28 Eylül 2007

ABD İslamcılığı (3)

Türkiye'de önceleri çok tartışılan bir konu yeniden gündeme geliyor:

"AKP'nin 'sivil anayasa' hazırlığının arkasında, başkanlık-eyalet sistemine geçiş sistemi var mı? ABD'nin bu konuda Türkiye için öngörüleri neler?"

Bu soruya yanıt ararken, ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Holbrooke'un Türkiye'yi "ılımlı İslam demokrasisi" olarak tanımlaması geldi.

Holbrooke'un, Demokrat Parti'nin Kasım 2008 seçimlerini kazanması halinde ABD Dışişleri Bakanı olabileceğinden söz ediliyor...

Richard Holbrooke, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından PBS televizyonuna çıkıp şöyle demişti:

"11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz, diyor. İşte sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı."

Haberci, Holbrooke'a soruyor:

"Konuyu biraz açar mısınız?.."

Holbrooke:

"Türkiye'de barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı ve Müslüman bir parti, yani Tayyip Erdoğan'ın başında bulunduğu AKP, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'nden alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman partiyle İsrail iyi ilişkiler içinde ve Avrupa Birliği'ne üyelik istiyor. Ben de bunu yürekten, inanarak destekliyorum."

Haberci bir soru daha yöneltiyor Holbrooke'a:

"Türkler ABD'nin Irak'ta daha neler yapmasını istiyor?"

Holbrooke:

"Türkiye'yi yöneten ılımlı Müslüman parti AKP, bizim Irak'tan ayrılmamızı değil kalmamızı istiyor. Bunu içtenlikle ifade ediyorlar bize. Kaosun sınırlarına dayanmasından korkuyorlar."

Burada çok önemli iki nokta var:

Holbrooke, Türkiye'yle Malezya'yı terazinin aynı kefesine koyup "ılımlı İslam iki demokratik ülke" olarak tanımlıyor.

İkincisi ise 22 Temmuz seçimlerinde "Kemalist laik devlet yapısına sahip çıkan partilerin" İslamcı parti karşısında yenilmesi...

***

ABD, Türkiye'de din temeline dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı yoksa Marksist temele dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı ister?

Elbet din temeline dayalı partiyi ister!..

Ünlü ekonomist ve düşünür Francis Fukuyama, bir yıl önce Atina'da düzenlenen bir toplantıda "Türkiye ne Avrupalı ne de Ortadoğuludur" deyip ekledi:

"Türkiye'nin ekonomik ve politik özellikleri Latin Amerika ülkelerini çağrıştırıyor. Enflasyon, ekonomik disiplin olmaması, siyasi sistemin kamunun aşırı harcamalarına izin veriyor. Bunun için siyasi konsensüs şart."

Peki AKP'ye nasıl bakıyor Fukuyama?

AKP'yi Avrupa'daki Hıristiyan Demokratlara benzetiyor...

Diyor ki:

"Türkiye öteki Müslüman ülkelere karşı başarılı bir model oluşturmuştur. İslam dünyası için en iyi model, Türkiye'dir."

Fukuyama'nın, Türkiye'nin ekonomik yapısını Latin ülkelerine benzetmesi ne anlama geliyor sizce?

Türkiye'de Marksist solun ivme kazanıp iktidar olması...

O zaman ne yapmalı?

Türkiye'de din temeline dayalı AKP'yi desteklemeli...

Francis Fukuyama Türkiye'yi iyi tanıyor.

Babası Joshishio Fukuyama, Kayseri Talas Amerikan Koleji'nde üç yıl İngilizce öğretmenliği yapmış. Francis Fukuyama da üç yıl Türkiye'de yaşamış...

Fukuyama, Türkiye'de başkanlık-eyalet sisteminin yaşama geçmesini çok istiyor...

Fethullah Gülen'le arası çok iyi... Kemal Derviş'le çok yakın dost...

***

Türkiye'de eyalet sisteminin ya da federe yapının ne anlamı olabilir?

Çok açık!..

Ülkenin bölünmesidir...

Zaten ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin kapsamında bu yok mu?

Fukuyama, adını "Tarihin Sonu" teziyle duyurmuştu. Türkiye'de eyalet sistemi ya da federal yapı Türkiye'nin sonu olacaktır.

Televizyonlarda tartışma programlarını izliyorum...

Bu konular gündeme nedense hiç getirilmiyor, "sıkmabaş" demokrasinin, özgürlüklerin simgesi olarak ortaya konuluyor, "mahalle baskısı" adı altında bir oyun sahneye konuluyor.

Türkiye'de toplumsal baskı neden gündemde değil?

Kadınlarımızı toplumda aşağılayan bir düşünce egemen olmuş Türkiye'de. Sol'un önü kesilmiş. Atılgan Bayar'ın SKY Türk'te dediği gibi "Kemalist değerler", "Cumhuriyetin kazanımları kendini bilmezlere kalmış."

Yazık!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Eylül 2007

"9 gencin üzerine 10 bin kişilik orduyu gönderiyorlar"

HAKKARİ’nin Yüksekova İlçesi HADEP’li Eski Belediye Başkanı Hetem İke, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. İke için Yüksekova Belediyesi önünde cenaze töreni düzenlendi. Törene katılan DTP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Demirtaş, PKK’lı teröristleri kastederek, "9 gencin üzerine 10 bin kişilik orduyu Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla gönderiyorlar. Şimdi buna ister kahramanlık deyin, ister zafer deyin. Bundan utanç duymuyorlar" dedi.

Kanser tedavisi gördüğü İstanbul Sefaköy Doğan Hastanesi’nde 2 gün önce hayatını kaybeden Yüksekova’nın HADEP’li Eski Belediye Başkanı Hetem İke'nin cenazesi, bugün uçakla İstanbul’dan Van’a, buradan da karayoluyla Yüksekova İlçesi’ne getirildi. İke için Yüksekova Belediyesi önünde cenaze töreni düzenlendi. Törene, DTP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Demirtaş, DTP Van Milletvekili Özdal Üçer, DTP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, çevre il ve ilçelerdeki DTP’li belediye başkanları ve 10 bin civarında vatandaş katıldı. Saygı duruşu ile başlayan törende PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan lehine ‘Biji serok Apo’ ve ‘Şehitler ölmez’ sloganları atıldı.

DTP Genel Başkan Yardımcsı Demirtaş, yaptığı konuşmasında PKK’lı teröristleri kastederek, 9 gencin üzerine 10 bin kişilik ordunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla gönderildiğini söyledi. Demirtaş, “Şimdi buna ister kahramanlık deyin, ister zafer deyin. Bundan utanç duymuyorlar. Bundan utanç duymayacak mıyız? Her gün bu acılar yaşanırken biz halen barış diyoruz. Ama maalesef AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da ‘Ya bu düzene teslim olun ya da, dağlara gidin’ diyor. Bizim acımız daha çoktur. Halkın öncü insana ihtiyacı vardır. Çünkü her zamankinden fazla inkar ve imha zihniyeti bu halkın üzerine geliyor. Bunun bir tek adı var. Direnin diyorlar başka yaşam hakkı tanımıyorlar. Biz direneceğiz” dedi.

Konuşmaların ardından İke’nin DTP bayrağı ve sarı, kırmızı, yeşil renkli beze sarılı tabutu omuzlarda taşınarak Eski Kışla Mezarlığı’na götürülerek toprağa verildi. Kalabalık cenazenin toprağa verilmesinin ardından sessizce dağıldı.

Son bir hafta içinde Hakkari'nin Çukurca ve Şırnak'ın Beytüşşebap İlçelerinde düzenlenen operasyonlarda 9 terörist ölü ele geçirilmişti.

Kaynak: Hürriyet

İki anayasa taslağının arasında 31 ciddi fark


Prof. Dr. Ergun Özbudun'un, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile AKP için hazırladığı anayasa önerilerinde cumhurbaşkanı seçiminden, din ve vicdan özgürlüğüne, zorunlu din eğitiminden işverenlerin lokavt haklarına ve Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine açılmasından, milletvekili maaşlarına kadar bir çok alanda önemli farklılıklar bulunuyor.

Prof. Özbudun ile Prof. Fazıl Sağlam, Prof. Tekin Akıllıoğlu ve bir süre önce yaşamını yitiren Prof. Yavuz Sabuncu, 2000 yılında TOBB için anayasa önerisi hazırladılar.

Prof. Özbudun, haziran ayında AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın önerisiyle de Prof. Zühtü Arslan, Prof. Yavuz Atar, Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Levent Köker ve Doç. Serap Yazıcı ile yeni bir taslak daha hazırladı. Yedi yıl arayla hazırlanan iki taslak karşılaştırıldığında, metinlere talepte bulunanların önerilerinin ve yaşanan siyasal dalgalanmaların etkili olduğu gözleniyor. 28 Şubat sürecinden sonra Eski TOBB Başkanı Fuat Miras'ın talebi üzerine hazırlanan öneride, zorunlu din dersine son verilirken, bu ders lise düzeyinde seçmeli hale getiriliyor. Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında yaşanan sıkıntılardan esinlenerek cumhurbaşkanın yetkileri sınırlandırılıyor, cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilen sembolik devlet başkanı konumuna getiriliyor.

AKP için Başbakan Erdoğan'ın isteğiyle hazırlanan taslakta ise cumhurbaşkanını halkın seçmesi önerilirken, yüksek öğretimde türban takılabilmesi anayasal güvenceye kavuşturuluyor. Ayrıca TOBB için kaleme alınan taslakta kullanılan dilin AKP metnine daha 'Öztürkçe' ifadeler içeriyor olması dikkat çekiyor.

Kaynak: Radikal

ABD İslamcılığı... (2)

Nakşilik ve Nurculuk eylemi Kemalizme, Aydınlanma devrimine, Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye karşıdır!..

Said-i Nursi ne der:

"Hilafet artık ölmüştür. Yeniden harekete geçmek için nurun tokadını vurmak gerekir..."

Fethullah Gülen de Kemalizme karşıdır, eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook da, Francis Fukuyama da, Graham Fuller de...

Kemalizme Şahin Alpay da karşıdır, Hadi Uluengin de, öteki "ülküdaşları" da...

Kemalizme Şerif Mardin de karşıdır, Abdullah ve Tayyip Beyler de...

Kemalizme ABD, AB karşıdır!..

Kemalizme İkinci Cumhuriyetçiler de karşıdır, Kürtçüler de...

Said-i Nursi, Atatürk'e "deccal" der, Şerif Mardin ise Nurcuları koruyup kollar...

Ilımlı İslamın mimarları arasında yer alan Japon asıllı Fukuyama, Fethullahçılarla sıkı ilişki içindedir.

SAIS'ın dekanı olan Fukuyama, CIA'ya teorik ve stratejik bilgiler verip, Büyük Ortadoğu Projesi'nin hazırlayıcılarıyla birlikte yeni senaryolar üretiyor...

Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezini anımsıyor musunuz?

Fukuyama o tezle tanındı.

Fukuyama'ya göre tek merkezli dünyanın karşısında durabilecek bir güç vardır:

"İslam!"

Fukuyama için "İslam" dünyanın tek düşmanıdır...

2004 yılında ABD'de "Abant Toplantısı" yapılmıştı. Fethullah'ın onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın ABD'deki ev sahipliğini ise SAIS, yani Fukuyama üstlenmişti.

Şimdi sıkı durun...

SAIS'in yedi yıl başkanlığını yapan kişi kimdi?

Irak savaşının tasarımcısı Wolfowitz ...

SAIS'te "Yeniden Doğuş" tarikatının siyasal kanadını oluşturan Neo-Con'lar etkilidir...

İşte size Fethullah Gülen ve müritlerinin ilişkileri ve ABD'nin Türkiye'ye biçtiği "Ilımlı İslam" modeli...

***

Şimdi 1989 yılına dönelim...

Rand Corporation raporundan dört örnek:

1- Türkiye'deki demokratik rejimin sık sık kesintiye uğraması istikrarı bozmakta, laik güçlerle İslamcı güçler arasındaki uzlaşmaya engel olmaktadır. İslamcı hareket ile diğer siyasi, etnik ve dini gruplar arasındaki ilişkinin hem Türkiye'de İslamın geleceği, hem de Türkiye'nin siyasi istikrarı açısından önemli etkileri olabilir.

2- Teşkilatlanmış Müslümanların siyasi sisteme katılması, siyasi istikrar açısından olumlu bazı faktörler getirir. Eğer Türkiye'nin bu deneyi başarıya ulaşır ve İslamcılar siyasi iktidarı kuvvet kullanarak ele geçirmeyi hedeflemek yerine demokratik hükümet şeklinin bir parçası olursa, o zaman Türkiye bölgede İran örneğine alternatif bir model olarak ortaya çıkar.

3- Türkiye'nin Kürt etnik azınlığı, İslamcı hareketin geleceğinde aşırı soldan ya da aşırı sağdan daha önemli bir faktör olabilir. Kürtlerin büyük çoğunluğu muhafazakâr Sünni Müslümandır. Ancak Türklerin Hanefi hukuk doktrinini takip etmelerine karşılık Kürtler Şafi okuluna mensupturlar.

4- İslamlaştırmada sızma stratejisinin en iyi yolunun eğitim olduğuna inanılmaktadır. Türk İslamcı hareketinin bugün en önemli hedefleri arasında, gerek eğitim sistemini içeriden değiştirerek gerek alternatif eğitim kurumları oluşturarak gençler arasında İslamın yayılması bulunmaktadır.

***

Yazıma noktayı koymaya hazırlanırken, bir kadın okurum telefonda sordu:

"Kanadalı yazar Margaret Atwodd'un "Damızlık Kızlar" kitabını okumuş muydunuz?"

Okura "okudum" yanıtını verdim...

Anımsamıştım o romanı...

Kadın bir sabah markete gidip alışveriş yapıyor, tutarı ödemek için kredi kartını kasiyere uzatıyor.

Görevli "Banka yanıt vermiyor" diyor. O gün ülkenin tüm kadınları aynı cümleyi duyuyorlar her alışveriş yaptıklarında:

"Banka yanıt vermiyor!"

Bir gece önce "karşı-devrim" gerçekleşmiş, kadınların banka hesaplarına el konulmuş, kredi kartları geçersiz kılınmış.

2007 yılında kadınlar Türkiye'de korkuyor...

Çünkü tutucu ve dinsel bir düşünce, kadının üzerinde kurduğu baskıyı AKP iktidarında giderek artırıyor.

Kadın-erkek eşitliği ortadan kaldırılıyor. Kadınlar, yeni anayasayla yaşlılar, çocuklar ve engelliler gibi korunma altına alınıyor...

Ne yazık ki toplum yine suskun ve tepkisiz!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Eylül 2007

ABD İslamcılığı... (1)

Türkiye Malezya olacak mı olmayacak mı?

Türkiye'nin "Ilımlı İslam Modeli" adı altında muhafazakârlaştırıldığı, bu çalışmaların 1980'li yılların ortalarında başladığı, 1990'lı yılların başından bugüne dek ABD ve AB desteğinde ivme kazandığı bir gerçek...

Bu köşede yıllarca, Rand Corparation imzalı raporları yayımladım. CIA'nın Fethullah Gülen'le ilişkilerini, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından Gülen ve müritlerinin Orta Asya cumhuriyetlerinden Kara Afrika ülkelerine, Beyaz Rusya'dan Kanada'ya dek nasıl yayıldıklarını anlattım.

ABD ve AB "köktendincilere" karşı Nurcu Fethullah'ı 90'lı yıllarda kullanmaya başladı. Fethullahçılara parasal destek veren ABD ve AB, "eğitim kurumları"yla "Ilımlı İslam"a arka çıktı.

Fethullahçıların bugün Malezya ve Endonezya'da da okulları var...

ABD ve AB, bugün sola daha yakın olan "Kemalistler"e karşıdır.

Kuşatma, Fethullahçıların önderliğinde Türkiye'de ivme kazanırken İkinci Cumhuriyetçi yazar-çizer takımı medyada örgütlenmeye başladı.

Kimilerinin "milli takım" dedikleri İkinci Cumhuriyetçilerin hangi gazetelerde ve televizyonlarda çalıştıklarına bakınca ilginç bir fotoğraf ortaya çıkıyor...

Cengiz Çandar'ın hazırladığı İkinci Cumhuriyetçilerden oluşan "Milli Takım"ın kadrosu şöyle:

"Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Şahin Alpay, Mehmet Ali Birand, Ali Bayramoğlu."

Onbir kişilik İkinci Cumhuriyetçi "Milli Takım"ın beş oyuncusu "Doğan Grubu"nda çalışıyor. İki oyuncusu Zaman'da, bir oyuncusu Yeni Şafak'ta, iki oyuncusu da Star'da yazıyor...

Orhan Pamuk ise lige ABD'den katılıyor...

Yedeklerin kim olduğunu biliyorum...

Onların bazıları Belçika Ligi'nde top koşturuyor, bazıları yine Doğan Grubu'nda çalışıyor, bazıları da köşe kapmaca peşinde koşuyor...

***

Köktendinci tehlikeye karşı "Ilımlı İslam Modeli"nin mimarı olarak gördükleri Fethullah Gülen hareketini koşulsuz destekleyen ABD'nin, MHP'yle işbirliği yapmak için çabaladığı da bilinen bir gerçek...

Türk-İslam Sentezi'nin savunucusu olan "ülkücü kadroların" bir bölümü 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Fethullah Gülen hareketine katılmamış mıydı?

Bugünün MHP'si de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde TBMM Genel Kurulu'na girdi, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı.

Fethullah Gülen'in MHP içinde bazı milletvekilleriyle yakın ilişkide olduğunu da kim yadsıyabilir?

ABD, MHP'yi etnik milliyetçilikten uzaklaştırıp "Ilımlı İslam Modeli"nin içine çekmeye çalışırken, Devlet Bahçeli'nin "etnik milliyetçiliğe karşı olduğunu" söylemesi unutulmamalı...

Şimdilerde "Sivil Anayasa" ve "Türkiye Malezya olur mu", "mahalle baskısı" gibi kavramları tartışıyoruz...

Kapalı kapılar ardında hazırlanan "Sivil Anayasa"yla kadın hakları azalıyor, kadınlar üzerine baskı kuruluyor...

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Siyaset Bilimci Prof. Dr. Yeşim Arat, Neşe Düzel'in sorularını yanıtlarken ne diyor:

"Nakşilik olsun, Gülen cemaati olsun, muhafazakârlığı, mahalle baskısını güçlendiriyor. Tarikatlara giren kadınlar hayatın içinde yoklar. Fethullah Gülen cemaatinin kadınla ilişkisi, kadınlara verilmesi gereken olanakların verilmiyor olması beni rahatsız ediyor."

Boğaziçi Üniversitesi İstanbul'da Fethullahçıların karargâh merkezidir...

***

2007'nin fotoğrafına bakıyorum...

ABD ve AB'nin destek verdiği AKP iktidarı Abdullah Bey'i, Tayyip Bey'i şimdilik tutuyor...

Çünkü ABD ve AB'nin işine yarıyor Abdullah Bey ve Tayyip Bey...

Nakşilik ve Fethullahçılık...

İki tarikat aynı damardan besleniyor...

Fethullah'ın 500 okulunda sözde laik eğitim... Kadınlar ise toplumdan dışlanmış...

Ne diyor Fethullah:

"Yargıda, eğitimde, poliste, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde sessizce mevzilenip bekleyin."

Dikkat edin, gazetelerin çoğunda Fethullah Gülen'in örgütlenmesine ilişkin tek satır yazı, eleştiri yok.

Neden ve niçin?

Geri planda ABD ve AB. Onların Türkiye'de işbirlikçileri, "Soros Çocukları"...

Karşı çıkabilirler mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 26 Eylül 2007

27 Eylül 2007

Diyarbakır'da bir okul

Diyarbakır'da, AB ülkelerinde olduğu gibi kılık kıyafetin serbest olduğu bir ilköğretim okulu açıldı. Özel Avrupa Birliği İlköğretim Okulu

Müdürü Mustafa Çakır, eğitimin Avrupa Birliği standartlarında olduğunu belirterek, "Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye arasında köprü görevini üstleneceğiz. Rahmetli Kadir Has'ın hayali gerçek oldu" dedi.

Diyarbakır'da, AB ülkelerindeki standartlara uygun inşa edilen okulda 24 öğrenci kapasiteli modern sınıflarda derslerin çoğu yabancı dil ağırlıklı işleniyor. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kılık kıyafetin serbest olduğu okulda, başörtülü, resmi okul kıyafetli ve sivil kıyafetli öğrenciler aynı masalarda eğitim görüyor. Rahmetli iş adamı Kadir Has'ın fikirleri ve Başbakanlık Müsteşarlığı'na getirilen eski Diyarbakır Valisi Efkan Ala'nın destekleriyle kurulan Diyarbakır Özel Avrupa Birliği İlköğretim Okulu'nda okumanın maliyeti ise 4 bin 620 YTL ve 5 bin 390 YTL arasında değişiyor.

Okulu Avrupa standartlarında eğitimli nesiller yetiştirmek için açtıklarını söyleyen Okul Müdürü Mustafa Çakır, "Okulun fiziki yapısı tamamen AB ülkelerindeki okullara uygun yapıldı. Sınıf mevcutları 24 kişi olduğu için okulumuza yoğun talep var. Biz de bunun için öğrencileri sınavla alıyoruz. Her parası olan öğrenciyi almıyoruz. Öğrenci vereceğimiz eğitimi alabilecek kapasitede olmalı. Şu an 215 öğrencimiz bulunuyor. Orta Öğretim Sınavları'ndan sonra başarılı öğrencilerden bir kısmını Avrupa ülkelerine

göndermek için yurtdışında temaslarımız sürüyor. Eğer olumlu cevap alırsak bakanlığın onayını aldıktan sonra Avrupa ülkelerine öğrenci transferine başlayacağız. Bunu başarırsak Türkiye-AB ilişkilerinde köprü görevini üstleneceğiz" dedi.

Okulu açarak rahmetli iş adamı Kadir Has'ın hayalini gerçekleştirdiklerini belirten Çakır, "En büyük destekçimiz Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilen eski Diyarbakır Valisi Efkan oldu. Okulu açarken isimden dolayı bürokratik engellere takıldık. Okulun ismi Avrupa Birliği, ancak Milli Eğitim Bakanlığı Özel AB İlköğretim Okulu diye kayıtlara geçti. Yanlış kayda geçen ismin doğru yazılması için resmi görüşmelerimiz sürüyor. Avrupa standartlarında eğitim veriyoruz" diye konuştu.

Çakır, okulda kesinlikle yasak uygulamadıklarını ifade ederek, "Bir düzen çerçevesinde öğretmen ve öğrenciler diledikleri gibi hareket edebiliyor. Bizim kendi okul formalarımız var. Ancak öğrenci bu tonlara uygun bir kıyafetle okula gelmesi durumunda kıyamet kopmuyor, rahat bırakıyoruz. Öğrencilerin saçlarını makas alıp kesmiyoruz" şeklinde konuştu.

"ÖĞRETMENLERİN SAÇLARINI UZATMALARI SERBEST"

Öğretmenlerin saç uzatması ve küpe takmasının da serbest olduğu okulda model olma yolunda ilerlediklerin ifade eden sosyal bilgiler öğretmeni İsa Yılmaz, "Vizyonumuz öğrenme şekline dayandığı için şekilciliğe dayalı değil, model alma yoluyla ilerliyoruz. Avrupa Birliği denilince Türkiye'de herkesin aklına özgür ülkeler gelir. Biz de bunu Diyarbakır'da başlattık. Örneğin derslere uzun saçlarla giriyorum. İdarenin bir zorlaması yok. Milli Eğitim'e bağlı okullarda bu kadar rahat olmamız mümkün değil" dedi.

Bu okul sayesinde okuma isteğinin arttığını söyleyen Mehmet Maldar adlı öğrenci ise, "Okula kayıt yaptırdıktan sonra çevredeki arkadaşlarla ilişkilerim çok iyi gitmeye başladı. Öğretmenlerimizin bize çok destekleri oluyor. Okuma azmim artı ve dersler çok güzel gidiyor. Her şey çok güzel, yaşasın Avrupa Birliği" diyerek duygularını dile getirdi.

Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istediğini ifade eden öğrencilerden Melike Nur Kavun da, Avrupa Birliği'nin yüksek standartlarda fikirlerini özgürce açıklayan öğrenciler anlamına geldiğini söyledi.

Büyüyünce diplomat olmak istediğini anlatan Hafit Çakır adlı öğrenci, "İnsanın kendisini geliştirmeye yönelik çok iyi eğitim alıyoruz. Özellikle okulun ismi benim çok hoşuma gidiyor. İnsanlarla konuşurken Avrupa Birliği Okulu'nda okuyorum deyince çok hoşuma gidiyor. Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istiyorum. Bende liderlik isteği olduğu için büyüyünce diplomat olmak istiyorum. Bu nedenle çok çalışmam gerekiyor galiba" şeklinde konuştu

215 öğrencinin eğitim gördüğü okulda, öğrenciler Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı dışında çevre temizliğiyle ilgili bilgilendirilirken, okuldaki çöp kutularında biriken çöpler ise geri dönüşüm olarak tekrar ülke ekonomisine kazandırılıyor.

Kaynak: Haberler.com

Not: Bu haber, Star'da yayımlandıktan kısa bir süre sonra, nedeni belirtilmeden silindi. Haber7.com sitesi de haberin içeriğini sildikten sonra, "Haber kaynağından iptal edilmiştir" açıklamasını yaptı ve silinme nedeni olarak da okulun, iddiaları reddettiğini belirtti. Ancak haberdeki fotoğraf, haberin doğruluğunu ispatlar nitelikte.

24 Eylül 2007

Böyle giderse Türkiye’de laiklik çözülür, çoğunluk desteğini almayan siyasi olguya dönüşür


Soner Çağaptay, İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okuduktan sonra, Yale Üniversitesi’nde tarih doktorası yaptı. Uzmanlık alanı Türk milliyetçiliği ve Türk dış politikası. Beş yıldır ABD’nin etkin düşünce kuruluşlarından Washington Enstitüsü’nün (Washington Institute For Near East Policy) Türkiye bölümünü yönetiyor. ABD ve AKP hükümetinin yakından izlediği analistlerden.



Hatta geçen günlerde Çağaptay’ın Wall Street Journal’daki yazısına bizzat Cüneyd Zapsu cevap verdi. Çağaptay, Türkiye-ABD ilişkilerinde kritik noktalara gelindiğinde Beyaz Saray’daki çok üst düzey yöneticilerin arayıp görüş aldığını söylüyor. Yeni ders yılında ABD’nin saygın üniversitelerinden Georgetown’da "Türkiye’de Laiklik" başlıklı bir ders verecek. Çağaptay’la Türkiye’de laiklik tartışmalarını konuştuk.

Türkiye’de laiklik üzerine ders vereceksiniz Georgetown’da. Nedir Türk usulü laikliğin özelliği?

- Derste Türkiye’de laikliğin kurumsallaşması, gelişmesi, günümüzdeki konumu ve geleceğini anlatacağım. Hem tarih hem de siyaset bilimi dersi. Türk laikliği ile Amerikan laikliği aynı değil. Türkiye’deki laiklik biraz daha Avrupa’ya yakın. ABD’yi kuranlar dinlerinden dolayı baskı gördüğü için laikliği tüm dinlere özgürlük şeklinde biçimlendirdi. Bu da hayatın her alanında çeşitli dini sembollerin tezahür etmesine yol açtı. Avrupa tarzı laiklik ise çok farklı: Dinin siyasi sistemi kontrol etmesine önlem olarak gelişti. Temelinde dinlere özgürlük değil, dinden özgürleşme, yani ayrılma yatar. Türkiye de bunu benimsedi, din ve siyaset arasına büyük bir izolasyon duvarı çekti.

Yine de Türkiye’de kilise gibi kendi kuralları ve kontrol mekanizması olan bir üst makam bulunmadığı için Avrupa laikliğinden ayrılmıyor muyuz? Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da hesaba katarsak daha özel bir laik sistem yok mu Türkiye’de?

- Katılıyorum. Zaten Türk laikliğinin Avrupa Parlamentosu’nca en çok eleştirilen yanı Diyanet’in bir devlet kurumu olması ve imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi, cuma vaazlarının içeriğini devletin belirlemesi. Bunların laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı söylenir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen lağvedilmesi ve camilerin müminleriyle baş başa kalması ne gibi sonuçlar doğurur?

- Tam bir kaos olur. Çok tehlikeli bir adım. Bir kere Diyanet İşleri Başkanlığı gökten zembille inmedi. Bu kurumun öncülü var: Şeyhülislam. Diyanet, Osmanlı Devleti’nden başlayarak Türkiye tarihinin ürettiği doğal bir kurum. Din-toplum ilişkisini düzenler ve gereklidir. Avrupa, Türkiye’yi bu konuda eleştirirken kendisi çok farklı çözümler getirmemiş ki. Mesela Almanya’da kilise vergisi var. Hükümet vatandaştan toplar, kiliseye dağıtır. İngiltere’deki Anglikan Kilisesi’nin başı İngiltere Kraliçesi. İskandinav ülkelerinde Luteryan Kilisesi resmi kilise. Yani aslında Avrupa’da, Türkiye’deki din ve devlet arasındaki izolasyon duvarı yok denecek halde.

LAİK MİSİN MÜSLÜMAN MI DİYE SORARSAN MÜSLÜMANIM DER

3 Eylül tarihli Newsweek dergisindeki yazınızın başlığı "Laikliğin Sonu" idi. Sonu geliyor mu gerçekten?

- Laikliğin 80 yıldır Türkiye gibi bir ülkede var olmasının sebebi halkın çoğunluğunca desteklenmesi. Türk toplumunu üçe ayırıyorum: Dini görevlerini yerine getirmeyen küçük bir liberal grup. Küçük bir aşırı dinci grup. İkisinin ortasında, dini vecibelerini yerine getiren ama laik bir devlette yaşamaktan memnun muhafazakar çoğunluk. Çok partili döneme geçildiğinden beri bütün partilerin ortak argümanı "Hem Müslüman hem laik olunabilir"di. Taa ki AKP’ye kadar. AKP, bu seçim kampanyasında özellikle Anadolu’da şöyle bir strateji izledi: Sırf dindar olduğu için bize cumhurbaşkanı seçtirmediler. O ortadaki çoğunluğu, laikliğin dindarlığa karşı olduğuna ikna etti. Bu da şimdiye kadar Türkiye’de var olmayan bir fay hattı yarattı. Muhafazakar çoğunluğu ya laik ya Müslüman olursun gibi zor bir seçim yapmak zorunda bırakırsanız, Müslümanlığı seçer. Laiklik ilk defa muhafazakar çoğunluk tarafından sorgulandı. AKP bu fay hattında yürümeye devam ederse Türkiye’de laiklik çözülür, yani çoğunluğun desteğini alamayan bir siyasi olgu haline dönüşür.

AKP’nin laikliği bir gecede yok etmeyeceğini ama tedrici olarak Türkiye’yi içe kapalı bir İslam devletine dönüştüreceğini söylüyorsunuz. Neye dayanarak?

- Türkiye, İslami sembollerin daha çok yer aldığı bir topluma dönüşecek. Kısa vadede, siyasi ve hukuki bakımdan elbette laik düzen sürecek. AKP laikliği bir gecede yok etmeyecek. Ama toplumdaki ikonik bazı İslami öğeler çok daha belirleyici olacak: İçki yasağı, türban, İmam Hatip Liseleri. Sohbetlerimden çıkardığım kadarıyla, AKP, dini ve sosyal anlamda bu üç öğenin toplumda yaygınlaşmasından yana. Yani türban takılması muteber, içki içilmesi yasak, İHL eğitim alınması gereken yer. Kültürel hayatta günah-mübah ayrımı yapıyor. Bunu liderlerinin şahsi hayatlarında da görebilirsiniz.

Türkiye’de laikliğin çözülmesi ABD’nin pek işine gelmez değil mi?

- Washington, iktisadi tutumuna bakarak AKP’yi liberal bir hükümet olarak değerlendiriyor şu anda. Ne zaman ki belirttiğim göstergeler sosyal hayatta belirginleşir, laikliğin erozyona uğradığını düşünmeye başlar. O zaman nasıl bir politika izleyeceğini şimdiden kestiremiyorum.

AKP BENİ ÇOK CİDDİYE ALIYOR, ABD EN ÜST DÜZEYDE TAKİP EDİYOR

Makalelerinizin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye kadar uzanan bir Beyaz Saray yolculuğu olduğu söyleniyor. Doğru mu?

- Washington Enstitüsü makaleleri binlerce kişiye gönderir. Abdullah Gül’e, Dick Cheney’ye, Avrupa Parlamentosu’na... Bana ulaşan geriye dönüşlerden anladığım kadarıyla, özellikle kritik dönemlerdeki yazılarım, ABD hükümetinin üst düzey kişilerince takip ediliyor. Çünkü bazı konuları ayrıntılandırmam talep ediliyor.

Nasıl yani? Beyaz Saray’a çağırıp bilgilendirme yapmanız filan mı isteniyor?

- Çok üst düzeyde takip ediliyorum diyelim.

AKP hükümeti yazdıklarınızdan pek hoşlanmıyor galiba. Onlarla ilişkiniz nasıl, bire bir görüştüğünüz birileri var mı?

- AKP’nin yazılarımı çok ciddiye aldığını biliyorum. Partiden temas kurduğum kişilerden, Türkiye’deki diğer kaynaklardan aldığım bilgiler bu yönde. Aramızda entelektüel diyalog var.

Diyalog olduğu kesin. Temmuzda Wall Street Journal’da yayımlanan yazınıza Cüneyd Zapsu televizyondan cevap verdi.

- Görüşlerime katılmak zorunda değiller. Cevap vermek hakları.

AKP’ye yakınlığıyla bilinen gazeteler sizi laiklere AKP karşıtı taktik vermekle suçluyor. Buna ne dersiniz?

- Ben analistim, görevim taktik vermek değil, ışık tutmak.

Türk entelijansiyasında AKP’nin bugüne kadarki en liberal hükümet olduğunu söyleyenler var. Siz neden aksini iddia ediyorsunuz?

- Liberalizmin tek ölçütü ekonomiyse, evet AKP iyi işler yaptı. İktisadi anlamda liberal. Ama liberalizmin diğer göstergesi çoğulculuk, farklılığa tahammül. Türban, İHL ve içki yasağında AKP’de çoğulculuk fikri yeşermemiş. Türbanlı - türbansız ayrımı yapmadığını söyleyebilir. Ne zaman ki bunu söylemin dışına taşır, kadrolarına, atamalarına, vekillerine, bakanlarına yansıtır, o zaman liberal bir hükümet olabilir.

THINK-TANK’LER ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN TADINI VE RENGİNİ BELİRLER

Hudson Enstitüsü’yle yaşananlardan sonra, Türkiye’den bakıldığında, ABD’deki düşünce kuruluşları manipülatif görünüyor. Neye, kime hizmet ettiği sorgulanıyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz?


- Türkiye düşünce kuruluşlarına (think tank) pek alışık değil. Ama 5-10 yıl sonra yaygınlaşacak ve Türkiye’de de akademisyenlerin, medyadan tanıdığımız isimlerin böyle kuruluşlarda çalıştığını göreceğiz. O zaman düşünce kuruluşlarının siyaseti neden, nasıl etkilediği daha iyi anlaşılacak ve doğal karşılanacak. Washington Enstitüsü’nün 20 yıldır Amerikan siyasetinde ağırlığı var. Son derece bilimsel araştırmalar yapan bir kuruluş. Özellikle Türkiye konusunda düzenli yayın yapar. Bütün yayınları saygı görüyor, çünkü bazı konuları gündeme gelmeden öngörüyor. PKK konusunda ABD’de çok yol kat ettik. Beş yıl önce, acaba terör örgütü mü, diyorlardı. Yayınlarımız sayesinde, artık söze PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul ederek başlıyorlar.

Washington Enstitüsü’nün İsrail’den finansal destek aldığı söyleniyor...

- Kesinlikle böyle bir şey yok. Hesaplarımız son derece şeffaf. Sadece Amerikan vatandaşlarından aldığı bağışlarla yaşar. Ne yabancı devletlerle, kurumlarla ne de ABD hükümetiyle ilişkisi var. Siyasi ve ahlaki olarak bağımsız. ABD’deki birçok düşünce kuruluşu özel şirketlerden finansal destek alıyor, bizde bu yok.

Düşünce kuruluşları ABD-Türkiye ilişkilerini ne kadar etkileyebilir?

- Tamamen etkiler demek çok iddialı olur ama tadını ve rengini belirliyor.

Kaynak: Hürriyet

İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi

AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.


MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız"
diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)

Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı


ÖNCE bir tespit yapalım:

Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!"

Yanılıyorlar.

Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.

İki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.

ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.

Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!

DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?



Soner YALÇIN - Hürriyet, 23 Eylül 2007
Related Posts with Thumbnails