28 Mart 2009

Organize İşler…

Vurgun ve soygun sizler için organize işler...

Zimmete mangır geçirme, evrakta sahtecilik.

Uğur Dündar’a, Mehmet Ali Birand’a gözdağı vermek.

Allah rızası için saf Müslümanları soyup soğana çevirmek.

Çocuklara şirket kurmak, gemicik almak, mısır patlatmak.

Yandaşları koruyup kollamak.

2B Yasası’yla Hazine ve orman alanlarını yağmalamak.

Organize işler!

Dokunulmazlık zırhıyla caka satmak, yargıdan kaçmak...

Naylon fatura düzenleyenleri baş tacı yapmak.

Almanya’da paraları tırtıklarken yakalanıp, 42 milyon Avro’yu yutmak.

İslam ideolojisini, demokrasi ve özgürlük olarak maskeleyip, Güneydoğu’da Hizbullah’a ve Fethullahçılara sığınmak, DTP’yi kündeye getirmek.

Özgür bireye karşı durmak, yurtseverleri “darbe yandaşı” diye suçlamak...

Organize işler!

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını, Frankfurt Havaalanı’nda THY uçağından inerken Alman polislerin köpeklerle kontrol etmelerine ses çıkarmamak.

Yurttaşların itilip kakılmasına, Türkiye’yi üçüncü dünya ülkesi olarak görenlere efelenmemek.

İmamları bürokrasinin önemli noktalarına getirmek.

Yalaka gazetecileri baştacı etmek.

Aydınlık Türkiye için gecesini gündüzüne katan bilim insanlarının yerine, cami avlusundan topladıkları müezzinleri “bilim kurulları”na getirmek.

Organize işler!

***

Yandaş medya yaratmak, özel hastane kurmak, tarikat şeyhlerine boyun eğmek.

Rüşvete, yolsuzluğa göz yummak.

Naylon fatura kesmek, milletvekili seçilip yargıdan kaçmak.

Bekir Coşkun’a kızıp, “Bunlar köpekleriyle yatıp kalkarlar” demek...

Ardından İzmir’de köpek maması dağıtarak pişkinlik yapmak.

Organize işler!

Güdümlü medyayı koruyup kollamak.

Kendisini eleştiren gazetecilerin üzerine kırmızı kalemle “çizik atıp” feleğini şaşırtmak.

Ahmet Taner Kışlalı’yı, Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday’ı, Danıştay üyelerini tetikçilere hedef gösteren gazetenin yazarlarını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “ANA” uçağında ağırlamak...

Organize işler!

Muhalefet yapan medyayı sindirip susturmak için maliye müfettişlerini üzerlerine salmak.

Alanlarda, “Bu gazeteleri okumayın, okutmayın” demek.

Cumhuriyet’i susturmak!

Özgür bireyin yerine kendisine “biat” eden kul yaratmak.

Yargıyı sindirmek!

Almanya Deniz Feneri e.V’nin Türkiye ayağı soruşturmasında yayın yasağı koymak!..

Hepsi organize işler!

Seçim öncesi “Hükümet biziz, AKP’li adayı seçin, yoksa hizmet gelmez” diyen.

Demokrasiden ve özgürlüklerden söz eden..

Irak’ın işgaline göz yuman... Gazze’de katliama şaşı bakan...

Evet siz, sizler!

Onlara yandaşlık eden, televizyonlardan parsayı toplayan yandaşlar...

Yarın torunlarınıza ne diyeceksiniz?..

Demokrasi ve özgürlükler elinizde birer oyuncak gibi.

Hepiniz birer fırdöndü!

Hacıyatmaz...

Sizde utanmak yok, sıkılmak yok!

Ara sıra aynaya bir baksanız.

***

Demokrasi ve özgürlükler bizim için bir yaşam biçimidir, bunu aklınızın bir köşesine yazın.

Sakın unutmayın!

Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kanlarıyla, canlarıyla kuruldu.

Türkiye mollaların, tarikat şeyhlerinin değildir... Burası, binlerce yıllık tarihin ve kültürün boy verdiği topraklardır.

İslam ideolojisine laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nde yer yoktur!

Sesimize kulak verin!

Koylarımızı, büklerimizi Arap şeyhlerine sattınız... Dağlarımızı, ovalarımızı “çokuluslu altın avcıları”na teslim ettiniz.

Türkiye bir soygun, vurgun cenneti değildir!

Hem rüşvete, talana, hem asker-sivil darbelere, hem hukukun üstünlüğü ilkesini çiğneyenlere karşı demokratik mücadelemiz sürecek!

Demokratik tepkimiz durmayacak, artacak!

Sinmeyiz, sindiremezsiniz.

Bıkmadan, usanmadan yaptıklarınızı yazacağız, söyleyeceğiz.

Bizi yıldıramazsınız...

Hikmet Çetinkaya - 27 Mart 2009, Cumhuriyet

27 Mart 2009

Gelsin 3’üncü, 4’üncü İddianameler…

Ergenekon tertibinde ikinci iddianamenin açıklanması seçimden üç gün önceye rastlatıldı...

Peki, bu planlamayı yapan kim?..

Yanıt yok...

*

İddianame mahkemeye verilmeden önce Mustafa Balbay’ın tutuklanması sağlandı...

Çünkü iddianame kabul edildikten sonra tutuklama yetkisi 13’üncü Ağır Ceza’ya geçiyordu...

Sekiz ay önce Balbay’ın tutuklanmasına gerek görmeyen mahkemeye..

Peki, bu planlamayı yapan kim?..

Yanıt yok…

*

İddianamede Uğur Dündar’ın da adı geçiyor...

İddianamenin dedikodusuna göre Dündar’ın eşi sık sık Brezilya’ya gidiyormuş...

Uğur Dündar diyor ki:

“- Eşim ömründe bir kez bile Brezilya’ya gitmedi, iddiayı kanıtlasınlar intihar ederim...”

Bu pis dedikodusal yalancılığı iddianameye kim aşıladı?..

Yanıt yok...

*

Yanıt yok; ama, Ergenekon tertibinin ne olduğu konusunda artık açık seçik bir yanıt var...

Uğur Dündar olayı bir ölçüttür...

Ergenekon tertibi iki yıl önce terzgâhlandı, birinci iddianame 2455 sayfa 450 klasör, ikinci iddianame 1913 sayfa, 250 klasör...

Üçüncü iddianameyi hapishanede tutuklu bekleyenler kimler?..

Üçüncü iddianame diyelim ki 1300 sayfa olsun...

Etti mi toptan 5000 küsur sayfa ve 1000 klasör...

Ve arkası yarın tefrikası...

*

Artık şu lafı söyleyenlerin de külahlarını önlerine koyup düşünmeleri gerek...

Diyorlar ki:

- Dava mahkemeye intikal etmiştir, sanıklar suçsuz sayılmalıdır; ‘sonucu, kararı, neticeyi’ beklemeliyiz...

Ergenekon’un sonucu, neticesi, kararı hiç olmayacaktır...

Çünkü bu koşullarda “olabilemez”...

*

Peki, Ergenekon’un gerekçesi ne?..

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde iki kırmızı çizgi çiğneniyor:

1) Laiklik..

2) Bölünmezlik..

Ergenekon tertibi bu siyasetin yürütülmesi ve yaptırımı için kullanılıyor...

Son günlerde gelinen aşamaya bakınız:

Kuyular kazılıyor, kemikler, kafatasları çıkarılıyor, subaylar tutuklanıyor...

Asker ‘Terörle savaşıyorum’ derken meğer neler yapmış?..

PKK’ye bağışlama, Apo’ya af gerek...

Asker kötü...

PKK cici...

Bu süreçte askerin sindirilmesi gerek...

*

Ergenekon’un hukukla, demokrasiyle bir ilişkisi yok...

Yargılamanın yasal kuralları çiğneniyor...

Ergenekon’da iddianameler, delilsiz suçlama politikasının binlerce sayfalık kitapları...

Ergenekon dinciliğe sürüklenen bir korku devletinde aydınlık yurttaşları sindirmek için kullanılan bir araç...

İlhan Selçuk - 27 Mart 2009, Cumhuriyet

22 Mart 2009

Bu Haberi Neden Sakladınız?

Son günlerde gazetecilikle ilgili bazı etik sorunlar yeniden masaya yatırıldı.

Önce yasaya aykırı telefon dinlemeleri, ses kayıtları nasıl yayınlanmalı, bu konuyla ilgili kamu yararı kıstası tartışıldı.

Daha sonra Sabah genel yayın yönetmeni Erdal Şafak’ın ellerine geçen “bomba” bir ekonomi haberini ülke menfaatlerine zarar vereceği gerekçesiyle yayınlamadıklarını yazması başka bir tartışma yarattı. Birçok yazar da bu konudaki fikirlerini açıkladılar.

Ama bugün bu tartışmaların tamamen nafile olduğunu, aslında gazetelerin haber değerlendirmesinde bugün artık tamamen siyasi eğilimlerin hakim olduğunu gösteren tipik ve somut bir örnekle karşı karşıya kaldık.

Haber şu:

Kayseri Garnizon Komutanlığında iki astsubay komutanlığın bilgisayar sistemine girerek sahte emir kaydederken suçüstü yakalandılar. Astsubaylardan biri Fethullah Gülen cemaatine bağlı Işık evlerindeki “ağabeyleri” tarafından yönlendirildiğini itiraf etti.

Şimdi bu haberin hangi gazeteler tarafından nasıl değerlendirildiğine bir bakalım:

Birinci sayfadan görenler:

Posta
Hürriyet
Milliyet
Vatan
Akşam
Habertürk
Sözcü
Cumhuriyet
Yeniçağ
Radikal
Tercüman
Birgün

Birinci sayfadan görmeyenler:

Sabah
Zaman
Türkiye
Star
Yeni Şafak
Bugün
Güneş
Takvim
Milli Gazete
Vakit
Taraf
Yeni Asya

Şu tablo medyanın bugünkü durumunun çok çarpıcı bir örneğidir.

Haberi bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Ülke savunmasıyla görevli olan Türk Silah Kuvvetlerinde (kim tarafından sokulmuş olursa olsun) iki köstebek beşinci kol faaliyeti yürütürken yakalanıyorlar ve suçlarını itiraf ediyorlar.

Bu olayın haber değerinin tartışılacak bir yanı var mıdır?

Demek ki aslında gazetecilik, kamu yararı, ülke menfaatleri falan filen tamamen lafı güzaftır.

Bu olayın gazetecilikle ve haber değerlendirmesiyle, kamu yararıyla bir ilgisi yoktur.

Bu manzara, siyasi iktidarın ülkeyi de, medyayı da ikiye bölmüş olmasının manzarasıdır.

Kaynak: OdaTV

25 Şubat 2009

AKP'nin yönetim anlayışı...

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek: "Neydi bunun taahüdü, metroyu bitirmek... Nerden bulacaksın parayı? İktidar biziz, parayı nerden bulucan?"

AKP Kırıkkale Milletvekili Mustafa Özbayrak: "Biz Ankara'dan izin vermediğimiz sürece siz burada taş üsütne taş koyamazsınız. Onun için eğer birileri size gelip de ben şunu yapacağım, ben bunu yapacağım diyorsa inanmayın. Yapamazlar; bize rağmen yapamazlar."

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin: "Hükümetimizle kavga eden, zıtlaşan yerel yönetimler her projelerini Ankara’dan geçiremiyor. Maalesef bu Türkiye'nin gerçeği. O nedenle halkıyla barışık, hükümetiyle barışık, devletiyle barışık mahalli yöneticiler işbaşında olursa bizim sorunlarımız daha çabuk çözülür."

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: "Şimdi bunların belediye başkan adayları, 'belediyeyi alayım 100 bin işçi alacağım' diyor. Arkadaş sen bu 100 bin işçiyi nereye, kimin müsaadesiyle alacaksın. Bir belediye İçişleri Bakanlığının izni olmadan işçi alamaz."

17 Şubat 2009

İki adam...

BİRİNCİ adam; "Bunlar cumhuriyeti yıkıp tarikat devleti kuruyorlar" dedi...

İkinci adam; ne kadar molla, sofu, tarikatçı, mürit, karısı türbanlı varsa devlet kadrolarına doldurdu...

Birinci adamı suçladınız...

(.........)

Birinci adam;
Tandoğan’da, Çağlayan’da, Kordon’da "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye bağırdı...

İkinci adam; Anayasa’mızda cumhuriyetin temel ilkesi laikliği tekmeledi...

Birinci adamın evini bastınız...

(.........)

Birinci adam;
Mustafa Kemal’in açtığı çağdaşlık yolundan sapıldığını öne sürdü...

İkinci adam; ortaçağ görüntüsüyle, türbanı-tesettürü ile çıkıp devletin tepesine oturdu...

Birinci adamı yakaladınız...

(.........)

Birinci adam;
Türkiye’yi yöneten iktidarın, irticanın merkezi olduğunu öne sürdü...

İkinci adam; devletin en yüksek mahkemesi Anayasa Mahkemesi’nde yargılandı ve "irticai faaliyetlerin merkezi olduğuna" karar verildi...

Birinci adamı içeri kapattınız...

*

Birinci adam:


Emekli maaşından başka bir şeyi yok... Genelde devletin verdiği lojmanlarda oturur... Topluca yemek yediklerinde, bir ara masanın altından paralar toplanır da yemeğin faturası ödenir... Hep aynı takım elbiseyi giyer... En zenginleri, yani "kasa" dedikleri tutukluyken öldüğünde, cenazesi para toplanarak kaldırılır...

İkinci adam:

Altın zengini... Torba altınlarını medya yaza yaza bitiremez... Damatlar, oğullar, dünürler, yandaşlar, ortaklar, komisyoncular... Yumurta işleri, bakliyat işleri, mısır işleri, gemicik işleri, parfümeri işleri, mücevherat işleri... Tümü din-iman adına, gizli-kapaklı ve akıl almaz bir iktidar nimeti...

Ama siz birinci adama kızdınız...

(.........)

Birinci adamı;
vatan haini saydınız...

İkinci adamı; başınıza taç yaptınız...

Tebrik ederim sizi...

İyi yaptınız...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 17 Şubat 2009

16 Şubat 2009

Türkiye'nin En Yüksek Maaşlı Gazetecisi Fehmi Koru mu?

Takip edenler bilir; Fehmi Koru Odatv.com’a “Başka sorunuz var mıydı” demiş, biz de sorularımızı yöneltmiştik. Ancak Koru’dan bir türlü ‘çıt’ çıkmadı.

Ne sormuştuk; hatırlayalım.

Koru’nun, Yeni Şafak’ta çift kimliğiyle kaleme aldığı yazıların dışında 4 ayrı televizyon kanalında program yaptığını yazdık. Bu haliyle, medyanın en çok kazanan isminin kendisinin olup olmadığını ve bu bağlantılarını neye borçlu olduğunu sorduk. Ancak; Fehmi Koru bu soruları bir türlü cevaplamadı ya da cevaplayamadı.

Sayın Fehmi Koru,

Sizden bir yanıt gelmeyince, iş başa düştü ve ben tek tek araştırdım, ilginç rakamlara da ulaştım.

Araştırmalarıma göre siz;

ATV’den program başına haftalık 8 Bin TL, yani aylık 32 Bin TL;

TRT’den program başına haftalık 2 Bin 400 TL, yani aylık 9 Bin 600 TL;

Kanal 7’den aylık 11 Bin TL;

Kanal 24’ten program başına haftalık 5 Bin 500 TL, yani aylık 22 Bin TL;

Yeni Şafak’taki yazılarınızdan ise (Fehmi Koru ve Taha Kıvanç imzalı); eğer zam gelmemiş ise aylık 15 Bin Euro (yaklaşık 31 Bin TL) alıyorsunuz.

Bu rakamları topladığımızda; aylık size gelen maaş 105 Bin 600 TL olarak görünüyor. Bunlar benim bulduğum sonuçlar, eminim ki siz daha çok kazanıyorsunuzdur.

Sayın Koru,

Gelin şu gerçek rakamları açıklayınız. Benim yazdıklarım devede kulaktır, kim bilir…

Meselenin diğer boyutuna da gelelim.

Sayın Koru,

Sizi bu kadar vazgeçilmez kılan nedir? Köşk’e olan yakınlığınız mı? Böylesine iddialar sürekli konuşuluyor kulislerde. Halbuki siz değil miydiniz yıllarca; Köşk’le ilişkilerinden dolayı gazetecileri, gazetecilerle ilişkilerinden dolayı da Köşk’ü sert bir dille eleştiren?

Kendi arşivinize bakınız; ne diyorsunuz dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için:

Süleyman Demirel ise basınla 'seçmeci' bir ilişki düzeni kurdu; etkinliklerini izlemesine, gezilerine katılmasına izin verdiği gazetecilerden 'uyum' bekliyor, beklediği gibi davranmayanı gözünün önünden uzaklaştırıyor. Eğer o gazetecinin çalıştığı kurumu da listeden düşmeseydi gazeteci adı silmesi önemsiz sayılabilirdi; ancak Çankaya kapıları, cumhurbaşkanlığı gezileri sevmediği basın mensuplarını çalıştıran gazetelere sımsıkı kapalı... "Devlet rutin dışı işler de yapar" sözüne itiraz etmesi beklenenler bunu yaptıklarında kendilerine sağlanan kolaylıkların ortadan kalkacağını biliyorlar; suskun kalmalarında bu ruh hâlinin rolü acaba ne kadar? Tuttuğu yazarlar veya sevmediği gazeteciler için patronlar nezdinde devreye girdiği söylentilerinin doğruluğunu kanıtlayabilecek durumda değilim... (15 Şubat 2000 / Yeni Şafak)

Yetmedi mi? Siz değil miydiniz sürekli olarak gazetecilerin angaje olmasını eleştiren? Bakınız bu da 4 Mayıs 2000 tarihli Yeni Şafak yazınızdan bir bölüm:

“Devletin ve siyasilerin medyayla ilişkileri bir süredir tuhaflaştı; meslek kuruluşları ses çıkarmadığı, dayanışmaya girmediği için denge daha da bozularak devam ediyor. 'Basın toplantısı', adı üstünde, halkın haber alma hakkını kullanan bütün yayın organlarına açık olmak zorunda; ancak, başbakan medyayla buluşma adı altında evinde bir toplantı düzenliyor ve kendi seçtiği gazetecileri oraya çağırıyor. Sorsanız, "Evim değil mi, canımın istediğini çağırırım" diyecek...


Sayın Koru,

Örnekler çoğaltılabilir, gerek yok. İşte sizin – benim araştırdığım kadarıyla- medyadan kazandığınız paralar, işte yıllar önce yazdığınız yazılar.

Şimdi tekrar soruyorum:

Türkiye’nin en yüksek maaşlı gazetecisi siz misiniz?

Gelin gerçek rakamları açıklayınız da, bu sorunun cevabını hep birlikte öğrenelim.

Barış Pehlivan - OdaTV

28 Ocak 2009

En az 49 tane faili meçhul var bu ülkede

71 milyon 517 bin 100.

Nüfusumuz buymuş.

*

Aslında...

71 milyon 517 bin 149 olacaktı.

49’u öldü.

*

Ankara’da.

Hatırlarsınız...

49 bebe peş peşe can vermiş, el kadar cesetleri kantinden buldukları karton kutulara koyup iade etmişlerdi babalarına, "Gene yap, 9 ay sonra gene gel!"

*

Ağlamıştınız filan hani.

*

Bi tanesi Selin’di.

Kız.

Pembiş pembiş kıyafetleri hazırdı...

Bebek bezi kolisinde verdiler onu.

"New born" yazıyordu kolide...

"Yeni doğdu" yani.

Ölü.

*

"Nasıl olur?" demişti babası kameralara, "Nasıl olur?" diye haykırmıştı... Gitti savcılığa başvurdu, "Lütfen araştırın" dedi, "nasıl olur?"

*

Yazın ortasıydı...

Ağustos başı.

5 ay geçti.

Kışın ortası...

Ocak sonu.

Ankara’da doğan, yaşayan, ölen herkesten sorumlu Ankara Valisi, durdu durdu, bekletti bekletti, unuttunuz tabii bu arada, unuttuk, 5 ay sonra, Cumhuriyet Başsavcılığı’na "soruşturma izni vermediğini" açıkladı...

"Soruştur-ma" dedi!

*

Hastanenin adı Zekai Tahir Burak "Araştırma" Hastanesi... Ama, bebeler niye öldü, "araştırmak" yasak!

*

Faili meçhul kaldı bebeler.

*

"Kimse faili meçhul kalmasın" diye, arkeolog gibi tarlaları kazan, evleri basan, hukukçuları, profesörleri, sendikacıları, gazetecileri içeri tıkan, taaa Kanadalardan sahte hahamları falan "canlı" yayına çıkaran devletimiz... "Cansız" bebelerin üstünü örttü.

*

Kendi günahsız bebelerinize sahip çıkmayıp, Filistin’deki bebeler için nasıl çırpındığınızı bildiğimden... Bu basit konuyla canınızı sıkmak istemezdim.

Cahilliğime verin artık.

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 28 Ocak 2009

13 Ocak 2009

Neo-Ergenekon örgütünün medya şemasını açıklıyorum

Kimi gazeteler dün belli bir merkezden servis edilmiş gibi duran, bazı 'ortak düşünce'lerin aktarılmasına ayırmıştı sayfalarını. Gelin dünkü basında ön plana çıkan ve Ergenekon'un 11. Dalgası hakkında fikir yürütenleri teker teker inceleyelim.

1. Ali Bayramoğlu
Magazin dünyası onu Sezen Aksu'yla yaşadığı aşktan tanıyor, entelektüel kesimde de yıllardır tutarlı bir şekilde sürdürdüğü ordu düşmanlığıyla adından söz ettiriyor. 28 Şubat mağdurluğunu ranta çevirip İslami kesime yanaşan, Fehmi Koru'yla dostluğu sayesinde o çevrelerde iktidar sahibi olan biri. AKP iktidarından beri gün onun günü. Merkez medyadan uzaklaştırılmıştı, bu hükümet döneminde yıldızı yeniden parladı.
Fransa'da eğitim görmüş. Sosyal bilimci olmasına rağmen beyni müthiş bir statükoya teslim. Geçen hafta katıldığı bir programda kendi görüşlerine uymayan makaleleri okunmasını eleştirmişti, programın sunucusu Ruşen Çakır da kibarca 'Biz de seni yayına aldığımız için kimileri bizi eleştirebilir' diye düz mantıkla bir yanıt vermişti. Beyni bu basit olayda bile iki tarafı göremeyecek kadar dar görüşlü.
Aynı programda 'Ordu'yu savunan insanları' da eleştiriyordu, Nuray Mert de ona 'Ordu'yu da savunabilen insanların olabileceğini' hatırlattı. İşine gelmeyen şeyleri duyunca yüzü bozuluyor, susuyor, işi gargaraya getirip konuyu değiştirmeye uğraşıyor.
Çünkü 'dediğim dedik, astığım astık' tavırlara fazla alışmış. Belli ki bu iktidar döneminde böyle bir özgüven edinmiş: Her şeyi o biliyor, kendinden çok emin, düşünce sistematiğinde 'Acaba, yoksa' gibi kuşkulara yer yok.
Peki bunları nereden biliyor? 11. Dalga'da kimlerin alınacağını nasıl bu kadar kolay söyleyebiliyor?
En yakın arkadaşı, The Marmara Cafe'de kahve saatlerini paylaştığı Fehmi Koru bu fişleme işlerine bakardı, yoksa kendi üzerinden dikkatleri dağıtmak için artık ona mı servis ediyor gizli bilgileri? Eskiden Koru'nun işaret ettiği isimler gözaltına alınıyordu, şimdi gözaltıları önceden tahmin etme görevi Ali Bayramoğlu'nda mı?

2. Mahmut Övür
Geniş kesimlerce tanınmıyor. Kendi yazdığı Sabah gazetesinde bile bir köşeye atılmış, bir kenarda tutuluyor. Haber merkezi yöneticiliğinden dergi genel müdürlüğüne kadar çeşitli görevlerde bulundu, hiçbirini beceremedi. O gün bugündür bir köşede belediye haberleriyle emeklilik için gün dolduruyordu.
1994 yılında kurşunlandı. Bu kurşunlanma hiçbir zaman aydınlanmadı. Ona sorarsanız 'Çatlı'nın görüntülerini yayınladığı' için ama o dönemde hangi kirli ilişkilere girdiği, kimlerlerle ne gibi bir bağ kurduğu, nasıl bir 'network'ün parçası olduğu üzerinde hiç durulmadı. Bu konu kapatıldı. Hala merak ediliyor: O gün neden kurşunlandı?
Kendi gazetesinin bile itibar etmediği bu adama Taraf gazetesi koca bir sayfa ayırmış, o da gazetecilik açısından tüyler ürperten bir itirafta bulunuyor.
Neşe Düzel soruyor: 'Siz Ergenekon'un son operasyonundan kısa bir süre önce 'Dalan nerede' diye bir yazı yazdınız. Operasyonun olacağını biliyor muydunuz?'
Bakın Övür ne diyor: 'Evet. Tahmin ediyordum yani... Çünkü hem polis çevresinde hem de İstanbul'un kulislerinde 'Dalan yok, Dalan nerede, Dalan kaçtı mı? Operasyon yapılacak' denmeye başlanmıştı. Hatta Dalan Amerika'ya gitmeden önce yakın çevresine sıkışmaya başladığını söylemiş. Elimde belge olmadığı için ben bunu siyasi bir kulis gibi yazdım. 'Yerel seçimler yaklaştı, Dalan niye ortada yok' dedim. Dalan o yazıdan sonra beni telefonla aradı. 'Aday olmam için çok baskı var. O yüzden sıkıldım, yurtdışına çıktım' dedi. Oysa iddianamenin satır aralarından okuduğum kadarıyla Dalan, Ergenekon'un siyasi kolunun önemli bir ismi.'
Bu tetikçiye sorulacak iki soru var: Bir kere operasyonu nereden biliyordun, nasıl tahmin ediyordun? İkincisi, elindeki haberi başka bir şekilde çarpıtarak yayınlamak, hedef göstermek hangi meslek etik'ine uygun? Gazetecilikle bağdaşıyor mu bu? Bu çarpıtma yazıyla hedef gösterilmiş olmuyor mu?
Bu cevabı, gazeteciliği şaibeli işlere ve ilişkilere alet ettiğinin kanıtı. Görev yapma izni elinden alınmalı ve gazetecilik dışı ilişkileri sorgulanmalı.
Fehmi Koru'nun İlhan Selçuk'u yazdığın gün Selçuk'un gözaltına alınmasına benzer bir oyunun parçası belli ki.

3. Tamer Korkmaz
Yeni Şafak'ta yazıyor. Tıpkı Tuncay Güney gibi Ertuğrul Özkök'ü hedef gösteriyor. Amacı Doğan Grubu'nu bir şekilde Ergenekon'a iliştirmek. Eskiden ima ediyorlardı, son operasyondan sonra belli ki güç aldılar artık isimleri açık açık telaffuz ediyorlar. Tamer Korkmaz, Zaman'dan koptuktan sonra Fehmi Koru'nun himayesi altına girdi ve kimi yayın organlarına tavsiye edildi.

4. Ekrem Dumanlı
Dershane hocasıydı, şimdi gazete yönetiyor. Fethullah Gülen Cemaati'nin gazetecisi. Zaman'daki yazısında 'Medyada Ergenekon'u gizlemek isteyenlerin olduğunu' yazıyor.

5. Mümtaz'er Türköne
Eşi AKP milletvekili. Susurluk'u savunan Çiller hükümetinin danışmanıydı. Tıpkı zamanında İbrahim Şahin'i aklayan Nazlı Ilıcak gibi o da eskiden yaptıklarını unuttu, üzerini örttü, şimdi en büyük Ergenekon düşmanı. O da Hürriyet'i işaret ediyor, kimi yazarların operasyonu 'önemsizleştirmeye' çalıştığını söylüyor...

6. Ahmet Altan
Bir süredir Ahmet Altan'ın Taraf gazetesindeki kimi tetikçilerde de Ergenekon'u Doğan Grubu'na bağlama telaşı göze çarpıyordu. Asla açık değil, imayla tabii ki! Ne ilginç ki Ahmet Altan'ın kızına, damadına ve babasına Aydın Doğan bakıyor, onun verdiği parayla geçiniyorlar.
Yönettiği gazete ilk günden beri yalan ve servis edilen haberlerle yanlı yayınlar yapıyor ve psikolojik harbin en önemli silahlarından biri.

Neşe Düzel röportajlarındaki ortak desen
Neşe Düzel'in Taraf gazetesindeki röportaj arşivine girdiğinizde ortaya çok ilginç bir şablon çıkıyor. Sırf röportajların başlıklarından bile Neşe Düzel'in konuştuğu insanları neden seçtiğini, ağızlarından hangi cümleyi cımbızladığı ve bu röportajların neye hizmet ettiği ortada. Önceden planlanmış bir model ekseninde yapıldığı izlenimi oluşturuyor bu röportajlar. Başlıklar kendini ele veriyor.

İşte bazı örnekler:
* 'Bizi askeri harcama fakirleştiriyor.'
* 'Asker kendi Kürt politikasını AKP'ye uygulatıyor.'
* 'PKK'sız bir barış artık olamaz.'
* 'Sorumlular divan-ı harbe verilmeli.'
* 'Askeri devlet kurmak istiyorlar.'
* 'AKP uzlaşırsa siyasette biter.'
* 'Solun önceliği darbeyle mücadeledir.'
* 'Kürtler Ergenekon'a tarafsız kalamaz.'
* 'Darbe toplantılarına gazeteciler katıldı.'

Peki bütün bunlar tesadüf mü?
Dünün gazetelerinde servis edilmiş gibi duran bu 'ortak düşünceler' medyadaki kimi isimleri Ergenekon'a bağlama amacı taşıyor. Kendilerince şemalar çıkartıyorlar, örgüt planları yapıyorlar.
Bunun adı medyada cadı avı. Kimi insanlar hedef gösteriliyor, birileri fişleniyor, birilerinin kapısına çarpı atılıyor. İlgisiz insanlarla bağlantı kuruluyor.
Oysa bunu yazanlar kendi kendi kendilerini başka bir şekilde ele veriyor: Adeta bir alternatif örgütün mensubu olduklarına dair el kaldırıp 'Burada!' diyorlar.
Bu alternatif örgütün adı 'Neo-Ergenekon' ve amacı Birinci Cumhuriyeti yıkmak.
Bu isimler Neo-Ergenekon örgütünün medyadaki ayağını mı oluşturuyorlar? Başkalarını 'Ergenekoncu' diye kolayca etiketleyen, hedef gösteren isimler yoksa 'Neo-Ergenekon' diye bir başka isim altında örgütlenmiş olmasınlar?
Onlar nasıl şemalar çıkartıyorlarsa, kendileri de kolaylıkla belli tablolarda yer alabilecek durumdalar.
Bu isimlerin neye hizmet ettiği, nereden emir aldıkları, nasıl oluyor da 'tesadüfen' aynı düşünceleri ayın anda söyledikleri üzerinde durulmalı.

Oray Eğin - Akşam, 13 Ocak 2009

11. Dalgada Kimler Gözaltına Alınacak?

Bugün (12 Ocak) yandaş medyada, "birileri" sanki düğmeye basmış gibi bundan sonra Ergenekon soruşturması kapsamında kimlerin gözaltına alınacağı açık açık yazıldı.
Sanki kamuoyunu hazırlama çalışmaları başlatılmıştı..
İşte neyin ne olacağını açıkça yazanlar...

Varan 1) Sabah Gazetesi’ne röportaj veren Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu -nereden biliyorsa- uzmanı olduğu Ergenekon Örgütü’nün şemasını anlattı. Bayramoğlu, Ergenekon’un bir ayağının medya içinde olduğunu şu sözlerle gösterdi: “İkincisi ise basın ayağı. 2004'ün en önemli olayı kamuoyu seferberliği etrafında yapılan basın organizasyonudur. Bu dönemde belli çizgideki TV kanalları pıtırak gibi ortaya çıktı. Bunların hangisinin kendiliğinden yayına başladığı, hangisinin de bu sistem için üretildiğini bilmek mümkün değil. Bir gazetenin yapılanması var; eskiden MİT'le, jandarma teşkilatıyla bağlantılı isimler burada birikti. Bu medya organizasyonun önemli bir ayağı da Cumhuriyet gazetesi. Bu işin merkezi.”

Varan 2) Taraf Gazetesi’ne röportaj veren Sabah Gazetesi yazarı Mahmut Övür ise “kulağıma yeni çalınanlar” diyerek önümüzdeki dönem Ergenekon operasyonundaki gelişmeleri anlattı. Sabah Yazarı Mahmut Övür bir dahaki dalganın medyanın önemli isimlerini hedef alacağını, gözaltına alınanlar arasında eski bir Genelkurmay Başkanı'nın da olacağını söyledi. Mahmut Övür operasyon için şu ifadeyi kullandı: “Ergenekon’un medyada elemanları var. İddianameye ve örgüt şemasına baktığınızda medyada Ergenekon’la bağlantılı olduğu ileri sürülen çok üst düzeyde isimler var. Kimi halen genel yayın yönetmeni ve yönetici pozisyonunda bunların. Zaten Ergenekon kulislerinde konuşulanlara bakılırsa, önümüzdeki günlerde siyasileri ve medyayı içine alan yeni bir Ergenekon operasyonu daha bekleniyor.”
Bunların dışında Mahmut Övür, Ergenekon Operasyonu’nun ABD sayesinde yapıldığını, ABD’nin gönderdiği dosyalar sayesinde davanın yürütüldüğünü söyledi. Mahmut Övür son operasyon öncesinde de “Bedrettin Dalan nerede?” başlığı ile bir yazı yazmıştı. Bu da operasyonu Övür’ün önceden bildiği yorumlarına neden olmuştu.

Varan 3) Ergenekon hakkında söyledikleriyle sürekli yandaş medyanın gündeminde olan Tuncay Güney bu kez Show TV televizyonuna konuştu. Ve Güney bu kez Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü işaret etti. Tuncay Güney, Ertuğrul Özkök’ün de gözaltına alınması gerektiğini söyledi.

Varan 4) Yeni Şafak gazetesi yazarı Tamer Korkmaz ise bugün “Hürriyet’in Korkusu” başlığı ile yazdığı yazıda Hürriyet gazetesinin Ergenekoncu olduğunu ve operasyonun büyümesi ile Hürriyet’e de dokunacağını iddia etti. Korkmaz’a göre Hürriyet gazetesi Ergenekoncu olduğu için soruşturmayı gölgeliyordu. Korkmaz şu ifadeleri kullandı: “Ergenekon örgütünün üzerine kararlılıkla gidildikçe Hürriyet'in, yayın yönetmeninin ve yazarlarının paçaları tutuşuyor. Günümüzde Ergenekon için “fasa fiso” diyenlerin başında “Hürriyet'in Kaptanı” geliyor. Hürriyet yazarları “Ergenekon Balonu” dedikçe topraktan “Ergenekon Bombaları” fışkırıyor!”

Varan 5) Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da medyada Ergenekon'u saklamaya çalışan birilerinin olduğunu yazdı.

Varan 6) Zaman Gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne, Hürriyet Gazetesi'ni işaret ederek, gazetenin bazı yazarlarının Ergenekon operasyonunu önemsizleştirmeye çalıştığını belirtti.

Peki, tüm bunlar tesadüf mü?
Daha önce yazılanların tesadüf olmadığını gördük.
Yani birilerini düğmeye bastı ve 11.operasyonunun ilk hamlesi, psikolojik savaş başlatıldı.

Barış Terkoğlu - Odatv.com

Ergenekon'un Kitabını Bir Amerikalı Yazdı

“Türkiye’de askeri hükümet Ankara’nın 10 yıl önce başlattığı Avrupa Birliği’ne katılma amacından vazgeçerek başvurusunu geri çekiyor, NATO üyeliğini askıya alıyor, Amerika’nın Türkiye topraklarındaki askeri üslerini kullanmasını yasaklıyor ve bundan böyle daha bağımsız bir dış siyaset izleyeceğini açıklayarak Rusya, Çin ve İran’la daha yakın diplomatik, ekonomik ve enerji bağları kuracağını ilan ediyor. Bunlara ek olarak, Kuzey Irak’ı karşısına alıyor.”

Amerika’nın korkulu rüyası bu.

Geçtiğimiz yıl içinde Amerika’nın dış siyasetini belirlemede en önemli kurumlardan biri olan neo-con Brookings Enstitüsü tarafından yayınlanan Winning Turkey, Türkiye’yi Kazanmak kitabında bu uyarı yapılıyor.

Kitabın yazarları Philip H. Gordon ve yakından tanıdığımız isim Ömer Taşpınar, doğru adımlar atılmadığı takdirde Amerika’nın Türkiye’yi kaybedeceği görüşünde.

Akıllarına gelen en korkunç senaryo da bu: “Bağımsız Türkiye”.

NATO’dan çıkma, Amerika-İsrail yerine Rusya, Çin ve İran gibi bölgesel güçlerle bağ kurma bugün Ergenekoncu diye tanıtılan paşaların, aydınların savunduğu yoldu.

Ergenekon Operasyonu gerçekten bir darbeye mi karşı, “Bağımsız Türkiye” idealine mi?

Amerika’nın Türkiye’de darbelerle bir sorunu olmadığını biliyoruz. 1980 darbesindeki rolleri, “Our boys did it!”, “Bizim çocuklar başardı!” yollu konuşmalarını hiçbirimiz unutmadık.

Sorunun yanıtı açık değil mi?

Söz konusu kitabın yazarlarını da tanıyalım. Philip H. Gordon; ABD’li bir akademisyen, Brookings Enstitüsü’nün Dış Politika Çalışmaları bölümü görevlisi ve Ulusal Güvenlik Konseyi eski Avrupa İşleri Direktörü. Ve vurgulanması gereken asıl önemli nokta; Gordon, ABD’nin yeni başkanı Obama’nın danışmanı. Philip H. Gordon ayrıca, Obama’nın dışişleri bakanlığı görevine atadığı Hillary Clinton’ın ekibinde de yer vereceği bir isim. Türkiye ve Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla biliniyor.

Ömer Taşpınar ise, Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü olarak görev yapıyor. Radikal’de, Zaman’da yazılar kaleme aldı. Halen Sabah gazetesinde yazıyor. Johns Hopkins üniversitesinde öğretim üyeliği görevini yürütüyor.

Deniz Hakyemez - Odatv.com

Názım Hikmet'in vatandaşlığa alınmasıyla Ergenekon'un ne ilgisi var

AKP hükümetinin Názım Hikmet'i tekrar vatandaşlığa alması ile Ergenekon operasyonu arasında nasıl bir ilişki olabilir.


İlk bakışta birbirinden farklı iki olay gibi görünüyor. Acaba öyle mi? Büyük şairin neden vatandaşlıktan çıkarıldığını biliyor musunuz? Ya yurtdışına neden kaçtığını? Süreç Názım Hikmet'in 28 yıla mahkûm edilmesiyle başladı. Bu mahkemenin gerekçesi neydi biliyor musunuz? "Darbeye teşebbüs!" Peki delil neydi? Hayır, telefon kayıtları değildi! Gelin usta şairin -ilginçtir- Silivri açıklarına demirlemiş Erkin gemisinde yargılanmasına neden olan olaylar dizisine göz atalım.

TARİH: 17 Ocak 1938.

Yer: İstanbul.

Emniyet görevlileri akşam saatlerinde Nişantaşı'ndaki İpek Film Stüdyosu'nu bastı. Bir süredir orada çalışan Názım Hikmet'i sordu.

İpek Film Stüdyosu'nun sahibi -rahmetli İsmail Cem'in babası- ve aynı zamanda Názım Hikmet'in yakın arkadaşı İhsan İpekçi, biraz önce çıktığını söyledi.

Polisler stüdyoda arama yaptı. Názım Hikmet'e ait bazı defter ve kitaplara el koydular.

Sonra İhsan İpekçi'yi de yanlarına alarak birkaç sokak ötedeki Názım Hikmet'in evine gittiler.

Kapıyı Názım Hikmet'in eşi Piraye açtı. Názım Hikmet evde yoktu. Polisler, odalarında uyuyan iki çocuğu -Memet Fuat ve Suzan'ı- uyandırmamaya çalışarak, evde arama yaptı. Bazı yazılara ve kitaplara el koydu.

Bu arada Názım Hikmet'in nerede olduğunu öğrendiler; halasının oğlu gazeteci-yazar Celalettin Ezine'nin Beyoğlu'ndaki evindeydi.

Paris Üniversitesi mezunu hala oğlu Celalettin Ezine, yakın arkadaşı İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Hilmi Ziya Ülken ile birlikte bir düşün dergisi çıkarmak istiyordu. Yayın hayatındaki tecrübesinden dolayı Názım Hikmet'in fikrini almak için yemeğe davet etmişlerdi.

Eve baskın yapılınca şaşırdılar. Polisler, Názım Hikmet'i alıp gittiler.

Şair ne ile suçlandığını henüz bilmiyordu.

Oysa her şey altı ay önce başlamıştı...

Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz

Názım Hikmet ilk kez 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı. Bunu diğer davalar takip etti. Davalar genellikle gazetelere yazdığı makaleler yüzünden açılıyordu.

Son olarak 30 Aralık 1936'da gözaltına alınmış ve bu davadan 21 Haziran 1937'de tahliye edilmişti. Ancak karar Yargıtay aşamasındaydı. Bu nedenle çok dikkatli davranıyordu. Artık 35 yaşındaydı. Evliydi; Piraye'nin iki çocuğuna babalık yapıyordu. Muhsin Ertuğrul sayesinde İpek Film Stüdyosu'nda iş bulmuştu. Makalelerini bile artık takma isimle yazıyordu.

Fakat...

1937 yılının bir ağustos günü İpek Sineması holünde karşısına çıkan bir kişi yaşamını altüst etti. Bu kişi, Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz'di.

Názım Hikmet'e hayran olduğunu, gazetelerdeki yazılarını hep okuduğu, Harp Okulu'ndaki arkadaşlarının da kendisini çok takdir ettiğini söyledi.

Üzerinde askeri üniforması olan genç birinin bu derece kendine yakınlık göstermesi Názım Hikmet'i şüphelendirdi. Teşekkür edip, işini bahane ederek uzaklaştı. Ancak canı sıkılmıştı. Telefon rehberinden Emniyet Müdürlüğü'nün telefonunu buldu; 1. Şube'den Başkomiser Salih Tanyeri'yle konuştu:

"Benim her şeyim ortada; nerde oturduğum, nerde çalıştığım, ne yazdığım, kimlerle konuştuğum. Hiçbir gizli saklım yok. Asker kılığında polisler gönderip beni rahatsız etmeyin. Herkesin gözü önünde evimin ekmeğini kazanmaya çalışıyorum. Benden ne istiyorsunuz?.."

Názım Hikmet,
meselenin kapandığını sandı.

Oysa polis, "Bunda bir iş var" deyip, Ankara'yı uyardı ve Ömer Deniz takibe alındı.

Aradan günler geçti...

Ömer Deniz bu kez üzerinde askeri üniformasıyla 3 Aralık 1937'de Názım Hikmet'in Nişantaşı'ndaki evine geldi. Názım ve Piraye evde yoktu. Kapıyı evin emektarı Nine Hanım açtı. Ömer Deniz, Názım Hikmet'e not yazmak için sofadaki sandalyeye oturdu. Tam sırada Názım ile Piraye geldi.

Názım Hikmet karşısında Ömer Deniz'i görünce sinirlendi. "Evime bir hileyle nasıl girersiniz" diye bağırdı. Piraye eşini sakinleştirdi. Ömer Deniz özür diledi, sadece bir iki küçük sorusu olduğunu söyledi. Názım Hikmet sakinleşti, "Ne istiyorsun" dedi.

İlk sorusu, "Subay çıkınca erlere ne öğretelim" oldu. Názım Hikmet, "Talimatlarınızda ne yazıyorsa onu öğreteceksiniz. Anayasamızdaki altı oku öğretin, Atatürk milliyetçiliği dışına çıkmayın" deyip kestirip attı. Ömer Deniz'in bu kez Marx ve Engels ile ilgili soru sormak istemesi üzerine, "Bunları ansiklopedilerde bulabilirsiniz, ben bilgin değilim" diyerek zorunlu konuğunu evden çıkardı.

Genç idealist Ömer Deniz, polis tarafından izlendiğinin ve farkına varmadan hayranı olduğu büyük şairin başına ne belalar açtığının farkında bile değildi.

Harp Okulu'nda arama

Hala oğlunun evinde gözaltına alınan Názım Hikmet, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde fazla kalmadı.

Apar topar Ankara'ya götürüldü.

Ankara'ya götürülmesinin nedeni, Harp Okulu'ndaki başlayan soruşturmayla ilgiliydi.

Okulda arama yapılmış ve bazı öğrencilerin dolaplarında Názım Hikmet'in; 835 Satır, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Şeyh Bedreddin Destanı gibi şiir kitapları bulunmuştu. Ayrıca bazı askeri öğrencilerin yataklarının altından; İşçi Sınıfı İhtilali, Bolşeviklik Alemi, Stalin'in Hayatı, Puşkin'in Hayatı gibi eserler çıkmıştı.

Öğrenciler; 5409 yaka numaralı Ömer Deniz, 5271 İbrahim Abdülkadir Meriçboyu (Şair A. Kadir), 5408 Şadi Alkılıç (Yazar, nám-ı diğer Şadi Baba), 5227 Necati Çelik, 5202 Naci Fişek, 5362 Orhan Alkaya, 1132 Galip Arda, 5273 İsmail Özdemir'di.

Sosyalizme inanan 20'li yaşlarındaki bu askeri öğrenciler gizlice örgütlenmişti. Liderleri Ömer Deniz'di.

Soruşturmayı yürütenlere göre, fikri lider Názım Hikmet'ti. Ömer Deniz'in İstanbul'da evine gitmesi bunun en önemli kanıtıydı!

Darbe teşebbüsü iddiası

Názım Hikmet, Ankara'ya geldiği gün sorgulandı. Harp Okulu öğrencilerini kışkırtarak darbe yapmak iddiasıyla gözaltına alınmıştı. İddiaları reddetti.

Ankara Merkez Komutanlığı'ndaki cezaevinin tek kişilik hücresine konuldu.

24 Mart 1938'de hákim karşısına çıktı.

Askeri Usul Yasası'na göre sanıkları savunacak avukatları "Adli Amir"in onaylaması gerekiyordu. Názım Hikmet'in avukatı İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmemişti.

Ankara'dan Fuat Ömer Keskinoğlu ve Saffet Nezihi Bölükbaşı bulundu.

Názım Hikmet mahkemede şöyle dedi:

"Hapishanede 67 gündür haksız yere ve delili olmayan ağır bir ithamla yatmanın azabı içindeyim. Ben Cumhuriyet'in, Mustafa Kemal'in Türkiye'ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğu idrakı içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşa'ya saygı duymama, Anayasa'daki altı ilkeye sahip çıkmama máni değildir, yazılarım bunun delilidir.

Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizmi tavsiye etmem aklın alamayacağı bir yakıştırmadır. Ömer Deniz'e ordu içinde görev vermem de mümkün değildir."

Sanık Ömer Deniz de Názım Hikmet'i doğruladı. Şairin öyle bir telkini, tavsiyesi, direktifi olmamıştı.

Bu sözler üzerine Názım Hikmet rahatladı.

Mahkeme, karar vermek için duruşmayı 29 Mart'a erteledi.

Avukatlarına göre şair "yüzde bin beş yüz" beraat edecekti.

Ve Askeri Hákim Kazım Yalman kararı açıkladı:

"Ordu içinde kışkırtma çıkarmak isteyen Názım Hikmet, Askeri Ceza Kanunu'nun 94. maddesine göre 15 yıla mahkûm edilmiştir!"

Názım Hikmet
dondu kaldı.

Ömer Deniz 9 yıla mahkûm edilmişti, ancak yaşı 21'den küçük olduğu için cezası 7.5 yıla indirildi. (Ömer Deniz cezasını çekip cezaevinden çıktıktan sonra oyuncakçı dükkánı açtı. Bu dükkándaki çırağı kimdi dersiniz; Müjdat Gezen!)

Názım Hikmet davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlamıştı. Yoksa hayatında iki kez gördüğü ve üstelik ajan sanıp polise bildirdiği biriyle konuştuğu için nasıl 15 yıl ceza alabilirdi?

Gazeteci Falih Rıfkı Atay, yıllar sonra TBMM'de Kazım Özalp'ten duyduğu sözleri yazdı: "Vesika yokmuş ha? Delil bulunamazmış ha? Biz onu Divani Harbe mahkûm ettirelim de gününü görsün." (Dünya Gazetesi, 2 Mayıs 1965)

Názım Hikmet, İstanbul'a yakın İmralı Cezaevi'ne nakledilmesini talep etti, ancak aniden İstanbul'a götürüldü. Yargıtay, Názım Hikmet'in 21 Haziran 1937'de tahliye olduğu bir önceki davanın kararını bozmuştu. Dava yeni baştan görülecekti. Fakat Názım Hikmet'i İstanbul'da bir sürpriz dava daha bekliyordu.

Erkin gemisinin özel olarak hazırlanmış duruşma salonunda görülecek bu davanın konusu neydi dersiniz; kitap okutarak donanma personelini darbeye teşvik etmek!

Názım Hikmet'ten Atatürk'e mektup

"CUMHURREİSİ Atatürk'ün Yüksek Katına,

Türk Ordusunu 'isyana teşvik' ettiğim iddiasıyla 'on beş yıl ağır hapis' cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını 'isyana teşvik etmekle' suçlanıyorum.

Türk inkılabına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım açıktır.

Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat ve gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Deli, serseri, mürteci, satılmış; inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.

Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu 'inkılap askerini isyana teşvik' damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.

Kemalizm ve senden adalet istiyorum.

Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum."

Bu mektup Atatürk'e ulaşamadı.

Atatürk ağır hastaydı.

Názım Hikmet'in akrabası Ali Fuat Cebesoy'un çabaları da yetmedi. Cebesoy okul yıllarından beri arkadaşı olan Atatürk'e olayı ancak hasta yatağında iletebildi, Atatürk, "Görüyorsun ne durumdayım, Mareşal'i darıltmadan siz bir çözüm bulun" dedi.

Mareşal; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fevzi Çakmak'tı. Davalarla özel olarak ilgilenmişti. Her taşın altında komünist aramıştı.

Ne ilginçtir, yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığı'ndan alınınca bunu kabul edemedi, politikaya atıldı; İnsan Hakları Derneği'ni kurdu ve bu nedenle komünist olmakla itham edildi!

Diyeceksiniz ki mesele sadece komünizmin tehlikeli görülmesi sonucu Názım Hikmet başta olmak üzere onlarca kişinin cezaevlerine tıkılması mıydı?

Eğer ortada hukuk yoksa biliniz ki siyasal bir çekişme vardır. Örneğin, Mustafa Kemal hasta yatağında iken siyasetin gündeminde "milli şefin" kim olacağı sorusu vardı. Bir yanda Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras gibi Sovyetler Birliği ile yakın dış politika yürütenler, öbür yanda diğerleri...

Eh komünistler orduyu kışkırtıyorsa Kaya ve Aras'ın "milli şef" olmasına olanak yoktu.

Zaten sonra ikisi de tasfiye edildiler.

Demem o ki meselelere daha geniş açıdan bakmakta hep yarar var.

Názım Hikmet de Silivri'de yargılandı

NÁZIM Hikmet, Ankara'dan İstanbul'a getirilerek Sultanahmet Cezaevi'ne kondu. Ancak burada uzun kalmadı, haziran ayının son günü Donanma Komutanlığı'na bağlı askerler tarafından Erkin gemisine götürüldü. Önce tuvalete, sonra da ambara hapsedildi. Sürekli seyir halindeki gemide 40 gün kaldı.

Yargılama 10 Ağustos'ta gemide yapıldı. Gemi Silivri açıklarına demir atmıştı.

Peki, dava konusu neydi: Kitap okumak!

Yavuz gemisinde görevli bazı astsubay ve erlerin kitap okudukları istihbaratı alınmıştı. Kitaplar bir "kaynaktan" geliyordu.

Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve eşi Fatma Nudiye Yalçı, "Kıvılcım Kütüphanesi" adında bir yayınevi kurmuşlardı. Buraya gidip gelen 20 yaşındaki (Yazar) Kerim Korcan, arkadaşlarıyla birlikte "Kitap Sevenler Derneği" diye bir topluluk oluşturmuştu. Kerim Korcan'ın ağabeyi Haydar Korcan, askerliğini Yavuz zırhlısında yapıyordu. Hafta sonları gelip buradan kitap alıyor, okuyup geri veriyordu. Zamanla gemideki diğer astsubay ve erler de kitap okumaya başlamıştı.

Buraya kadar her şey normaldi. Ancak Ankara Harp Okulu'ndaki gelişmeler, gözleri bir anda Yavuz zırhlısına çevirmişti. Gemide gizli bir örgütlenme filan yoktu ama sol yayınları okuyanların ileride ne yapacağı belli olmazdı.

Donanma personelini kitap okutup kışkırtarak darbe yapmayı düşünenler olabilirdi

O halde...

25 Nisan 1938'de operasyon başladı.

Hikmet Kıvılcımlı, eşi ve Kerim Korcan gözaltına alındı. Bir ay emniyette işkence gördüler. Gözaltına alınan sanık sayısı 28 kişi oldu.

Soruşturma, ağır baskılar altında kışkırtıcı muhbirler kullanılarak sürdürüldü.

Bu muhbirlerden Astsubay Hamdi Alevtaş'a göre, dört yıl önce tanıştığı Názım Hikmet kendisinden, erlerin mektuplarını okuyup yoksul olanların adreslerini bildirmesini istemişti! Öyle ya, komünistler yoksul bulmakta zorlanıyorlardı!

Soruşturmayı yürüten Savcı Haluk Şehsuvaroğlu davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlayarak istifa etti. Üstelik bu durum kendisini çok rahatsız etti, yargıçlıktan ayrıldı.

Okunan kitapların yasak olmadığı Adalet Bakanlığı tarafından mahkemeye bildirilmesi üzerine Savcı Şerif Budak'ın ettiği söz tarihe geçti: "Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz."

Davada adaleti hakim kılmak isteyen hákimler de vardı. Mahkeme Başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer, "Ortada hiçbir şey yok, bu çocuklara yazık ediyorsunuz. Bu yaptığınız donanmaya kötülüktür" diyerek istifasını verdi.

10 Ağustos'ta başlayan duruşmalar 29 Ağustos'ta bitti.

Ve ne yazık ki Názım Hikmet bu davadan da 13 yıl ceza aldı. Toplam cezası 28 yıl olmuştu.

Açıkça görülüyor ki Názım Hikmet hukukun ölçülerine göre değil, siyasal eğilimlerine göre mahkûm ettirilmişti.

Sonrasını biliyorsunuz:

Názım Hikmet İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. 1950 yılında çıkarılan afla serbest kaldı.

Ancak çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. Artık adalete inancı kalmamıştı çünkü.

25 Temmuz 1951 tarihinde DP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Ve Názım Hikmet'e geçen hafta yeniden vatandaşlık hakkı verildi.

Bir yanda dün hukuksuzluk sonucu yurtdışına çıkmak zorunda kalan Názım Hikmet'in vatandaşlığı geri veriliyor, diğer yanda bugün hukuk ihlalleriyle insanlarımızın hayatlarının darmadağın olması sadece seyrediliyor.

Soner Yalçın - Hürriyet, 11 Ocak 2009

09 Ocak 2009

Ergenekon Yalakaları

Adam gazeteci, akademik unvanı da var üstelik, inanılmaz bir pişkinlikle,

- Koskoca emekli Yargıtay Başsavcısı’nın evini aradıklarına göre, herhalde bir şeyler var, diyebiliyor.

Bu denli insan haysiyetinden, bu denli demokrasi fikrinden, bu denli hukuk nosyonundan, bu denli aydın namusundan yoksun bir çıkış olabilir mi?

Bir soruşturmayı başlat, çamur at, bunun gibi kakavanlar ortaya çıksınlar, daha yargı yapılmadan, yargıya gerek kalmadan, hemen işin içinde bir suç olduğuna karar verilsin.

Doğrusu bunlar hödüklük katalizörü olarak, yargının yerine kaim olup, hüküm verecek ve kamuoyunu yönlendireceklerse adalete ne gerek var ki?..

Adam güya hukukçu ve de Bakan olmuş, Ergenekon soruşturması ile ilgili olarak,

- Olay siyasi değil, her şey hukukidir, diyebiliyor.

Adam güya hukukçu ama hukuktan nasibini alamamış, herhangi bir tasarrufun siyasi olmayıp, hukuki olabilmesi, hukuken geçerli sonuçlar doğurabilmesi için yalnızca hâkim veya savcılar tarafından yapılmış olmaları yetmez, aynı zamanda kurallara, hukukun öngördüğü hususlara da uygun olması gerekir.

Savcının ya da hâkimin cinayeti, salt bunlar hukuk adamı diye, hukuken meşru olamaz.

Vural Savaş, Ergenekon soruşturması sırasında hukukun nasıl çiğnendiğini anlatıyor. Vural Savaş dün “Kanal Biz”de haykırıyor, bu soruşturmada ve davada hukuk kurallarının çiğnendiğini, “olay yargıya intikal etmiştir” diye susmanın yanlış olduğunu söylüyordu.

***

Ergenekon soruşturmasının ne olduğunu bilmek için, son dalgayı beklemeye gerek yoktu. Son dalgada gözaltına alınan isimlere bir bakın! tabii İbrahim Şahin gibi Susurluk sosu olsun diye katılan isimleri bir yana bırakın, ortak noktaları nelerdir diye bir sorun kendinize, bu olayın ne olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz.

Gözaltına alınan ve evi aranan toplumca bilinen muteber kişilerin ortak noktası, hepsinin de, AKP’nin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, laikliğin, hukukun, yargı bağımsızlığının esamisinin okunmadığı, sosyal devletin yerini, sadaka sistemine bıraktığı bir İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürmeye çalışan sivil darbesine karşı olmalarıdır. Zaten Ergenekon soruşturması, bugüne kadar tıkır tıkır yürütülen sivil darbenin bir parçasıdır.

Bugün artık, sorulması gereken soru, iktidarın meşruiyetini yitirip yitirmediğidir.

Bu sorunun gündeme gelmiş olmasının sorumlusu bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.

Bu gerçekler artık herkesçe bilindiği için Ergenekon’un ne olup ne olmadığı üzerinde durmak yerine, Ergenekon yalakalarına bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Ergenekon çerçevesinde gelişen olaylardan duyduğu endişeyi ve rejim hakkındaki haklı kaygılarını dile getiren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a karşı, Ergenekon yalakaları (Tayyip yalakalarıyla eşanlamlıdır) hemen seslerini yükselttiler:

- Bu yargıya müdahaledir.

Hemen soralım:

- Başbakanın bu davanın savcılığına soyunması yargıya müdahale değil miydi? O zaman nerelerdeydiniz ey Ergenekon yalakaları?

***

Ergenekon yalakalarının en önemli savlarından biri rejime karşı darbe iddiasıdır.

Bu iddia doğru, fakat yalakaların baktıkları yer yanlıştır. Darbeyi görmek isteyenler, laik rejimi İslami rejime dönüştürmeye çalışanlara bakmalıdırlar.

Onlar da yalakaların baktığı yerde değil, tam aksi yönde durmaktadırlar.

Hadi diyelim ki, bunların sığ kafaları yalnızca, askeri darbeye şartlandırılmıştır.

O zaman da onlara şu söylenebilir:

- Efendi darbe arıyorsan mutasavver darbeden önce, gerçekleşmiş darbeye bak. Lideri Marmaris’te duruyor.

Demokratlıktan dem vuranlara da söylemek gerekir ki;

- Yapılmış darbenin hesabını soramayanlar, yapılacağı ileri sürülen darbenin hesabını hiç soramazlar.

Bunların içinden milletvekili bile olmuş güya hukukçu biri de, buyurmuş:

- Artık dokunulamaz kimse kalmadı…

Yapma yahu!

Kendisine hemen dönüp soralım:

- Senin milletvekillerin ve de Başbakan’ın hırsızlık, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, resmi evrakta sahtekârlık gibi kovuşturmalardan dokunulmazlık zırhının arkasına sığınarak saklanmıyorlar mı? Dokunulmaz değil mi onlar? Onlar orada durdukça, sen hiç utanmadan nasıl ‘kimse dokunulmaz değil artık’ diyebiliyorsun? Sonra kendisine şu husus da anımsatılmalıdır:

- ‘Bizim arkadaşlarımız, yargıya güvenmedikleri için dokunulmazlıkların kaldırılmasını istemiyorlar’ diyen sen değil miydin?

Sizi gidi, Ergenekon yalakaları sizi!..

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 9 Ocak 2009

08 Ocak 2009

‘Laikleri şişe geçireceğim’ diyen adam, Başbakanlık Basın Müşaviri oldu!

Başbakan Erdoğan’ın danışmanı ve Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki görevinden ayrılınca dün sormuştum:

“Bakalım bu kez Kanal-7’den hangi isim bu göreve atanacak?”

Yanılmadım... Başbakanlık’ın yeni Basın Müşaviri, Kanal-7 kökenli Kemal Öztürk oldu.

Peki; adı AKP hakkında açılan kapatma davasının iddianamesinde de geçen Kemal Öztürk kimdir?

***

1969’da Ağrı’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi.

Yazı hayatına 1990 yılında İran Devrimi yanlısı bir yayın politikası olan Girişim ve Selam isimli dergilerde başladı. Bu Meydan, İmza, Nehir, Yeni Zemin, Sözleşme, İstanbullu dergilerinde Mir Mahmut Rıza mahlasıyla laiklik karşıtı yazılar yazdı.

1995’te muhabir olarak Yeni Şafak Gazetesi’ne, 1996’da da belgesel yapımcısı olarak Kanal-7’ye geçti. Hazırladığı “İlk Meclis” belgeseli, laiklik karşıtı bulundu ve RTÜK tarafından yasaklandı.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten bir yıl hapse mahkûm oldu.

1999’da Kanal-7’den ayrılarak, dil ve mesleki eğitim almak üzere Amerika’ya gitti.

Daha sonra Bülent Arınç’a danışmanlık yaptı; ardından AKP Basın Bürosu’nda görev aldı.

Nükte Yayınları’ndan 1994 yılında çıkan ve Mir Mahmut Rıza mahlasıyla yazdığı “Bir Garip Oğlanın Hikâyesi” kitabı mahkeme kararıyla toplatıldı. Bu kitap yüzünden de bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Bakın, yeni Başbakanlık Basın Müşaviri, 15 yıl önce yazdığı o kitapta kahramanların ağzıyla neler diyordu:

***

- “Devlet kimdir? Helvadan yapılmış puttur.”

- “En sonunda beni bir numaralı terörist yapacak bu pez...nkler, bütün laikleri bir bir şişe geçirecem, ondan sonra anlayacaklar laikliğin faziletlerini. Elin o...pusu bile kalkıp ‘Ben laikim, namusumla çalışıyorum, kimse karışamaz’ demeye başladı. Ula ben böyle laikliğin...”

- “Bak bizim sahte Müslümanlar nasıl bölücülük yapıyorlar. Ben bu yüzden bu adamları sallandıralım diyorum. Ayrıcalık yapanın dinde de katli vaciptir çünkü. Ama dinleyen yok!”

- “Herkes, sineğin şıraya yapıştığı gibi laikliğe sarılır ama kimse onun gerçekte ne anlama geldiğini bilmez. Ne kadar da utanmazlar. Rahmetlinin (Atatürk’ü kastediyor) mirasına sahip çıkan mendeburların hiçbiri, laikliğin ne anlama geldiğini ve nereden geldiğini bilmezler.”

- “Eskiden Türkler’in yetiştirdiği ‘marimus öküzü’nün sol arka bacağının uyluk yeri ile işkembesinin ayrıldığı yerde bir et parçası bulunur. İşte tam buraya ‘laik’ denir. Vee bugün kullandığımız kelimenin de aslı buradan gelmektedir.”

***

İşte; Başbakan’ın yeni Basın Müşaviri böyle biri!

Eminim ki o da, “Canım ben de Sayın Başbakanımız gibi değiştim, öyle düşündüğüm günler geride kaldı” diyecektir!

İyi de Başbakan; hep geçmişte laikliğe küfreden adamları bulup da böyle kritik görevlere getirmek zorunda mı?

***

GÜNÜN SORUSU

Dünkü şok gözaltılardan Başbakan Erdoğan’ın haberi var mıydı?

***

Fethullah’ı eleştirdiler Ergenekoncu oldular!

Türkiye dün bir kez daha bilmem kaçıncı dalga Ergenekon gözaltılarına tanık oldu. Evleri aranan ve gözaltına alınan bu çok önemli isimlerin bir ortak özelliği de Fethullah Gülen cemaatinin laiklik karşıtı eylemleri konusunda toplumu uyarmaları...

İşte birkaç örnek:

***

Gülen davasını sonuna kadar kararlılıkla takip eden Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Ergenekon soruşturmasının sonunun Şemdinli gibi olacağını dile getirmişti. Unutmayın ki; Fethullah Gülen’le bağlantısı olduğu belirtilen ve meslekten ihraç edilen Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya, halen ABD’de bulunuyor.

Bedrettin Dalan, her fırsatta Fethullah Gülen’in okullarının cemaatçi çocuklar yetiştirdiğini ve bunun laiklik için tehdit olduğunu söylemişti.

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, “Fethullah Gülen’in hedefi şeriat devleti” demişti.

MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç ise Fethullah Gülen ve Milli Görüş zihniyetinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını defalarca açıklamıştı.

***

Ne dersiniz... Bu tavırlarının faturasını ödüyor olabilirler mi?

Mustafa Mutlu - Vatan, 8 Ocak 2009

Yahudi düşmanlığının faturası kime çıkacak?

Çok geriye değil, Abdullah Öcalan'ın yakalanıp İtalya'da 'konakladığı' günlere dönelim. O zamanlar İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'ydı ve PKK liderini Türkiye'ye iade etmediği için basın tarafından 'dallama' diye adlandırılmıştı. Milliyetçi rüzgarlara kapılan yayınların da etkisiyle İtalya karşıtı gösteriler düzenlenir olmuştu. Haklı olarak başlayan bu protestolar kendini giderek İtalyan ürünlerinin boykotuna bırakmıştı. Sokaklarda İtalyan markalarına ait buzdolapları yakılıyordu. İş giderek absürtleşmişti de: Koç grubunun ürettiği, yüzde yüz yerli, sadece İtalyan lisansıyla çıkan arabalar yakılıyordu.
Ve bu vandallar Beyoğlu'nda eteklerinden tanıyıp fişledikleri İtalyan liseli kız öğrencilerin üzerine saldırır hale gelmişlerdi.
Unutmamışsınızdır umarım.
Bir başka örnek: Eski ev kadını faşist İçişleri Bakanı'nın ağzından dökülen 'Ermeni dölü' sözünün Türkiye'de nasıl insanları birbirine düşürdüğünü hatırlar mısınız? Bu küçük kıvılcım değil miydi giderek büyüyüp Hrant Dink cinayetine kadar varan...
Katil zanlısı polisler tarafından eline bayrak verilerek, sevinçle kameranın önünde 'ağırlanmıştı.'
Yükselen milliyetçilik Türkiye'nin yakın tarihine Trabzon'daki rahip cinayeti gibi yeni kara lekeler ekledi.
Maalesef, Türkler protestoyla provokasyonu çok kolay birbirine karıştıran bir millet. Belki genlerimizde ve kültürümüzde demokrasi olmadığı için eylemler bu topraklarda hiçbir zaman sivil düzeyde kalmıyor. Ne otorite 'sivil' tepki veriyor, ne tepkiciler yeteri kadar 'sivil' davranıyor.
Şimdi her geçen gün İsrail aleyhtarı mitingler düzenleniyor. Cüppeli, sarıklı, çarşaflı insanlar tarafından. Tekbir çekiyorlar, aşırı İslamist sloganlar atıyorlar. Bildiğimiz duyarlı Türk Müslümanları değil bunlar, maalesef sayıları da epey fazla, giderek de çoğalıyorlar.
Onların bu provokatif diline, bir de Başbakan'ın Türkiye'nin stratejik ilişkilerini hiçe sayan üslubu ekleniyor.
Tamam, İsrail'in yaptıkları kabul edilemez. Çok zalim bir devlet politikası uyguluyor. Ama bütün gerçeklik ve akıl 'zavallı Filistin' hamaseti altında yok oluyor. HAMAS'ın bir terör örgütü olduğu, İsraillerin gündelik yaşamlarında ne gibi tehlikeler yaşadığı gerçeği unutuluyor. Sinemaları, cafe'leri, otobüsleri bombalanan, gündelik yaşamda aşırı paranoyak tedbirler almak zorunda kalan da bir İsrail halkı var...
Elbette bütün bunlar Gazze'de saldırılarını meşru kılmıyor.
Tabii ki İsrail'in de eleştirilecek tarafları var.
Ama Türkiye bu işte de dozu kaçırıyor. İş bir provokasyona dönüştü. Ve maalesef bu ölçüsüz tepkilerin sonu 'Yahudi Düşmanlığı'na varıyor.
Türkiye'nin tarihinde, Avrupa'yla kıyasladığımızda Yahudilerle ilişkisinde neredeyse hiçbir pürüz, hiçbir sorun olmamış. İkinci Dünya Savaşı'nda insanlığın en büyük kıyımı yaşanırken Türkiye dahil olmamış. Osmanlı Devleti, Yahudilere ev sahipliği yapmış.
Şimdi bu denge bozuluyor. Birkaç sarıklının önderliğinde toplumsal histeriye kapılmak üzere Türkiye. Hepimiz biliyoruz ki asli amaçları Türkiye'yi dönüştürmek: Laik ve demokratik Cumhuriyet'ten İslam Cumhuriyeti'ne geçişi sağlamak.
İsrail'in Gazze'de yaptıklarıyla insanın özdeşleşmesi zor.
Peki başta Saadet Partisi'nin İsrail karşıtı mitingi olmak üzere, büyük şehirlerde patlak veren bu radikal dincilerle mi özdeşleşeceğiz? Seçeneğimiz bu mu? Onların sunduğu ve üzerinden prim yaptığı düşmanlığa alkış mı tutacağız? Yıllar sonra bu topraklarda bir din savaşının patlamasını mı istiyoruz? Kusura bakmayın, ben bu prostestocularla aynı safta yer almak istemiyorum.
Maksat İsrail devletini protesto etmekse orada tekbirin, sarıklının, cüppelinin ve onlarca başka siyasi simgenin işi ne?
Provokasyona getirilen halk ellerinde görünmez swastika'larıyla şov yapıyor meydanlarımızda. Bu işin nerelere varabileceğini kestirmek zor değil. Ama maalesef Başbakan bile görmezden geliyor.
1 Mayıs mitinglerinde güvenlik gerekçeleriyle solculara saldıran 'gazcı kardeşler', Vali Güler ve Polis Cerrah, radikal dincilerin eylemlerinde herhangi bir tehlike görmüyor mu?
Başka türlü bir Hrant Dink cinayeti tekrarlanırsa sorumluluğu kimin üstleneceğini merak ediyorum.

Oray Eğin - Akşam, 8 Ocak 2009

17 Aralık 2008

Özür Bekliyorum!

Bazı aydınlarımızın(!) kimi kesimlere yaranmak için başlattığı Özür Diliyorum adlı kampanyaya karşıt bir kampanya başlatıldı. Özür Bekliyorum adlı bu kampanya ile geçmişte Türklerin maruz kaldığı Ermeni vahşetine dikkat çekiliyor ve Ermenilerden bu konuda özür bekleniyor.

Özür Bekliyorum kampanyasını destekliyorsanız, imzalarınızı bekliyoruz.

"Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi"

Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk, s.260-261

30 Eylül 2008

Son Buluşma'ya hazırlanın!



Şimdiden duyurayım, sinemalarımızda 24 Ekim’de gösterime girecek olan Son Buluşma adlı belgesel film kendisinden çok söz ettirecek ve yılın en iyi, en anlamlı yapımlarından biri olarak nitelenecek. Daha doğrusu, “normal ve sağlıklı” bir kültürel ortamda böyle olması gerek, böyle olmasını umuyor, diliyorum...

Kardeşim Benim, Züğürt Ağa, Selamsız Bandosu, İmdat ile Zarife gibi başarılı filmleriyle tanınan yönetmen Nesli Çölgeçen’in imza attığı Son Buluşma belgeseli, Ömer Küyük, Veysel Turan ve Yakup Satar adlarında, çok yaşlı üç insanı tanıtıyor. Film çekildiği sırada 108 yaşında olan Küyük ve Turan ile 110 yaşında olan Satar, sıradan birer yaşlı değiller. Onlar, Türkiye’nin bağımsızlığı için binlerce insanın şehit düştüğü Kurtuluş Savaşı’nın son tanıkları, İstiklal Madalyası taşıyan son gaziler...

Günlük yaşamlarından kesitler, Kurtuluş Savaşı’na dair anıları, yakınlarıyla ilişkileri ve Ömer Küyük’ün diğer iki gaziyi ziyaret edip helalleşmeleri çerçevesinde, çok başarılı, çok etkileyici, çok sıcak ve hüzünlü bir anlatımla karşımıza gelen Son Buluşma, en kısa tanımla vatan sevgisinin ve bugünlerde çok söz edilen “şeref”in simgesi niteliğinde gerçek bir sinema olayı.

Utanma sıkılma duymadan “Vatanı bir kadın memesine satarım!” diyen arsız iktidar aydınlarının yüzüne vurulan bir tokat da aynı zamanda...

Çölgeçen, filmin kapanış jeneriğinde “Şimdi Atatürk’ün yanındalar... Sizleri çok özlüyoruz” diyor. Çünkü Ömer Küyük (Nişancı Er Ömer) Ocak 2006, Veysel Turan (Sıhhiyeci Onbaşı Veysel) Mart 2007, Yakup Satar (Süvari Yakup Çavuş) Nisan 2008’de aramızdan ayrıldılar.

Son Buluşma’nın 26 Ekim’de İstanbul’da gerçekleştirilen basın gösteriminde, salondaki sinema yazarı ve basın mensuplarından bir kısmının gözyaşlarını tutamadığını, bazılarının da hüngür hüngür ağladıklarını not düşeyim. Bunca yıldır film seyrederim, böyle bir manzaraya ilk kez tanıklık ettim.

Evet, normal ve sağlıklı bir kültür-sanat atmosferinde Son Buluşma gibi bir çalışmanın ortalığı sallaması, gündem yaratması, gişe rekorları kırması beklenir. Bakalım ne olacak... Kendimizi, Recep İvedik’i bile Bergman ya da Antonioni’nin elinden çıkma bir sanat filmiymiş gibi algılamamıza yol açan, “Beterin de beteri varmış gerçekten” dedirten Süper Ajan K9’a mı, yoksa bağımsızlık savaşımızın son kahramanlarına mı yakın hissedeceğiz, doğrusu çok merak ediyorum.

Kaynak: OdaTV

29 Eylül 2008

Kılıçdaroğlu'nun sitesi hacklendi

Son zamanlarda AKP'nin yolsuzluklarını belgeleriyle ispatlayan Kemal Kılıçdaroğlu, kendini bilmezlerin hedefi oldu. www.kemalkilicdaroglu.com adresini hackleyenler, bir de not bırakmışlar:

İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler....!!!!!!

4:31. Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız



26 Eylül 2008

Maske Düştü Gerçekler Göründü Yüzleri Kızarmıyor

Bu kadronun ve eteklerine sarılıp siyaset-ticaret yapanların maskeleri düşüyor, gerçek yüzleri görünüyor.

Bir iktidar partisinin ikinci adamı diye anılan siyasetçi, karşıt siyasetçiye ulan diye söz başlıyorsa... bu siyaset adamı işine geldiği için TBMMyi baş tacı eden söylemlerde bulunuyor ve sonra, muhalifinin TBMMde düzenlenecek basın toplantısı önerisine Bu aptalca bir şey diye demokratik rejimin kalbi parlamentoyu aşağılıyorsa... bu adam ve temsil ettiği partiye olumlu gözle bakılabilir mi?

DMM Fırat, Kemal Kılıçdaroğlu ile kozunu paylaşmayaderin terbiye kültürünü sergileyen küfürlerle başladı ve devam ediyor.

Buna karşı Kılıçdaroğlu terbiye seviyesini sergileyen kişiye sadece baron diye alaylı bir sözcükle karşılık veriyor.

RTE ile başladı küfürlü saldırılar. Balık baştan koktu. Aşağı düzeylere kadar geldi.

Yüzde 47 değil yüzde 90 oy da alsalar terbiyesiz sıfatı alınlarında bir damga gibi duracak!

***

Yüzlerindeki maske aşağıya düşünce sadece terbiyeden yoksun oldukları mı kanıtlandı? Hayır.

Dinci kadroların ne denli sahtekâr olduklarını kanıtlayan olaylar çorap söküğü gibi birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı.

Ticarette, siyasal amaçlarında dini basit bir araç gibi kullandıklarını sergileyen kimi somut olaylar gündeme girdi.

Köktendinci Vakit gazetesi, CHPye Alman Vakfından büyük para yardımı yapıldığını belgelerle, evet yanlış okumadınız belgelerle manşetlere taşıdı.

Yasalar dış ülkeden para yardımı alan partinin derhal kapatılmasını emrediyor. Sevinç naraları atıldı; CHP kapatılacak!

Bunlar öyle yalancı ki, mumları yatsıdan çok önce sönüyor.

Vakitin haberini Alman Dışişleri Bakanlığı ve Ankara Büyükelçiliği yalanladı.

Vakitin yayımladığı belgenin sahte olduğunu vurgulayarak!

Bunlar din taciri, bunlar güya Müslüman Bunlar sözüm ona İslamın temiz karakterli olmayı emreden kurallarına uygun yaşam sürdüren adamlar ha?

Bunlar usta oldukları din sömürüsüne mütedeyyin, masum insanları alet ediyorlar.

***

AKPnin temsil ettiği din-siyaset karması siyaset anlayışı -Kılıçdaroğlunun belgelerle kanıtladığına göre- noter üçkâğıtçılığına kadar iniyor.

Uluslararası dolandırıcılıktan beş yıl hüküm giyen Mehmet Gürhan Almanyada cezaevinde yattığı sırada İstanbula geliyor. Deniz Fenerinin Türkiyedeki baş sorumlusu Zekeriya Karamana noterden tam vekâlet veriyor.

Dini bütün adamlar bunlar; bir günde iki ayrı ülkede bulunabiliyorlar.

Tam bir hokus pokus olayı. Kanal Dde Mehmet Ali Birand, İstanbulda noteri buldurdu, konuşturdu.

Almanyada cezaevinde olan bir insanın İstanbulda vekâlet vermesini bir türlü açıklayamayan yılışık bir surat ve noterde çalışan sekreterlerin pek çoğu baştan sona tesettürlü!

Bu manzara bile noterin kimlere hizmet verebileceğini kanıtlamaya yetiyor.

***

Namus, dürüstlük Kendi dışında herkes yalancı. Bu sözcükler Zahid Akmanın ağzından eksik olmuyor ama Hürriyet tam yedi olayda yedi yalanının listesini veriyor.

Yalanlarına son örnek: NTVde meydanı bol buldu, atıyor, tutuyor. Ortağı olduğu Hayat Yapının 2003te Armadanın yüzde 3.3ü için 41 bin 416 YTL ödediğini söylüyor. Ancak 24 saat geçmeden avukatı; hayır, 41 bin değil, tam 905 bin 597 YTL ödediğiniaçıklıyor.

Amaca varmak için papaz elbisesi bile giyerim, diyen bir liderin himayesinde olanların yüzleri kızarır mı?

Yüzlerine tükür; yağmur sanıp yarabbi şükür diyecekler!

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 26 Eylül 2008

21 Eylül 2008

Bir 12 Eylül fotoğrafı!

Sorguya çekenin elindeki kemer ve karşısındakilerin yüzündeki korku ifadesi...

12 Eylül döneminde hafızalara kazınan pek çok görüntü var. Bir çok acının yaşandığı karanlık dönem, hapisler, acılar ve işkencelerle anılıyor aradan 28 yıl geçmesine rağmen. Cumhuriyet gazetesinin arşivinden çıkan bu fotoğraf ise çok fazla bilinmemesine rağmen, o dönemde yaşanan işkenceleri ve yaşanan acıları anlatması bakımından döneme damgasını vuran fotoğraflardan birisi.

Sorguya çekenin elindeki kemer ve karşısındakilerin yüzündeki korku ifadesi dikkat çekiciydi. Çoğunun yataklarından kaldırılıp getirildiği belli olan bu insanlar fay hattının tam üzerinde yer alıyordu. (Cumhuriyet)



Kaynak: Vatan Gazetesi
Related Posts with Thumbnails