21 Mayıs 2008

19 Mayıs’ta; Siyasal ve Bedensel ‘Arızalar’

19 Mayıs; toplumsal gelişmelerden en az yüzyıl geride kalan dine bağımlı Osmanlı Devleti’nden bağımsız laik Cumhuriyete ilk adımın atıldığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı savaşı başlattığı gün.

19 Mayıs, her yıl Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı adı altında düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor.

Bugünlere gelmelerine olanak sağlayan Atatürk’ü anma gününde Çankaya’daki AKP’li ile Başbakanlık’taki “kardeşi”nin yayımladıkları mesajlarda günün gerçek anlamına değinen ifadelere rastlanmıyor.

Atatürk’ü anma gününde gericiliğin üstünü örten ve Atatürk’ün onca yol gösterici sözleri arasında herhangi bir sırada olan “Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine” ulaştırmayı amaçlayan tek bir cümlesini yineliyorlar.

Çankaya’daki ve Başbakanlık’taki ikili, Cumhuriyet’in ilk adımı olan 19 Mayıs günü açıklanan mesajlarında Atatürk gençliğine, onun içerden ve dışardan gelen her türlü vaade, her girişime karşın tam bağımsızlığı korumayı öngören öğütlerini anlatmaya yanaşmıyorlar.

19 Mayıs günü Atatürk’e ait tek bir cümleyle yetiniyor, üstü kapalı biçimde AKP propagandası yapıyorlar.

***

İkinci, üçüncü sıradaki AKP yetkililerinden bilgisizlikten kaynaklanan acayip yorumlar geliyor.

Örneğin Başbakan Yardımcılığından Adalet Bakanlığı’na gönderilen Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken sadece cumhurbaşkanının, Genelkurmay başkanının ve Diyanet İşleri başkanının makam aracı olduğunu ve bu durumun “halkın dine olan ihtiyacına böylesine önem verildiğini” vurgulamak için söylüyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarını bırakalım bir yana; oysa, Şahin biraz olsun kitap karıştırabilir, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada ABD’ye Türkiye’nin sahip olduğu değerleri açıklayan büyükelçilik raporlarında ülkemizde ancak 200-300 otomobil olduğunun yazıldığını görebilirdi.

Şahin, Çankaya’daki AKP’liden ve RTE’den farklı konuşmuyor. Konuşması da beklenemez. 19 Mayıs’ın kendi yaşamından başlayarak ulusun yazgısını değiştireceğini anlatacağı yerde, bu tarihsel günde tabii dinci parti AKP’ye yakışır içerikte dincilik satıyor.

***

1 Mayıs’ta Kayseri’de, 18 Mayıs’ta Eskişehir’de halka konuşan RTE’nin ne gözünde ne de vücudunda herhangi bir arıza yok.

Bu illerde yaptığı son konuşmalarda da; ekonomik ve sosyal çalkantılardan bunalan halka karşı başarısızlıklarını örtmeye çabalıyor, sanki başarısızlıklarına neden parti lideri Baykal’mış gibi sürekli CHP’ye yükleniyor.

18 Mayıs gecesi 23.40’ta Başbakanlık’tan yapılan bir açıklama “gözünde beliren sağlık sorunu nedeniyle” 19 Mayıs törenlerine katılamayacağını bildirdi.

Acaba gözündeki arızaya, giderek gözüne batan CHP’deki toparlanma, kıpırdanma mı neden oldu?

Yoksa Emine Hanım’ın kraliçenin yaş günü kutlamalarında İngiltere Sefareti bahçesinde sık sık görüştüğü kimi hanımlara söyledikleri, -ne olduğu açıklanmayan- gözdeki rahatsızlığı başlatan gerçek neden mi?

RTE’nin eşi, şöyle diyor: “Bugünlerde psikolojik olarak da bedenen de çok yorgunuz.”

Kısa ama çok dikkat çekici bir cümle.

Bu, sıkıntıları dışarıya yansıtmamak için her türlü çareye başvuran bir siyasetçinin evdeki ruhsal ve bedensel durumunu yansıtan bir cümle.

Enflasyon, her gün artan fiyatlar karşısında geliri sabit kalan bireylerden gelen eleştiriler bir yandan. Diğer yandan iç politikadaki zikzaklarıyla kimi sorunları daha da karmaşık duruma getiren politikaların önüne getirdiği, partinin kapatılması olasılığından, siyaseten yasaklanırsa ne yapacağını, ne olacağını bilememekten kaynaklanan sorunlar…

...Gözde de, bedende de birden sıkıntılar çıkmasına, hatta varsa ülser gibi, sara gibi rahatsızlıkların birden canlanmasına veya yeni rahatsızlıkların başlamasına yol açabilir.

Siyasal ve kişisel olasılıklardan kaynaklanan RTE’deki bunalımı ABD ve AB’den gelen kimi sesler özetliyor:

“…Geçen yaz elde ettiği önemli siyasi sermayeyi çarçur etti…”

Boşuna söylenmemiş: “Haydan gelen huya gider” diye!

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 20 Mayıs 2008

19 Mayıs 2008

AKP Tuzu da Kokutuyor!

Demokrasimizin bugünkü görünümünü en iyi anlatan deyimlerden biri şu olsa gerek:

Tuz kokarsa!

Demokrasilerin “tuzu” hukuktur.

Hukuk yara alırsa, tedirginleşirse, baskı altına alınırsa, orada ne adaletten söz edebilirsiniz, ne sağlıklı yönetimden.

AKP yelpazesi, altı yıl boyunca yaptıklarını iyi bildiği için kapatma davasının nasıl seyredeceğini herkesten iyi biliyor. O nedenle de bu süreci yıpratmak, satranç tahtasını sallayıp her şeyin karmakarışık hale gelmesini sağlamak için her şeyi yapıyor.

Bu hafta içinde yargı kurumlarının çevresinde dolaşan haberlere baktığımızda; yargının, önemli kısmının hâlâ su yüzünde olmayan ciddi bir baskı altında olduğunu görüyoruz.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün izlenme gözaltısının ardından yaptığı açıklamalar, şu soruları öne çıkarıyor:

1- Mahkeme üyelerinin tümü böyle bir takip altında mı?

2- Mahkeme üyeleriyle ilgili yapılan kulis yorumlarında, 7 ya da 9 üyenin mahkeme geleneklerine dayalı oy vereceği konuşuluyor. Amaç salt onları yıldırmak mı?

3- Dava en erken önümüzdeki sonbaharda bitebilir. O güne dek mahkeme üyelerine yönelik yeni sürprizler var mı?

***

Soruların ikinci şıkkını ayrıca sütuna yatıralım... Davanın gündeme alınması oybirliğiyle, davanın içine Gül’ün de katılması 4’e karşı 7 oyla kabul edildi. Bu oylama elbette sonucu bağlamaz ama, yorum yapma hakkı verir!

7 üyeye karar aşamasında 1 ya da 2 üyenin daha katılabileceği konuşuluyor. Katılacak kişi ya da kişiler arasında Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın olmayacağı öngörülüyor.

Kılıç, hem kapatma davalarına farklı bakıyor, hem AKP ile görevi gereği de ilişki içinde!

Öyle anlaşılıyor ki 7-9 üyeyle ilgili ne yapılabilir sorusu iktidar çevrelerinin başlıca gündemi...

Kılıç’ın davranış biçimiyle ilgili somut örnek, son dönemdeki davalarda görevlendirilen raportör... Hem türban davasına hem kapatma davasına aynı kişi raportör tayin edildi...

Görevlendirmeyi kim yaptı?

Kılıç...

Türban raporunu 80 günde yazan Osman Can, görüşlerini kamuoyundan da saklamayan bir kişi. Son iki yıl içinde yayımlanan yazılarında şu tür konuları işliyor:

- Anayasa değişikliğinde AKP pasif davranıyor...

- Bürokratik seçkinlerin iktidarı yitirdiği bir dönemden geçiyoruz...

- Askerlik zorunlu olmaktan çıkarılmasa bile en azından vicdani ret tartışılmalı...

Elimizde Can’ın değişik zamanlarda yayımlanmış 30 sayfaya yakın yazısı var. Can, her konuda istediği gibi düşünebilir, düşüncesini açıklayabilir. Ama Anayasa Mahkemesi raportörünün en azından kurumuna saygılı olması gerekir.

***

Dün Danıştay saldırısının ikinci yıldönümüydü. Saldırıda yaşamını yitiren Mustafa Yücel Özbilgin anılırken Adalet Bakanı’nın bulunmaması yadırgatıcı bir durum değil!

Danıştay Başkanvekili Gönül Önbilgin’in, anma töreninde “yargıya saldırılardan” söz etmek durumunda kalması da içinden geçtiğimiz sürecin fotoğrafı...

AKP, yargı kurumlarını zayıflatarak hukuku esir alabileceğini düşünüyor ama, hem ülkesel hem küresel bellek diyor ki:

Adalet gücünü elinde tutan kişileri zayıflatarak hukuku ortadan kaldıramazsınız!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008

18 Mayıs 2008

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi

Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.

Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...

Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...

Ahmed dedesinin adını taşıyordu...

Tarih 6 Mayıs 1876.

Yer Selanik.

Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu’na götürdüler.

Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami’de toplandılar.

Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin’in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.

Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.

Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.

Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...

Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; "Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?"

Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geride kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

Üstelik hamileydi...

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.

Atatürk’ün doğumuna ilişkin belirsizlikler

Hangi tarihte doğdu?

Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.

Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.

Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.

Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.

İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."

Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.

Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.

Pembe Ev’de mi doğdu?

Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe Ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu.

Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.

Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.

Pembe Ev’in sahibi kim?

Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.

Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı.

Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.

Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi’yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev’e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.

Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.

Sonuçta:

Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk’ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk’ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.

Not:

Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:

Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.

Oysa:

Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir’ler saltanatçı seçkinlerdi.

Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı ok’undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:

Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?

Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?

Soner Yalçın - Hürriyet, 18 Mayıs 2008

Hakan Yavuz Neden Korkuyor?

Prof. Dr. Hakan Yavuz on yıldır ABD’de çalışıyor. Yavuz, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersleri veriyor. Hakan Yavuz’un eski eşi Edibe Sözen ise AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili...

Hakan Yavuz, bunca yıl Fethullah Gülen hareketini savunmuş bir kişiydi...

Bir de baktım ki şimdilerde içini bir korku sarmış Fethullahçı hareketin Türkiye’yi kuşatmaya başladığına tanık olunca...

Ne denir? Günaydın!..

New York Times’tan sonra İngiltere merkezli uluslararası haber ajansı Reuters’in deneyimli muhabiri Alexandre Hudson, Türkiye’ye gelmiş, Fethullahçılarla konuşmuş...

Fethullahçı Zaman gazetesi bakın haberi nasıl vermiş manşetten:

“Reuters’in Gülen yorumu: Modern hayata kök salan İslam’ın savunucusu...”

Oysa, Reuters’in başlığı şuydu:

“Türk-İslam Vaizi: Tehdit mi, hayırsever mi?”

Reuters’in tüm dünyaya geçtiği haberde, daha düne dek Fethullah Gülen’e övgüler yağdıran, onları yere göğe sığdıramayan, yazıları Zaman gazetesinde çıkan Hakan Yavuz sanki incir ağacından baş üstü düşmüş...

Hakan Yavuz’un Reuters ajansı muhabirine söyledikleri şu İngilizce metinde:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

***

Yıllardır bu köşede Fethullah Gülen hareketinin “siyasal” olduğunu yazdım; devletin duyarlı kurumlarında nasıl örgütlendiklerini kanıtlarıyla ortaya koydum...

Fethullahçıların “maskelerini” indirdikçe medyanın sözde demokrat yazarları, sağ ve sol yelpazedeki politikacılar “Hocaefendi” diye sahip çıktılar...

Fethullahçılar devletin duyarlı kurumları olan Milli Eğitim, emniyet teşkilatında, yargı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde F tipi örgütlenmeye 1983 seçimlerinden sonra Turgut Özal döneminde başladılar.

Yıl 2008 ve işlem bitmiştir!..

Reuters ajansının geçtiği haberde Hakan Yavuz her şeyi açıkça söylüyor. Ancak, Fethullahçı gazeteler ve internet siteleri Hakan Yavuz’un konuşmasındaki işlerine gelmeyen bölümleri makaslayıp, iki satır veriyorlar:

“Türkiye’yi dini dünyanın merkezi yapmak için elit bir sınıf meydana getirmek istiyorlar. Toplumda onları dengeleyebilecek başka bir hareket yok.”

Peki, Fethullahçıların devlet kurumlarında güçlenmelerini; bu güçlenmeden korktuğunu, eylemlerinin siyasal olduğunu söylemiyor mu Hakan Yavuz?

Söylüyor!..

TV kanallarında gazetecilik etiğinden sık sık söz eden Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Hakan Yavuz’un şu sözlerini niçin sansürlüyor?

“Medyada, Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor...”

Hakan Yavuz yıllar önce Zaman gazetesinde (1 Eylül 2002) ne diyordu:

“Seçim telaşı içinde olan Türkiye’nin dini haritası değişiyor. Bir yanda Fethullah Gülen ile diğer yanda başörtülü kızlarla uğraşan ve sivil dini oluşumları düşman olarak gören Türkiye ne yazık ki her açıdan çöküntü içinde. Çöken sadece Türk ekonomisi değil. Asıl çöküntü ahlaki yapıda. Kısacası, modern insana kendi kutsalını inşa etme imkânı sunamayan Türkiye bari o hakkı tanımalı. Yoksa, harita ummadığımız şekilde değişecektir. Dışarıdan Türkiye’deki dinsel haritadaki kıpırdanmaları izleyen biri olarak gördüğüm şu: Yavaş ama derin şekilde Türkiye’nin dinsel haritası değişiyor. Türkiye gerçekçi anlamda laikliğin tohumlarını ekiyor. Dinsel çoğulculuğun arttığı Türkiye’de inananlar devletin kutsal alandan çekilmesini istiyorlar.”

Bir de Hakan Yavuz’un ABD’de yapılan Gülen Sempozyumu’nun kitaplaştırılan yayınında yer alan makalesinden bir bölümü aynen aktaralım:

“İstikrarlı bir Türkiye için İslami değerlerle Kemalist siyasi sistem arasında bir denge gerekir. Gülen hareketi bu dengeye bir ulaşma yolu sunuyor...”

***

Yıllardır Fethullah Gülen hareketinin “siyasal amaçlı” olduğunu yazmaktan yoruldum...

Gerçekler bir bir ortaya çıkarken bizim aydınlarımız, solcularımız olup bitenleri görmezden geliyorlar...

Hakan Yavuz, Fethullah hareketinden korkuyor... Yavuz 6-7 yıl önce korkmuyordu...

Hakan Yavuz’un bir yanıtı olmalı korkularına ilişkin...

Öyle değil mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 17 Mayıs 2008
Related Posts with Thumbnails