06 Eylül 2007

Atatürk Diktatör müydü?

1919 Versailles Barış Antlaşması yapılırken Alman heyetinde ünlü toplum bilimci Max Weber'de vardı. Ve demokrasiden ne anladığını o toplantıda şöyle anlatıyordu:

"...Demokraside halk, güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti onun işine karışmazlar."

1930'lara gelindiğinde Avrupa'da demokratik sayılabilecek sadece yedi ülke vardı. Onların içinde yer alan Fransa da bir süreç içinde hızla faşizme kaymaktaydı.

Zaman demokrasilerin aleyhine, baskı rejimlerinin lehine gelişiyordu. Faşizm, Türk aydınlarını da etkilemekteydi.

CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya gezisinin hemen sonrasında, Atatürk'ün partisini de faşist modele göre yeniden yapılandırmak için bir tasarı hazırladı. Herkesin beğendiği bu tasarı onay için Mustafa Kemal'in önüne geldiğinde, Mustafa Kemal'in gösterdiği tepki ünlüdür:

"...İsmet Paşa bu saçmaları herhalde okumadan imzalamış olacak!"

* * *

Tarihsel olgular, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar.

Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de ancak iki türlü değerlendirilebilir. Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile karşılaştırarak ya da aynı dönemdeki başak toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırılarak.

Bu nedenle de 19 Mayıs tarihine rastlayan bugünkü yazıma, bir tarihçi dostumu konuk etmek istedim. Prof. Sina Akşin'in "Gündüz Ökçüne Armağan" kitabındaki "Atatürk Döneminde Demokrasi" incelemesi, Cumhuriyet okurlarının bilgisi dışında kalsaydı, doğrusu yazık olacaktı.

Atatürk yönetiminin, kendinden önceki Osmanlı yönetimine göre çok daha demokratik ve çok daha halkçı olduğu ortadadır. Ama Prof. Sina Akşin, o bilineni bir yana bırakıp Atatürk dönemini o dönemin Avrupası ile karşılaştırıyor. Ve şu sonuca varıyor:

"Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde Atatürk döneminden çok daha ileridedir. Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız, ama Atatürk dönemi Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945'ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutkak olarak ilerledik, ama Avrupa'ya göre geriledik."

* * *

Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve -Özal'dan Demirel'e ağızlar sulanarak düşü görülen- "başkanlık sistemi"ni niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, Cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, Cumhurbaşkanı'nın (yani Mustafa Kemal'in) Meclis'i dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşıması acaba nasıl reddetti?

Hitler döneminin Almanya ve Avusturyası'nı terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı'nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken Türkiye'ye gelmeyi tercih ettiler? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi?

Atatürk, resmi ya da özel hiçbir dış geziye çıkmadığı halde; dünyanın birçok tanınmış devlet adamını, yoksul ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için kuyruk yapmaya iten koşullar neler olabilirdi? İngiliz Kralı'ndan İsveç Veliahtı'na, Voroşilov'dan Fransız Başbakanı'na kadar, acaba bir diktatörü görebilmek için mi Türkiye'ye gelmişlerdi?

Sina Akşin'in de anımsattığı gibi 1920'lerde eski dünyada Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya uğradılar. Mussolini'nin bir demeci, bu ortamda Türkiye'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk Büyükelçisi'ne hemen şu mesajı verdi:

"Türkiye, bu kapsamın dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir."

İtalyan diktatörünün bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, 60 yıl öncesinin Türkiyesi, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?

* * *

Sorular çok. Tarihsel gerçeklere saygısızlık ederek, Mustafa Kemal karşıtlığı yapanların verebilecekleri inandırıcı yanıt ise yok.

Üstelik Atatürk sıradan bir "liberal demokrasi" anlayışına da sahip değildi. "Katılımcı - sivil toplumcu" bir demokrasiye inandığının somut kanıtlarını vermişti.

A.Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 19 Mayıs 1993 (Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği)

Ne Demişlerdi, Ne Diyorlar?

Bir İngiliz dostum, ailesiyle birlikte birkaç yıl Türkiye'de kalmıştı. Sık sık yinelediği bir eleştiri vardı:
- Atatürk'ü biraz abartıyorsunuz!..

Yazgı bu ya... Türkiye'nin ardından Suudi Arabistan'da görevlendirildi. Ve Riyad'dan yolladığı ilk yılbaşı kartında şu satırlar yer alıyordu:

"Mutlaka buralara gelmelisin!.. Gelip görmlisin ki, Atatürk'ün Türkiye için yapmış olduklarının değerini bin kat daha iyi anlayabilesin..."

* * *

İngiltere'nin yüzyılımızdaki en büyük ismi Churchill, Atatürk'ün arkasından şöyle demişti:

"Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır..."

Beşiktaş'ın Teknik Direktörü Tochack geçen yıl ufak çapta bir olay yaratmıştı. Türkiye'nin her yerinde Atatürk'e verilen önemi yadırgadığını belli eden bir tavır takınmıştı... Hafiften alaycı, küçümseyici bir tavır.

Yoğun da tepki almıştı.

Zaman geçti, Tochack Türkiye'yi ve Atatürk'ü tanımak fırsatını buldu. Şimdi ünlü İngiliz futbol adamının göğsünde, zaman zaman Atatürk rozeti parlıyor.

* * *

Hindisan'ın yüzyılımızdaki en büyük devlet adamı, hiç kuşku yok ki Canavarlal Nehru'ydu. Şu sözleri ettiğinde, yıl 1963'tü:

"- Kemal Atatürk veya bizim O'nu o zamanlar tanıdığımız ismiyle Kemal Paşa, gençlik günlerimde benim kahramanımdı... O'nun en büyük hayranları arasında olmaya devam ediyorum."

Ve kısa bir süre önce, Hindistan Cumhurbaşkanı Naman Narayanan, Demirel'in konuğu olarak Ankara'daydı... Atatürk'ten söz etmek O'na hâlâ heyecan veriyordu:

"- Özgürlük mücadelemiz sırasında Türk Kurtuluş Savaşı'ndan ve Mustafa Kemal Atatük'ün ilkelerinden çok etkilendik. Atatürk'ün milliyetçilik, laiklik ve demokrasi ilkeleri, ülkemin gelişmesinde çok etkili oldu..."

* * *

Atatürk, kendi deyimiyle "ezilen uluslar" ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde nasıl bir etki yapmıştı?

Habib Burgiba (Tunus Devlet Başkanı - 1955):
"Vatanımın bağımsızlığı uluslararası bir gerçek olduğu gün, Allah'a şükürden sonra ilk hatırladığım isim, Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu. Ümit kapılarının kapandığı bunalım anlarında, O'nun destan olan yaşamını ve savaşımı bana esin kaynağı oldu."

Tahran Gazetesi (İran - 1939):
"İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk'ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar..."

Arriba Gazetesi (Portekiz - 1938):
"Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O'na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalcaktır."

Peter Llyd Gazetesi (Macaristan - 1938):
"Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür. Gücü, zorlukları yenme kararı ve yiğitliği ile, aman bilmeyen galiplerin uygulamaya kalkıştıkları pranga siyasetini ilk kıran Atatürk'tür."

Tchang Yang Yee Pan Gazetesi (Çin - 1958):
"Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal'i mutlaka kıskanırdı..."

Eyüp Han (Pakistan Devlet Başkanı - 1963):
"Kemal Atatürk yalnız bu yüzyılın en büyük liderlerinden biri değildir. Biz, Pakistan'da O'nu, bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz..."

* * *

1953 yılında, bir grup genç, Türk öğrencilerini temsilen Mısır'a gitmişlerdi.

Kendilerini, zamanın Devlet Başkanı General Necip kabul etti. Grubun sözcüsü konumundaki Orhan Bilgin, bir ara şöyle diyecekti:

- Emperyalist güçleri yenen büyümüğüz Atatürk...

General Necip sözünü kesti:

O hepimizin büyüğüdür... Yalnız sizin değil!..

Ve daha geçen yıl, Fidel Castro, Şair Dursun Özen'e şunları söylüyordu:

- Ben en çok Atatürk'ten etkilendim... Koşullar, O'nu yeniden dünyanın gündemine oturttu...

* * *

ABD'nin unutulmaz Başkanı Franklin Roosevelt, Atatürk'ün ardından şöyle konuşmuştu:

"Beyaz Saray'daki görevim tamamlanınca ilk yapmak istediğim şey, zamanımızın bu en dikkate değer şahsiyetini ülkesinde ziyaret etmekti. Kader buna izin vermedi... Bu çapta insanlar dünyaya sık gelmezler."

Dün 10 Kasım'dı.

İşte 10 Kasım 1938'den günümüze uzanan hızlandırılmış bir film... Yoruma gerek var mı?!

Ahmet Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 11 Kasım 1998

PKK'nın Rumlarla İşbirliği

İnsan haklarını dilinden düşürmeyen iki AB ülkesinden biri, temelde teröristlikleri noterden tasdikli, sözde liderlerin yönettiği Güney Kıbrıs Rum Kesimidir. Ötekisi ise Batı uygarlığının şımarık çocuğu olarak nam salmış ve eylemleri ile Batılı ülkeleri hiç de rahatsız etmediği belli olan Yunanistan’dır. Bu Yunanistan ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in kararlarına karşın Batı Trakya’da yaşayan soydaşlarımıza “Türk” denmesini, içerisinde “Türk” adı geçen dernekler kurmasını yasaklamış; Türklere kendi müftülerini seçtirmeyip, zorla Atina’dan müftü atayarak çifte standart uygulamasında, haksızlıkta ve mezalimde ağababası Avrupa ülkelerini fersah fersah geçmiştir.

Rumlarla, Yunanlılar ile ilişkilerimiz, ikiyüzlü Batının kanatları altındaki bu iki küstah ülkenin sürekli olarak her platformda Türkiye’ye yönelik iftira atması, yalan haber yayınlaması ve her alanda Türkiye’ye karşı ı karalama kampanyaları yapması ile sürmektedir. Çifte standartlı Batı dünyası, yaptığı haksızlıkların en somutu olan şu meseleye hala yanıt vermemektedir; “Niçin geçmişte birbirlerine ırk, din, dil, tarih, kültür açısından çok yakın olan Çek ve Slovak toplumları bir gecede Çekoslovakya’dan ayrılabilmişler ve buna olumlu bakılmış veya niçin Yugoslavya’dan 7 ayrı toplum ve cumhuriyetin ortaya çıkmasına izin verilmiştir de, etnik, dini, kültürel, tarihsel olarak hiçbir ortak yönü ve birbiriyle ilişkisi olmayan, birbirine düşman iki toplum zorla bir arada tutulmak istenmektedir? Batı ülkelerinin bu zorlamadaki amaçları nedir?” Teröre karşı olduklarını, terörden şikâyetçi olduklarını her vesile ile dile getiren ikiyüzlü Batı ülkeleri, Yunanistan ve GKRK’nin teröre verdiği aleni desteği niçin görmezden geldiklerinin hesabını vermek durumundadır. Aslına bakılırsa bu soruları sormak ve cevap beklemek beyhude olacaktır. Hatta kendileri de PKK terörünün çeşitli düzeyde, askeri, siyasi ve ekonomik açılardan destekçisi olan çoğu NATO ve AB üyesi Batılı ülkenin bu konuda Rumları, Yunanlıları kınamalarını beklemek saflığına da ötesinde bir enayilik olur.

YUNANİSTAN’IN PKK DESTEĞİ
Geçmişte, Yunanistan’ın sınırsız desteği ile gelişen PKK Terör Örgütü’nün her düzeyde bu ülkeden aldığı yardımlar bellidir. Yunanistan kendince büyük ülküsü olan “Megali Idea” çerçevesinde her alanda Türkiye’ye zarar vermeyi ve topraklarımızın bir kısmını nihayette ele geçirmeyi amaçlamıştır. Bu yolda 1974 Barış Harekatımız’da yediği tokatın acısıyla önce ASALA Ermeni Terör Örgütü’nü kurdurmuş ve desteklemiştir. ASALA’nın devletimizden aldığı ağır darbe sonucu da strateji değiştirip Kürtler üzerinde oynamaya başlamıştır. Bu bağlamda öncelikle Atina yakınlarındaki “Lavrion Kampı’nı” devreye sokmuştur. Geçmişte, yabancı göçmenleri tedavi merkezi olarak kurulmuş olan Lavrion Mülteci Kampı’nda silahlı eğitim vermekten sorumlu olan Rozarin kod adlı Ayfer Kaya adlı terörist Time Dergisi’ne vermiş olduğu demeçte bu kampa gelen Kürt gençlere Yunanlı subayların nezaretinde askeri eğitim verdiklerini ve sonradan bunları terör faaliyetleri için Türkiye’ye gönderdiklerini söylemişti. 1990’lara kadar Lavrion’un PKK’nın Beka Vadisi’nin yanı sıra en önemli eğitim merkezlerinden olduğu bilinmekteydi. Bu fonksiyonunu halen yitirmediği bilinen Lavrion’daki bu faaliyetler, sözde NATO müttefiklerimizin istihbarat servislerinin gözleri önünde cereyan etmektedir. Ayrıca yine bu husus, “müttefiklerimizin” PKK kartından Türkiye ile ilgili amaçları doğrultusunda hala yararlandıklarını da PKK’dan ele geçirilen silahların menşeileri dikkate alınırsa açıkça ortaya çıkarmaktadır.

PKK’ya verilen desteğin Yunanistan’ın milli bir politikası olduğu ve PKK’nın her Yunan hükümeti ve meclisinde PASOK, DİKKİ, YDP milletvekillerince arkalandığı da bilinen bir husustur. Kıbrıs’da 1974’de Rumlar’ın yenik düşmesinden sonra Yunanlılar ve Rumlarca başlayan intikam arayışları çerçevesinde PKK’nın Yunanistan’da belli ölçülerde hala süregelen söz konusu faaliyetleri ve almış olduğu destek konusundaki şu gelişmeler ve bilgilere çeşitli basın organlarınca defalarca yer verilmiştir:

* Yunan Parlamentosunun üyesi olan Stelyos Papathemelis, ASALA ve PKK’nın Türkiye’ye yönelik eylemlerini besleyen ve yönlendirenlerden biri ve PASOK üyesidir. 1978-1979’da, Avrupa’nın birçok ülkesinde ASALA’nın düzenlediği toplantılara partisini temsilen katılmış, “Türkler hepimizin düşmanıdır, onlar zordan anlarlar, Türkleri dize getirmek için çok kanlarının dökülmesi gerekiyor” şeklinde konuşmalar yapmıştır. PASOK iktidara geldikten sonra iki dönem Kamu Düzeni Bakanlığı yapan Papathemelis, Güney Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye yönelik terörü beslemiştir. 29 Ekim 1994 Cumartesi günü Kuzey Kıbrıs’ta Ada Türkleri “Cumhuriyet Bayramını” kutlarken, gizlilik içinde adaya gelen Yunanistan Kamu Düzeni Bakanı Papathemelis, 29 Ekim gecesi Lefkoşa’da bir toplantıya katıldı. Toplantıda, PKK’nın, ASALA’nın ve Kıbrıs’ta “Kürdistan ile Dayanışma Komitesi” örtüsü altında faaliyet gösteren bir Rum terör örgütünün temsilcileri bir araya geldiler. Toplantıda 1995’de Türkiye’ye yönelik terörün ne şekilde sürdürüleceği konusu görüşülmüş kararlar alınmıştı.

* Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis’in yardımcısı Panayotis Sguridis de PKK’ya destek vererek Yunanistan’ı teröre bulaştıran bir diğer PASOK politikacısıdır. 35 bin masum insanı öldüren eşkıya başı Öcalan’ın destekçilerindendir. Sguridis, Suriye ve Lübnan’daki PKK kamplarına defalarca giderek Öcalan ile buluşmuştur.

* PKK Terör Örgütüne hem Yunanistan’da hem de GKRK’de destek veren diğer Yunan politikacılar arasında PASOK milletvekili Dimitrios Vunatsos, Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis, Milli Eğitim eski Bakanı Dimitrios Arsenis, Mili Savunma eski Bakanı Tsohacopulos, Dışişleri eski Bakanı Pangalos’un isimlerine de rastlanmaktadır.

* Başbakan Andreas Papandreu’nun ilk iktidar döneminde Yunanistan, PKK’nın önemli bir eğitim ve lojistik merkezi iken bu durumun Türkiye’nin baskıları ve durumun, dünyanın tepkisini çekmesi üzerine PKK’nın Yunanistan’daki faaliyetlerinin bir bölümü GKRK’ye kaydırılmıştır. 1990’ların ortasında itibaren ise Avrupa Birliği’ne girme konusunda belli amaçlara erişen GKRK, palazlandıkça Türkiye düşmanlığı ve Ada’nın tamamını tek başına ele geçirme hedefi doğrultusunda, geçmişte ASALA’ya vermiş olduğu desteğin çok daha yoğunlaştırılmış ve sözde devlet politikası haline getirilmiş halini PKK’lı teröristlere vermeye başlamıştır. Bu bağlamda süreç içinde;

* 1990’da Lefkoşa’da, sözde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK) ve Kürt Demokratik Halk Birlikleri (YDK)’nın büroları açılmıştır.

* Yine bunu takiben Limasol’de Kürdistan Kültür Derneği Bürosu açılmıştır.

* Türkiye’ye terörist faaliyetlerde bulunmaları için gönderilecek PKK üyelerinin eğitimini sağlamak amacıyla Trodos, Maşera ve Stavrovoru’da terör kampları kurulmuştur. Trodos’daki kamp, Rum Milli Kilisesi’nin arazisi üzerindedir.

* Ayrıca Limasol ve Lefkoşa’da PKK’ya ait iki büro Limasol ve Lefkoşa’da Rumların özel yardımlarıyla açılmıştır.

* 1996 Mart ayında Rum Ortodoks Kilisesi’nin terörist başı Öcalan’ı Baf şehrine davet ettiği ve Kilise tarafından terörist başına önemli miktarlarda para verildiği bilinmektedir.

* Suriye’nin himayesinde, 1990’lı yıllarda Lazkiye Limanı üzerinden silah kaçakçılığını yürüten PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığını Güney Kıbrıs’tan Avrupa’ya yönelik yürüttüğü bilinmektedir.

* PKK’nın çeşitli ülkelerden edindiği silahların önemli bir kısmının ilk durağının Kıbrıs Rum Kesimi olduğu da bilinmektedir. Bu bağlamda PKK’nın Rusya’dan satın almış olduğu 7 milyon Dolar değerindeki silah ve 8 adet SAM-7 yerden havaya uçaksavar füzesinin Rum bayraklı Nissos isimli gemiyle oraya geldiği ve buradan Suriye üzerinden PKK’ya ulaştırıldığı iddia edilmektedir.

* AB’ye girdikten sonra GKRK’nin bu faaliyetlerini daha gözden uzak yerlerde ve gizlilik içinde gerçekleştirdiği de söylenenler arasındadır.

* 2000’li yılların başında GKRK’de 500’e yakın PKK militanının barındığı ve bunların Rumlar’dan sosyal yardım adıyla maaş aldıkları bilinmektedir.

* AB’ye girdikten sonra GKRK’deki PKK uzantısı kuruluşların ve teröristlerin, Rum ve Avrupalı Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’lardan yardım aldığı ve buna ek olarak Rum Yönetiminden de maddi, siyasal destek sağladıkları bilinmektedir.

* Rum Milli Politikası çizgisinde Demokratik Merkez Birliği Partisi (EDEK) ve Rum Komünist Partisi (AKEL)’in “Rum ve Kürtlerin ortak düşmanının Türkiye olduğu” ve bu bağlamda her vesileyle PKK’ya yardım edilmesi gerektiği politikasıyla Rum-PKK ilişkilerinin boyutları ortadadır.

* Güney sınırlarımızda yaralanan PKK teröristlerinin tedavilerinin çoğu kez GKRK’de yapıldığı da bilinmektedir.

* Rumların Türkiye’ye yönelik düşmanca politikalarının en somut örneği ise 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanan terörist başı Abdullah Öcalan’ın üzerinden, GKRK’de yayınlanan Fileleftheros Gazetesi köşe yazarı Lazaros Mavros adına düzenlenmiş Rum pasaportu çıkmış olması ve terörist başının Kenya’daki Yunan Büyükelçiliği’nden alınmış olmasıdır. Bu hususun Türk milleti tarafından hiçbir zaman unutulmaması ve sorgulanması gerektiği açıktır.

* Bu olayın hemen akabinde, GKRK Temsilciler Meclisi’nin de terörist başının tutuklanmasını kınayan ve PKK’ya verilen desteğin süreceğini açıklayan kararın alınması da son derece manidardır.

Türkiye üzerindeki ortak emelleri ayan beyan ortada olan Türklük düşmanlarının bundan böyle Türkiye, Suriye ve Orta Doğu’ya coğrafi yakınlığı açısından da stratejik bir konumda olan GKRK’den alabildiğine yararlanacakları açıktır. Bu husus özellikle, Suriye ve Lübnan’daki faaliyetlerini eskisi gibi rahat sürdüremeyen PKK’nın, Rumların özel gayret ve yardımlarıyla Ada’yı bir üs gibi kullanacak olmaları açısından önemlidir.

KKTC’DE ARTAN PKK FAALİYETLERİ
23 Nisan 2003’de kapıların açılmasının ardından KKTC’ye rahatlıkla girebilen Rum ajanlar ve PKK’lı unsurların KKTC’de teröre hizmet eden faaliyetleri dikkat çekmeye başlamıştır. Özellikle Rum Kesiminde faaliyette bulunan PKK destekçisi dernek ve birliklerin KKTC’de okuyan Kürt kökenli öğrenciler ve vatandaşlar üzerindeki propaganda faaliyetlerinin artması ve öğrencilere finansal destek sağlaması da dikkat çekicidir. Ada’nın her iki kesiminde özellikle inşaat işlerinde çalışan Kürtler arasındaki PKK yandaşlarının, geçişlerin başlamasıyla Rum Yönetiminin gözetim ve yardımlarıyla; ayrıca KKTC’deki mevcut yönetimin de duyarsız politikasıyla başlayan PKK propagandası ve PKK’ya yardım ve yandaş sağlama faaliyetleri tırmanışa geçmiştir. Burada işaret edilmesi gereken önemli bir diğer husus da bütün bu Türk düşmanı faaliyetlerin kontrol ve komuta merkezinin halen Yunanistan olduğu ve PKK’lıların emirlerini Atina’daki sözde komutanlarından aldıklarıdır.

TÜRK ASKERİNİN ADADAN GÖNDERİLMESİ ÇABALARI
Kıbrıs’taki PKK’lıların, KKTC’deki malum çevrelerin ve Kıbrıslı Rumlar’ın bu bağlamda üzerinde dikkatle durulması gereken ortak ve en önemli hedefleri de “Türk askeri’nin Ada’dan gönderilmesi” hususudur. Bu konuda özellikle Kıbrıslı soydaşlarımıza yoğun propaganda yapılmakta, yalan ve son derece haksız haberlerle Kıbrıslı Türkler kandırılmak istenmektedir. Ancak tarihsel açıdan asla unutmaması gereken şudur ki, 1950’lerde soydaşlarımıza Rumlarca yapılan katliamların 1963, 1967’lerde Rumlar’ın Akritas Planı ile doruk noktasına çıktığı ve 1974’de Ifestos adlı ikinci bir planla gerçekleştirilen Rum darbesi ile de soydaşlarımızın tamamen katledilmesine ramak kalmış iken Silahlı Kuvvetlerimiz’in Barış Harekâtı ile bunu önlendiğidir. Silahlı Kuvvetlerimiz’in Ada’dan çıkartılması, Türkiye açısından stratejik önemi son derece açık olan Ada’da gözü olan emperyalist Batı ülkelerinin ekmeğine yağ süreceği gibi, soydaşlarımızın geleceğini tehlikeye atacak ve yine özellikle PKK’nın Ada’da daha da güçlenmesini sağlayacaktır.

Kaynak: TUSAM

05 Eylül 2007

Ermenilerin Yeni Stratejisi: Türkiye'ye Kuşatma

90 yılı aşkın bir süredir dünya kamuoyunu etkilemeye yönelik çalışmalar yürüten ve bunda da başarılı olan Ermeni diasporası için, "Uydurma Soykırım"ın 100. yılı önemli bir dönüm noktası olacaktır. Birçok ülkenin "Uydurma Soykırımı" kabul eden kararlar almasının ardından, Amerikan Kongresi'ne yönelik baskılarını arttıran diaspora, ABD'nin soykırımı tanımasının Türkiye'yi tamamen köşeye sıkıştıracağı ve diğer ülkelerin de ABD'yi izleyeceği düşüncesiyle hareket etmektedir.

ABD'DEKİ DURUM
106 sayılı Ermeni tasarısı Amerikan Kongresi'nde beklemektedir. 435 üyeli Amerikan Temsilciler Meclisi'nde Ermeni tasarısını destekleyenlerin sayısının 218'i aşması durumunda tasarı Genel Kurul gündemine gelecektir. 225 sayısına ulaşıldığı, ama Türk lobisinin çalışmaları üzerine bazı milletvekillerinin desteklerini geri çektiği ifade ediliyor. Halen tasarıyı kesin olarak destekleyen 209 milletvekili bulunuyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin de tasarının gündeme gelmesi için söz verdiği ve çaba harcadığı düşünülürse Türkiye'yi büyük bir tehlikenin beklediği anlaşılacaktır.

Bu konuda son zamanların en önemli gelişmesi, ABD'deki Yahudiler'in baskı grubu olarak bilinen "İftirayla/İnkârla Mücadele Birliği"nin, Ermeni iddiaları hakkındaki tutumunu değiştirmesi olmuştur. Kuruluşun Başkanı Abraham Foxman'ın 21 Ağustos 2007'de, tutumlarını yeniden gözden geçirdiklerini ve Ermeni olaylarının, sonuçları açısından "soykırım" anlamına geldiğini söylemesi, Ermeni iddiaları karşısında Türkiye'nin en büyük destekçisi olarak bilinen Yahudi lobisi ne yapmak istiyor sorusunu da beraberinde getirmiştir.

ABD'deki Yahudi kuruluşunun tavır değişikliğini, Türkiye ile İran'ın enerji alanında ve Irak'ın kuzeyindeki gelişmeler karşısında işbirliği yapmasına, ya da AKP'nin Hamas konusunda izlediği politikaya bağlayan yorumlar yapılıyor. Oysa bu gelişmeyi Ermeniler'in Uydurma Soykırım'ın 100. yıl öncesindeki stratejilerinden ayrı düşünmemek gerekiyor.

YENİ STRATEJİ
Türkiye'de soykırım savunucularını yaratma süreci: Uluslararası kamuoyunun neredeyse tamamını etkileyen Ermeniler, bu kez Türk kamuoyuna yönelerek, soykırım tezini doğrulatacak "Sözde Türkleri" kullanmaya başlamıştır. Avrupa'daki etkili Ermeni lobisi, AB sürecinde yakaladığı Türkiye'de, bilimsel özgürlük, özgür tartışma gibi kavramlardan hareket eden bazı üniversitelerin ve öğretim üyelerinin yanı sıra, medyanın tanınmış bazı isimlerini destekleyerek, bazı etkinlikler yapılmasını sağlamıştır.

Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen Ermeni Konferansı, Ermeniler açısından çok önemli bir gelişmedir. Bu etkinlikle, hem Türk kamuoyunun tepkisi ölçülmüş hem de Türklerin Ermeni tezlerine bizzat Türk vatandaşı durumundaki akademisyenler, uzmanlar ve gazeteciler aracılığıyla alıştırılması için ilk adımlar atılmıştır.

Ermeni tezlerini savunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretim üyelerinin, yüksek lisans ve doktora öğrencisi olarak seçtikleri gençleri, soykırım tezini güçlendirecek çalışmalara yönlendirmeleri ise, kurulan tuzağın püf noktasıdır. Böylelikle, soykırımın doğruluğunu destekleyen çalışmaların sayısı artacak, dünya kamuoyuna, yeni kuşak Türk akademisyenler soykırımı kabul ediyor mesajı verilecektir. Nitekim Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansa katılanlara bakıldığında ve yabancı medya mensuplarının "Birçok Türk akademisyen artık soykırımı kabul ediyor" başlığıyla geçtikleri haberler hatırlandığında hedefe ulaşıldığı anlaşılacaktır.

TAZMİNATLAR
Sigorta Şirketleri ve Bankalara Açılan Davalar: Ermenilerin yeni çalışma alanlarından biri de sigorta şirketlerine açtıkları davalardır. 1915'ten önce hayat sigortası yaptırmış Ermenilerin varisleri oldukları iddiasıyla hukuksal süreç başlatan bir grup Ermeni, The New York Life isimli Sigorta Şirketi'nden tazminat istemiştir.

İlk aşamada, sigorta poliçesi olan Osmanlı vatandaşı 3600 Ermeni'den 1400'ü davayı kazanarak tazminat almayı başardı. Sigorta şirketi geriye kalan 2 bin 200 poliçe sahibinin mirasçılarına da toplam 20 milyon Amerikan Doları ödeme yapılmasını kabul etti.

Ermeniler, sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı Alman bankalarına Türkler tarafından öldürülen babalarımızın, dedelerimizin mevduatlarını bizlere vermediniz diyerek Deutsche Bank ile Dresdner Bank aleyhine Los Angeles Eyalet Mahkemesi'nde dava açtılar.

Ermeniler'in avukatlarından Brian Kabateck, Alman "Die Welt" Gazetesi'ne yaptığı açıklamada davayı kazanacaklarını şu sözlerle dile getiriyordu: "Mahkemenin milyarlarca Avro'luk tazminat ödenmesine karar vermesini bekliyoruz. Geçtiğimiz yıl New York Life ve AXA sigorta firmaları aleyhine açılan davada da davcılara ödenen 37 milyon 500 bin dolar ödemeyle taraflar uzlaşmıştı."

Davaların asıl amacının tazminat olmadığını anlamak için ise, Ermeniler'in diğer avukatı Mark Geragos'un sözlerine bakmak gerekiyor: "Davanın asıl amacı, Türklerin Ermenilere soykırım yaptıklarına dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir."

Soykırımı inkâr edenleri cezalandırma yasaları: Türkiye'nin elini kolunu bağlamaya yönelik yeni stratejilerin arasında, soykırım karşıtı tezlerin savunulmasını yasaklayacak yasaların çıkartılması da var. İsviçre, inkâr yasasının yürürlükte olduğu ülke olarak tanınıyor. Perinçek davası sırasında İsviçre bu özelliğiyle öne çıkmıştı.

Belçika'da "Reformcu Hareket" olarak adlandırılan Valon Partisi, Uydurma Ermeni soykırımını reddedenlerin 8 gün ila bir yıl hapis, 26 ila 5 bin Avro para cezasına çarptırılmalarını öngören bir yasa tasarısını 2005'te Senato'ya sunmuştu. Haziran 2006'da görüşülerek reddedilen yasa tasarısı Temmuz 2006'da tekrar görüşülmek üzere Komisyona gönderildi.

Fransa'da ise, Uydurma Soykırımı reddedenlerin 1 yıl hapis ve 45 bin Avro para cezasına çarptırılmasını öneren tasarı, Fransa Ulusal Meclisi'nde 12 Ekim 2006'da görüşülerek, 19'a karşı 61 oyla kabul edilmişti. Yasa Senato'ya taşınmadığı için, Haziran 2007'de yapılan milletvekili seçiminden sonra ortaya çıkan meclisin tasarıyı yeniden oylaması gerekiyor. Yasanın yürürlüğe girebilmesi için, Senato'da da onaylanmak zorunda.

Yasayı skandal olarak nitelendiren Fransa Uluslararası İlişkiler ve Strateji Enstitüsü uzmanı Diddier Billion, 12 Ekim 2006 tarihli açıklamasında ülkesini ağır ifadelerle şöyle eleştirmektedir: "Tasarı, cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine aykırıdır. Fransız halkı bu milletvekillerini tarih yapmaları için seçmedi. Bu tür girişimler sadece diktatör ülkelerde olur. Fransız milletvekillerinin, kendi ülkeleri hakkında olmayan tarihi bir konu hakkında karar alması ve hapis cezası verebilecek kadar ileri gitmesi iki kez şok edicidir. Ermenilere soykırım yapılıp yapılmadığı başka bir zeminde tartışılabilir. Ancak her durumda bu milletvekillerinin işi değildir. "

YASA GİRİŞİMLERİNE TEPKİLER
Yasaya karşı çıkan Fransız tarihçi Prof. Pierre Nora da Mayıs 2006'da yaptığı değerlendirmede Fransız kamuoyuna bir gerçeği hatırlatıyor: "Ermeni sorununu, İstanbul'da tartışmak Paris'te tartışmaktan daha kolay."

Fransa ve Belçika'dan sonra Hollanda da inkâr yasası için harekete geçen ülkelerden. Hıristiyan Birlik Partisi, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçları kamuoyu önünde açık bir şekilde, düşmanlık ve ayrımcılık yaratacak şekilde öven, bu suçların olmadığını savunan ya da bu suçların varlığını kabul edenlere hakaret eden kişilere, 1 yıla kadar hapis ve hâkimin belirleyeceği miktarda para cezası verilmesini öngören bir yasa önerisini 1 Haziran 2006'da Meclise sunmuştu.

Hollanda'da ayrıca, Kasım 2006 seçimleri öncesi Türk kökenli adaylara uygulanan, Uydurma Ermeni soykırımını tanımaları yönündeki baskıları da unutmamak gerekir.

Almanya'da ise, Sol Parti listesinden milletvekili seçilerek Federal Meclis'e giren Türk kökenli Prof. Dr. Hakkı Keskin de, Uydurma Soykırımı tanımadığı gerekçesiyle istifaya zorlanmıştı. Sol Parti'nin Federal Meclis Grubu Başkanı olan Oskar Lafontaine, 10 Ocak 2007'de Alman Tagesspiegel gazetesine yaptığı açıklamada Keskin'i sert bir şekilde eleştirirken; "Tarihi gerçekler tartışılamaz. Bunlar kabul edilmek zorunda" demişti.

Soykırımın ders kitaplarında yer alması: Konunun ders kitaplarında yer alması için uzun yıllardır mücadele eden Ermeniler, bu alanda da başarılar elde etmiştir. Fransa ve ABD başta olmak üzere bazı ülkelerdeki okullarda okutulan kitaplarda, Ermenilerin soykırıma uğratıldığını iddia eden bölümlere yer veriliyor. Bu alanda yeni bir hamle yapan Ermeniler, özellikle Türklerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde okul kitaplarına soykırım yalanını sokmaya çalışıyor.

Belçika'da inkâr yasası için girişimde bulunan Volan Partisi, Ermeni soykırımının okul kitaplarına, üniversite programlarına ve anı belgelerine sokulmasına ilişkin bir karar tasarısını da Senato gündemine getirmişti.

Almanya'nın Brandenburg Eyaleti Eğitim Bakanı Holger Rupprecht da, gelecek ders yılından itibaren tarih dersi müfredatında Uydurma Ermeni soykırımına yer vereceklerini açıklamıştı.

Ermeniler bu girişim sayesinde bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor. Ders kitaplarında Uydurma Soykırımın yer alması sadece o ülkelerdeki öğrencileri etkilemeyecek, aynı zamanda bu ülkelerde yaşayan Türk öğrencilere de Ermeni tezleri öğretilerek, kalenin içten fethedilmesi yolunda yeni bir adım atılmış olacaktır.

CESARETLENDİRME
Soykırımın Kabul Edilmesine Yardımcı Olmak: Ermeni lobilerinin bir başka stratejisi de, Türkiye'nin soykırımı kabul etmesine yardımcı olunmasını sağlayacak ülkelerin devreye sokulmasıdır. Haziran 2005'te, Alman Federal Meclisi'nde tüm siyasi grupların desteklediği bir karar alındı. Kararda 1915­1916 olayları soykırım olarak nitelendirilmiyor, ama Osmanlı Devleti'nin müttefiki Almanya'nın Ermenilerin uğradığı büyük katliamlardan haberi olduğu, Almanya'nın bu nedenle kendi sorumluluğunu kabul ettiği belirtilerek, bu olaylardaki sorumluluğunu kabul edebilmesi için Türkiye'ye yardım edileceği, cesaretlendirileceği ifade ediliyordu.

Avrupa Birliği sürecinde bu konuyu sık sık gündeme getiren Avrupalı yönetici ve siyasiler de Türkiye'yi cesaretlendirmek için, "Türkiye tarihiyle yüzleşmelidir" ifadesini kullanıyor. Soykırımı kabul edin dayatmasının Türk kamuoyunda yarattığı tepkiyi gören Avrupalıların bu nedenle "tarihle yüzleşme" söylemine başvurduklarını hatırlatmakta yarar var.

Ermenistan Sınırının Açtırılması: Ermenistan sınırının açılması da yeni stratejiler arasındadır. Avrupa Birliği'nin yetkili isimleri Türkiye'den, sınırın açılmasını talep ederken Komisyonun yayımladığı ilerleme raporu gibi resmi belgelerde de bu talep yer almaktadır.

Sınırın açılması, öncelikle Türkiye ile Azerbaycan arasındaki dayanışmayı ortadan kaldırmayı ve Yukarı Karabağ'ın Ermeniler tarafından işgalini Türkiye'ye kabul ettirmeyi hedeflemektedir. Ermeni anayasasında Türkiye'nin doğusu "Batı Ermenistan" olarak tanımlayan maddeden, Karabağ'ın işgalinden, uyduruk soykırım dayatmasından rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye'ye karşı Ermenistan, "önce sınırı aç sonra bunları konuşalım" politikasını izlemektedir.

Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan da sınırın açılmasının Türkiye'nin görevlerinden biri olduğunu söylemektedir. Koçaryan, Alman Die Welt gazetesinin 17 Kasım 2006 tarihli sayısında sınırın açılmasını Avrupa değeri olarak gördüğünü ifade etmektedir; "Tarihçilerin ortadan kaldırabileceği yanlış anlamalar olduğuna inanmıyoruz. Tehcirin gerçekleri ve yüz binlerce Ermeni'nin öldürüldüğü biliniyor. Türkiye'nin sorunu, bunu kabullenmekte. Türk toplumunun AB yolunda tabu olan konuları da tartışmaya hazır olduğunu düşünüyorum. Ancak bir yandan sınırlarını Ermenistan'a kapatırken, diğer yandan üyelik müzakereleri yapması kabul edilemez. Bu, Avrupa değerlerine aykırıdır."

Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasının ardındaki asıl beklentiyi anlamak için Ermeni kaynaklarını yakından izlemek gerekiyor. Rusya Stratejik Araştırmalar Merkezi üyesi Ermeni Sarkis Sarkisyan'ın 24 Kasım 2006 tarihli yazısında, asıl beklentinin anlaşılmasına yardım edecek ifadeler bulunmaktadır;

"Ben, 1920 Sevr Anlaşması'nın hayata geçmesinden yanayım. Gerçi Sevr, Türklerin dayatmasıyla daha sonra Lozan'da değiştirildi; ancak Sevr'de alınan kararların Ermenilerin hakkı olduğunu düşünüyorum. Ermenistan'ın şimdiki temel yaklaşımı soykırımı kabul ettirmektir. Şu açık ki başka şeyler de talep edecektir. Olay sadece olmuş bir gerçeği kabul ettirme sorunu değildir."

TÜRKİYE KÖŞEYE SIKIŞIYOR
"Uydurma Soykırım" ile ilgili kararlar alan ülkelerin sayısındaki artışa bakıldığında, sorunu siyasallaştıran Ermenilerin önemli bir başarı sağladığı görülecektir. Son olarak Şili'nin de listeye eklenmesiyle Uydurma Soykırımı tanıyan ülke sayısı 19'a yükseldi. Ayrıca, ABD'nin 32 eyaletinde alınan, Avrupa Parlamentosu'nun 1987 ve 2000 yıllarında aldığı ve İngiltere'de Gweyneed Bölge Meclisi ve Edinburg Belediye Meclisi, İtalya'da Roma Belediye Meclisi gibi yerel organlarca alınmış kararlar da bulunuyor.

Tüm tartışma ve gelişmeler Ermeni diasporasının istediği yönde ilerlemekte, sorun her türlü tarihsel araştırma ve bilimsel çalışma alanından hızla uzaklaştırılarak tamamen siyasi platforma çekilmektedir. Ne yazık ki Türkiye de her zaman olduğu gelişmelerin gerisinde kalmakta, yeni politikalar geliştirememekte, bu nedenle de her geçen gün daha çok köşeye sıkışmaktadır.

Türkiye'nin, arşivlerimizi açtık açıklamasının ve uzmanlar, tarihçiler bir araya gelsin konuyu görüşsün teklifi de etkili olmamıştır.

Aslında Türkiye, sorunun sadece siyasi platformlarda tartışıldığının farkında. Ermenilere karşı yeterli mücadelenin verilmediğini anlayan duyarlı çevrelerin baskısı, Dışişleri Bakanlığı ve Türk Tarih Kurumu başta olmak üzere bazı kuruluşları harekete geçirmiş, yeni kitaplar yayımlanmış, arşiv belgeleri açıklanmıştır. Ayrıca, yurt içinde ve yurt dışında büyük bir bölümü sadece Türklere yönelik etkinlikler düzenlenmiştir. Bu çalışmaların bir gelişme sağladığı söylenemez. Sorunun boyutlarının kitap ve belge yayımlamayı, konferans düzenlemeyi çoktan aştığını görmemek ve yeni stratejiler belirlememek yenilgiye davetiye çıkarmaktır.

Gürbüz Evren - Cumhuriyet Strateji Eki, 3 Eylül 2007

04 Eylül 2007

DTP'li İl Başkanı teröristler için ''şehit'' dedi

SİİRT'te güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldürülen 2 PKK’lı teröristin cenazelerinin ailesine verilmemesine tepki gösteren DTP'li bir grup, Şanlıurfa'da gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, ‘şehit’ olarak nitelendirdiği teröristlerin cenazeleri için bundan sonra gıyaplarında tören düzenleyeceklerini söyledi.

Siirt’in Pervari İlçesi’nin Doğanca Köyü kırsalında çıkan çatışmada öldürülen Suruç doğumlu 31 yaşındaki ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz ile 24 yaşındaki yine Suruç doğumlu ‘Cudi- Cesur GAP’ kod adlı Mehmet Kurttekin’in cenazelerinin bugüne kadar yakınlarına teslim edilmemesi üzerine, yaklaşık 300 kişilik DTP'li grup izinsiz gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir ve DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici’nin de aralarında bulunduğu kalabalık, öldürülen teröristlerle, terör örgütünün elebaşısı Abdullah Öcalan’ın posterini açtı. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kalabalık sık sık ‘Şehit Namırın’, ‘Biji Apo’ sloganları attı. Teröristlerin aileleri ise zılgıtlar çekilerek karşılandı.

Burada 2 teröristin gıyabında düzenlenen cenaze töreninde DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, bir konuşma yaparak, “Şu ana kadar öldürülen soydaşlarımızın cenazeleri sahiplerine teslim edilmedi. Bundan sonra gıyabi şehit cenazeleri törenlerini düzenleyeceğiz'' dedi. Alanda toplanan grup ölen PKK’lı teröristiler için saygı duruşunda bulundu. Ardından Suruç DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici ve kalabalık öldürülen teröristlerden Mehmet Kurttekin’in Sarayaltı Mahallesi’ndeki evine giderek, taziye çadırında ailesine başsağlığı ziyaretinde bulundu. Çok sayıda sivil polisin uzaktan izlediği grup daha sonra sessizce dağıldı.

Öte yandan öldürülen terörist Mehmet Kurttekin’in cenazesini almak için Pervari Cumhuriyet Savcılığı’na amcası Kemal Kurttekin'in başvuruda bulunduğu belirtildi.

‘DAĞA ÇIKARIZ’ TEHDİDİ
Şanlıurfa’da öldürülen teröristler için eylem yapan grup, daha sonra araçlarla ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunmak üzere Gaziantep’in Nizip İlçesi’ne gitti. Yaklaşık 500 kişilik bir grup, eski Nizip yolundan ilçeye girerken önlem alan polis tarafından durduruldu. Polis, grubu kontrollü olarak ilçeye alırken plakası bulunmayan bir aracın sürücüsüne 52 YTL para cezası kesti. Bu nedenle grup ile polisler arasında tartışma yaşandı. Tartışma büyümeden önlendi ve grup Nizip ilçe merkezine girdi.

Aralarında, DTP Gaziantep İl Başkanı Mustafa Türk, DTP Nizip İlçe Başkanı Müslüm Öztaşdöndören’ın da bulunduğu grup Müslüm Solmaz’ın evine ellerinde terör örgütü bayrakları ve Apo posterleriyle yürüdü. Bu sırada, ‘Katil Erdoğan’, ‘Canımızı sıkma, bizi dağa çıkarma’, ‘İmralı sen bizim her şeyimizsin’ sloganları attı.

Grup, terörist Müslüm Solmaz’ın babası Halil Solmaz’a taziye ziyaretinde bulundu. 1999’dan bu yana örgütte bulunan ve ailesi tarafından polisin sorgulaması sırasında “Almanya’ya gitti'' iddiasında bulunduğu Solmaz’ın çok sayıda eyleme katıldığı belirtildi.

Kaynak: Milliyet

Başbakan'ın bir yalanı daha ortaya çıktı

Merkez Bankası rakamları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında TBMM’deki Hükümet Programı görüşmeleri sırasında yaşanan “faiz” polemiğinde Baykal’ı doğruladı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün TBMM’de yapılan Hükümet Programı görüşmeleri sırasında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, 1974 yılındaki birinci Ecevit Hükümeti döneminde Maliye Bakanlığı yaptığını, aynı dönemde faizlerin yüzde 40 düzeyinde bulunduğunu bildirmişti.

Merkez Bankası verilerine göre, Baykal’ın Maliye Bakanı olduğu 26 Ocak-17 Kasım 1974 tarihleri arasında tasarruf mevduatı ve Merkez Bankası reeskont faiz oranı yüzde 9 düzeyinde gerçekleşdi.Deniz Baykal’ın dört yıl sonraki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı döneminde ise tasarruf mevduatı faiz oranı yüzde 12, Merkez Bankası reeskont faizi ise yüzde 10 idi.

Türkiye’de şu anda bankaların mevduata verdikleri bir yıllık ortalama faiz ise yüzde 22 düzeyinde bulunuyor.

Kaynak: Hürriyet

03 Eylül 2007

Batı basını neden taraf?

Batı medyasının, özellikle de Amerikan ve İngiliz basınının, kendisini profesyonel gözle takip ettiğimiz son 20 yılda, Türkiye'deki seçim süreçlerinde bir siyasi partiden yana bu kadar taraf olduğuna hiç tanık olmamıştık. Türkiye'deki parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini okurlarına aktarırken nesnel ve dengeli olma gereğini duymadığını gördüğümüz bu basının, bir siyasi partinin uluslararası propaganda bürosu gibi çalıştığını söylemek çok da abartılı olmaz. Bu taraftarlığın nedenlerini ve bunun demokrasimiz için içerebileceği riskleri çözümlemek gerekiyor.

Taraftar yazısı
Propaganda yazılarının en fütursuzlarından biri Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden bir gün önce Washington Post'ta "Müslüman Demokrasisi İlerliyor" başlığı altında yayımlandı. Jackson Diehl imzalı makalede, cumhurbaşkanlığı krizi boyunca AKP'nin sadece demokrasiden yana değil ama aynı zamanda uzlaşma ve ılımlılıktan yana tavır aldığı öne sürüldükten sonra "Türkiye, ABD'yle, 'laik' Türk politikacıların büyük çoğunluğundan daha fazla dost olan bir cumhurbaşkanına sahip olacak. Ona hoş geldin demek gerekmiyor mu?" deniyordu.

Fahiş hatalar
Diehl, AKP'yi överken hızını alamayıp idamı kaldıranın bu parti olduğunu söylemek gibi fahiş bir hataya da imza atmış. Halbuki Türkiye'yi daha yakından izlemiş olsaydı, idamın önceki koalisyon hükümeti tarafından kaldırıldığını bilirdi. Gerçi bu hatayı yapan ilk kişi Jackson Diehl değil. Kendisinden önce New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise 19 Mayıs 2007'de ölüm cezasını AKP'nin kaldırdığını yazmıştı. AKP'ye sempatisi, Türkiye hakkındaki bilgisinden daha büyük olduğu anlaşılan bu meslektaşımız, 14 Mayıs'ta da, Başbakan Erdoğan'ın atadığını sandığı Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü'nün üniversitedeki özgürlükçü ve liberal icraatı üzerinden AKP'yi övmüştü. Rektörü AKP'nin baş hedeflerinden YÖK'ün atadığını bilmiyordu çünkü.

Bunlar, yüksek gazetecilik standartlarıyla övünen New York Times için son derece düşündürücü maddi hatalardır.

İslam ve demokrasi
Washington ve Londra'nın, İslamcı Milli Görüş hareketinden 28 Şubat'ın etkisiyle kopan AKP'yi, 11 Eylül sonrasının koşullarında, Arap ve İslam alemindeki halk yığınlarının ilgisini şiddet yanlısı İslamcı hareketlerden uzaklaştırarak, barışçı ve medeni siyasete yöneltmek için sunulacak bir örnek olarak benimsediğini biliyoruz. AKP'nin Amerikan ve İngiliz medyasından gördüğü büyük ilginin ardındaki asıl neden bu.

Başta CHP ve MHP olmak üzere ulusalcılar, ABD ve AB karşıtlığında adeta eski Milli Görüş çizgisine savrulurken, AKP bu iki global aktörle pragmatik ilişkiler kurmayı başardı. Buna AKP'nin Türkiye'nin uluslararası ekonomik sisteme entegrasyonunu sürdürmesi de eklenince, bu iki global aktörün gözünde AKP, Türkiye'de diğerlerine göre tercih edilir bir siyasi güç oldu.

İngiliz The Guardian gazetesinde Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce yayımlanan "İslam ve demokrasi" başlıklı baş makalenin sonunda "Türkiye'de İslam ve demokrasinin uyumlu olduğu kanıtlanıyorsa, başka yerde neden olmasın?" diye soruluyordu.

Evet, Türkiye hem bir İslam ülkesi ve hem de, geçmişte kesintilere uğramış olsa da demokrasisini geliştirerek yaşatmayı başarmış bir ülke. Bir İslam ülkesinin aynı zamanda demokratik de olabileceğini uzun yıllar önce kanıtladı. Bunu da laiklik sayesinde yaptı. Unutulan işte bu.

'Müslüman demokrat' mı?
Düne kadar AKP'yi genellikle "ılımlı İslamcı", "neo-İslamcı", "eski İslamcı" veya "İslami kökenli" diye tanımlayan Amerikan ve İngiliz basınında bu parti için, AKP'nin de duymaktan hoşnut olacaklarını sandığımız "Müslüman demokrat" tanımının giderek artan oranda kullanıldığını gözlemliyoruz.

AKP'ye iltifat eden aynı basın, kentli orta sınıfların demokrasi, laiklik ve özgürlükler konusundaki kendiliğinden gelişen demokratik tepkilerini ya görmezden geliyor ya da bunu, başında orduyu saydığı "laik elitler" konfigürasyonunun bir komplosu olarak yansıtıyor.

Temennimiz, AKP yöneticilerinin, kendilerine sunulan bu desteği yanlış okuyarak, "uluslararası sistemin güvencesi altında oldukları" gibi vehme kapılmamaları ve yeni dönemde itidal ile otokontrolü elden bırakmamalarıdır. Böylesi demokrasimiz için daha hayırlı olur.

Kaynak: Milliyet

Taşlar yerine oturuyor

Ilımlı İslam'dan şeriata

Amerikalı diplomat Richard Holbrooke'un Türkiye ile birlikte "ılımlı İslam ülkesi" kategorisinde gösterdiği Güneydoğu Asya ülkesi Malezya'da şeriat düzenine geçilmesi tartışılmaya başlandı.

Daily Telegraph'ın haberine göre, önceki gün, İngiliz yönetimine son verilip bağımsızlık ilan edilmesinin 50. yıldönümü kutlamaları yapılan Malezya'da hükümet hukuk sisteminde büyük değişiklik yaratacak bir dizi reform yapmaya hazırlanıyor. Bu kapsamda açıklamalarda bulunan Başbakan Abdullah Bedevi, ülkenin İngiliz sömürgesi olduğu dönemden kalma anayasasında yazılı olan "Malezya laik bir devlettir" maddesinin değişebileceğini kabul etti.

Başkent Kuala Lumpur'da yapılan bir konferansta konuşan Malezya Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Ahmed Fayruz da bağımsızlığın kazanılmasından bu yana geçen 50 yıl içinde Malezya'nın sömürgeciliğin kıskacından çıkamadığını savunarak, şeriatın hukuki boşlukları doldurmak amacıyla mevcut huhuk sistemine aşılanması gerektiğini bildirdi. Ahmed Fayruz, şeriat hükümlerinin özellikle örf ve adete dayanan hukuksal düzenlemelere monte edilmesini istedi.

Bazı bölgelerde uygulanıyor
Şeriat hükümleri Malezya'nın bazı bölgelerinde halen uygulanıyor. Şeriat çok sık olmasa da ara sıra Müslüman olmayanların davalarında da geçerli oluyor. Örneğin geçen temmuzda 21 senedir evli olan 6 çocuklu Müslüman-Hindu çiftin birliktelikleri yerel yetkililer tarafından şeriat hükümlerine dayanılarak hukuksal yoldan sonlandırıldı.

Malezya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Malaylar anayasal olarak Müslüman kabul ediliyor ve din değiştirmeleri yasaklanmış bulunuyor. Nüfusun yüzde 40'ını da Çin ve Hint kökenliler oluşturuyor. Ayrıcalıklı vatandaş sayılan Malaylar daha kolay iş bulup, kredi olanaklarından yararlanabiliyor. Ev sahipleri, Malaylardan daha düşük kira talep ediyor. Radikal İslamlaşma yönündeki son gelişmelerin Çin ve Hint kökenli Malezya vatandaşlarını alarma geçirdiği belirtiliyor.

Kaynak: Milliyet

Turhan Çömez'in diğer videoları

1. Neden Aday Olmadı?


2. Irak'a Satılan Elektrik, Kandil Dağına Gidiyor


3. Tarım Yolsuzluğu ve Sözde Ekonomik Başarı


4. Vahşi Rant Düzeni Var - Toplam Borç Artıyor


5. Sokaklarda Güvenlik ve Asayiş Kalmadı


6. Türkiye Onurlu Güçlü Bağımsız Bir Ülke Olmalı

Turhan Çömez, AKP'yi anlatıyor

Ekonomi analizi

Hürriyet, şu anki ekonomi durumunu, özet olarak yayımladı. Saatli Bomba adıyla yayımlanan özette, Türkiye ekonomisinin içler acısı durumu, 14 sayfada özetlenmiş. Özeti okumak için tıklayın.
Related Posts with Thumbnails