24 Eylül 2007
Böyle giderse Türkiye’de laiklik çözülür, çoğunluk desteğini almayan siyasi olguya dönüşür
Soner Çağaptay, İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okuduktan sonra, Yale Üniversitesi’nde tarih doktorası yaptı. Uzmanlık alanı Türk milliyetçiliği ve Türk dış politikası. Beş yıldır ABD’nin etkin düşünce kuruluşlarından Washington Enstitüsü’nün (Washington Institute For Near East Policy) Türkiye bölümünü yönetiyor. ABD ve AKP hükümetinin yakından izlediği analistlerden.
Hatta geçen günlerde Çağaptay’ın Wall Street Journal’daki yazısına bizzat Cüneyd Zapsu cevap verdi. Çağaptay, Türkiye-ABD ilişkilerinde kritik noktalara gelindiğinde Beyaz Saray’daki çok üst düzey yöneticilerin arayıp görüş aldığını söylüyor. Yeni ders yılında ABD’nin saygın üniversitelerinden Georgetown’da "Türkiye’de Laiklik" başlıklı bir ders verecek. Çağaptay’la Türkiye’de laiklik tartışmalarını konuştuk.
Türkiye’de laiklik üzerine ders vereceksiniz Georgetown’da. Nedir Türk usulü laikliğin özelliği?
- Derste Türkiye’de laikliğin kurumsallaşması, gelişmesi, günümüzdeki konumu ve geleceğini anlatacağım. Hem tarih hem de siyaset bilimi dersi. Türk laikliği ile Amerikan laikliği aynı değil. Türkiye’deki laiklik biraz daha Avrupa’ya yakın. ABD’yi kuranlar dinlerinden dolayı baskı gördüğü için laikliği tüm dinlere özgürlük şeklinde biçimlendirdi. Bu da hayatın her alanında çeşitli dini sembollerin tezahür etmesine yol açtı. Avrupa tarzı laiklik ise çok farklı: Dinin siyasi sistemi kontrol etmesine önlem olarak gelişti. Temelinde dinlere özgürlük değil, dinden özgürleşme, yani ayrılma yatar. Türkiye de bunu benimsedi, din ve siyaset arasına büyük bir izolasyon duvarı çekti.
Yine de Türkiye’de kilise gibi kendi kuralları ve kontrol mekanizması olan bir üst makam bulunmadığı için Avrupa laikliğinden ayrılmıyor muyuz? Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da hesaba katarsak daha özel bir laik sistem yok mu Türkiye’de?
- Katılıyorum. Zaten Türk laikliğinin Avrupa Parlamentosu’nca en çok eleştirilen yanı Diyanet’in bir devlet kurumu olması ve imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi, cuma vaazlarının içeriğini devletin belirlemesi. Bunların laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı söylenir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen lağvedilmesi ve camilerin müminleriyle baş başa kalması ne gibi sonuçlar doğurur?
- Tam bir kaos olur. Çok tehlikeli bir adım. Bir kere Diyanet İşleri Başkanlığı gökten zembille inmedi. Bu kurumun öncülü var: Şeyhülislam. Diyanet, Osmanlı Devleti’nden başlayarak Türkiye tarihinin ürettiği doğal bir kurum. Din-toplum ilişkisini düzenler ve gereklidir. Avrupa, Türkiye’yi bu konuda eleştirirken kendisi çok farklı çözümler getirmemiş ki. Mesela Almanya’da kilise vergisi var. Hükümet vatandaştan toplar, kiliseye dağıtır. İngiltere’deki Anglikan Kilisesi’nin başı İngiltere Kraliçesi. İskandinav ülkelerinde Luteryan Kilisesi resmi kilise. Yani aslında Avrupa’da, Türkiye’deki din ve devlet arasındaki izolasyon duvarı yok denecek halde.
LAİK MİSİN MÜSLÜMAN MI DİYE SORARSAN MÜSLÜMANIM DER
3 Eylül tarihli Newsweek dergisindeki yazınızın başlığı "Laikliğin Sonu" idi. Sonu geliyor mu gerçekten?
- Laikliğin 80 yıldır Türkiye gibi bir ülkede var olmasının sebebi halkın çoğunluğunca desteklenmesi. Türk toplumunu üçe ayırıyorum: Dini görevlerini yerine getirmeyen küçük bir liberal grup. Küçük bir aşırı dinci grup. İkisinin ortasında, dini vecibelerini yerine getiren ama laik bir devlette yaşamaktan memnun muhafazakar çoğunluk. Çok partili döneme geçildiğinden beri bütün partilerin ortak argümanı "Hem Müslüman hem laik olunabilir"di. Taa ki AKP’ye kadar. AKP, bu seçim kampanyasında özellikle Anadolu’da şöyle bir strateji izledi: Sırf dindar olduğu için bize cumhurbaşkanı seçtirmediler. O ortadaki çoğunluğu, laikliğin dindarlığa karşı olduğuna ikna etti. Bu da şimdiye kadar Türkiye’de var olmayan bir fay hattı yarattı. Muhafazakar çoğunluğu ya laik ya Müslüman olursun gibi zor bir seçim yapmak zorunda bırakırsanız, Müslümanlığı seçer. Laiklik ilk defa muhafazakar çoğunluk tarafından sorgulandı. AKP bu fay hattında yürümeye devam ederse Türkiye’de laiklik çözülür, yani çoğunluğun desteğini alamayan bir siyasi olgu haline dönüşür.
AKP’nin laikliği bir gecede yok etmeyeceğini ama tedrici olarak Türkiye’yi içe kapalı bir İslam devletine dönüştüreceğini söylüyorsunuz. Neye dayanarak?
- Türkiye, İslami sembollerin daha çok yer aldığı bir topluma dönüşecek. Kısa vadede, siyasi ve hukuki bakımdan elbette laik düzen sürecek. AKP laikliği bir gecede yok etmeyecek. Ama toplumdaki ikonik bazı İslami öğeler çok daha belirleyici olacak: İçki yasağı, türban, İmam Hatip Liseleri. Sohbetlerimden çıkardığım kadarıyla, AKP, dini ve sosyal anlamda bu üç öğenin toplumda yaygınlaşmasından yana. Yani türban takılması muteber, içki içilmesi yasak, İHL eğitim alınması gereken yer. Kültürel hayatta günah-mübah ayrımı yapıyor. Bunu liderlerinin şahsi hayatlarında da görebilirsiniz.
Türkiye’de laikliğin çözülmesi ABD’nin pek işine gelmez değil mi?
- Washington, iktisadi tutumuna bakarak AKP’yi liberal bir hükümet olarak değerlendiriyor şu anda. Ne zaman ki belirttiğim göstergeler sosyal hayatta belirginleşir, laikliğin erozyona uğradığını düşünmeye başlar. O zaman nasıl bir politika izleyeceğini şimdiden kestiremiyorum.
AKP BENİ ÇOK CİDDİYE ALIYOR, ABD EN ÜST DÜZEYDE TAKİP EDİYOR
Makalelerinizin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye kadar uzanan bir Beyaz Saray yolculuğu olduğu söyleniyor. Doğru mu?
- Washington Enstitüsü makaleleri binlerce kişiye gönderir. Abdullah Gül’e, Dick Cheney’ye, Avrupa Parlamentosu’na... Bana ulaşan geriye dönüşlerden anladığım kadarıyla, özellikle kritik dönemlerdeki yazılarım, ABD hükümetinin üst düzey kişilerince takip ediliyor. Çünkü bazı konuları ayrıntılandırmam talep ediliyor.
Nasıl yani? Beyaz Saray’a çağırıp bilgilendirme yapmanız filan mı isteniyor?
- Çok üst düzeyde takip ediliyorum diyelim.
AKP hükümeti yazdıklarınızdan pek hoşlanmıyor galiba. Onlarla ilişkiniz nasıl, bire bir görüştüğünüz birileri var mı?
- AKP’nin yazılarımı çok ciddiye aldığını biliyorum. Partiden temas kurduğum kişilerden, Türkiye’deki diğer kaynaklardan aldığım bilgiler bu yönde. Aramızda entelektüel diyalog var.
Diyalog olduğu kesin. Temmuzda Wall Street Journal’da yayımlanan yazınıza Cüneyd Zapsu televizyondan cevap verdi.
- Görüşlerime katılmak zorunda değiller. Cevap vermek hakları.
AKP’ye yakınlığıyla bilinen gazeteler sizi laiklere AKP karşıtı taktik vermekle suçluyor. Buna ne dersiniz?
- Ben analistim, görevim taktik vermek değil, ışık tutmak.
Türk entelijansiyasında AKP’nin bugüne kadarki en liberal hükümet olduğunu söyleyenler var. Siz neden aksini iddia ediyorsunuz?
- Liberalizmin tek ölçütü ekonomiyse, evet AKP iyi işler yaptı. İktisadi anlamda liberal. Ama liberalizmin diğer göstergesi çoğulculuk, farklılığa tahammül. Türban, İHL ve içki yasağında AKP’de çoğulculuk fikri yeşermemiş. Türbanlı - türbansız ayrımı yapmadığını söyleyebilir. Ne zaman ki bunu söylemin dışına taşır, kadrolarına, atamalarına, vekillerine, bakanlarına yansıtır, o zaman liberal bir hükümet olabilir.
THINK-TANK’LER ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN TADINI VE RENGİNİ BELİRLER
Hudson Enstitüsü’yle yaşananlardan sonra, Türkiye’den bakıldığında, ABD’deki düşünce kuruluşları manipülatif görünüyor. Neye, kime hizmet ettiği sorgulanıyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz?
- Türkiye düşünce kuruluşlarına (think tank) pek alışık değil. Ama 5-10 yıl sonra yaygınlaşacak ve Türkiye’de de akademisyenlerin, medyadan tanıdığımız isimlerin böyle kuruluşlarda çalıştığını göreceğiz. O zaman düşünce kuruluşlarının siyaseti neden, nasıl etkilediği daha iyi anlaşılacak ve doğal karşılanacak. Washington Enstitüsü’nün 20 yıldır Amerikan siyasetinde ağırlığı var. Son derece bilimsel araştırmalar yapan bir kuruluş. Özellikle Türkiye konusunda düzenli yayın yapar. Bütün yayınları saygı görüyor, çünkü bazı konuları gündeme gelmeden öngörüyor. PKK konusunda ABD’de çok yol kat ettik. Beş yıl önce, acaba terör örgütü mü, diyorlardı. Yayınlarımız sayesinde, artık söze PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul ederek başlıyorlar.
Washington Enstitüsü’nün İsrail’den finansal destek aldığı söyleniyor...
- Kesinlikle böyle bir şey yok. Hesaplarımız son derece şeffaf. Sadece Amerikan vatandaşlarından aldığı bağışlarla yaşar. Ne yabancı devletlerle, kurumlarla ne de ABD hükümetiyle ilişkisi var. Siyasi ve ahlaki olarak bağımsız. ABD’deki birçok düşünce kuruluşu özel şirketlerden finansal destek alıyor, bizde bu yok.
Düşünce kuruluşları ABD-Türkiye ilişkilerini ne kadar etkileyebilir?
- Tamamen etkiler demek çok iddialı olur ama tadını ve rengini belirliyor.
Kaynak: Hürriyet
İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi
MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.
Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.
Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.
ÜZERİNDE DURMADIK
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.
Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.
Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
GEÇİŞ SANCILARI SANDIK
Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.
Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.
Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.
REFERANDUM OYUNU
Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"
Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?
Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
HALKI ANLAYAMADIK
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.
Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.
Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu!
Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.
Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.
Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.
Kaçanlardan biri de bendim.
Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.
(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)
Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı
ÖNCE bir tespit yapalım:
Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!"
Yanılıyorlar.
Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:
19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.
İki ülke de tarım ülkesiydi.
20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.
Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:
İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.
Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.
Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.
İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.
İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.
İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.
CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.
Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.
1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.
Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.
Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.
Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.
YEŞİL KUŞAK PROJESİ
Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.
Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.
ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.
Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?
İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.
ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.
Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.
ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.
Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.
Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.
Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.
Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.
Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.
Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.
Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.
Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.
Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.
Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!
DESTEK ESNAFTAN
İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.
Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...
Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?
Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:
Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.
Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.
Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.
Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?
Soner YALÇIN - Hürriyet, 23 Eylül 2007
21 Eylül 2007
"Devletten iş alan müteahhit eşinin başını örtmesi normal"
AKP'nin Alevi kurucu üyesi ve Kütahya Milletveki Hüseyin Tuğcu, devletten iş almak isteyen müteahhitlerin eşlerinin örtünmesinin normal olduğunu söyleyerek “Elbette iş alacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre şekillenecektir” dedi.
Referans Gazetesi’nden Nuray Başaran’a konuşan AKP’li Tuğcu “Son dönemde, devletten iş alacak müteahhitlerin eşlerinin örtünmeye başladığı, hükümetin bu tür uygulamalarında da söz edilen iddialar var bunlara ne diyorsunuz?” sorusuna şöyle yanıt verdi:
“Evet tabi ki bunlar olabilir, insanın olduğu her yerde her şey mümkün. Bu olabilir buna bir şey demiyorum. Elbette iş alacaksa, iş yapacaksa kendine çeki düzen verecektir insan. Bu yönetimin durumuna göre şekillenecektir.”
“Eşi kapalı olmazsa, olmaz mı?” sorusu karşısında ise Tuğcu şunları söyledi:
“Hayır o anlamda değil. İnsan bir şey yapacaksa, bir şey becerecekse, bazı konularda uyuma kendini hazırlamak zorundadır. Yani düşünün bir öğrenci üniversite mezunu iş için bir yere başvurduğunda, en azından oraya kravat takması, düzgün gitmesi, konuşması onun işe alınıp alınmasını etkiliyecektir. Tabi bu anlamda insanda gittiğinde, o işi alması ve sonuçlandırması için başarılı olabilmesi için karşısındaki insana göre kendisine çeki düzen verecektir bu anlamda söylüyorum çeki düzeni.”
“DİNDEN UZAK OLAN HIRSIZLIK, KAPKAÇÇILIK AHLAKSIZLIK YAPAR”
Din derslerinin zorunlu olması gerektiğini aksi halde gençlerin ateist olacağını söyleyen Tuğcu, “Dini kavramlardan uzak olan insanların, hırsızlık yapması, kapkaçcılık yapması ahlaksızlık yapması çok daha müsaittir. Çünkü hesap verme olmadığı için” dedi.
Tuğcu, “Yani camiye gidenler bunları yapmazlar mı?” sorusuna ise Alevi gençlerinin PKK’ya katılma oranının dinsel faktörlerle azalmasını örnek gösterdi. Tuğcu şöyle devam etti: ”Dini inançlardan yoksun olan insanların sapkınlıkları ve topluma zararları biraz daha fazla olduğunu görüyoruz."
“BİKİNİ İLE OKULA GİDEN VAR. GÜZEL SANATLARDA ÇIRILÇIPLAK SOYUYORSUNUZ”
Türban konusunda ise okula bikini ile giden kızların olduğunu söyleyen Tuğcu “Bikini tarzında gelen öğrenciler yok mu bunu herkes biliyor güzel sanatların bölümleri var hepimizin bildiği çırılçıplak soyuyorsunuz. Buna sanat diyorsunuz, bunu sanat altında yapıyorsunuz. Yani bu mu sadece sanat? Bu, bu kadar özgürce olduğu halde biz hâlâ türbanla uğraşıyorsak bu anlamsız geliyor” diye konuştu.
KENAN EVREN’E NÜ RESİM ELEŞTİRİSİ
Kenan Evren’in çıplak kadın resimleri yapmasına değinen Tuğcu, “Toplumun kabullendiği değerlerin farklı yerlerde görülmesi insanı rahatsız ediyor. Bir imamın meyhanede olduğunu düşünün, içki içmediği halde. Meyhanede oturduğunu düşünün vatandaş buna nasıl bakacaktır. Çok farklı gözle bakacaktır ister istemez.”dedi.
Kaynak: Hürriyet
14 Eylül 2007
Atatürk'den din tacirlerine
En bilgisiz olanlar bile o gibi adamların niteliğini gerektiği gibi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir kararlılıkla korumalı ve sürdürmeliyiz. Eğer onlara karşı, benim kişiliğimden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben kendim onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim milletimin yaşamıyla ilgili, o adım milletimin yaşamına karşı bir kötü niyet, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.
Şüphe yok ki, millet birçok özveri, birçok kan pahasına, en sonunda elde ettiği vazgeçilmez ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, meclisin, yasaların, Anayasa'nın nitelik ve sebebi hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Sayalım ki, eğer bunu temin edecek yasalar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.
1923 (Atatürk'ün Söylem ve Demeçleri II, s. 146)
13 Eylül 2007
Moon Tarikatı ve Nur Tarikatı
- FETHULLAH GÜLEN, Erzurum 1942 doğumlu. Vaiz kadrosunda memur, şu an emekli, fakir bir köylü çocuğu, yüksek öğrenim görmemiş, Nur Cemaati'nin lideri.
- Sun Myung Moon, 1954 yılında Seul'de, bilinen adıyla "Moon Tarikatı", resmi adıyla "Birleştirme Kilisesi"ni kurdu.1951'de Kore'yi işgal eden ABD, Güney Kore'yi sömürgeleştirirken bir yandan da Hıristiyan tarikatını (Moon) kurdurarak, bu tarikat marifetiyle, Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ı, Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yapıldı.
CIA'ın kurduğu Kore CIA'nın Washington temsilcisi Albay Bo Hi Pak da, Moon tarikatının en güçlü isimleri arasında yerini aldı. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Ligi'ni örgütledi. Sun Myung Moon, 1959'da Amerika'ya yerleşti. Kiliseleri birleştirme çalışmalarında 1989'a kadar Anti-komünist mesajlar ağırlıkta iken, komünizmin çöküşü ile Batı'nın komünizmden sonra en büyük tehlike gördüğü, İslamiyet'e yöneldi.
- Fethullah Gülen, bugün dört kıtada faaliyet yürüten örgütünün temelini, İzmir Kestanepazarı'nda kurduğu "İmam Hatip ve İlahiyat'a Öğrenci Yetiştirme Derneği" ile attı.
Bunu takiben, Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurdu. İlk şubesini 1954'te İzmir'de açan bu Derneğin ikinci şubesi Gülen'in memleketi Erzurum'da açıldı. Aynen Moon Tarikatı'nda olduğu gibi Komünizm ile mücadele hedef olarak seçildi. O sırada, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden yetişenler de "komando kamplarını" kuruyordu. İlginç olan, her iki kampında aynı mekânlarda düzenlenmesidir.
Eğitmenleri de aynıdır. Sonuçta Nur'cuları da, Komandoları da aynı kişiler eğitiyor.
(Bkz. Adnan Akfırat, Teori Dergisi, 2005)
- Moon Tarikatının dünyanın birçok yerinde vakıfları, işletmeleri, okulları, medya kuruluşları mevcut olup, fakir bir köylü çocuğu olan Sun Myung Moon'un bugün müthiş bir portföye sahip olduğu dikkat çekiyor.
- Örgütlenme biçimi Moon ile aynı olan ve fakir bir köylü çocuğu olan Fethullah Gülen cemaatinin; Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan rapora göre, 1998 yılı itibariyle:
"Yurtiçinde, 85 vakıf, 18 dernek, 89 özel okul, 207 şirket, 373 dershane, yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve biri İngilizce yayımlanan 14 dergi, 15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi, ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu; yurtdışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kuruluşu" bulunuyor.
(Bkz. Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, s.4 ve 5)
Moon Tarikatının sahibi olduğu ABD'nin en büyük gazetelerinden biri olan Washington Times gazetesi ile Fethullah Gülen'in Türkiye'de yayınlanan Zaman gazetesi arasında sıkı bir işbirliği olduğu söyleniyor.
Zaman Gazetesi'nin İngilizce olarak çıkardığı gazetede BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın 15 gün ara ile köşe yazısı yazacağı, Zaman Gazetesi tarafından iki hafta önce okuyucularına duyuruldu.
- Myung Moon liderliğindeki tarikat, Kiliseleri birleştirmek (Unifi-cation Church) felsefesini yaymak amacıyla düzenlediği toplantılarda çeşitli ülkelerin tanınmış isimlerini bir araya getiriyor ve bu ülkelerde örgütlenmeye çalışıyor Tarikat, Hıristiyanları birleştirmenin yanı sıra, Müslümanlarla Hıristiyanları da birleştirmeği gaye edindiği için İslami kesimi de hedef kitle seçiyor.
Türkiye'deki ilk girişimleri de bu amaca uygun olarak "Dini Araştırmalar", "Hoşgörü" ve "Diyalog" görüşmeleri adları altında, Türkiye'den özellikle dini çevreden çok aşina isimler tarikatın toplantılarına katılmaya başlıyor.
ABD'de yapılan "Dinlerarası ilişkiler" toplantısına Türkiye'den 40 kadar ilahiyatçı katılıyor.
Tarikat, Türkiye'de 1991 yılında İstanbul'da, President Otel'de düzenlenen bu toplantıya katılan Hıristiyan din adamları, Müslüman din adamları, basın ve medyaya kapalı üç günlük bir seminer gerçekleştiriyor. 1994 yılında yine İstanbul'da, The Marmara Oteli'nde yine medyaya kapalı olarak gerçekleştirilen bir başka toplantıda Türk kamuoyu için şok isimler katılımcı oluyor.
Bu tarikat ülkemizde müthiş bir MİSYONER faaliyet başlatıyor.
- Fethullah Gülen'in de savunduğu ana kavram "hoşgörü" ve dinler arası diyalog". Dahası, Moon tarikatının başlattığı dinlerarası diyalog girişimine Türkiye'den de Fethullah Gülen destek veriyor.
Papa ile görüşüp, yetkisinde olmamasına rağmen, "Harran da üç semavi dine din adamı yetiştirecek bir ilahiyat üniversitesi kurmayı teklif ediyor. Yani Gülen, İstanbul'da izin verilmeyen ruhban okulunun Güneydoğu da açılmasını istiyor.
(Bkz. Arslan Bulut,Büyük Kurultay Sayı 97, 28.06.1999)
- Moon Tarikatı'nın, ilk Türkiye temsilciliğini Kasım GÜLEK yapıyor... Kasım Gülek ile Fethullah Gülen samimi birer dostlar.
Zira, Fethullah Gülen, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştırılmasını Kasım Gülek'in sağladığını kendi ağzından söylüyor. Abramowitz'in ise Fethullah Gülen'i, Pentagon ve Papa dahil birçok kişi ve kuruluşa taşıdığı biliniyor.
Kasım Gülek'in vasiyeti üzerine cenaze namazı bizzat Fethullah Gülen tarafından kıldırılıyor. (Bkz. 01.09.1997 tarihli Zaman Gazetesi, 21.01.1998 tarihli Yeniyüzyıl Gazetesi)
Gülen, 1992 yılında ABD'ye gittiğinde, Kasım Gülek'in Amerikan Ordusu'nda albay olarak görev yapan, daha sonra şüpheli bir şekilde ölen, baldızı Aylin Rodomisli (Adı Aylin romanında anlatılan kişi) aracılığıyla Pentagon ve CIA ile ilişkiye geçtiğini de bizzat kendisi söylüyor.
Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek, daha sonra DSP'den Adana milletvekili seçiyor. Ecevit'in son yıllarda Fethullah Gülen'e sempati duyduğu bilinen bir gerçek. Tayyibe Gülek'i yetiştiren kişi teyzesi Aylin Rodomisli olup, bu kişi aynı zamanda Fethullah Gülen'in Pentagon'la ilişkisini kuran kişidir.
- Moon Mesihliğe soyunurken, Fethullah Gülen İslam temsilciliğine soyunmaktadır.
- Moon da, Gülen de Amerika'yı üst olarak seçmişlerdir. Gülen rahatsızlığı nedeniyle ABD'ye gittiğini söylemesine rağmen on yılı aşkın bir süredir dönmemiştir.
- Her iki tarikatın da Amerika'daki NED, CSIS ve CIA örgütlerince desteklendiği söylenmektedir.
- Moon tarikatı ile Fethullah Gülen'i birleştiren bir diğer ismin ise Abdullah Çatlı olduğu söylenir. Zira Çatlı'nın, 1981 yılında Dünya Anti Komünist Ligi'nin toplantısına katıldığı ve 1992'de Gülen'i ABD'de havaalanında karşıladığı ileri sürülmektedir. Abdullah Çatlı Fethullah Gülen ilişkisi, MİT'in düzenlediği Susurluk Raporunda'da yer almaktadır.
- Fethullah Gülen'in Zaman Gazetesi'nde, Elif Şafak, Etyen Mahçupyan gibi yazarların sürekli insan hakları,düşünce özgürlüğü, demokratikleşme, azınlık hakları v.b.konularında yazmaları gözden kaçmamaktadır.
Kaynak: Açık İstihbarat
"İran İslam Dayatması" öncesi ve sonrası
Bize bir şey olmaz diyenlere: Eminim İran halkı da aynı şeyi düşünmüştür...
12 Eylül 2007
Nazlı Ilıcak ve 12 Eylül'ün utanç satırları!
O dönem, aralarında Nazlı Ilıcak'ın da bulunduğu birçok kalem, 12 Eylül'ü "düğün bayram" şeklinde karşılamıştı. Nazlı Ilıcak, 12 Eylül cuntası sonrası, Kenan Evren ve arkadaşlarına en büyük desteği veren Tercüman Gazetesi'nde yazıyordu.
Ilıcak, "komünistler"e gereken cezanın verilmesini istiyor, kalemini cunta için oynatıyordu. Fanatik bir Demirelci olan Ilıcak, yazdığı bir makaleden ötürü ise, kısa bir süre cezaevine giriyordu. Ancak cezaevine giriş sebebi, cuntaya karşı direnmesinden değil, Demirel'i övmesinden dolayıydı.
Bugün aynı Nazlı Ilıcak, geçmişte emrine girdiği cuntacıların karşısındaymış gibi duruyor. Yurt Yayınları'ndan 1991 yılında çıkan "Kalemlerin İhaneti" adlı kitap Ilıcak'ın "cunta sınavı"nı belgeleriyle ortaya koyuyor. Zeki Saral'ın hazırladığı kitap bugün topluma demokrasi dersi verenlerin, dün nasıl "içtima düzeni"ne girdiğini gösteriyor.
12 Eylül ürünü olan AKP'nin kanatları altına sığınarak "demokrasi" dersi veren kalemler, cunta döneminde yaşanan acılardaki paylarının unutulduğunu sanıyor. Halbuki yazı; tarihin bir aynasıdır. Siz görmek istemeseniz bile, tarihi silemezsiniz. Yazdıklarınız, karşınıza on yıllar sonra bile çıkar.
Bugün "güya" askerle çatışan Nazlı Ilıcak da, dün yaptıklarının unutulduğunu sanıyor. Tercüman Gazetesi'nde askere alkışlarla destek veren Ilıcak'ın, o yüzden bugün söylediklerinin hiçbir hiçbir anlamı yok. Çünkü; yazı geçmişi cunta övücülüğü yüzünden lekeli...
16 Eylül 1980 tarihinde Tercüman'da kaleme aldığı yazı, Ilıcak'ın nasıl bir darbeci olduğunu açıkça gösteriyor: "Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekatının başarısı ile neticelenmesidir." Bu sözler, Ilıcak'ın boynundaki bir yafta gibi duruyor.
Ilıcak'ın ümit ettiği başarıyı gerçekleştiren cuntacılar, yazarın isteklerini tek tek hayata geçiriyor.
14 Eylül 1980 tarihli yazısında askere seslenen Ilıcak şöyle diyor: "Türkiye’de demokrasi, demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge, birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silâhlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdular. Açıklanan hedef, “Demokrasinin işlemesine müsait ortamı hazırlamaktır. Bu ortam ne kadar süratle oluşursa, milletimiz, memleketimiz o kadar çabuk huzura kavuşacaktır."
Askerler, darbeci Ilıcak'ın isteklerini tek tek gerçekleştiriyor. Memlekete kendi yöntemleriyle "huzur ve güven" getiren askerler, Ilıcak'ın "güven"ini boşa çıkarmıyor. Cunta öncesini, "Mehmet Ali (Ilıcak) okula rahat gidemiyordu" sığlığında değerlendiren yazarın istediği "huzur" postal ve dipçik gücüyle gerçekleşiyor. Aşağıdaki tablo ise Ilıcak'ın istediği "huzur"un yansıması olarak önümüzde duruyor:
NAZLI ILICAK'IN ÖVDÜĞÜ CUNTA, HUZURU NASIL GETİRDİ?
"Ülkenin gerçek sahibi biziz" havasındaki beş general, 12 Eylül 1980'de, ABD'nin açık desteğiyle, TBMM'yi kapattı. Anayasayı ortadan kaldırdı, siyasi partilerin kapısına kilit vurdu ve mallarına el koydu.
O günden sonra;
**650 bin kişi gözaltına alındı.
**1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
**Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
**7 bin kişi için idam cezası istendi.
**517 kişiye idam cezası verildi.
**Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).
**İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
**71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
**98 bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı.
**388 bin kişiye pasaport verilmedi.
**30 bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı.
**14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
**30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti.
**300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
**171 kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi.
**937 film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı.
**23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
**3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
**400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
**Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
**31 gazeteci cezaevine girdi.
**300 gazeteci saldırıya uğradı.
**3 gazeteci silahla öldürüldü.
**Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
**13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
**39 ton gazete ve dergi imha edildi.
**Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
**144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
**14 kişi açlık grevinde öldü.
**16 kişi ''kaçarken'' vuruldu.
**95 kişi ''çatışmada'' öldü.
**73 kişiye ''doğal ölüm raporu'' verildi.
**43 kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi.
Kaynak: Gerçek Gündem
Papadopulos: Tek düşmanımız Türk askeri
Papadopulos, dün akşam Rum televizyonlarından canlı yayınlanan basın toplantısında tek düşmanlarının Kıbrıs'ta 'işgalci' olarak nitelendirdiği Türk askeri olduğunu söyleyerek Rumlar'ı bu konuda birleşmeye çağırdı. Papadopulos, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile 5 Eylül'de yaptığı görüşmede ise Kıbrıs Türk tarafında barış için gerekli siyasi iradeyi görmediğini iddia ederken, "Bu olumsuzluklara aldırmadan yolumuza devam edeceğiz" dedi. Rum lider, Annan Planı'nın Rum tarafınca veto edilmesine de destek çıktı. Papadopulos, "Annan Planı'nın ardından karşılaştığımız sorunların üstesinden gelmeyi bildik. Türkiye de, işgal edilmiş adada, yasadışı Kıbrıs Türk rejimi kurma hedefine ulaşamadı" dedi.
Papadopulos konuşmasının sonunda Rum halkına fanatizmden uzak durmalarını istedi. Tasos Papadopulos, şöyle konuştu:
"Tarih bize ayrılıkların sadece kötü olayları beraberinde getirdiğini öğretti. Tek düşmanımız Türk ordusu. Mücadelemizin en değerli temeli olan birlik ve beraberliğimizin koruyucusu olmalıyız. İçimizde düşmen yoktur. Tek düşmanımız vardır. O da işgalci Türk ordusudur. Siyaset sahnesindeki ve seçim arenasındaki rakipler sadece farklı düşünen siyasi rakiplerdir. Düşman değillerdir."
Kaynak: Hürriyet
11 Eylül 2007
Bahçeli'nin sırrı
Geçtiğimiz günlerde de yazdığım gibi, Bahçeli, Erdoğan’a ikinci defa yol verdi. İlk olarak... 3 Kasım seçimleri öncesinde Bahçeli aldığı şok bir kararla ki neden böyle bir karar aldığını hâlâ kimseye açıklamadı, ülkeyi seçime götürüp, AKP’nin iktidara gelmesini sağladı. Tam bu noktada durup, ilginç bir anektodu paylaşalım.
3 Kasım seçimlerinden hemen sonra MHP’nin o tarihteki tepe isimlerinden-eski bakanlardan Koray Aydın, yaptığımız bir özel sohbette (ki bu notları o tarihte yazmıştım) Bahçeli’nin apar topar seçim kararı almasında en büyük nedenin ‘Aydın Doğan’ın Almanya’da yaptığı bir toplantı’ olduğunu belirterek şunları söylemişti; ‘Aydın Doğan, erken seçim kararı alınmadan hemen önce, Doğan Medya Grubunun Almanya’daki tesislerinin açılışı için düzenlediği törende, Mesut Yılmaz, Çiller ve Erdoğan’ı bir araya getirip, Türk siyaset tarihi adına kadersel önem taşıyan bu toplantıda ‘king-maker’lık yaptı. Bu toplantıya MHP’den kimse katılmadı. İşte bu önemli toplantı üzerinden duygusal reflesleri çok iyi hesaplanan Bahçeli’ye manipülasyon-yönlendirme yapıldı ve Bahçeli, Aydın Doğan’ın organizatörlüğünde Almanya’da yapılan Çiller-Tayyip Erdoğan ve Yılmaz zirvesinin hemen ardından erken seçime yol verdi. (Bir anlamda da Erdoğan’a yol verilmiş oldu)’ Peki bu zirvenin diğer saklı kodları neydi? Cevap vermesi gerekenler ortada, soruyu yüksek sesle soran yok.
Asıl ilginç olan da... O tarihte sadece seçimler erkene alınmamıştı, eşanlı Washington da ‘Irak işgalini’ erkene aldığını açıklamıştı. Bush, Irak operasyonunu erken tarihe çeker iken Ankara’daki derin stratejik ortağının kimler olacağını/olması gerektiğini de acaba hesabına dahil etmiş midir dersiniz?!
Ve bugün. Sayın Bahçeli, şahin muhalefet sözü ile seçmenden oy aldıktan sonra, AKP’nin adayını KÖŞK’e taşıyarak hatta daha ötesi, bakınız Söğüt şenliklerine, AKP ile tam ittifak haline de geçmiştir. Bahçeli’nin 22 Temmuz seçimlerinden hemen birkaç gün sonra, sandıklar ortadan kalkalı daha 3-5 gün olmuşken alel acele AKP’nin KÖŞK adayını destekleyeceklerini açıklayıp- kenara çekilmesinin ‘asıl’ nedenini yine bilmiyoruz.
Ve yine 3 Kasım öncesi benzer bir süreç bugün içinde aynen yürürlükte; Washington bu defa da İRAN’a operasyonu erkene çekti. 3 Kasım tablosu Irak, 22 Temmuz tablosu da İran... Bitmedi, Washington aromalı TÜRK-İSLAM SENTEZİ KARTI Türkiye’nin önderliğinde tüm TÜRK Cumhuriyetlerine ne modeli/neye karşı tez olabilir dersiniz? Söğüt’teki fotoğrafın fonunda (Türk; MHP-ılımlı İslam;AKP) TÜRK-İSLAM SENTEZİ projesi ne yoğunlukta görüntüdeydi sizce? Bu anahtar kart hatta bir ucuyla ‘KÜRT Dosyasında’ da işlev görür mü? En iyi barış şahinle mi yapılır dediniz?
Son bir önemli not, 8 Temmuz 2005’te yazdım, aktarıyorum; ‘MHP’nin tepe isimlerinden biriyle konuşuyor iken dedi ki; ‘’Sevgili Güler, Amerikalıların sıcak operasyon planları sanıldığı gibi öncelikli olarak Suriye’yi değil İran’ı kapsıyor. Amerikalılar son bir-iki aydır bize/MHP’nin tepe yönetimine gelip, ‘İran’a olası bir saldırıyı, MHP ve milliyetçi cephe nasıl karşılar’ diye soruyorlar. Amerikalı uzmanlar bu soruya AKP’lilerin vereceği cevabı biliyor ve o cevaptan ürkmüyorlar, ancak milliyetçi çevrelerin bakışının Türkiye’nin genel muhalefeti adına belirleyici olacağını bildikleri için bu konuda MHP’nin takınacağı tavrı çok daha fazla önemsiyorlar.’ İşte MHP’nin ABD’lilere cevabı; ‘Açıkçası Washington’ın İran’a yönelik bir operasyonu, AKP’liler gibi MHP camiasında da ‘büyük tepki TOPLAMAZ.’ İran’a karşı geçmişten gelen malum nedenler, ülkücüler-milliyetçilerin ABD’nin İran saldırısına tepkisini yumuşatacaktır.’ MHP’den operasyona yeşil ışık mı?
Evet. Sam amcamın İran ve Türk-İslam sentezli BÜYÜK TURAN PLANI ‘can cana’ görüntü ile artık pürüzsüz işleyebilir mi? Eksik parçaları tamamlamanız için notlar sundum. Sıra sizde, ben sizin labirentinizim efendim.
Güler Kömürcü - Akşam, 11 Eylül 2007
Dinci Oligarşiye Geçişin Aşamaları
Bu tarihten itibaren, 60 yıllık süre içinde rejim, yavaş yavaş, adım adım, tedricen, Dinci Oligarşi 'ye doğru yol aldı.
Bugün gelinen noktadaki korkutucu gerçek, artık ülkemizde Çok Partili Rejim 'in tümüyle yozlaştırılmış ve Demokrasi 'den çok uzaklaşmış olmasıdır.
Türkiye'de Demokrasi dediğimiz rejim, günümüzde zaten, çoğunluk diktatörlüğüne, yağmacılığa ve Liderler Oligarşisi 'ne dayalı, dışa bağımlı, garip bir kimliğe bürünmüştür.
Rejimimiz, anayasamızda yazdığı gibi, "Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" kimliğini tam oturtmuş olsa, ne dincilik bir tehlike oluşturabilirdi, ne de Dinci Oligarşi iktidara gelebilirdi.
Türkiye'nin önündeki Dinci Oligarşi tehdidinin gerçekliği ve büyüklüğü, bu oligarşiye, gerçek bir Demokrasi 'den değil, zaten oligarşik niteliğe dönüşmüş bir başka yapıdan geçiyor oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.
Gerçek bir Demokrasi 'den, ne türlü olursa olsun bir oligarşiye, hele Dinci Oligarşi 'ye geçiş daha zordur.
Batı'da Dinci Oligarşi tehlikesinin söz konusu olmayışı bundan dolayıdır.
Oysa bir oligarşiden başka bir oligarşiye geçiş daha kolaydır.
Çünkü rejim zaten oligarşiktir, bütün yapılacak iş bunun temellerini dinciliğe kaydırmaktır.
***
Türkiye'de Çok Partili Rejim 'in Dinci Oligarşi 'ye dönüşme süreci, kimi zaman birbirini izleyen, kimi zaman da birbirinin içine geçen şu aşamalardan oluşuyor:
Çoğunluk diktatörlüğü.
Yağmacı düzen.
Liderler Oligarşisi.
Dışa bağımlılık.
Dinci iktidar.
Dinci Oligarşi'nin kurumlaşması.
Bu aşamalar üç dönemde gerçekleşti.
Birinci dönemde, Çok Partili Rejim , Demokrat Parti'nin iktidarında, Demokrasi 'ye doğru evrimleşeceğine, Çoğunluk Diktatörlüğü 'ne dönüştü.
Böylece birinci aşama da, ortaya çıktı.
Tabii aynı anda, yağmacılığın, Liderler Oligarşisi 'nin ve dışa bağımlılığın da tohumları atılıyordu.
İkinci dönemde, 1965'ten sonra gelen iktidarlar zamanında, rejim, hem yağmacılık hem de lider sultası çizgisinde evrimleşti.
Çok Partili Rejim artık, yağmacı bir ilişkiler yumağına ve Liderler Oligarşisi Düzenine dönüşmüştü.
Bu sırada dışa bağımlılık iyice gelişti.
Aynı süreç içinde Dinci Oligarşi 'nin tohumları da yeşermeye başlamıştı.
Böylece ikinci, üçüncü ve dördüncü aşamalar eşzamanlı olarak gelişti.
Üçüncü dönem 1980 darbesi ile yaşandı. Bu darbe sonucunda iktidara gelen Evren-Özal ikilisi, yağmacı düzeni, Liderler Oligarşisi 'ni ve dışa bağımlılığı iyice kurumlaştırdı , Dinci Oligarşi'nin filizlenen tohumlarını daha da büyüttü.
Dördüncü dönem, 2002 seçimleriyle başladı.
Bu dönemde, beşinci aşama olan Dinci Oligarşi'nin iktidarı vücut buldu.
Şimdi, 22 Temmuz 2007 seçimleri ve 28 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi ile, iktidardaki Dinci Oligarşi'nin kurumlaşması başladı.
Bundan sonra çok daha hızlı ve açık bir biçimde bu oligarşinin kurumlaşma çabalarına tanık olacağız.
Başta anayasa olmak kaydıyla tüm yasalar, yönetmelikler Dinci Oligarşi 'nin önünü açacak biçimde değiştirilecek.
Tüm hükümet, devlet ve yerel yönetim kadroları dinci cemaat mensupları tarafından doldurulacak.
Tabii bu arada yargı ve üniversiteler de ihmal edilmeyecek.
Medya buna göre yeniden yapılandırılacak.
Sermaye el değiştirecek, iç ve dış kaynaklı dinci sermaye piyasalara egemen olacak.
Toplumsal yaşam da "mahalle baskısı" ile denetim altına alınacak; tesettür, haremlik-selamlık ve benzeri uygulamalar yaygınlaşacak.
***
Tabii zaman içinde bu Dinci Oligarşi kurumlaşmasının da diyalektik tepkileri oluşacak.
Onları da hep birlikte izleyeceğiz.
Emre Kongar - Cumhuriyet, 10 Eylül 2007
10 Eylül 2007
İhanetin Belgesi
Bir PKK'lının itirafları
09 Eylül 2007
"Kardeşlerime terörist diyemem"
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 60. Hükümet programı görüşmeleri sırasında Meclis kürsüsünden Demokratik Toplum Partisi'ne yaptığı "PKK'ya terör örgütü deyin" çağrısına DTP'den yanıt geldi.
DTP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel, "Kimse bizden kardeşlerimizi terörist ilan etmemizi beklemesin. Hiçbir Kürt bunu demez" diye konuştu.
Batman'da, 'Hasankeyf Kültür ve Sanat Festivali' etkinlikleri kapsamında belediye tarafından yapılan Yaşar Kemal Kent Ormanı'nın açılışı için bir tören düzenlendi. Törene, AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Domaç ve AKP Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen ile DTP'li Tuncel katıldı.
21 arkadaşıyla Meclis'te temsil edildiklerini belirten Tuncel, şunları söyledi: "Bize dediler ki, çocuklarınızı terörist ilan edin, sizi farklı görelim. Kimse bunu bizden beklemesin. Hiçbir Kürt ferdi bunu kabul etmez. Kendi farklılıklarımızla bu coğrafyada yaşamak istiyoruz. İlk kez bu kadar Kürtlerin temsil oranı var. Bu şansı iktidar partisinin iyi değerlendirmesi gerekiyor."
Erdoğan, salı günü Meclis'te yaptığı konuşmada DTP'nin farklılık vurgusuna dikkat çekerek, "Elbette farklılıklarımız zenginliklerimizdir, ancak öncelikle terör örgütünü terör örgütü ilan edeceksiniz" demişti.
Kaynak: Hürriyet
06 Eylül 2007
Atatürk Diktatör müydü?
"...Demokraside halk, güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti onun işine karışmazlar."
1930'lara gelindiğinde Avrupa'da demokratik sayılabilecek sadece yedi ülke vardı. Onların içinde yer alan Fransa da bir süreç içinde hızla faşizme kaymaktaydı.
Zaman demokrasilerin aleyhine, baskı rejimlerinin lehine gelişiyordu. Faşizm, Türk aydınlarını da etkilemekteydi.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya gezisinin hemen sonrasında, Atatürk'ün partisini de faşist modele göre yeniden yapılandırmak için bir tasarı hazırladı. Herkesin beğendiği bu tasarı onay için Mustafa Kemal'in önüne geldiğinde, Mustafa Kemal'in gösterdiği tepki ünlüdür:
"...İsmet Paşa bu saçmaları herhalde okumadan imzalamış olacak!"
* * *
Tarihsel olgular, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar.
Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de ancak iki türlü değerlendirilebilir. Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile karşılaştırarak ya da aynı dönemdeki başak toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırılarak.
Bu nedenle de 19 Mayıs tarihine rastlayan bugünkü yazıma, bir tarihçi dostumu konuk etmek istedim. Prof. Sina Akşin'in "Gündüz Ökçüne Armağan" kitabındaki "Atatürk Döneminde Demokrasi" incelemesi, Cumhuriyet okurlarının bilgisi dışında kalsaydı, doğrusu yazık olacaktı.
Atatürk yönetiminin, kendinden önceki Osmanlı yönetimine göre çok daha demokratik ve çok daha halkçı olduğu ortadadır. Ama Prof. Sina Akşin, o bilineni bir yana bırakıp Atatürk dönemini o dönemin Avrupası ile karşılaştırıyor. Ve şu sonuca varıyor:
"Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde Atatürk döneminden çok daha ileridedir. Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız, ama Atatürk dönemi Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945'ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutkak olarak ilerledik, ama Avrupa'ya göre geriledik."
* * *
Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve -Özal'dan Demirel'e ağızlar sulanarak düşü görülen- "başkanlık sistemi"ni niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, Cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, Cumhurbaşkanı'nın (yani Mustafa Kemal'in) Meclis'i dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşıması acaba nasıl reddetti?
Hitler döneminin Almanya ve Avusturyası'nı terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı'nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken Türkiye'ye gelmeyi tercih ettiler? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi?
Atatürk, resmi ya da özel hiçbir dış geziye çıkmadığı halde; dünyanın birçok tanınmış devlet adamını, yoksul ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için kuyruk yapmaya iten koşullar neler olabilirdi? İngiliz Kralı'ndan İsveç Veliahtı'na, Voroşilov'dan Fransız Başbakanı'na kadar, acaba bir diktatörü görebilmek için mi Türkiye'ye gelmişlerdi?
Sina Akşin'in de anımsattığı gibi 1920'lerde eski dünyada Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya uğradılar. Mussolini'nin bir demeci, bu ortamda Türkiye'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk Büyükelçisi'ne hemen şu mesajı verdi:
"Türkiye, bu kapsamın dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir."
İtalyan diktatörünün bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, 60 yıl öncesinin Türkiyesi, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?
* * *
Sorular çok. Tarihsel gerçeklere saygısızlık ederek, Mustafa Kemal karşıtlığı yapanların verebilecekleri inandırıcı yanıt ise yok.
Üstelik Atatürk sıradan bir "liberal demokrasi" anlayışına da sahip değildi. "Katılımcı - sivil toplumcu" bir demokrasiye inandığının somut kanıtlarını vermişti.
A.Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 19 Mayıs 1993 (Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği)
Ne Demişlerdi, Ne Diyorlar?
- Atatürk'ü biraz abartıyorsunuz!..
Yazgı bu ya... Türkiye'nin ardından Suudi Arabistan'da görevlendirildi. Ve Riyad'dan yolladığı ilk yılbaşı kartında şu satırlar yer alıyordu:
"Mutlaka buralara gelmelisin!.. Gelip görmlisin ki, Atatürk'ün Türkiye için yapmış olduklarının değerini bin kat daha iyi anlayabilesin..."
* * *
İngiltere'nin yüzyılımızdaki en büyük ismi Churchill, Atatürk'ün arkasından şöyle demişti:
"Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır..."
Beşiktaş'ın Teknik Direktörü Tochack geçen yıl ufak çapta bir olay yaratmıştı. Türkiye'nin her yerinde Atatürk'e verilen önemi yadırgadığını belli eden bir tavır takınmıştı... Hafiften alaycı, küçümseyici bir tavır.
Yoğun da tepki almıştı.
Zaman geçti, Tochack Türkiye'yi ve Atatürk'ü tanımak fırsatını buldu. Şimdi ünlü İngiliz futbol adamının göğsünde, zaman zaman Atatürk rozeti parlıyor.
* * *
Hindisan'ın yüzyılımızdaki en büyük devlet adamı, hiç kuşku yok ki Canavarlal Nehru'ydu. Şu sözleri ettiğinde, yıl 1963'tü:
"- Kemal Atatürk veya bizim O'nu o zamanlar tanıdığımız ismiyle Kemal Paşa, gençlik günlerimde benim kahramanımdı... O'nun en büyük hayranları arasında olmaya devam ediyorum."
Ve kısa bir süre önce, Hindistan Cumhurbaşkanı Naman Narayanan, Demirel'in konuğu olarak Ankara'daydı... Atatürk'ten söz etmek O'na hâlâ heyecan veriyordu:
"- Özgürlük mücadelemiz sırasında Türk Kurtuluş Savaşı'ndan ve Mustafa Kemal Atatük'ün ilkelerinden çok etkilendik. Atatürk'ün milliyetçilik, laiklik ve demokrasi ilkeleri, ülkemin gelişmesinde çok etkili oldu..."
* * *
Atatürk, kendi deyimiyle "ezilen uluslar" ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde nasıl bir etki yapmıştı?
Habib Burgiba (Tunus Devlet Başkanı - 1955):
"Vatanımın bağımsızlığı uluslararası bir gerçek olduğu gün, Allah'a şükürden sonra ilk hatırladığım isim, Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu. Ümit kapılarının kapandığı bunalım anlarında, O'nun destan olan yaşamını ve savaşımı bana esin kaynağı oldu."
Tahran Gazetesi (İran - 1939):
"İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk'ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar..."
Arriba Gazetesi (Portekiz - 1938):
"Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O'na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalcaktır."
Peter Llyd Gazetesi (Macaristan - 1938):
"Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür. Gücü, zorlukları yenme kararı ve yiğitliği ile, aman bilmeyen galiplerin uygulamaya kalkıştıkları pranga siyasetini ilk kıran Atatürk'tür."
Tchang Yang Yee Pan Gazetesi (Çin - 1958):
"Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal'i mutlaka kıskanırdı..."
Eyüp Han (Pakistan Devlet Başkanı - 1963):
"Kemal Atatürk yalnız bu yüzyılın en büyük liderlerinden biri değildir. Biz, Pakistan'da O'nu, bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz..."
* * *
1953 yılında, bir grup genç, Türk öğrencilerini temsilen Mısır'a gitmişlerdi.
Kendilerini, zamanın Devlet Başkanı General Necip kabul etti. Grubun sözcüsü konumundaki Orhan Bilgin, bir ara şöyle diyecekti:
- Emperyalist güçleri yenen büyümüğüz Atatürk...
General Necip sözünü kesti:
O hepimizin büyüğüdür... Yalnız sizin değil!..
Ve daha geçen yıl, Fidel Castro, Şair Dursun Özen'e şunları söylüyordu:
- Ben en çok Atatürk'ten etkilendim... Koşullar, O'nu yeniden dünyanın gündemine oturttu...
* * *
ABD'nin unutulmaz Başkanı Franklin Roosevelt, Atatürk'ün ardından şöyle konuşmuştu:
"Beyaz Saray'daki görevim tamamlanınca ilk yapmak istediğim şey, zamanımızın bu en dikkate değer şahsiyetini ülkesinde ziyaret etmekti. Kader buna izin vermedi... Bu çapta insanlar dünyaya sık gelmezler."
Dün 10 Kasım'dı.
İşte 10 Kasım 1938'den günümüze uzanan hızlandırılmış bir film... Yoruma gerek var mı?!
Ahmet Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 11 Kasım 1998
PKK'nın Rumlarla İşbirliği
Rumlarla, Yunanlılar ile ilişkilerimiz, ikiyüzlü Batının kanatları altındaki bu iki küstah ülkenin sürekli olarak her platformda Türkiye’ye yönelik iftira atması, yalan haber yayınlaması ve her alanda Türkiye’ye karşı ı karalama kampanyaları yapması ile sürmektedir. Çifte standartlı Batı dünyası, yaptığı haksızlıkların en somutu olan şu meseleye hala yanıt vermemektedir; “Niçin geçmişte birbirlerine ırk, din, dil, tarih, kültür açısından çok yakın olan Çek ve Slovak toplumları bir gecede Çekoslovakya’dan ayrılabilmişler ve buna olumlu bakılmış veya niçin Yugoslavya’dan 7 ayrı toplum ve cumhuriyetin ortaya çıkmasına izin verilmiştir de, etnik, dini, kültürel, tarihsel olarak hiçbir ortak yönü ve birbiriyle ilişkisi olmayan, birbirine düşman iki toplum zorla bir arada tutulmak istenmektedir? Batı ülkelerinin bu zorlamadaki amaçları nedir?” Teröre karşı olduklarını, terörden şikâyetçi olduklarını her vesile ile dile getiren ikiyüzlü Batı ülkeleri, Yunanistan ve GKRK’nin teröre verdiği aleni desteği niçin görmezden geldiklerinin hesabını vermek durumundadır. Aslına bakılırsa bu soruları sormak ve cevap beklemek beyhude olacaktır. Hatta kendileri de PKK terörünün çeşitli düzeyde, askeri, siyasi ve ekonomik açılardan destekçisi olan çoğu NATO ve AB üyesi Batılı ülkenin bu konuda Rumları, Yunanlıları kınamalarını beklemek saflığına da ötesinde bir enayilik olur.
YUNANİSTAN’IN PKK DESTEĞİ
Geçmişte, Yunanistan’ın sınırsız desteği ile gelişen PKK Terör Örgütü’nün her düzeyde bu ülkeden aldığı yardımlar bellidir. Yunanistan kendince büyük ülküsü olan “Megali Idea” çerçevesinde her alanda Türkiye’ye zarar vermeyi ve topraklarımızın bir kısmını nihayette ele geçirmeyi amaçlamıştır. Bu yolda 1974 Barış Harekatımız’da yediği tokatın acısıyla önce ASALA Ermeni Terör Örgütü’nü kurdurmuş ve desteklemiştir. ASALA’nın devletimizden aldığı ağır darbe sonucu da strateji değiştirip Kürtler üzerinde oynamaya başlamıştır. Bu bağlamda öncelikle Atina yakınlarındaki “Lavrion Kampı’nı” devreye sokmuştur. Geçmişte, yabancı göçmenleri tedavi merkezi olarak kurulmuş olan Lavrion Mülteci Kampı’nda silahlı eğitim vermekten sorumlu olan Rozarin kod adlı Ayfer Kaya adlı terörist Time Dergisi’ne vermiş olduğu demeçte bu kampa gelen Kürt gençlere Yunanlı subayların nezaretinde askeri eğitim verdiklerini ve sonradan bunları terör faaliyetleri için Türkiye’ye gönderdiklerini söylemişti. 1990’lara kadar Lavrion’un PKK’nın Beka Vadisi’nin yanı sıra en önemli eğitim merkezlerinden olduğu bilinmekteydi. Bu fonksiyonunu halen yitirmediği bilinen Lavrion’daki bu faaliyetler, sözde NATO müttefiklerimizin istihbarat servislerinin gözleri önünde cereyan etmektedir. Ayrıca yine bu husus, “müttefiklerimizin” PKK kartından Türkiye ile ilgili amaçları doğrultusunda hala yararlandıklarını da PKK’dan ele geçirilen silahların menşeileri dikkate alınırsa açıkça ortaya çıkarmaktadır.
PKK’ya verilen desteğin Yunanistan’ın milli bir politikası olduğu ve PKK’nın her Yunan hükümeti ve meclisinde PASOK, DİKKİ, YDP milletvekillerince arkalandığı da bilinen bir husustur. Kıbrıs’da 1974’de Rumlar’ın yenik düşmesinden sonra Yunanlılar ve Rumlarca başlayan intikam arayışları çerçevesinde PKK’nın Yunanistan’da belli ölçülerde hala süregelen söz konusu faaliyetleri ve almış olduğu destek konusundaki şu gelişmeler ve bilgilere çeşitli basın organlarınca defalarca yer verilmiştir:
* Yunan Parlamentosunun üyesi olan Stelyos Papathemelis, ASALA ve PKK’nın Türkiye’ye yönelik eylemlerini besleyen ve yönlendirenlerden biri ve PASOK üyesidir. 1978-1979’da, Avrupa’nın birçok ülkesinde ASALA’nın düzenlediği toplantılara partisini temsilen katılmış, “Türkler hepimizin düşmanıdır, onlar zordan anlarlar, Türkleri dize getirmek için çok kanlarının dökülmesi gerekiyor” şeklinde konuşmalar yapmıştır. PASOK iktidara geldikten sonra iki dönem Kamu Düzeni Bakanlığı yapan Papathemelis, Güney Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye yönelik terörü beslemiştir. 29 Ekim 1994 Cumartesi günü Kuzey Kıbrıs’ta Ada Türkleri “Cumhuriyet Bayramını” kutlarken, gizlilik içinde adaya gelen Yunanistan Kamu Düzeni Bakanı Papathemelis, 29 Ekim gecesi Lefkoşa’da bir toplantıya katıldı. Toplantıda, PKK’nın, ASALA’nın ve Kıbrıs’ta “Kürdistan ile Dayanışma Komitesi” örtüsü altında faaliyet gösteren bir Rum terör örgütünün temsilcileri bir araya geldiler. Toplantıda 1995’de Türkiye’ye yönelik terörün ne şekilde sürdürüleceği konusu görüşülmüş kararlar alınmıştı.
* Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis’in yardımcısı Panayotis Sguridis de PKK’ya destek vererek Yunanistan’ı teröre bulaştıran bir diğer PASOK politikacısıdır. 35 bin masum insanı öldüren eşkıya başı Öcalan’ın destekçilerindendir. Sguridis, Suriye ve Lübnan’daki PKK kamplarına defalarca giderek Öcalan ile buluşmuştur.
* PKK Terör Örgütüne hem Yunanistan’da hem de GKRK’de destek veren diğer Yunan politikacılar arasında PASOK milletvekili Dimitrios Vunatsos, Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis, Milli Eğitim eski Bakanı Dimitrios Arsenis, Mili Savunma eski Bakanı Tsohacopulos, Dışişleri eski Bakanı Pangalos’un isimlerine de rastlanmaktadır.
* Başbakan Andreas Papandreu’nun ilk iktidar döneminde Yunanistan, PKK’nın önemli bir eğitim ve lojistik merkezi iken bu durumun Türkiye’nin baskıları ve durumun, dünyanın tepkisini çekmesi üzerine PKK’nın Yunanistan’daki faaliyetlerinin bir bölümü GKRK’ye kaydırılmıştır. 1990’ların ortasında itibaren ise Avrupa Birliği’ne girme konusunda belli amaçlara erişen GKRK, palazlandıkça Türkiye düşmanlığı ve Ada’nın tamamını tek başına ele geçirme hedefi doğrultusunda, geçmişte ASALA’ya vermiş olduğu desteğin çok daha yoğunlaştırılmış ve sözde devlet politikası haline getirilmiş halini PKK’lı teröristlere vermeye başlamıştır. Bu bağlamda süreç içinde;
* 1990’da Lefkoşa’da, sözde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK) ve Kürt Demokratik Halk Birlikleri (YDK)’nın büroları açılmıştır.
* Yine bunu takiben Limasol’de Kürdistan Kültür Derneği Bürosu açılmıştır.
* Türkiye’ye terörist faaliyetlerde bulunmaları için gönderilecek PKK üyelerinin eğitimini sağlamak amacıyla Trodos, Maşera ve Stavrovoru’da terör kampları kurulmuştur. Trodos’daki kamp, Rum Milli Kilisesi’nin arazisi üzerindedir.
* Ayrıca Limasol ve Lefkoşa’da PKK’ya ait iki büro Limasol ve Lefkoşa’da Rumların özel yardımlarıyla açılmıştır.
* 1996 Mart ayında Rum Ortodoks Kilisesi’nin terörist başı Öcalan’ı Baf şehrine davet ettiği ve Kilise tarafından terörist başına önemli miktarlarda para verildiği bilinmektedir.
* Suriye’nin himayesinde, 1990’lı yıllarda Lazkiye Limanı üzerinden silah kaçakçılığını yürüten PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığını Güney Kıbrıs’tan Avrupa’ya yönelik yürüttüğü bilinmektedir.
* PKK’nın çeşitli ülkelerden edindiği silahların önemli bir kısmının ilk durağının Kıbrıs Rum Kesimi olduğu da bilinmektedir. Bu bağlamda PKK’nın Rusya’dan satın almış olduğu 7 milyon Dolar değerindeki silah ve 8 adet SAM-7 yerden havaya uçaksavar füzesinin Rum bayraklı Nissos isimli gemiyle oraya geldiği ve buradan Suriye üzerinden PKK’ya ulaştırıldığı iddia edilmektedir.
* AB’ye girdikten sonra GKRK’nin bu faaliyetlerini daha gözden uzak yerlerde ve gizlilik içinde gerçekleştirdiği de söylenenler arasındadır.
* 2000’li yılların başında GKRK’de 500’e yakın PKK militanının barındığı ve bunların Rumlar’dan sosyal yardım adıyla maaş aldıkları bilinmektedir.
* AB’ye girdikten sonra GKRK’deki PKK uzantısı kuruluşların ve teröristlerin, Rum ve Avrupalı Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’lardan yardım aldığı ve buna ek olarak Rum Yönetiminden de maddi, siyasal destek sağladıkları bilinmektedir.
* Rum Milli Politikası çizgisinde Demokratik Merkez Birliği Partisi (EDEK) ve Rum Komünist Partisi (AKEL)’in “Rum ve Kürtlerin ortak düşmanının Türkiye olduğu” ve bu bağlamda her vesileyle PKK’ya yardım edilmesi gerektiği politikasıyla Rum-PKK ilişkilerinin boyutları ortadadır.
* Güney sınırlarımızda yaralanan PKK teröristlerinin tedavilerinin çoğu kez GKRK’de yapıldığı da bilinmektedir.
* Rumların Türkiye’ye yönelik düşmanca politikalarının en somut örneği ise 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanan terörist başı Abdullah Öcalan’ın üzerinden, GKRK’de yayınlanan Fileleftheros Gazetesi köşe yazarı Lazaros Mavros adına düzenlenmiş Rum pasaportu çıkmış olması ve terörist başının Kenya’daki Yunan Büyükelçiliği’nden alınmış olmasıdır. Bu hususun Türk milleti tarafından hiçbir zaman unutulmaması ve sorgulanması gerektiği açıktır.
* Bu olayın hemen akabinde, GKRK Temsilciler Meclisi’nin de terörist başının tutuklanmasını kınayan ve PKK’ya verilen desteğin süreceğini açıklayan kararın alınması da son derece manidardır.
Türkiye üzerindeki ortak emelleri ayan beyan ortada olan Türklük düşmanlarının bundan böyle Türkiye, Suriye ve Orta Doğu’ya coğrafi yakınlığı açısından da stratejik bir konumda olan GKRK’den alabildiğine yararlanacakları açıktır. Bu husus özellikle, Suriye ve Lübnan’daki faaliyetlerini eskisi gibi rahat sürdüremeyen PKK’nın, Rumların özel gayret ve yardımlarıyla Ada’yı bir üs gibi kullanacak olmaları açısından önemlidir.
KKTC’DE ARTAN PKK FAALİYETLERİ
23 Nisan 2003’de kapıların açılmasının ardından KKTC’ye rahatlıkla girebilen Rum ajanlar ve PKK’lı unsurların KKTC’de teröre hizmet eden faaliyetleri dikkat çekmeye başlamıştır. Özellikle Rum Kesiminde faaliyette bulunan PKK destekçisi dernek ve birliklerin KKTC’de okuyan Kürt kökenli öğrenciler ve vatandaşlar üzerindeki propaganda faaliyetlerinin artması ve öğrencilere finansal destek sağlaması da dikkat çekicidir. Ada’nın her iki kesiminde özellikle inşaat işlerinde çalışan Kürtler arasındaki PKK yandaşlarının, geçişlerin başlamasıyla Rum Yönetiminin gözetim ve yardımlarıyla; ayrıca KKTC’deki mevcut yönetimin de duyarsız politikasıyla başlayan PKK propagandası ve PKK’ya yardım ve yandaş sağlama faaliyetleri tırmanışa geçmiştir. Burada işaret edilmesi gereken önemli bir diğer husus da bütün bu Türk düşmanı faaliyetlerin kontrol ve komuta merkezinin halen Yunanistan olduğu ve PKK’lıların emirlerini Atina’daki sözde komutanlarından aldıklarıdır.
TÜRK ASKERİNİN ADADAN GÖNDERİLMESİ ÇABALARI
Kıbrıs’taki PKK’lıların, KKTC’deki malum çevrelerin ve Kıbrıslı Rumlar’ın bu bağlamda üzerinde dikkatle durulması gereken ortak ve en önemli hedefleri de “Türk askeri’nin Ada’dan gönderilmesi” hususudur. Bu konuda özellikle Kıbrıslı soydaşlarımıza yoğun propaganda yapılmakta, yalan ve son derece haksız haberlerle Kıbrıslı Türkler kandırılmak istenmektedir. Ancak tarihsel açıdan asla unutmaması gereken şudur ki, 1950’lerde soydaşlarımıza Rumlarca yapılan katliamların 1963, 1967’lerde Rumlar’ın Akritas Planı ile doruk noktasına çıktığı ve 1974’de Ifestos adlı ikinci bir planla gerçekleştirilen Rum darbesi ile de soydaşlarımızın tamamen katledilmesine ramak kalmış iken Silahlı Kuvvetlerimiz’in Barış Harekâtı ile bunu önlendiğidir. Silahlı Kuvvetlerimiz’in Ada’dan çıkartılması, Türkiye açısından stratejik önemi son derece açık olan Ada’da gözü olan emperyalist Batı ülkelerinin ekmeğine yağ süreceği gibi, soydaşlarımızın geleceğini tehlikeye atacak ve yine özellikle PKK’nın Ada’da daha da güçlenmesini sağlayacaktır.
Kaynak: TUSAM
05 Eylül 2007
Ermenilerin Yeni Stratejisi: Türkiye'ye Kuşatma
ABD'DEKİ DURUM
106 sayılı Ermeni tasarısı Amerikan Kongresi'nde beklemektedir. 435 üyeli Amerikan Temsilciler Meclisi'nde Ermeni tasarısını destekleyenlerin sayısının 218'i aşması durumunda tasarı Genel Kurul gündemine gelecektir. 225 sayısına ulaşıldığı, ama Türk lobisinin çalışmaları üzerine bazı milletvekillerinin desteklerini geri çektiği ifade ediliyor. Halen tasarıyı kesin olarak destekleyen 209 milletvekili bulunuyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin de tasarının gündeme gelmesi için söz verdiği ve çaba harcadığı düşünülürse Türkiye'yi büyük bir tehlikenin beklediği anlaşılacaktır.
Bu konuda son zamanların en önemli gelişmesi, ABD'deki Yahudiler'in baskı grubu olarak bilinen "İftirayla/İnkârla Mücadele Birliği"nin, Ermeni iddiaları hakkındaki tutumunu değiştirmesi olmuştur. Kuruluşun Başkanı Abraham Foxman'ın 21 Ağustos 2007'de, tutumlarını yeniden gözden geçirdiklerini ve Ermeni olaylarının, sonuçları açısından "soykırım" anlamına geldiğini söylemesi, Ermeni iddiaları karşısında Türkiye'nin en büyük destekçisi olarak bilinen Yahudi lobisi ne yapmak istiyor sorusunu da beraberinde getirmiştir.
ABD'deki Yahudi kuruluşunun tavır değişikliğini, Türkiye ile İran'ın enerji alanında ve Irak'ın kuzeyindeki gelişmeler karşısında işbirliği yapmasına, ya da AKP'nin Hamas konusunda izlediği politikaya bağlayan yorumlar yapılıyor. Oysa bu gelişmeyi Ermeniler'in Uydurma Soykırım'ın 100. yıl öncesindeki stratejilerinden ayrı düşünmemek gerekiyor.
YENİ STRATEJİ
Türkiye'de soykırım savunucularını yaratma süreci: Uluslararası kamuoyunun neredeyse tamamını etkileyen Ermeniler, bu kez Türk kamuoyuna yönelerek, soykırım tezini doğrulatacak "Sözde Türkleri" kullanmaya başlamıştır. Avrupa'daki etkili Ermeni lobisi, AB sürecinde yakaladığı Türkiye'de, bilimsel özgürlük, özgür tartışma gibi kavramlardan hareket eden bazı üniversitelerin ve öğretim üyelerinin yanı sıra, medyanın tanınmış bazı isimlerini destekleyerek, bazı etkinlikler yapılmasını sağlamıştır.
Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen Ermeni Konferansı, Ermeniler açısından çok önemli bir gelişmedir. Bu etkinlikle, hem Türk kamuoyunun tepkisi ölçülmüş hem de Türklerin Ermeni tezlerine bizzat Türk vatandaşı durumundaki akademisyenler, uzmanlar ve gazeteciler aracılığıyla alıştırılması için ilk adımlar atılmıştır.
Ermeni tezlerini savunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretim üyelerinin, yüksek lisans ve doktora öğrencisi olarak seçtikleri gençleri, soykırım tezini güçlendirecek çalışmalara yönlendirmeleri ise, kurulan tuzağın püf noktasıdır. Böylelikle, soykırımın doğruluğunu destekleyen çalışmaların sayısı artacak, dünya kamuoyuna, yeni kuşak Türk akademisyenler soykırımı kabul ediyor mesajı verilecektir. Nitekim Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansa katılanlara bakıldığında ve yabancı medya mensuplarının "Birçok Türk akademisyen artık soykırımı kabul ediyor" başlığıyla geçtikleri haberler hatırlandığında hedefe ulaşıldığı anlaşılacaktır.
TAZMİNATLAR
Sigorta Şirketleri ve Bankalara Açılan Davalar: Ermenilerin yeni çalışma alanlarından biri de sigorta şirketlerine açtıkları davalardır. 1915'ten önce hayat sigortası yaptırmış Ermenilerin varisleri oldukları iddiasıyla hukuksal süreç başlatan bir grup Ermeni, The New York Life isimli Sigorta Şirketi'nden tazminat istemiştir.
İlk aşamada, sigorta poliçesi olan Osmanlı vatandaşı 3600 Ermeni'den 1400'ü davayı kazanarak tazminat almayı başardı. Sigorta şirketi geriye kalan 2 bin 200 poliçe sahibinin mirasçılarına da toplam 20 milyon Amerikan Doları ödeme yapılmasını kabul etti.
Ermeniler, sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı Alman bankalarına Türkler tarafından öldürülen babalarımızın, dedelerimizin mevduatlarını bizlere vermediniz diyerek Deutsche Bank ile Dresdner Bank aleyhine Los Angeles Eyalet Mahkemesi'nde dava açtılar.
Ermeniler'in avukatlarından Brian Kabateck, Alman "Die Welt" Gazetesi'ne yaptığı açıklamada davayı kazanacaklarını şu sözlerle dile getiriyordu: "Mahkemenin milyarlarca Avro'luk tazminat ödenmesine karar vermesini bekliyoruz. Geçtiğimiz yıl New York Life ve AXA sigorta firmaları aleyhine açılan davada da davcılara ödenen 37 milyon 500 bin dolar ödemeyle taraflar uzlaşmıştı."
Davaların asıl amacının tazminat olmadığını anlamak için ise, Ermeniler'in diğer avukatı Mark Geragos'un sözlerine bakmak gerekiyor: "Davanın asıl amacı, Türklerin Ermenilere soykırım yaptıklarına dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir."
Soykırımı inkâr edenleri cezalandırma yasaları: Türkiye'nin elini kolunu bağlamaya yönelik yeni stratejilerin arasında, soykırım karşıtı tezlerin savunulmasını yasaklayacak yasaların çıkartılması da var. İsviçre, inkâr yasasının yürürlükte olduğu ülke olarak tanınıyor. Perinçek davası sırasında İsviçre bu özelliğiyle öne çıkmıştı.
Belçika'da "Reformcu Hareket" olarak adlandırılan Valon Partisi, Uydurma Ermeni soykırımını reddedenlerin 8 gün ila bir yıl hapis, 26 ila 5 bin Avro para cezasına çarptırılmalarını öngören bir yasa tasarısını 2005'te Senato'ya sunmuştu. Haziran 2006'da görüşülerek reddedilen yasa tasarısı Temmuz 2006'da tekrar görüşülmek üzere Komisyona gönderildi.
Fransa'da ise, Uydurma Soykırımı reddedenlerin 1 yıl hapis ve 45 bin Avro para cezasına çarptırılmasını öneren tasarı, Fransa Ulusal Meclisi'nde 12 Ekim 2006'da görüşülerek, 19'a karşı 61 oyla kabul edilmişti. Yasa Senato'ya taşınmadığı için, Haziran 2007'de yapılan milletvekili seçiminden sonra ortaya çıkan meclisin tasarıyı yeniden oylaması gerekiyor. Yasanın yürürlüğe girebilmesi için, Senato'da da onaylanmak zorunda.
Yasayı skandal olarak nitelendiren Fransa Uluslararası İlişkiler ve Strateji Enstitüsü uzmanı Diddier Billion, 12 Ekim 2006 tarihli açıklamasında ülkesini ağır ifadelerle şöyle eleştirmektedir: "Tasarı, cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine aykırıdır. Fransız halkı bu milletvekillerini tarih yapmaları için seçmedi. Bu tür girişimler sadece diktatör ülkelerde olur. Fransız milletvekillerinin, kendi ülkeleri hakkında olmayan tarihi bir konu hakkında karar alması ve hapis cezası verebilecek kadar ileri gitmesi iki kez şok edicidir. Ermenilere soykırım yapılıp yapılmadığı başka bir zeminde tartışılabilir. Ancak her durumda bu milletvekillerinin işi değildir. "
YASA GİRİŞİMLERİNE TEPKİLER
Yasaya karşı çıkan Fransız tarihçi Prof. Pierre Nora da Mayıs 2006'da yaptığı değerlendirmede Fransız kamuoyuna bir gerçeği hatırlatıyor: "Ermeni sorununu, İstanbul'da tartışmak Paris'te tartışmaktan daha kolay."
Fransa ve Belçika'dan sonra Hollanda da inkâr yasası için harekete geçen ülkelerden. Hıristiyan Birlik Partisi, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçları kamuoyu önünde açık bir şekilde, düşmanlık ve ayrımcılık yaratacak şekilde öven, bu suçların olmadığını savunan ya da bu suçların varlığını kabul edenlere hakaret eden kişilere, 1 yıla kadar hapis ve hâkimin belirleyeceği miktarda para cezası verilmesini öngören bir yasa önerisini 1 Haziran 2006'da Meclise sunmuştu.
Hollanda'da ayrıca, Kasım 2006 seçimleri öncesi Türk kökenli adaylara uygulanan, Uydurma Ermeni soykırımını tanımaları yönündeki baskıları da unutmamak gerekir.
Almanya'da ise, Sol Parti listesinden milletvekili seçilerek Federal Meclis'e giren Türk kökenli Prof. Dr. Hakkı Keskin de, Uydurma Soykırımı tanımadığı gerekçesiyle istifaya zorlanmıştı. Sol Parti'nin Federal Meclis Grubu Başkanı olan Oskar Lafontaine, 10 Ocak 2007'de Alman Tagesspiegel gazetesine yaptığı açıklamada Keskin'i sert bir şekilde eleştirirken; "Tarihi gerçekler tartışılamaz. Bunlar kabul edilmek zorunda" demişti.
Soykırımın ders kitaplarında yer alması: Konunun ders kitaplarında yer alması için uzun yıllardır mücadele eden Ermeniler, bu alanda da başarılar elde etmiştir. Fransa ve ABD başta olmak üzere bazı ülkelerdeki okullarda okutulan kitaplarda, Ermenilerin soykırıma uğratıldığını iddia eden bölümlere yer veriliyor. Bu alanda yeni bir hamle yapan Ermeniler, özellikle Türklerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde okul kitaplarına soykırım yalanını sokmaya çalışıyor.
Belçika'da inkâr yasası için girişimde bulunan Volan Partisi, Ermeni soykırımının okul kitaplarına, üniversite programlarına ve anı belgelerine sokulmasına ilişkin bir karar tasarısını da Senato gündemine getirmişti.
Almanya'nın Brandenburg Eyaleti Eğitim Bakanı Holger Rupprecht da, gelecek ders yılından itibaren tarih dersi müfredatında Uydurma Ermeni soykırımına yer vereceklerini açıklamıştı.
Ermeniler bu girişim sayesinde bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor. Ders kitaplarında Uydurma Soykırımın yer alması sadece o ülkelerdeki öğrencileri etkilemeyecek, aynı zamanda bu ülkelerde yaşayan Türk öğrencilere de Ermeni tezleri öğretilerek, kalenin içten fethedilmesi yolunda yeni bir adım atılmış olacaktır.
CESARETLENDİRME
Soykırımın Kabul Edilmesine Yardımcı Olmak: Ermeni lobilerinin bir başka stratejisi de, Türkiye'nin soykırımı kabul etmesine yardımcı olunmasını sağlayacak ülkelerin devreye sokulmasıdır. Haziran 2005'te, Alman Federal Meclisi'nde tüm siyasi grupların desteklediği bir karar alındı. Kararda 19151916 olayları soykırım olarak nitelendirilmiyor, ama Osmanlı Devleti'nin müttefiki Almanya'nın Ermenilerin uğradığı büyük katliamlardan haberi olduğu, Almanya'nın bu nedenle kendi sorumluluğunu kabul ettiği belirtilerek, bu olaylardaki sorumluluğunu kabul edebilmesi için Türkiye'ye yardım edileceği, cesaretlendirileceği ifade ediliyordu.
Avrupa Birliği sürecinde bu konuyu sık sık gündeme getiren Avrupalı yönetici ve siyasiler de Türkiye'yi cesaretlendirmek için, "Türkiye tarihiyle yüzleşmelidir" ifadesini kullanıyor. Soykırımı kabul edin dayatmasının Türk kamuoyunda yarattığı tepkiyi gören Avrupalıların bu nedenle "tarihle yüzleşme" söylemine başvurduklarını hatırlatmakta yarar var.
Ermenistan Sınırının Açtırılması: Ermenistan sınırının açılması da yeni stratejiler arasındadır. Avrupa Birliği'nin yetkili isimleri Türkiye'den, sınırın açılmasını talep ederken Komisyonun yayımladığı ilerleme raporu gibi resmi belgelerde de bu talep yer almaktadır.
Sınırın açılması, öncelikle Türkiye ile Azerbaycan arasındaki dayanışmayı ortadan kaldırmayı ve Yukarı Karabağ'ın Ermeniler tarafından işgalini Türkiye'ye kabul ettirmeyi hedeflemektedir. Ermeni anayasasında Türkiye'nin doğusu "Batı Ermenistan" olarak tanımlayan maddeden, Karabağ'ın işgalinden, uyduruk soykırım dayatmasından rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye'ye karşı Ermenistan, "önce sınırı aç sonra bunları konuşalım" politikasını izlemektedir.
Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan da sınırın açılmasının Türkiye'nin görevlerinden biri olduğunu söylemektedir. Koçaryan, Alman Die Welt gazetesinin 17 Kasım 2006 tarihli sayısında sınırın açılmasını Avrupa değeri olarak gördüğünü ifade etmektedir; "Tarihçilerin ortadan kaldırabileceği yanlış anlamalar olduğuna inanmıyoruz. Tehcirin gerçekleri ve yüz binlerce Ermeni'nin öldürüldüğü biliniyor. Türkiye'nin sorunu, bunu kabullenmekte. Türk toplumunun AB yolunda tabu olan konuları da tartışmaya hazır olduğunu düşünüyorum. Ancak bir yandan sınırlarını Ermenistan'a kapatırken, diğer yandan üyelik müzakereleri yapması kabul edilemez. Bu, Avrupa değerlerine aykırıdır."
Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasının ardındaki asıl beklentiyi anlamak için Ermeni kaynaklarını yakından izlemek gerekiyor. Rusya Stratejik Araştırmalar Merkezi üyesi Ermeni Sarkis Sarkisyan'ın 24 Kasım 2006 tarihli yazısında, asıl beklentinin anlaşılmasına yardım edecek ifadeler bulunmaktadır;
"Ben, 1920 Sevr Anlaşması'nın hayata geçmesinden yanayım. Gerçi Sevr, Türklerin dayatmasıyla daha sonra Lozan'da değiştirildi; ancak Sevr'de alınan kararların Ermenilerin hakkı olduğunu düşünüyorum. Ermenistan'ın şimdiki temel yaklaşımı soykırımı kabul ettirmektir. Şu açık ki başka şeyler de talep edecektir. Olay sadece olmuş bir gerçeği kabul ettirme sorunu değildir."
TÜRKİYE KÖŞEYE SIKIŞIYOR
"Uydurma Soykırım" ile ilgili kararlar alan ülkelerin sayısındaki artışa bakıldığında, sorunu siyasallaştıran Ermenilerin önemli bir başarı sağladığı görülecektir. Son olarak Şili'nin de listeye eklenmesiyle Uydurma Soykırımı tanıyan ülke sayısı 19'a yükseldi. Ayrıca, ABD'nin 32 eyaletinde alınan, Avrupa Parlamentosu'nun 1987 ve 2000 yıllarında aldığı ve İngiltere'de Gweyneed Bölge Meclisi ve Edinburg Belediye Meclisi, İtalya'da Roma Belediye Meclisi gibi yerel organlarca alınmış kararlar da bulunuyor.
Tüm tartışma ve gelişmeler Ermeni diasporasının istediği yönde ilerlemekte, sorun her türlü tarihsel araştırma ve bilimsel çalışma alanından hızla uzaklaştırılarak tamamen siyasi platforma çekilmektedir. Ne yazık ki Türkiye de her zaman olduğu gelişmelerin gerisinde kalmakta, yeni politikalar geliştirememekte, bu nedenle de her geçen gün daha çok köşeye sıkışmaktadır.
Türkiye'nin, arşivlerimizi açtık açıklamasının ve uzmanlar, tarihçiler bir araya gelsin konuyu görüşsün teklifi de etkili olmamıştır.
Aslında Türkiye, sorunun sadece siyasi platformlarda tartışıldığının farkında. Ermenilere karşı yeterli mücadelenin verilmediğini anlayan duyarlı çevrelerin baskısı, Dışişleri Bakanlığı ve Türk Tarih Kurumu başta olmak üzere bazı kuruluşları harekete geçirmiş, yeni kitaplar yayımlanmış, arşiv belgeleri açıklanmıştır. Ayrıca, yurt içinde ve yurt dışında büyük bir bölümü sadece Türklere yönelik etkinlikler düzenlenmiştir. Bu çalışmaların bir gelişme sağladığı söylenemez. Sorunun boyutlarının kitap ve belge yayımlamayı, konferans düzenlemeyi çoktan aştığını görmemek ve yeni stratejiler belirlememek yenilgiye davetiye çıkarmaktır.
Gürbüz Evren - Cumhuriyet Strateji Eki, 3 Eylül 2007
04 Eylül 2007
DTP'li İl Başkanı teröristler için ''şehit'' dedi
Siirt’in Pervari İlçesi’nin Doğanca Köyü kırsalında çıkan çatışmada öldürülen Suruç doğumlu 31 yaşındaki ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz ile 24 yaşındaki yine Suruç doğumlu ‘Cudi- Cesur GAP’ kod adlı Mehmet Kurttekin’in cenazelerinin bugüne kadar yakınlarına teslim edilmemesi üzerine, yaklaşık 300 kişilik DTP'li grup izinsiz gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir ve DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici’nin de aralarında bulunduğu kalabalık, öldürülen teröristlerle, terör örgütünün elebaşısı Abdullah Öcalan’ın posterini açtı. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kalabalık sık sık ‘Şehit Namırın’, ‘Biji Apo’ sloganları attı. Teröristlerin aileleri ise zılgıtlar çekilerek karşılandı.
Burada 2 teröristin gıyabında düzenlenen cenaze töreninde DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, bir konuşma yaparak, “Şu ana kadar öldürülen soydaşlarımızın cenazeleri sahiplerine teslim edilmedi. Bundan sonra gıyabi şehit cenazeleri törenlerini düzenleyeceğiz'' dedi. Alanda toplanan grup ölen PKK’lı teröristiler için saygı duruşunda bulundu. Ardından Suruç DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici ve kalabalık öldürülen teröristlerden Mehmet Kurttekin’in Sarayaltı Mahallesi’ndeki evine giderek, taziye çadırında ailesine başsağlığı ziyaretinde bulundu. Çok sayıda sivil polisin uzaktan izlediği grup daha sonra sessizce dağıldı.
Öte yandan öldürülen terörist Mehmet Kurttekin’in cenazesini almak için Pervari Cumhuriyet Savcılığı’na amcası Kemal Kurttekin'in başvuruda bulunduğu belirtildi.
‘DAĞA ÇIKARIZ’ TEHDİDİ
Şanlıurfa’da öldürülen teröristler için eylem yapan grup, daha sonra araçlarla ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunmak üzere Gaziantep’in Nizip İlçesi’ne gitti. Yaklaşık 500 kişilik bir grup, eski Nizip yolundan ilçeye girerken önlem alan polis tarafından durduruldu. Polis, grubu kontrollü olarak ilçeye alırken plakası bulunmayan bir aracın sürücüsüne 52 YTL para cezası kesti. Bu nedenle grup ile polisler arasında tartışma yaşandı. Tartışma büyümeden önlendi ve grup Nizip ilçe merkezine girdi.
Aralarında, DTP Gaziantep İl Başkanı Mustafa Türk, DTP Nizip İlçe Başkanı Müslüm Öztaşdöndören’ın da bulunduğu grup Müslüm Solmaz’ın evine ellerinde terör örgütü bayrakları ve Apo posterleriyle yürüdü. Bu sırada, ‘Katil Erdoğan’, ‘Canımızı sıkma, bizi dağa çıkarma’, ‘İmralı sen bizim her şeyimizsin’ sloganları attı.
Grup, terörist Müslüm Solmaz’ın babası Halil Solmaz’a taziye ziyaretinde bulundu. 1999’dan bu yana örgütte bulunan ve ailesi tarafından polisin sorgulaması sırasında “Almanya’ya gitti'' iddiasında bulunduğu Solmaz’ın çok sayıda eyleme katıldığı belirtildi.
Kaynak: Milliyet
Başbakan'ın bir yalanı daha ortaya çıktı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün TBMM’de yapılan Hükümet Programı görüşmeleri sırasında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, 1974 yılındaki birinci Ecevit Hükümeti döneminde Maliye Bakanlığı yaptığını, aynı dönemde faizlerin yüzde 40 düzeyinde bulunduğunu bildirmişti.
Merkez Bankası verilerine göre, Baykal’ın Maliye Bakanı olduğu 26 Ocak-17 Kasım 1974 tarihleri arasında tasarruf mevduatı ve Merkez Bankası reeskont faiz oranı yüzde 9 düzeyinde gerçekleşdi.Deniz Baykal’ın dört yıl sonraki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı döneminde ise tasarruf mevduatı faiz oranı yüzde 12, Merkez Bankası reeskont faizi ise yüzde 10 idi.
Türkiye’de şu anda bankaların mevduata verdikleri bir yıllık ortalama faiz ise yüzde 22 düzeyinde bulunuyor.
Kaynak: Hürriyet
03 Eylül 2007
Batı basını neden taraf?
Taraftar yazısı
Propaganda yazılarının en fütursuzlarından biri Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden bir gün önce Washington Post'ta "Müslüman Demokrasisi İlerliyor" başlığı altında yayımlandı. Jackson Diehl imzalı makalede, cumhurbaşkanlığı krizi boyunca AKP'nin sadece demokrasiden yana değil ama aynı zamanda uzlaşma ve ılımlılıktan yana tavır aldığı öne sürüldükten sonra "Türkiye, ABD'yle, 'laik' Türk politikacıların büyük çoğunluğundan daha fazla dost olan bir cumhurbaşkanına sahip olacak. Ona hoş geldin demek gerekmiyor mu?" deniyordu.
Fahiş hatalar
Diehl, AKP'yi överken hızını alamayıp idamı kaldıranın bu parti olduğunu söylemek gibi fahiş bir hataya da imza atmış. Halbuki Türkiye'yi daha yakından izlemiş olsaydı, idamın önceki koalisyon hükümeti tarafından kaldırıldığını bilirdi. Gerçi bu hatayı yapan ilk kişi Jackson Diehl değil. Kendisinden önce New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise 19 Mayıs 2007'de ölüm cezasını AKP'nin kaldırdığını yazmıştı. AKP'ye sempatisi, Türkiye hakkındaki bilgisinden daha büyük olduğu anlaşılan bu meslektaşımız, 14 Mayıs'ta da, Başbakan Erdoğan'ın atadığını sandığı Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü'nün üniversitedeki özgürlükçü ve liberal icraatı üzerinden AKP'yi övmüştü. Rektörü AKP'nin baş hedeflerinden YÖK'ün atadığını bilmiyordu çünkü.
Bunlar, yüksek gazetecilik standartlarıyla övünen New York Times için son derece düşündürücü maddi hatalardır.
İslam ve demokrasi
Washington ve Londra'nın, İslamcı Milli Görüş hareketinden 28 Şubat'ın etkisiyle kopan AKP'yi, 11 Eylül sonrasının koşullarında, Arap ve İslam alemindeki halk yığınlarının ilgisini şiddet yanlısı İslamcı hareketlerden uzaklaştırarak, barışçı ve medeni siyasete yöneltmek için sunulacak bir örnek olarak benimsediğini biliyoruz. AKP'nin Amerikan ve İngiliz medyasından gördüğü büyük ilginin ardındaki asıl neden bu.
Başta CHP ve MHP olmak üzere ulusalcılar, ABD ve AB karşıtlığında adeta eski Milli Görüş çizgisine savrulurken, AKP bu iki global aktörle pragmatik ilişkiler kurmayı başardı. Buna AKP'nin Türkiye'nin uluslararası ekonomik sisteme entegrasyonunu sürdürmesi de eklenince, bu iki global aktörün gözünde AKP, Türkiye'de diğerlerine göre tercih edilir bir siyasi güç oldu.
İngiliz The Guardian gazetesinde Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce yayımlanan "İslam ve demokrasi" başlıklı baş makalenin sonunda "Türkiye'de İslam ve demokrasinin uyumlu olduğu kanıtlanıyorsa, başka yerde neden olmasın?" diye soruluyordu.
Evet, Türkiye hem bir İslam ülkesi ve hem de, geçmişte kesintilere uğramış olsa da demokrasisini geliştirerek yaşatmayı başarmış bir ülke. Bir İslam ülkesinin aynı zamanda demokratik de olabileceğini uzun yıllar önce kanıtladı. Bunu da laiklik sayesinde yaptı. Unutulan işte bu.
'Müslüman demokrat' mı?
Düne kadar AKP'yi genellikle "ılımlı İslamcı", "neo-İslamcı", "eski İslamcı" veya "İslami kökenli" diye tanımlayan Amerikan ve İngiliz basınında bu parti için, AKP'nin de duymaktan hoşnut olacaklarını sandığımız "Müslüman demokrat" tanımının giderek artan oranda kullanıldığını gözlemliyoruz.
AKP'ye iltifat eden aynı basın, kentli orta sınıfların demokrasi, laiklik ve özgürlükler konusundaki kendiliğinden gelişen demokratik tepkilerini ya görmezden geliyor ya da bunu, başında orduyu saydığı "laik elitler" konfigürasyonunun bir komplosu olarak yansıtıyor.
Temennimiz, AKP yöneticilerinin, kendilerine sunulan bu desteği yanlış okuyarak, "uluslararası sistemin güvencesi altında oldukları" gibi vehme kapılmamaları ve yeni dönemde itidal ile otokontrolü elden bırakmamalarıdır. Böylesi demokrasimiz için daha hayırlı olur.
Kaynak: Milliyet
Taşlar yerine oturuyor
Amerikalı diplomat Richard Holbrooke'un Türkiye ile birlikte "ılımlı İslam ülkesi" kategorisinde gösterdiği Güneydoğu Asya ülkesi Malezya'da şeriat düzenine geçilmesi tartışılmaya başlandı.
Daily Telegraph'ın haberine göre, önceki gün, İngiliz yönetimine son verilip bağımsızlık ilan edilmesinin 50. yıldönümü kutlamaları yapılan Malezya'da hükümet hukuk sisteminde büyük değişiklik yaratacak bir dizi reform yapmaya hazırlanıyor. Bu kapsamda açıklamalarda bulunan Başbakan Abdullah Bedevi, ülkenin İngiliz sömürgesi olduğu dönemden kalma anayasasında yazılı olan "Malezya laik bir devlettir" maddesinin değişebileceğini kabul etti.
Başkent Kuala Lumpur'da yapılan bir konferansta konuşan Malezya Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Ahmed Fayruz da bağımsızlığın kazanılmasından bu yana geçen 50 yıl içinde Malezya'nın sömürgeciliğin kıskacından çıkamadığını savunarak, şeriatın hukuki boşlukları doldurmak amacıyla mevcut huhuk sistemine aşılanması gerektiğini bildirdi. Ahmed Fayruz, şeriat hükümlerinin özellikle örf ve adete dayanan hukuksal düzenlemelere monte edilmesini istedi.
Bazı bölgelerde uygulanıyor
Şeriat hükümleri Malezya'nın bazı bölgelerinde halen uygulanıyor. Şeriat çok sık olmasa da ara sıra Müslüman olmayanların davalarında da geçerli oluyor. Örneğin geçen temmuzda 21 senedir evli olan 6 çocuklu Müslüman-Hindu çiftin birliktelikleri yerel yetkililer tarafından şeriat hükümlerine dayanılarak hukuksal yoldan sonlandırıldı.
Malezya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Malaylar anayasal olarak Müslüman kabul ediliyor ve din değiştirmeleri yasaklanmış bulunuyor. Nüfusun yüzde 40'ını da Çin ve Hint kökenliler oluşturuyor. Ayrıcalıklı vatandaş sayılan Malaylar daha kolay iş bulup, kredi olanaklarından yararlanabiliyor. Ev sahipleri, Malaylardan daha düşük kira talep ediyor. Radikal İslamlaşma yönündeki son gelişmelerin Çin ve Hint kökenli Malezya vatandaşlarını alarma geçirdiği belirtiliyor.
Kaynak: Milliyet
Turhan Çömez'in diğer videoları
2. Irak'a Satılan Elektrik, Kandil Dağına Gidiyor
3. Tarım Yolsuzluğu ve Sözde Ekonomik Başarı
4. Vahşi Rant Düzeni Var - Toplam Borç Artıyor
5. Sokaklarda Güvenlik ve Asayiş Kalmadı
6. Türkiye Onurlu Güçlü Bağımsız Bir Ülke Olmalı