12 Eylül 2008

Taraf'a Uyarı!

Taraf köşe yazarı Cemil Ertem köşesinde 12 Eylül’ü ele alan bir makale yazdı. Cemil Ertem yazısında 12 Eylül’ün Atatürkçü bir sistemin devamı olduğunu söylüyor. Bunu ise 12 Eylül’ün gemi azıya almasının 1981’de yani Mustafa Kemal’in doğumunun yüzüncü yılında gerçekleşmesine dayandırıyor. Ertem’e göre 12 Eylül generalleri Atatürk’ün doğumunun 100. yılında eylem ve söylemleriyle Kemalist olduklarının altını çizmek istemişler.

Cemil Ertem’in yazısında anlattığı bölüm şöyle:

“12 Eylül günlerinden hatırladığım en belirgin figürlerden birisi de Atatürk’ün doğumunun 100. yılı logosuydu. Bu logo 12 Eylül’ün bir simgesi olarak olur olmaz her yere oturtuluyordu. Üniversitelerin bastığı bütün ders kitaplarının sol üst köşesine bu logonun konması zorunluydu. Belki de zorunlu olmamıştı ama o günün koşulları içinde üniversite yönetimleri kendiliğinden böyle bir uygulamaya gitmişlerdi. Zaten faşizm böyle bir şeydir; ilkönce zorla gelir sonra o zoru herkes kabullenir ve herkes faşizmin kendisi olur; faşizm sıradanlaşır, içselleşir. Bugün herhalde 12 Eylül’le Kemalizm arasında çok güçlü ideolojik bağlar olmadığını düşünen, Atatürk’ün 100. yıl doğum logosunu görünce rahatsız olmayacak çok “solcu” vardır.

Zaten 12 Eylül faşizminin gemleri azıya aldığı dönem 1981’de başlar. Yani Kenan Evren’in “Bunları asmayalım da besleyelim mi” dediği Bursa nutku sanıyorum 1981 kışındaydı. Atatürk’ün 100. doğum yılı yani.

12 Eylül, Kemalizmin o günkü şartlardaki biçimidir. Yani Kenan Evren kendisini birinci dereceden “Atatürkçü” ilan ederken kesinlikle tarihteki benzerleri gibi demagoji yapmıyordu. Çok komik olarak kendisine Atatürk havası vermesi ise benim her zaman takdir ettiğim yegâne davranışı olmuştur.”

İsterseniz yazıyı düzeltmeye başlayalım:

1. Cemil Ertem’in bahsettiği Bursa Nutku, Kenan Evren’in değil Mustafa Kemal Atatürk’ün.

2. Evet Kenan Evren “asmayalım da besleyelim” demiştir ama bunu Bursa’da değil Muş’ta söylemiştir.

3. Kenan Evren asmayalım da besleyelim mi lafını Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981’de değil, 1984’te söylemiştir.

4. Atatürk’ün doğum gününü kesin olarak bilmiyoruz. 12 Eylül generalleri de bilmiyorlar. Cemil Bey’in 81 kışı ifadesi bu nedenle doğrulanmış değil.

5. Cemil Ertem’in söz ettiği logonun zorunlu olduğuna dair hiçbir bilgiye rastlayamıyoruz. Cemil Ertem’de zorunlu dediği logonun zorunlu olmadığını bir sonraki satırda kendisi itiraf ediyor: “Üniversitelerin bastığı bütün ders kitaplarının sol üst köşesine bu logonun konması zorunluydu. Belki de zorunlu olmamıştı…”

6. Cemil Ertem’in Kenan Evren’i her zaman neden takdir ettiğini anlayamadık. Kendisine Atatürk havası vermesi neden Cemil Bey’in hoşuna gitmiştir.

7. 12 Eylül Türkiye’de uzun bir süreçtir ve topluma büyük bir şiddet uygulamıştır. Ancak 1981’in bu şiddette özel bir yıl olduğu doğru değildir. Örneğin 50 idamdan yalnızca 6 tanesi 1981’de gerçekleşmiştir. Üstelik tamamı hazirandan ağustosa yaz aylarında gerçekleşmiş. Cemil Bey’in iddia ettiği gibi kış ayında değil.

Cemil Ertem’in bilgi yanlışları ve çelişkiler ile dolu yazısını Taraf Gazetesi’nin çalışkan editörlerinin fark edememesi oldukça ilginç.

Ancak Odatv.com bunu atlamadı.

Cemil Ertem’in yazısının dayandığı 12 Eylül-Kemalizm paralelliğine ilişkin dayandığı bütün olgular yukarıda ifade ettiğimiz gibi yanlış çıktı.

Taraf’ı bundan sonra daha dikkatli olmaya ve okuyucularını doğru bilgilendirmeye çağırıyoruz.

Kaynak: OdaTV

RTE’nin Davalarla Derdi Ne?..

Günümüz Türkiye’sinde iki dava ortalığı birbirine katıyor...

Başbakan Recep Tayyip Bey iki davanın da içinde...

*

Başbakan Erdoğan kendisini açıkça Ergenekon davasının savcısı ilan etti...

“- Ben Ergenekon davasının savcısıyım...”

Oysa herkes Ergenekon davasının savcısı olarak Zekeriya Öz’ü biliyordu...

Meğer bu davanın asıl savcısı AKP’nin, iktidarın, hükümetin başıymış...

*

Dava sürüyor...

Ama, yine herkes biliyor ki bu davanın ne sorgulaması sorgulamaydı, ne iddianamesi iddianame...

Çünkü Başbakan’ın savcısı olduğu dava hukuki değil, siyasidir...

Zaten Ergenekon davasının ne sorgulaması hukuka ve yasalara uygundur, ne de iddianamesi hukuka ve yasalara uygun...

Başbakan RTE’nin böyle bir davanın savcısı olması ne anlam taşıyor?..

*

Gelelim ikinci davaya..

Deniz Feneri davası..

Başbakan bu davanın da içine cumburlop girdi...

Bu kez RTE davanın savcısı değil, adı dava iddianamesinde geçiyor...

Peki, Deniz Feneri davasının içeriği ne?..

Hortumculuk...

Üstelik Deniz Feneri davası Ergenekon gibi Türkiye’de görülmüyor...

Almanya’da sürüyor...

Almanlar bakmışlar ki İslamcılık tezgâhı kuran birtakım Türkler, saf Türkleri kim vurduya getirmişler...

Olaya el koymuşlar...

*

Ama Başbakan bu işe bozulmuş, Türkiye’de davanın haberlerini yansıtan grubun patronu Aydın Doğan’ı düşman ilan etti...

Erdoğan, Doğan’a diyor ki:

- Gazetelerinde Deniz Feneri davasının haberlerini yayımlamayacaksın!

Açıkçası Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Feneri davasında da hızlı taraf olup çıktı...

Allah aşkına Tayyip Bey neden bu davalara bulaşıyor?..

Niçin Ergenekon’da savcılık, Deniz Feneri davasında avukatlık yapıyor?..

*

Bu sorunun yanıtı pek yakında ortaya çıkabilir...

Herkes de şaşırabilir...

Ergenekon ile Deniz Feneri, Başbakan’ın kişiliğinde bütünleşen tek davaya dönüşüyor...

Bu da hayra alamet değil...

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 12 Eylül 2008

Manzara…

Üç gün önce bir televizyon kanalında izledim onu...

Sibel, sekiz yaşında bir kız çocuğuydu.

Siyah saçlı, kara gözlü.

Elinde çizgili bir defter... Eğri büğrü yazılmış harfler...

Pencereleri açık bir oda. İçeride yirmi-yirmi beş kız ve erkek çocuğu.

Okulları var ama öğretmenleri yok!..

O, geçen yıl yatılı bölge okuluna gitmiş, bir yıl okumuştu; annesini ve babasını özlediği için eğitimini bırakıp köyüne dönmüştü.

Diyarbakır’ın bir köyü...

Bir okul binası kerpiçten yapılmış.

Öğretmeni de yok, öğrencisi de... Çocuklar “okulculuk” oynuyorlar. Sekiz yaşındaki kara gözlü kız çocuğu öğretmen olmuş.

İçimden bir şeyler kayıp gitti, bir yıldız gibi.

Yıl 2008’di.

Gökyüzü sıkılmış bir yumruk gibiydi. Gecenin dokusunda akan ırmağa benzeyen esinti yüzümü yalayıp geçti.

Aklıma Adapazarı Garı’nda parasız kalan Mardinli fındık işçileri geldi. Fındık bahçelerinde çalışıp parasını alamayan Kürt işçiler.

Mardin’e dönecek beş kuruşları yoktu...

Çıplak bakışlı bir korku, düşsüz uykular...

Çocuklar, gençler, yaşlılar... Tüm yüzlerde kurşun karası bir yorgunluk...

Karl Krolow’ın dizelerine yansıyan, ağızlarda sizi sürükleyen zehir tadı. Yaşamın burukluğu. Çaresizliğin bir alev gibi bedeninizi sarması.

İki haber derinden vurdu beni, hüzünlendirdi...

Bu çağda okula gitmeyen çocuklar, hastane kapısında bekleyen yaşlılar, yolsuzluk, talan, vurgun ve yoksulluk...

***

Güneş bir görünüyor, bir kayboluyor...

Sonbaharın arkası kış!..

Bilmem kaç milyon ton parasız kömür dağıtacak hükümet. Ramazan da geldi. İftar çadırları kuruldu. Ardından bayram. Erzak paketleri şimdiden hazırlandı. Garip gurebaya dağıtılacak.

Deniz Feneri e. V. davasında ilginç ilişkileri 18 aydır biliyordum. Paraların nasıl toplandığını, hangi yollarla Türkiye’ye gönderildiğini, kimlere ne kadar verildiğini...

Henüz seçimler yapılmamıştı. Kanal 7 Int’i 100 Alman polisi basmıştı. Sonra işten çıkarmalar başladı. Gözaltı ve tutuklamalar.

Olayın üzerine giden gazeteci sayısı dört...

Tayyip Bey, o dönem el bebek gül bebek!

Almanya’daki “din kardeşlerimizden” neredeyse 50 milyon Avro toplanıyor, paralar ceplenip birileri tarafından paylaşılıyor.

Alan razı, veren razı!..

18 aydır susan kimi köşe yazarları yine döktürmeye başladılar. Aman Tanrım, neler yazıyorlar neler.

Dinci ve tarikatçı medya tam siper. Bizim İzmirli Fehmi ve yakışıklı Ali bu işin içinde Ergenekon’un Almanya ayağı olup olmadığını saptamak için harıl harıl çalışırken Brükselli Hadi “Beni Hürriyet’ten atarlar mı” diye sağa sola haber salıyormuş.

Her neyse!

Vurgun küçük çapta...

Bilinen para 40.6 milyon Avro, bilinmeyen ise 100 milyon Avro...

Dinci takımı için para değil bu!

Bir milyar Avro’yu aşmadıkça hiçbir değeri yok. Jet Fadıl bile gülüyor olup bitenlere.

***

Güneydoğu’da “okulculuk” oynayan çocuklar... Adapazarı Garı’nda peş parasız kalan fındık işçilerinin acısı...

Ah benim güzel yurdum, kardeşlerim, çocuklarım!

Elleri öpülesi kadınlarımız! Köy kahvelerinde pişpirik oynayan erkeklerimiz! Ceplerinde üniversite diplomasıyla dolaşan işsiz gençlerimiz!

Ey benim Türk’üm, Kürt’üm, Lazım, Çerkezim...

Memurum, esnafım, emekçim, dar gelirlim!

Solcularım, sosyalistlerim, Kemalistlerim!

Ey benim, “özgürlükçü solcuyum” diyen liboş tayfam!

Bakın Fenerbahçe’nin İspanyol futbolcusu Güiza ne diyor:

“...Türkiye, İspanyol kültüründen çok uzak. İyi ya da kötü diyemem ama farklı. Kadınlar sokakta baştan aşağı örtünerek dolaşıyor. Yani çarşafın altında ne olduğunu anlamanız için hayal etmeniz gerekiyor.

Ben Türkiye’ye futbol oynamaya ve çok para kazanmaya geldim. Lüks içinde yaşıyorum. Türk yemeklerini çok seviyorum...”

İspanyol gözüyle Türkiye’nin fotoğrafı böyle...

Sizce abartılı mı?..

***

İçimden bir şeyler kayıp gitti, bir yıldız gibi. Hüzün geceye salarken köklerini, içim titriyordu.

Sibel’i ve oyun arkadaşlarını düşündüm. Açlığı, yoksulluğu, yolsuzluğu ve din sömürücülerini...

Ülkem adına utanç duydum!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 12 Eylül 2008

11 Eylül’ün Hedefi

Yedi yıl önce bugün Amerika’nın başkanı George W. Bush, ağzını dolu dolu doldurarak bağırıyordu:

“Bu bir Haçlı Seferi’dir.”

11 Eylül saldırıları olmuş, Amerika’nın güç ve ihtişamının simgeleri yerle bir edilmişti. Dünya ekonomisine egemenliğin simgesi, Dünya Ticaret Merkezi binaları, ikiz kuleler, iki uçaklı intihar saldırısıyla yıkılmıştı. Amerikan askeri gücünün simgesi Savunma Bakanlığı (Pentagon), yine bir intihar uçağının dalışıyla büyük hasar görmüş, bir kanadı çökmüştü. Amerikan siyasal egemenliğinin simgesi Beyaz Saray, son anda kurtulmuştu. Çünkü, Beyaz Saray’ı vurmak üzere kaçırılan uçak, iddiaya göre, hedefine ulaşamadan vurulmuştu.

Dünya şok geçiriyordu. Amerika da kriz geçiriyordu.

İlk şok atlatılınca, saklandığı yerden çıkan Bush, işte o zaman meydan okumuştu: “Bu bir Haçlı Seferi’dir” diye. Alı al moru mor, öfke içinde, burnundan soluyarak meydan okuyordu: “Bu bir Haçlı Seferi’dir.” Başını Usame Bin Ladin’in çektiğini öne sürdüğü El Kaide adlı bir örgütü suçluyor, “Onları inlerinden bulup çıkaracağız” diyordu.

***

Aradan yedi yıl geçti. Ne Bin Ladin diye biri bulunup yakalanabildi ne de birileri inlerinden bulup çıkarılabildi. Sadece üç şey oldu.

Bir: Amerika Afganistan’ı işgal etti. Taliban yönetimini devirdi. Orta Asya’yı Hint Okyanusu’na bağlayan yoldaki en önemli engeli ortadan kaldırmayı hesap etti. Hâlâ Afganistan’ı ne kadar kontrol edebildiği belli değil.

İki: Amerika Irak’ı işgal etti. Ortadoğu’nun bu önemli petrol ülkesini kana buladı. Irak’ta kitle imha silahları bulunduğu yalanıyla, “Saddam Hüseyin’i devirip, Irak’a demokrasi, insan hakları ve refah getireceği” aldatmacasıyla koskoca ülkeyi harabeye çevirdi. Irak’ı en az üçe böldü, petrol kaynaklarına el koydu. Bush’un yalanlarına inanan zavallı Irak halkı, o gün bugündür kan, ateş, ölüm altında, açlığın, yoksulluğun, susuzluğun, ilaçsızlığın pençesinde hayatta kalmaya çalışıyor. Ölen, öldürülen çocukların sayısı bile bilinmiyor. Tam bir talan ve yağma ülkesi haline geldi Irak.

***

Ve üç: Bush yönetimi, Amerika’nın altmış yıllık müttefiki Türkiye’yi yangın yerine çevirdi. Irak’ın kuzeyinde kendi koruması altında bir Kürt devleti kurup, Türkiye’nin Kürtlerine de aynı yolda yeşil ışık yaktı. Kuzey Irak’ta kurdurduğu devletin gözetim ve desteğinde, Türkiye’yi hedef alan, on binlerce insanın ölümüne yol açan terör örgütüne yardım, yataklık yaptı ve her türlü desteği sağladı.

Bir yandan da demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kimyasını bozmak için kolları sıvadı. Türkiye için, bir ‘Ilımlı İslam’ gömleği biçip zorla giydirmeye girişti.

Yedi yıl önce Bush’un ilan ettiği ‘Haçlı Seferi’nin anlamı işte budur. Türkiye’nin bugün yaşadığı büyük sıkıntının nedeni işte budur.

Hikmet Bila - Cumhuriyet, 12 Eylül 2008

09 Eylül 2008

Laiklik düşmanları!

Ensonhaber.com adresinden yayın yapan, kime çalıştığı belli olmayan haber sitesi, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in yeni adli yılın başlangıcı nedeniyle yaptığı konuşması sırasında su içmesini, Ramazan'da bu olmadı başlığıyla haber yapmış. Satır aralarında laiklik karşıtı cümleleriyle dikkat çeken haber, Gerçeker'in su içmesini de laiklik vurgusu olarak nitelemiş. Haberin devamında, eski Cumhurbaşkanımız A. Necdet Sezer'in de ramazan ayında su içtiğini hatırlatmayı da ihmal etmemişler.

Bakalım aynı haber sitesi, Abdullah Gül'ün ramazan ayında su içmesini okurlarına nasıl duyurmuş:

"Cumhurbaşkanı Abdulah Gül, Siirt ziyaretinde unutkanlığının kurbanı oldu. Gül Ramazan ayına girildiğini unutunca, dalgınlıkla su içti."

Su içen Abdullah Gül olunca unutkanlık, dalgınlık; A. Necdet Sezer ve Hasan Gerçeker olunca laiklik vurgusu...

İşte laiklik düşmanlığına bir örnek!

Yeni Sabetayizm: Fethullahçılık

Arşivde gezinirken yıllar önce Yalçın Küçük’le yaptığım bir röportaja denk geldim. Prof. Küçük’e neden Sabetayizm meselesiyle ilgilendiğini soruyorum, kendisini neyin tetiklediğini merak ediyorum. Bana “İsmail Cem’in Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için yola çıktım” diyor, sonradan araştırıp işin derinine indikçe Sabetayizm’in kollarının nasıl da her yere uzandığını görmüş. Sabetayistlerin birbirini kolladığını, bu lobicilik yüzünden Türkiye’de yeteneğin önündeki bütün kapıların kapatıldığını da bu vesileyle hepimizin yüzüne vuruyor.

Hoca’nın haklı çıktığı bir nokta bu. Hakikaten de Türkiye’de bir şey yapmak isteyenler lobi duvarlarına çarpıyor ve bu lobinin birbirini kollama alışkanlığı pek çok yeteneksize Türkiye’deki rant kapısını açıyor.

Sesi olmayan şarkıcılar, zeki olmayan siyasetçiler, hiçbir kıymeti olmayan emekli büyükelçiler, gazeteciler... Yalçın Küçük her sektörden putları devirdi, yeteneksizleri afişe etti ve ortaya çıktı ki pek çoğunun ortak noktası da Sabetayist olmalarıydı.

Kendi maskelerinin düştüğünü görenler, yeteneksizlikleriyle bunca sene varolanlar bu isyandan hoşnut değildi elbette. “Çatlak profesör” gibi küçültücü tanımlarla Prof. Küçük’ü ve yazdıklarını hafife almaya çalıştılar. Ancak ters tepti. Yalçın Küçük daha da güçlendi, isyanı daha da yayıldı ve Rüştü’nün yeteneksizliğinden tutun da Tarkan’ın başarısızlığına kadar yumruğunu indirdiği bütün putlar darmadağın oldu... Ne Kemal Derviş Türkiye’yi kurtardı, ne İsmail Cem Cumhurbaşkanı oldu...

Türkiye, putperest bir toplum olmayı benimsedi maalesef. Hayatın her alanında yeteneğe kapatılan kapılar putlarla örtüldü, insanlar uyutuldu.

Burada Sabetayizm’i bir etnik köken olarak değil bir lobi olarak algılamak daha doğru. Yalçın Küçük’ün de işaret ettiği üzere 1967’ye kadar bu topraklardaki Sabetayizmle, Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra aldığı şekil bambaşka...

Türkiye’yle paralel olarak dünyada da Sabetay Sevi ve Sabetayizm hakkında yapılan araştırmalar kapalı kapılar ardında gizlenen bu konunun daha rahat anlaşılmasına sebep oldu. Sabetayizm korkulacak, utanılacak bir şey değildir, Yalçın Küçük’ün de aslında çalışmalarında altını çizdiği budur: Ancak kendi yeteneksizliklerini Sabetayizm’in ardına gizleyenler ve bunun rantını yemeye çalışanlar mücadele edilesidir. Onların yaptığı gerçek Sabetayistlere de ihanettir çünkü.

Putperest toplumların özellikleri devrilen bir tanenin yerine yenisini koymaktaki beceri ve hızlarıdır. Bugün Türkiye’de Sabetayizm meselesi şeffaflaşmıştır artık.

Ama ortaya yeni bir put çıkmış, ne yazık ki düzen de aynı şekilde işlemeye devam etmektedir.

Türkiye’deki insanların taptığı bu yeni putun adı Fethullah Gülen’dir. Gülen ve çevresindeki insanların kontol edemeyeceği kadar çok sayıda insan Cemaat’i ve adını kullanarak bir yerlere gelmeye, rant elde etmeye ve Türkiye’yi kuşatma çabası içindedir. Bunu çok net görebiliyoruz.

Acaba bugünün pek çok Fethullahçısının aslında Sabetayist olmalarının etkisi var mıdır?

Hepimiz kuşatma altındayız ve bir kez daha yeteneğe bütün kapılar kapatılmış durumda.

Mesela medyayı ele alın: Hiçbir becerisi, zekası ve özel yeteneği olmayanlar bir yerlere yerleşiyor bu dönemde. Halıcıdan, dershane hocasından, kapıcınız yapmayacağınız zavallılardan Genel Yayın Yönetmeni oluyor. Birtakım dinci kanallara medyada hiçbir kıdemi, adı bilinmeyen insanlar üst düzey yönetici olarak atanıyor. Kimileri Cemaat’in parasıyla tetikçi gazeteler çıkartıyor. Bunlara büyük paralar veriliyor, Amerika’dan getirtiliyor, özel misyonla evden çıkartılıyor.

Cumhurbaşkanı YÖK’e tartışmalı bir başkan atıyor, sonradan öğreniyoruz ki Fethullahçıymış meğerse.

Altın Portakal’da bile ödül kazanan filmin yönetmeninin karısı Fethullahçı. Tesadüf mü?

Gün geçmiyor ki medyada bir şovmen, bir magazin malzemesi Hocaefendi’nin adını zikretmesin.

Televizyonlarda en çok parayı kazanan, en çok program yapanların yolları bir şekilde Fethullah Gülen’e uzanıveriyor. Birden şirket sahibi oluyorlar, yapımcılık yapıyorlar, milyonlarca dolarla oynuyorlar. Soruşturuyorsunuz, “Fethullahçı” diyorlar.

Futbolda gidip Hocaefendi’nin elini öpen Milli Takımlar teknik direktörü oluyor. Her sene THY’nin New York uçağıyla Hocaefendi’yi ziyaret eden, Cemaat’e parasal yardımda bulunan bir futbolcu sportif hayatındaki tüm istikrarsızlıklara (sakatlık, yedeklik vs.) rağmen rekor transfere Fenerbahçe’ye transfer olabiliyor.

Küçük esnafken büyüyen, dönüşen sermayenin temsilcilerinden olanlar Hocefendi’ye biat edenler. Büyük holdingleri satın alıyorlar, iş sahalarını genişletiyorlar. 10 sene önce adı duyulmayan bir adam bugün teknesinde Cumhurbaşkanı’nı ağırlıyor, Fethullah Gülen’den hayranlıkla bahsediyor.

Her yerde, her alanda, her şekilde kuşatılmış durumdayız. Cemaat’ten olmayanların yaşam şansı bulamayacağı bir Türkiye’ye doğru gidiyoruz.

Bu kuşatmaya boyun mu eğeceğiz, kıracak mıyız?

Tıpkı Sabetayizm tartışmalarında olduğu gibi, önce karanlık bir konu olan Fethullah Gülen Cemaati’nin de kodlarını çözmemiz gerekiyor.

Oray Eğin - Akşam, 13 Ağustos 2008

İşte Taraf’ın para kaynağı

Dünkü yazıma bir not olarak ekleyeyim: Bana saldıranların bir kısmının gerekçesi sadece kıskançlık değil. Yazdıklarımdan rahatsız olan büyük bir kesim var. Bu köşede dile getirdiğim kimi bilgiler onları rahatsız ediyor. Saldırıların yoğun olarak geldiği bir yer Taraf gazetesi ve çevresi. Beni hedefe oturtmalarının altında neyin yattığı ise ortada: İlk günden beri Taraf’ın sermaye yapısının şeffaflığa kavuşması gerektiğini yazıyorum, sahiplerini ve gelir kaynaklarını sorguluyorum.

Ahmet Altan köşesinden bağırıyor, Taraf’ı sorgulayan herkese yönelik “İspat edin” diyor. Taraf’ın Cemaat tarafından beslendiğini, bir misyon uğruna bu gazetenin yaşatıldığını defalarca yazdım. Bazı yazarlar da AlkımYayınevi’nin bankalardan aldığı kredileri yazdı; bu apayrı bir konu.

Ben başka bir açıdan yaklaşıyorum.

“Rüşvetin belgesi olur mu”, ama ben yine de yazayım.

Gelin Taraf gazetesinin sayfalarını inceleyerek bu sermaye yapısı hakkında nasıl biraz düşününce gerçeklerin ortaya döküldüğüne bakalım...

Sizce Taraf gazetesinin entelektüel, kentli, liberal ve şehirli okurları Kanal 7’yi izler mi?

Ya da TV Net diye adını ilk kez duyduğum bir kanalda “Düşüne Taşına” programında ‘Ramazan Medeniyeti’ başlıklı bir tartışmaya ilgi duyar mı?

Taraf’ın kentli okurları BİM mağazalarından alışveriş yapar mı? Buzdolaplarını buralardan aldıkları ürünlerle doldurur mu?

Mesela Taraf okuru parasını faizsiz bankacılığa yatırır mı?

Ya da Ramazan ayı dolayısıyla ‘Kumanya bedeli 60 YTL’yi İnsani Yardım Vakfı’na ve bu vakfın Kuveyt Türk, Albaraka Türk gibi bankalardaki hesaplarına yatırır mı?

Birkaç bin satışı var Taraf’ın. Küçümsemek için söylemiyorum. Nasıl dar bir çevre için çıktığını gösteriyor bu kısıtlı tiraj. Hedef kitlesi son derece sınırlı. Zaten gazetenin yayın çizgisi de fazlasıyla eğitimli ve üst gelir grubuna mensup insanlara hitap ediyor. ‘Kentli ve eğitimli’ okur için çıktığını iddia ediyor Taraf.

Ancak yukarıda bahsettiğim kurumların neredeyse hiçbirinin kitlesiyle örtüşmüyor. Mesela Nişantaşı, Etiler gibi semtlerde BİM mağazası bulamazsınız. Taraf gazetesini çıkartan Ahmet Altan’ın evinin etrafında da.

Ne garip bir reklam planlamasıdır ki BİM gibi bir market, çeşitli İslami bankalar, Cemaat’in kanalları Taraf’a ilan veriyor. Çok ilginç değil mi? Genellikle İslami Basın’a ilan veren yerler buralar. Ama Taraf’ı da katmışlar. Her gün Taraf’ı açınca bu gibi ilanlara rastlamak mümkün. Daha dünkü sayısında bile iki tane vardı.

İslami gazetelerinin gelir kaynaklarını aşağı yukarı biliyoruz. Nasıl desteklendikleri ortada. Bu mecralarda gördüğümüz bir reklam bizi şaşırtmıyor: Kanal 7’nin bir ilanı Vakit’te çıkınca yadırgamıyoruz. Ya da BİM’in, Bank Asya’nın.

Ama tekrar ediyorum: Bu kurumlar Taraf’a da ilan veriyor. Dahası Taraf kendisini İslamcı Basın olarak da adlandırmıyor.

O zaman bu bir anlamda para aktarımının belgesi mi acaba? İslami sermayenin Taraf’a nasıl destek çıktığının, Cemaat’in nasıl para verdiğinin bir anlamda kanıtı mı?

Ahmet Altan diyor ki “Kamu bankalarından bir kuruş para almadık.” Peki şunu soralım: Siz Vakıfbank ilanını hiç BirGün gazetesinde gördünüz mü? Vakıfbank, Cumhuriyet’e de ilan veriyor elbette. Ama Cumhuriyet’e bir kere ilan veriyorsa, Taraf’a 10 kere veriyor.

Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sanatsal faaliyetlerinin de reklamları hep Taraf’ta çıkıyor. Sahi, Kadir Topbaş bu ilanları neden Cumhuriyet’e vermiyor? Cumhuriyet okurlarının kültür sanatla ilgilenmediğini mi düşünüyor?

Şaka bir yana, Topbaş’ın bu ilanları neden Taraf’a verdiği belli. Taraf bu sayede Belediye’den de maddi destek görmüş oluyor.

Türk meydasındaki insanlar bu ilişkiyi bilmez mi? İlan akışının nasıl sağlandığını, bunun ne anlama geldiğini anlamazlar mı?

Taraf’ın sahibi de, genel yayın yönetmeni de “Bize nasıl para aktartıldığını söylesinler” diye bas bas bağırıyor. Herhalde hiç kimsenin kamyonlarla onlara un çuvalları içinde para vereceğini düşünmüyor herhalde. Ama bir sayfalık BİM ilanı tam da bunun karşılığı değil midir? Taraf’ın okurlarının ilgisini bile çekmez bu ilan, bir tek müşteri bile kazanamazlar...

Güya bizi bir yayınevinin kitap satarak kazandığı parayla bu gazeteyi çıkarttırabileceğine inandıracaklar. Beşiktaş’ta bir kitapçı dükkanı koskoca bir gazeteyi çıkartabilir mi? Alkım bir kere Ahmet Altan’ın kitabını çok sattırdı, o kadar. Habire bunu önümüze koyuyorlar, başka satan kitap var mı? Alkım Kitapevi’nin geliri Yasemin Çongar’ın uçak parasına yetmez!

Kaldı ki Türkiye’de ne çok yayınevi kuruldu, ne çok kitapevi battı. Hepsi ortada. Yazarların ne kadar kazandığını da gördük bu ayki Forbes’ta. Çok satan kitap yazarlarının bütün mali dökümü dergide var. En çok Orhan Pamuk kazanıyor; onun bile kazancı Taraf’ı çıkartmaya yeterli değil.

Kandırmasınlar Taraf çalışanlarını, işte belgesiyle Taraf’ın gelir kaynakları. Umarım aydınlaşmıştır Başar Bey ve Ahmet Bey. Bunlar görünen aktarımlar, görünmeyenler de zamanla ortaya çıkar.

Taraf bir tane ilanı hak ediyor. O da Alkım Yayınları’nın verdiği yarım sayfalık kitap ilanları... Bilmeyenlere söyleyeyim: Alkım zaten Taraf’ın sahibi...

Oray Eğin - Akşam, 4 Eylül 2008

07 Eylül 2008

Deniz Feneri az! Okyanus Feneri lazım bunlara...

Yüzyılın tokadı...

Deniz Feneri.

Bakıyorum yazılıp çizilenlere...

Hep aynı benzetmeler yapılıyor:

"Dindar insanlarımızı kandırarak..."

"Temiz duyguları kandırarak..."

"Hassas yürekleri kandırarak..."

"Vicdanlı insanlarımızı kandırarak..."

"Saf Anadolu insanını kandırarak..."

*

Yok öyle!

*

Kendinizi kandırmayın...

Saf maf değil, o para kaptıranlar.

*

Bu dünyada her türlü katakulliye rıza gösterip, öbür dünyayı makbuz karşılığı satın almaya kalkan... Kaç euroysa ödeyip, cennette tapu kapmaya çalışan Şark kurnazı onlar.

*

Üzülmeyin sakın.

*

Gariban şehit çocuklarının yırtık pırtık çoraplarla gezdiği bir ülkede, Mehmetçik Vakfı dururken, Tanzanya’daki yoksullara iftar vermeye çalışıyorsa "vicdan sahibi" Anadolu insanı...

Bırakın dolandırsınlar kardeşim!

*

Sevaptır.

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 7 Eylül 2008
Related Posts with Thumbnails