devam ediyor. Kötü ruhlu kişiler, aralıksız ve gizli gizli halkın ve askerlerin fikrini bozuyorlar. Bu yüzden askerler arasında kaçaklar çoğalmaya başladı. Sonu gelmez bir savaş ile milleti boşuna kırdırıyorlar. 'Hicaz gibi, Bağdat gibi kutsal yerler gittikten sonra Gavur İzmir için milleti kırdırmak olur mu?' gibi kaba sözler kulaktan kulağa geçiyor. Bütün çabamız kötü haberleri çürütmek ve bu yoldan firarın önünü almaktır."

Atatürk, Nutuk'ta elde mevcut az sayıda askerin kaçışını, yerine yenisinin alınamayışını fetvaların ayaklanmalara yol açışını çarpıcı bir dille anlatır:

"Bütün Batı Anadolu illerimizde, Ankara ve dolaylarında, daha doğrusu bütün yurtta kuvvet denilebilecek bir birlik bırakılmış mı idi?

Bursa'da Bekir Sami Bey'in buyruğu altına verilen kuvvetin çekirdeği, İzmir'de tüfek attırılmaksızın Yunanlılara tutsak olarak verilen ve Yunan gemileri ile Mudanya'ya çıkarılan iki alay kadrosu değil mi idi?

Yine İstanbul Hükümeti ile Halife ve Padişah değil mi idi ki, Hendek-Düzce yolunda Halife Ordusu'na ve ayaklanmış topluluklara Yunan cephesinde kullanılacak oldukça güçlü tümeni, 24. Tümen'i, ayarttırıp dağıtmış ve komutanlarını şehit ettirmişti."


"Gerçekten birçok yerlerde, kimi ordu erleri, ayaklananlarla çarpışmadıkları gibi, tersine silahlarını onlara bırakarak köylerine, yurtlarına savuşuyorlardı."

Hatta bazen erler, subaylarına karşı bile dönebiliyorlardı. Falih Rıfkı Atay, iç ayaklanmalar sırasında görülen bu durumu yazar:

"Halk, ayaklanma bölgelerinde göreve giden kuvvetleri tekbirler getirerek karşılıyor, kolayca kandırıp dağıtıyordu. Ankara çevresi güvenliği için yola çıkan Âkif Bey kuvveti, Beypazarı ve Ayaş'ta başarı kazandıktan sonra, komutan kendi erleri tarafından öldürülmüş ve kuvvet dağılıvermişti. Kütahya'da uzun süre iyi giden binbeşyüz mevcutlu milli tabur, bir gün ansızın dağılmış, komutanı güçlükle canını kurtarmıştır."

Savaş bıkkınlığı ve korkusu o kadar şiddetlidir ki, bazı yerlerde halk, savaşa ve öce yol açabilir diye, arkeri kuvvetlere karşı çıkar. Yunana karşı Yüzbaşı Kemal (General Balıkesir) komutasında Ege'de kurulan müfreze dağılır, toplanan gönüllüler Yüzbaşı Kemal'i Yunanlılara teslim eder. Trakya'da 1920 Temmuzunda Yunan ilerleyişi karşısında birliklerimiz dağılırken, Vize-Saray bölgesindeki suvari birliği halk tarafından silahları zorla alınır ve birlik savaş dışı edilir. Bögedeki komutan, Cafer Tayyar (Paşa), atından düşmüş yerde baygın yatarken, köylüler tarafından Yunanlılara teslim edilir.

İzmir'in işgali üzerine, içerilere çekilen subaylar, yılgınlık ortamında bir tehlike sayılır. Tire Şube Başkanı Vekil Yüzbaşı Mehmet, 18 Mayıs'ta Aydın'daki Tümen Komutanına şu telgrafı çeker:

"Her ne kadar asayiş sağlanmışsa da, burada kalan bir kısım asker ve subayların memleketin ihtilaline yol açmak girişiminde bulunduklarını öğrenen memleket hallkı, bunların buradan hemen ayrılmalarını israrla istemektedir."

Tire Belediye Başkanı Vekili Abdülkadir de Tümen Komutanı Albay Şefik Aker'i uyarır:

"İzmir dolaylarından geri çekilmiş ve Binbaşı Aziz Bey komutasında 25 kadar subay ile 50 kadar erden kurulu bir kuvvet vardır. Memleketi ihtilale vermek için buradan hareket etmiyorlar. Müslim ve gayrimüslim bütün ahali heyecandadır. Bunlar hakkında yapılacak işlemin acele yapılması ahali adına rica olunur."

Bu bıkkınlık ve tükenmişlikten yararlanmak isteyen Yunanlılar, subay düşmanlığını körüklerler. Genelkurmay Başkanı İsmet İnönü'nün Temmuz 1920'de Meclis'te açıkladığına göre, Yunanlılar, erleri kışkırtmak için, onlara değil, yalnızca subaylara karşı oldukları propagandasını yaparlar.

Doğan Avcıoğlu'nun Milli Kurtuluş Tarihi, 3. Cildinden derlenmiştir.

28 Haziran 2009

İran’ı kim kontrol ediyor?

İran’da neler oluyor? Son zamanlarda dünya siyasetinde en çok merak edilen soru herhalde bu...

Kimi uzmanlar İran İslam Devrimi’nin baş aktörü olan mollaların artık sona yaklaştığını, kimileri ise daha önce Tahran Üniversitesi merkezli öğrenci olayları gibi reformcu lider Hüseyin Musavi’ye destek veren “yeşil isyancıların” da zamanla evlerine döneceklerini ve rejimin eskisi gibi devam edeceğini söylüyor. 2003 yılında Forbes dergisinde yayınlanan “Milyoner Mollalar” adlı makale, şu anda İran’da sokaklara dökülenlerin aslında bir şeyi değiştiremeyeceklerini kanıtlar nitelikte.

İran yönetiminde çok da etkili bir pozisyon olmayan Cumhurbaşkanlığı ve iki kez cumhurbaşkanlığı yapan Rafsancani, İran’ı İslam Devrimi’nden beri tek başına yöneten gölge lider. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın TV ekranlarında Musavi ile kapışması sırasında “Rafsancani’nin yolsuzluklarına sen de karıştın” diyerek reformcu lideri suçlamasının kopardığı kıyamet de işten bundan. Rafsancani öyle güçlü ki Hamaney bile seçim sonrasında verdiği Cuma vaazında Ahmedinecad’ı seçimin kesin galibi ilan ederken, İran liderinin yüzündeki gülümsemeyi donduran, “Cumhurbaşkanı galip ama Rafsancani’nin yolsuzluk yapması gibi bir şey de söz konusu olamaz” sözleri olmuştu. Peki Rafsancani’yi bu kadar güçlü kılan ne? İşte bu sorunun yanıtını yaptığı haberlerle ülke siyasetlerini sarsan Forbes dergisinin ünlü yazarı Paul Klebnikov araştırıp yazdığında İran’dan çok sert tepki görmüş, uslanmayıp Rusya’daki yolsuzlukları da köşesine taşıyınca faili meçhul bir cinayetle hayatını kaybetmişti.

Klebnikov’un “Milyoner Mollalar” makalesi halen İran rejimi konusunda şimdiye dek yapılmış en önemli araştırma yazısı olma özelliğini taşıyor. İran rejiminin iç yüzünü göstermesi açısından birçok uzmanca kaynak alınıyor. “Molla kafası”, “İşte gericiler” diye eleştirilen İran’ın dini lider kadrosu aslında dolar milyarderi isimlerden oluşuyor. Bu isimlerin başında da dini lideri seçme ve görevden alma yetkisine sahip ulema heyetinin başındaki Rafsancani geliyor. İşte Klebnikov’un makalesinden çarpıcı bölümler:

Ekonomiyi yöneten gölge liderlerin hanedanlığı
Din adamlarının neden bu kadar güçlü ve zengin olduğunu anlamak için önce İslam Devrimi’nin İran’a ne getirdiğini iyi tahlil etmek gerek. Şah’ın ülkeden kaçması ve Humeyni’nin dönüşü ile İran 1979’da tamamen bir başka sistemle yönetilmeye başlandı. Tüm yabancı yatırımcıların ve Şah döneminde zenginleşen iş adamlarının mallarına el konuldu. Banka, otel, kimya ve ilaç fabrikaları, otomobil üretim tesisleri, aklınıza ne gelirse bir gün içinde dini yönetimin kontrol ettiği vakıfların kontrolüne geçti. Bu vakıfların başında ise ülkenin en güçlü din adamları vardı. Bu şirketler bugün de aynı derneklerin kontrolünde ve molla rejiminin sürmesi için en büyük finansmanı onlar sağlıyor. Kısacası İran ekonomisi bu gölge liderler tarafından yönetiliyor.

Ülkenin en zengini Rafsancani ve ailesi
Bu güç odağının en tepesindeki isim ise Haşimi Rafsancani. 1980’lerde Humeyni’nin sağ kolu olan Rafsancani, 1989 ile 1997 arasında iki dönem Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra şimdi Hamaney’e danışmanlık yapan ve onu görevden alma yetkisine sahip x kişilik dini konseyin başında. Konseyin görevi parlamento ile dini kadro arasındaki uyuşmazlıkları çözmek... Ancak herkes biliyor ki İran 30 yıldır aslında Rafsancani tarafından perde arkasından yönetiliyor. 1960’larda Humeyni’nin yanında yer alarak geleceğe yatırım yapan Rafsancani, sert ancak pragmatik bir isim olarak biliniyor. Humeyni’yi İran-Irak savaşını bitirmeye ikna eden isim olan Rafsancani, İran’ın dış politikasının da uzun yıllardan beri mimarı. Aynı zamanda İran ekonomisini kalkındıran, Tahran borsasının kurulmasını, petrol sektörünün yabancı firmalara açılmasını sağlayan isim. Tabii bu kalkınma ve özelleştirme hamleleri sırasında gücüne güç, servetine servet kattığı da herkesin bildiği bir gerçek. Babası bir fıstık tüccarı olan Rafsancani, üniversite yıllarında kardeşiyle birlikte özel ders vererek hayatını kazanmıştı. İslam Devrimi, Rafsancani’nin bu mütevazı ailesini “paşalar” haline getirdi.

Kişisel serveti milyar dolarlarla ifade ediliyor
Rafsancani’nin ağabeyi İran’ın en büyük bakır madenini aldı. Bir diğer kardeşi İran televizyonunu ele geçirdi. Kayınbiraderi Kerman bölgesinin valisi oldu, kuzeni İran’ın 400 milyon dolarlık fıstık ihracatını kontrol etmeye başladı. Yeğenini ve küçük oğlunu ise Petrol Bakanlığı’na yerleştirdi. 1 milyar doları aşan Tahran metrosu ihalesi de Rafsancani’nin büyük oğluna verildi. Rafsancani ailesinin kontrol ettiği ekonomi bununla da bitmiyor. İnkâr etse de dini liderin İran’ın en büyük petrol işleme fabrikasına, bir büyük otomobil üretim tesisine ve İran’ın en iyi özel havayolu şirketine sahip olduğu belirtiliyor. Buradan gelen paraları ise İsviçre ve Lüksemburg’daki banka hesaplarına aktardığı, Dubai ve Tayland’da tatil merkezlerine ve Körfez’deki serbest ekonomik bölgelere yatırım yaptığı söyleniyor. Rafsancani’nin kişisel servetinin milyar dolarlarla ifade edildiği belirtiliyor. Ancak kimse net rakamı tahmin bile edemiyor. Rafsancani’nin endüstri makinesi ve şişe su üreticisi küçük oğlu Yaser’in Tahran’ın kuzeyinde zenginler bölgesi olarak bilinen Lavasan’da sahip olduğu 12 hektarlık dev çiftlik evinin değerinin 120 milyon dolar olduğu belirtiliyor. Rafsancani’nin sahip olduğu malvarlığını araştıran bir gazeteci işkence altında sorgulandıktan sonra girdiği hapisten hâlâ kurtulabilmiş değil.

İran’da 400 milyon dolar servete sahip olan Yahudi dönmesi Asgaroladis ailesinin dışında, ekonomi tamamen İslami derneklerin kontrolünde. Bu derneklerin İran milli gelirinin yüzde 1520’sine sahip olduğu belirtiliyor. “Bonyad” olarak bilinen bu dernekler daha önce belirttiğimiz gibi İslam Devrimi ile el konulan malvarlıklarını işletiyor. Humeyni tarafından “kan emici kapitalistlerin yarattığı adaletsizliği düzeltmek” amacıyla devreye sokulan dernekler artık tamamen kâr amacı güden şirketler haline geldi. Kısa bir süre öncesine kadar vergiden ve her türlü hükümet kontrolünden bağımsız hale geldiler. Şimdi Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı bile bu derneklere karışamaz, denetlemeyemez durumda... Derneklerin kontrolü tamamen dini lider Hamaney’e teslim edildi. Yani derneklerin dini lidere ve onun aracılığıyla Allah’a hesap vermesi yönünde bir sistem oluşturuldu.

Haraç vermeyen iş adamına hapis cezası
Şii geleneğine göre dindar iş adamları gelirlerinin yüzde 20’sini, yerel camilere bağışlara ve fakirlere yardım için ayrılırdı. Ancak zekat bugünlerde farklı bir amaca hizmet ediyor. Ulemalar İran’da iş yapan herkesi haraca bağladılar. Hatta İran’ın dört bir yanında dini liderlerin kontrolünde farklı farklı bonyad’lar kuruldu. Artık ne zaman bir İranlı para kazanmaya başlasa hemen o kentteki bonyad’ın dini lideri o kişinin kapısını çalıp kârının büyük bir kısmına el koyuyor. Aksi halde, o dini liderin, iş adamını “iyi bir Müslüman olmadığı için” şeriat mahkemesine verip, “Peygambere hakaret etti” suçlamasıyla senelerce hapis yatmasını sağladığı çok rastlanan bir durum.

Humeyni’nin şoförlüğünden 11 milyar dolarlık servete
Ülkenin en büyük “hayır” derneklerinden biri de Mostazafan & Jambazan Derneği. Hatta bu dernek, İran ihracatının yüzde 80’ini yöneten Ulusal İran Petrol şirketinden sonra ülkedeki en büyük ekonomik kurum. Başındaki isim ise Muhsin Rafiqdoost. O da kim diyecek olursanız, bir pazarcının oğlu olan Muhsin, Humeyni’yi Paris’ten dönüşünde Tahran’a götüren arabanın şoförüydü! Humeyni, çok sevdiği bu adamı Devrim Muhafızları Bakanı yaptı ve Rafsancani’nin gözüne giren eski şoför, onun cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte ülkenin en büyük hayır derneğinin kuruluşuna da imza attı. Şimdi 400 bin kişiye iş veriyor, 11 milyar doları aşkın serveti var. Muhsin ayrıca Nur Derneği adlı başka bir hayır kurumunun da başı... Bu derneğin, apartman bloklarından oluşan sayısız gayrimenkulü ile ilaç, şeker ve inşaat malzemesi ihracatından tahmini 200 milyon dolarlık geliri bulunuyor. Kimse bu derneklerin tam olarak ne tür hayırlar yaptığını söyleyemiyor, ama bilinen tek bir gerçek var ki dini liderler ne zaman paraya sıkışsa Muhsin yardımlarına koşuyor. Muhsin’in İslam Devrimi’nin tehdit altında kalması durumunda rejimi ve din adamlarını savunmak için ülke dışında saklanan bir gizli fonun da anahtarına sahip olduğu kulaktan kulağa fısıldanan bir söylenti.

Derneğe yakın isimlerden biri işleyişi şöyle anlatıyor: “Bir yabancı gelir ve yatırım yapmak istediğini söyler, dernek ‘Tamam yapalım ama burada bir de kayıtdışı ekonomi var. Kayıtdışı ekonomiyi beslemezsen para kazanamazsın. Şimdi şu yurtdışındaki banka hesabına şu kadar para yatır ondan sonra görüşelim’der ve mollaların cebi doldurulur.

Yatırım bankaları, oteller çiftlikler, gayrimenkuller...
Mostazafan & Jambazan Derneği kadar etkili bir başka dernek ise Şiilerce kutsal sayılan türbe ve dini mekanların onarılması için kurulan Razavi Derneği. Başında İran’ın en sert mollalarından biri olan Ayetullah VaezTabasi var. Derneğin İran genelinde dev gayrimenkul yatırımları, otel ve çiftlikleri bulunuyor.

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde yatırım bankaları da kuran derneğin varlığının ise 15 milyar dolar dolayında olduğu sanılıyor. Ülkenin en büyük uluslararası havalimanı da Razavi tarafından inşa edildi. Aynı dernek her yıl Mashad Türbesi’ne ziyarete gelen milyonlarca hacıdan da bağış adı altında para topluyor.

Ekonomi, Devrim öncesine göre çok daha vahim
Dünya petrol rezervlerinin yüzde 9’una, doğalgaz rezervlerinin ise yüzde 15’ine sahip olan İran’ın şimdiye kadar çoktan zengin ülkeler arasındaki yerini almış olması gerekirdi. Ancak kişi başına düşen milli gelir (4 bin 700 dolar) İslam Devrimi’ndeki önceki seviyenin bile altında seyrediyor. Devlete giden paralar halkın cebine değil mollatokratların kesesine giriyor. Dışarı kaçan (Dubai, İsviçre ve diğer vergi cenneti ülkelere) paranın ise yılda en az 3 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu milyarder mollaların sokaklarda yürüyen birkaç bin reformcu genç tarafından devrilebileceğini hâlâ düşünüyor musunuz?

Suikaste kurban gitti...
Forbes dergisinin Rusya baskısı Yayın Yönetmeni olan yazar Paul Klebnikov, uzun yıllarını İran’ı araştırmaya verdi. Bu araştırması sonrasında da 2003 yılında dergide kapsamlı bir İran makalesi yayınladı. Bu yazıdan sonra İran’da ölüm fermanı çıktı. Sürekli tehdit edilen Klebnikov, daha sonra başka bir makale kaleme aldı.. Bu kez Rusya’da Putin dönemindeki yolsuzlukları bir bir anlatıyordu. Klebnikov bu yazılardan sonra Moskova’daki iş yerinin önünde dört kurşunla öldürüldü. Kimin öldürdüğü asla bulunamadı. 41 yaşında hayatına son verilen Klebnikov’un ”Milyoner Mollalar“ makalesi İran rejimi konusunda şimdiye kadar yapılmış en önemli araştırma...

Uğur Koçbaş
Related Posts with Thumbnails