06 Eylül 2007

PKK'nın Rumlarla İşbirliği

İnsan haklarını dilinden düşürmeyen iki AB ülkesinden biri, temelde teröristlikleri noterden tasdikli, sözde liderlerin yönettiği Güney Kıbrıs Rum Kesimidir. Ötekisi ise Batı uygarlığının şımarık çocuğu olarak nam salmış ve eylemleri ile Batılı ülkeleri hiç de rahatsız etmediği belli olan Yunanistan’dır. Bu Yunanistan ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in kararlarına karşın Batı Trakya’da yaşayan soydaşlarımıza “Türk” denmesini, içerisinde “Türk” adı geçen dernekler kurmasını yasaklamış; Türklere kendi müftülerini seçtirmeyip, zorla Atina’dan müftü atayarak çifte standart uygulamasında, haksızlıkta ve mezalimde ağababası Avrupa ülkelerini fersah fersah geçmiştir.

Rumlarla, Yunanlılar ile ilişkilerimiz, ikiyüzlü Batının kanatları altındaki bu iki küstah ülkenin sürekli olarak her platformda Türkiye’ye yönelik iftira atması, yalan haber yayınlaması ve her alanda Türkiye’ye karşı ı karalama kampanyaları yapması ile sürmektedir. Çifte standartlı Batı dünyası, yaptığı haksızlıkların en somutu olan şu meseleye hala yanıt vermemektedir; “Niçin geçmişte birbirlerine ırk, din, dil, tarih, kültür açısından çok yakın olan Çek ve Slovak toplumları bir gecede Çekoslovakya’dan ayrılabilmişler ve buna olumlu bakılmış veya niçin Yugoslavya’dan 7 ayrı toplum ve cumhuriyetin ortaya çıkmasına izin verilmiştir de, etnik, dini, kültürel, tarihsel olarak hiçbir ortak yönü ve birbiriyle ilişkisi olmayan, birbirine düşman iki toplum zorla bir arada tutulmak istenmektedir? Batı ülkelerinin bu zorlamadaki amaçları nedir?” Teröre karşı olduklarını, terörden şikâyetçi olduklarını her vesile ile dile getiren ikiyüzlü Batı ülkeleri, Yunanistan ve GKRK’nin teröre verdiği aleni desteği niçin görmezden geldiklerinin hesabını vermek durumundadır. Aslına bakılırsa bu soruları sormak ve cevap beklemek beyhude olacaktır. Hatta kendileri de PKK terörünün çeşitli düzeyde, askeri, siyasi ve ekonomik açılardan destekçisi olan çoğu NATO ve AB üyesi Batılı ülkenin bu konuda Rumları, Yunanlıları kınamalarını beklemek saflığına da ötesinde bir enayilik olur.

YUNANİSTAN’IN PKK DESTEĞİ
Geçmişte, Yunanistan’ın sınırsız desteği ile gelişen PKK Terör Örgütü’nün her düzeyde bu ülkeden aldığı yardımlar bellidir. Yunanistan kendince büyük ülküsü olan “Megali Idea” çerçevesinde her alanda Türkiye’ye zarar vermeyi ve topraklarımızın bir kısmını nihayette ele geçirmeyi amaçlamıştır. Bu yolda 1974 Barış Harekatımız’da yediği tokatın acısıyla önce ASALA Ermeni Terör Örgütü’nü kurdurmuş ve desteklemiştir. ASALA’nın devletimizden aldığı ağır darbe sonucu da strateji değiştirip Kürtler üzerinde oynamaya başlamıştır. Bu bağlamda öncelikle Atina yakınlarındaki “Lavrion Kampı’nı” devreye sokmuştur. Geçmişte, yabancı göçmenleri tedavi merkezi olarak kurulmuş olan Lavrion Mülteci Kampı’nda silahlı eğitim vermekten sorumlu olan Rozarin kod adlı Ayfer Kaya adlı terörist Time Dergisi’ne vermiş olduğu demeçte bu kampa gelen Kürt gençlere Yunanlı subayların nezaretinde askeri eğitim verdiklerini ve sonradan bunları terör faaliyetleri için Türkiye’ye gönderdiklerini söylemişti. 1990’lara kadar Lavrion’un PKK’nın Beka Vadisi’nin yanı sıra en önemli eğitim merkezlerinden olduğu bilinmekteydi. Bu fonksiyonunu halen yitirmediği bilinen Lavrion’daki bu faaliyetler, sözde NATO müttefiklerimizin istihbarat servislerinin gözleri önünde cereyan etmektedir. Ayrıca yine bu husus, “müttefiklerimizin” PKK kartından Türkiye ile ilgili amaçları doğrultusunda hala yararlandıklarını da PKK’dan ele geçirilen silahların menşeileri dikkate alınırsa açıkça ortaya çıkarmaktadır.

PKK’ya verilen desteğin Yunanistan’ın milli bir politikası olduğu ve PKK’nın her Yunan hükümeti ve meclisinde PASOK, DİKKİ, YDP milletvekillerince arkalandığı da bilinen bir husustur. Kıbrıs’da 1974’de Rumlar’ın yenik düşmesinden sonra Yunanlılar ve Rumlarca başlayan intikam arayışları çerçevesinde PKK’nın Yunanistan’da belli ölçülerde hala süregelen söz konusu faaliyetleri ve almış olduğu destek konusundaki şu gelişmeler ve bilgilere çeşitli basın organlarınca defalarca yer verilmiştir:

* Yunan Parlamentosunun üyesi olan Stelyos Papathemelis, ASALA ve PKK’nın Türkiye’ye yönelik eylemlerini besleyen ve yönlendirenlerden biri ve PASOK üyesidir. 1978-1979’da, Avrupa’nın birçok ülkesinde ASALA’nın düzenlediği toplantılara partisini temsilen katılmış, “Türkler hepimizin düşmanıdır, onlar zordan anlarlar, Türkleri dize getirmek için çok kanlarının dökülmesi gerekiyor” şeklinde konuşmalar yapmıştır. PASOK iktidara geldikten sonra iki dönem Kamu Düzeni Bakanlığı yapan Papathemelis, Güney Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye yönelik terörü beslemiştir. 29 Ekim 1994 Cumartesi günü Kuzey Kıbrıs’ta Ada Türkleri “Cumhuriyet Bayramını” kutlarken, gizlilik içinde adaya gelen Yunanistan Kamu Düzeni Bakanı Papathemelis, 29 Ekim gecesi Lefkoşa’da bir toplantıya katıldı. Toplantıda, PKK’nın, ASALA’nın ve Kıbrıs’ta “Kürdistan ile Dayanışma Komitesi” örtüsü altında faaliyet gösteren bir Rum terör örgütünün temsilcileri bir araya geldiler. Toplantıda 1995’de Türkiye’ye yönelik terörün ne şekilde sürdürüleceği konusu görüşülmüş kararlar alınmıştı.

* Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis’in yardımcısı Panayotis Sguridis de PKK’ya destek vererek Yunanistan’ı teröre bulaştıran bir diğer PASOK politikacısıdır. 35 bin masum insanı öldüren eşkıya başı Öcalan’ın destekçilerindendir. Sguridis, Suriye ve Lübnan’daki PKK kamplarına defalarca giderek Öcalan ile buluşmuştur.

* PKK Terör Örgütüne hem Yunanistan’da hem de GKRK’de destek veren diğer Yunan politikacılar arasında PASOK milletvekili Dimitrios Vunatsos, Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis, Milli Eğitim eski Bakanı Dimitrios Arsenis, Mili Savunma eski Bakanı Tsohacopulos, Dışişleri eski Bakanı Pangalos’un isimlerine de rastlanmaktadır.

* Başbakan Andreas Papandreu’nun ilk iktidar döneminde Yunanistan, PKK’nın önemli bir eğitim ve lojistik merkezi iken bu durumun Türkiye’nin baskıları ve durumun, dünyanın tepkisini çekmesi üzerine PKK’nın Yunanistan’daki faaliyetlerinin bir bölümü GKRK’ye kaydırılmıştır. 1990’ların ortasında itibaren ise Avrupa Birliği’ne girme konusunda belli amaçlara erişen GKRK, palazlandıkça Türkiye düşmanlığı ve Ada’nın tamamını tek başına ele geçirme hedefi doğrultusunda, geçmişte ASALA’ya vermiş olduğu desteğin çok daha yoğunlaştırılmış ve sözde devlet politikası haline getirilmiş halini PKK’lı teröristlere vermeye başlamıştır. Bu bağlamda süreç içinde;

* 1990’da Lefkoşa’da, sözde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK) ve Kürt Demokratik Halk Birlikleri (YDK)’nın büroları açılmıştır.

* Yine bunu takiben Limasol’de Kürdistan Kültür Derneği Bürosu açılmıştır.

* Türkiye’ye terörist faaliyetlerde bulunmaları için gönderilecek PKK üyelerinin eğitimini sağlamak amacıyla Trodos, Maşera ve Stavrovoru’da terör kampları kurulmuştur. Trodos’daki kamp, Rum Milli Kilisesi’nin arazisi üzerindedir.

* Ayrıca Limasol ve Lefkoşa’da PKK’ya ait iki büro Limasol ve Lefkoşa’da Rumların özel yardımlarıyla açılmıştır.

* 1996 Mart ayında Rum Ortodoks Kilisesi’nin terörist başı Öcalan’ı Baf şehrine davet ettiği ve Kilise tarafından terörist başına önemli miktarlarda para verildiği bilinmektedir.

* Suriye’nin himayesinde, 1990’lı yıllarda Lazkiye Limanı üzerinden silah kaçakçılığını yürüten PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığını Güney Kıbrıs’tan Avrupa’ya yönelik yürüttüğü bilinmektedir.

* PKK’nın çeşitli ülkelerden edindiği silahların önemli bir kısmının ilk durağının Kıbrıs Rum Kesimi olduğu da bilinmektedir. Bu bağlamda PKK’nın Rusya’dan satın almış olduğu 7 milyon Dolar değerindeki silah ve 8 adet SAM-7 yerden havaya uçaksavar füzesinin Rum bayraklı Nissos isimli gemiyle oraya geldiği ve buradan Suriye üzerinden PKK’ya ulaştırıldığı iddia edilmektedir.

* AB’ye girdikten sonra GKRK’nin bu faaliyetlerini daha gözden uzak yerlerde ve gizlilik içinde gerçekleştirdiği de söylenenler arasındadır.

* 2000’li yılların başında GKRK’de 500’e yakın PKK militanının barındığı ve bunların Rumlar’dan sosyal yardım adıyla maaş aldıkları bilinmektedir.

* AB’ye girdikten sonra GKRK’deki PKK uzantısı kuruluşların ve teröristlerin, Rum ve Avrupalı Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’lardan yardım aldığı ve buna ek olarak Rum Yönetiminden de maddi, siyasal destek sağladıkları bilinmektedir.

* Rum Milli Politikası çizgisinde Demokratik Merkez Birliği Partisi (EDEK) ve Rum Komünist Partisi (AKEL)’in “Rum ve Kürtlerin ortak düşmanının Türkiye olduğu” ve bu bağlamda her vesileyle PKK’ya yardım edilmesi gerektiği politikasıyla Rum-PKK ilişkilerinin boyutları ortadadır.

* Güney sınırlarımızda yaralanan PKK teröristlerinin tedavilerinin çoğu kez GKRK’de yapıldığı da bilinmektedir.

* Rumların Türkiye’ye yönelik düşmanca politikalarının en somut örneği ise 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanan terörist başı Abdullah Öcalan’ın üzerinden, GKRK’de yayınlanan Fileleftheros Gazetesi köşe yazarı Lazaros Mavros adına düzenlenmiş Rum pasaportu çıkmış olması ve terörist başının Kenya’daki Yunan Büyükelçiliği’nden alınmış olmasıdır. Bu hususun Türk milleti tarafından hiçbir zaman unutulmaması ve sorgulanması gerektiği açıktır.

* Bu olayın hemen akabinde, GKRK Temsilciler Meclisi’nin de terörist başının tutuklanmasını kınayan ve PKK’ya verilen desteğin süreceğini açıklayan kararın alınması da son derece manidardır.

Türkiye üzerindeki ortak emelleri ayan beyan ortada olan Türklük düşmanlarının bundan böyle Türkiye, Suriye ve Orta Doğu’ya coğrafi yakınlığı açısından da stratejik bir konumda olan GKRK’den alabildiğine yararlanacakları açıktır. Bu husus özellikle, Suriye ve Lübnan’daki faaliyetlerini eskisi gibi rahat sürdüremeyen PKK’nın, Rumların özel gayret ve yardımlarıyla Ada’yı bir üs gibi kullanacak olmaları açısından önemlidir.

KKTC’DE ARTAN PKK FAALİYETLERİ
23 Nisan 2003’de kapıların açılmasının ardından KKTC’ye rahatlıkla girebilen Rum ajanlar ve PKK’lı unsurların KKTC’de teröre hizmet eden faaliyetleri dikkat çekmeye başlamıştır. Özellikle Rum Kesiminde faaliyette bulunan PKK destekçisi dernek ve birliklerin KKTC’de okuyan Kürt kökenli öğrenciler ve vatandaşlar üzerindeki propaganda faaliyetlerinin artması ve öğrencilere finansal destek sağlaması da dikkat çekicidir. Ada’nın her iki kesiminde özellikle inşaat işlerinde çalışan Kürtler arasındaki PKK yandaşlarının, geçişlerin başlamasıyla Rum Yönetiminin gözetim ve yardımlarıyla; ayrıca KKTC’deki mevcut yönetimin de duyarsız politikasıyla başlayan PKK propagandası ve PKK’ya yardım ve yandaş sağlama faaliyetleri tırmanışa geçmiştir. Burada işaret edilmesi gereken önemli bir diğer husus da bütün bu Türk düşmanı faaliyetlerin kontrol ve komuta merkezinin halen Yunanistan olduğu ve PKK’lıların emirlerini Atina’daki sözde komutanlarından aldıklarıdır.

TÜRK ASKERİNİN ADADAN GÖNDERİLMESİ ÇABALARI
Kıbrıs’taki PKK’lıların, KKTC’deki malum çevrelerin ve Kıbrıslı Rumlar’ın bu bağlamda üzerinde dikkatle durulması gereken ortak ve en önemli hedefleri de “Türk askeri’nin Ada’dan gönderilmesi” hususudur. Bu konuda özellikle Kıbrıslı soydaşlarımıza yoğun propaganda yapılmakta, yalan ve son derece haksız haberlerle Kıbrıslı Türkler kandırılmak istenmektedir. Ancak tarihsel açıdan asla unutmaması gereken şudur ki, 1950’lerde soydaşlarımıza Rumlarca yapılan katliamların 1963, 1967’lerde Rumlar’ın Akritas Planı ile doruk noktasına çıktığı ve 1974’de Ifestos adlı ikinci bir planla gerçekleştirilen Rum darbesi ile de soydaşlarımızın tamamen katledilmesine ramak kalmış iken Silahlı Kuvvetlerimiz’in Barış Harekâtı ile bunu önlendiğidir. Silahlı Kuvvetlerimiz’in Ada’dan çıkartılması, Türkiye açısından stratejik önemi son derece açık olan Ada’da gözü olan emperyalist Batı ülkelerinin ekmeğine yağ süreceği gibi, soydaşlarımızın geleceğini tehlikeye atacak ve yine özellikle PKK’nın Ada’da daha da güçlenmesini sağlayacaktır.

Kaynak: TUSAM

05 Eylül 2007

Ermenilerin Yeni Stratejisi: Türkiye'ye Kuşatma

90 yılı aşkın bir süredir dünya kamuoyunu etkilemeye yönelik çalışmalar yürüten ve bunda da başarılı olan Ermeni diasporası için, "Uydurma Soykırım"ın 100. yılı önemli bir dönüm noktası olacaktır. Birçok ülkenin "Uydurma Soykırımı" kabul eden kararlar almasının ardından, Amerikan Kongresi'ne yönelik baskılarını arttıran diaspora, ABD'nin soykırımı tanımasının Türkiye'yi tamamen köşeye sıkıştıracağı ve diğer ülkelerin de ABD'yi izleyeceği düşüncesiyle hareket etmektedir.

ABD'DEKİ DURUM
106 sayılı Ermeni tasarısı Amerikan Kongresi'nde beklemektedir. 435 üyeli Amerikan Temsilciler Meclisi'nde Ermeni tasarısını destekleyenlerin sayısının 218'i aşması durumunda tasarı Genel Kurul gündemine gelecektir. 225 sayısına ulaşıldığı, ama Türk lobisinin çalışmaları üzerine bazı milletvekillerinin desteklerini geri çektiği ifade ediliyor. Halen tasarıyı kesin olarak destekleyen 209 milletvekili bulunuyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin de tasarının gündeme gelmesi için söz verdiği ve çaba harcadığı düşünülürse Türkiye'yi büyük bir tehlikenin beklediği anlaşılacaktır.

Bu konuda son zamanların en önemli gelişmesi, ABD'deki Yahudiler'in baskı grubu olarak bilinen "İftirayla/İnkârla Mücadele Birliği"nin, Ermeni iddiaları hakkındaki tutumunu değiştirmesi olmuştur. Kuruluşun Başkanı Abraham Foxman'ın 21 Ağustos 2007'de, tutumlarını yeniden gözden geçirdiklerini ve Ermeni olaylarının, sonuçları açısından "soykırım" anlamına geldiğini söylemesi, Ermeni iddiaları karşısında Türkiye'nin en büyük destekçisi olarak bilinen Yahudi lobisi ne yapmak istiyor sorusunu da beraberinde getirmiştir.

ABD'deki Yahudi kuruluşunun tavır değişikliğini, Türkiye ile İran'ın enerji alanında ve Irak'ın kuzeyindeki gelişmeler karşısında işbirliği yapmasına, ya da AKP'nin Hamas konusunda izlediği politikaya bağlayan yorumlar yapılıyor. Oysa bu gelişmeyi Ermeniler'in Uydurma Soykırım'ın 100. yıl öncesindeki stratejilerinden ayrı düşünmemek gerekiyor.

YENİ STRATEJİ
Türkiye'de soykırım savunucularını yaratma süreci: Uluslararası kamuoyunun neredeyse tamamını etkileyen Ermeniler, bu kez Türk kamuoyuna yönelerek, soykırım tezini doğrulatacak "Sözde Türkleri" kullanmaya başlamıştır. Avrupa'daki etkili Ermeni lobisi, AB sürecinde yakaladığı Türkiye'de, bilimsel özgürlük, özgür tartışma gibi kavramlardan hareket eden bazı üniversitelerin ve öğretim üyelerinin yanı sıra, medyanın tanınmış bazı isimlerini destekleyerek, bazı etkinlikler yapılmasını sağlamıştır.

Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirilen Ermeni Konferansı, Ermeniler açısından çok önemli bir gelişmedir. Bu etkinlikle, hem Türk kamuoyunun tepkisi ölçülmüş hem de Türklerin Ermeni tezlerine bizzat Türk vatandaşı durumundaki akademisyenler, uzmanlar ve gazeteciler aracılığıyla alıştırılması için ilk adımlar atılmıştır.

Ermeni tezlerini savunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretim üyelerinin, yüksek lisans ve doktora öğrencisi olarak seçtikleri gençleri, soykırım tezini güçlendirecek çalışmalara yönlendirmeleri ise, kurulan tuzağın püf noktasıdır. Böylelikle, soykırımın doğruluğunu destekleyen çalışmaların sayısı artacak, dünya kamuoyuna, yeni kuşak Türk akademisyenler soykırımı kabul ediyor mesajı verilecektir. Nitekim Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansa katılanlara bakıldığında ve yabancı medya mensuplarının "Birçok Türk akademisyen artık soykırımı kabul ediyor" başlığıyla geçtikleri haberler hatırlandığında hedefe ulaşıldığı anlaşılacaktır.

TAZMİNATLAR
Sigorta Şirketleri ve Bankalara Açılan Davalar: Ermenilerin yeni çalışma alanlarından biri de sigorta şirketlerine açtıkları davalardır. 1915'ten önce hayat sigortası yaptırmış Ermenilerin varisleri oldukları iddiasıyla hukuksal süreç başlatan bir grup Ermeni, The New York Life isimli Sigorta Şirketi'nden tazminat istemiştir.

İlk aşamada, sigorta poliçesi olan Osmanlı vatandaşı 3600 Ermeni'den 1400'ü davayı kazanarak tazminat almayı başardı. Sigorta şirketi geriye kalan 2 bin 200 poliçe sahibinin mirasçılarına da toplam 20 milyon Amerikan Doları ödeme yapılmasını kabul etti.

Ermeniler, sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı Alman bankalarına Türkler tarafından öldürülen babalarımızın, dedelerimizin mevduatlarını bizlere vermediniz diyerek Deutsche Bank ile Dresdner Bank aleyhine Los Angeles Eyalet Mahkemesi'nde dava açtılar.

Ermeniler'in avukatlarından Brian Kabateck, Alman "Die Welt" Gazetesi'ne yaptığı açıklamada davayı kazanacaklarını şu sözlerle dile getiriyordu: "Mahkemenin milyarlarca Avro'luk tazminat ödenmesine karar vermesini bekliyoruz. Geçtiğimiz yıl New York Life ve AXA sigorta firmaları aleyhine açılan davada da davcılara ödenen 37 milyon 500 bin dolar ödemeyle taraflar uzlaşmıştı."

Davaların asıl amacının tazminat olmadığını anlamak için ise, Ermeniler'in diğer avukatı Mark Geragos'un sözlerine bakmak gerekiyor: "Davanın asıl amacı, Türklerin Ermenilere soykırım yaptıklarına dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir."

Soykırımı inkâr edenleri cezalandırma yasaları: Türkiye'nin elini kolunu bağlamaya yönelik yeni stratejilerin arasında, soykırım karşıtı tezlerin savunulmasını yasaklayacak yasaların çıkartılması da var. İsviçre, inkâr yasasının yürürlükte olduğu ülke olarak tanınıyor. Perinçek davası sırasında İsviçre bu özelliğiyle öne çıkmıştı.

Belçika'da "Reformcu Hareket" olarak adlandırılan Valon Partisi, Uydurma Ermeni soykırımını reddedenlerin 8 gün ila bir yıl hapis, 26 ila 5 bin Avro para cezasına çarptırılmalarını öngören bir yasa tasarısını 2005'te Senato'ya sunmuştu. Haziran 2006'da görüşülerek reddedilen yasa tasarısı Temmuz 2006'da tekrar görüşülmek üzere Komisyona gönderildi.

Fransa'da ise, Uydurma Soykırımı reddedenlerin 1 yıl hapis ve 45 bin Avro para cezasına çarptırılmasını öneren tasarı, Fransa Ulusal Meclisi'nde 12 Ekim 2006'da görüşülerek, 19'a karşı 61 oyla kabul edilmişti. Yasa Senato'ya taşınmadığı için, Haziran 2007'de yapılan milletvekili seçiminden sonra ortaya çıkan meclisin tasarıyı yeniden oylaması gerekiyor. Yasanın yürürlüğe girebilmesi için, Senato'da da onaylanmak zorunda.

Yasayı skandal olarak nitelendiren Fransa Uluslararası İlişkiler ve Strateji Enstitüsü uzmanı Diddier Billion, 12 Ekim 2006 tarihli açıklamasında ülkesini ağır ifadelerle şöyle eleştirmektedir: "Tasarı, cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine aykırıdır. Fransız halkı bu milletvekillerini tarih yapmaları için seçmedi. Bu tür girişimler sadece diktatör ülkelerde olur. Fransız milletvekillerinin, kendi ülkeleri hakkında olmayan tarihi bir konu hakkında karar alması ve hapis cezası verebilecek kadar ileri gitmesi iki kez şok edicidir. Ermenilere soykırım yapılıp yapılmadığı başka bir zeminde tartışılabilir. Ancak her durumda bu milletvekillerinin işi değildir. "

YASA GİRİŞİMLERİNE TEPKİLER
Yasaya karşı çıkan Fransız tarihçi Prof. Pierre Nora da Mayıs 2006'da yaptığı değerlendirmede Fransız kamuoyuna bir gerçeği hatırlatıyor: "Ermeni sorununu, İstanbul'da tartışmak Paris'te tartışmaktan daha kolay."

Fransa ve Belçika'dan sonra Hollanda da inkâr yasası için harekete geçen ülkelerden. Hıristiyan Birlik Partisi, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçları kamuoyu önünde açık bir şekilde, düşmanlık ve ayrımcılık yaratacak şekilde öven, bu suçların olmadığını savunan ya da bu suçların varlığını kabul edenlere hakaret eden kişilere, 1 yıla kadar hapis ve hâkimin belirleyeceği miktarda para cezası verilmesini öngören bir yasa önerisini 1 Haziran 2006'da Meclise sunmuştu.

Hollanda'da ayrıca, Kasım 2006 seçimleri öncesi Türk kökenli adaylara uygulanan, Uydurma Ermeni soykırımını tanımaları yönündeki baskıları da unutmamak gerekir.

Almanya'da ise, Sol Parti listesinden milletvekili seçilerek Federal Meclis'e giren Türk kökenli Prof. Dr. Hakkı Keskin de, Uydurma Soykırımı tanımadığı gerekçesiyle istifaya zorlanmıştı. Sol Parti'nin Federal Meclis Grubu Başkanı olan Oskar Lafontaine, 10 Ocak 2007'de Alman Tagesspiegel gazetesine yaptığı açıklamada Keskin'i sert bir şekilde eleştirirken; "Tarihi gerçekler tartışılamaz. Bunlar kabul edilmek zorunda" demişti.

Soykırımın ders kitaplarında yer alması: Konunun ders kitaplarında yer alması için uzun yıllardır mücadele eden Ermeniler, bu alanda da başarılar elde etmiştir. Fransa ve ABD başta olmak üzere bazı ülkelerdeki okullarda okutulan kitaplarda, Ermenilerin soykırıma uğratıldığını iddia eden bölümlere yer veriliyor. Bu alanda yeni bir hamle yapan Ermeniler, özellikle Türklerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde okul kitaplarına soykırım yalanını sokmaya çalışıyor.

Belçika'da inkâr yasası için girişimde bulunan Volan Partisi, Ermeni soykırımının okul kitaplarına, üniversite programlarına ve anı belgelerine sokulmasına ilişkin bir karar tasarısını da Senato gündemine getirmişti.

Almanya'nın Brandenburg Eyaleti Eğitim Bakanı Holger Rupprecht da, gelecek ders yılından itibaren tarih dersi müfredatında Uydurma Ermeni soykırımına yer vereceklerini açıklamıştı.

Ermeniler bu girişim sayesinde bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor. Ders kitaplarında Uydurma Soykırımın yer alması sadece o ülkelerdeki öğrencileri etkilemeyecek, aynı zamanda bu ülkelerde yaşayan Türk öğrencilere de Ermeni tezleri öğretilerek, kalenin içten fethedilmesi yolunda yeni bir adım atılmış olacaktır.

CESARETLENDİRME
Soykırımın Kabul Edilmesine Yardımcı Olmak: Ermeni lobilerinin bir başka stratejisi de, Türkiye'nin soykırımı kabul etmesine yardımcı olunmasını sağlayacak ülkelerin devreye sokulmasıdır. Haziran 2005'te, Alman Federal Meclisi'nde tüm siyasi grupların desteklediği bir karar alındı. Kararda 1915­1916 olayları soykırım olarak nitelendirilmiyor, ama Osmanlı Devleti'nin müttefiki Almanya'nın Ermenilerin uğradığı büyük katliamlardan haberi olduğu, Almanya'nın bu nedenle kendi sorumluluğunu kabul ettiği belirtilerek, bu olaylardaki sorumluluğunu kabul edebilmesi için Türkiye'ye yardım edileceği, cesaretlendirileceği ifade ediliyordu.

Avrupa Birliği sürecinde bu konuyu sık sık gündeme getiren Avrupalı yönetici ve siyasiler de Türkiye'yi cesaretlendirmek için, "Türkiye tarihiyle yüzleşmelidir" ifadesini kullanıyor. Soykırımı kabul edin dayatmasının Türk kamuoyunda yarattığı tepkiyi gören Avrupalıların bu nedenle "tarihle yüzleşme" söylemine başvurduklarını hatırlatmakta yarar var.

Ermenistan Sınırının Açtırılması: Ermenistan sınırının açılması da yeni stratejiler arasındadır. Avrupa Birliği'nin yetkili isimleri Türkiye'den, sınırın açılmasını talep ederken Komisyonun yayımladığı ilerleme raporu gibi resmi belgelerde de bu talep yer almaktadır.

Sınırın açılması, öncelikle Türkiye ile Azerbaycan arasındaki dayanışmayı ortadan kaldırmayı ve Yukarı Karabağ'ın Ermeniler tarafından işgalini Türkiye'ye kabul ettirmeyi hedeflemektedir. Ermeni anayasasında Türkiye'nin doğusu "Batı Ermenistan" olarak tanımlayan maddeden, Karabağ'ın işgalinden, uyduruk soykırım dayatmasından rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye'ye karşı Ermenistan, "önce sınırı aç sonra bunları konuşalım" politikasını izlemektedir.

Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan da sınırın açılmasının Türkiye'nin görevlerinden biri olduğunu söylemektedir. Koçaryan, Alman Die Welt gazetesinin 17 Kasım 2006 tarihli sayısında sınırın açılmasını Avrupa değeri olarak gördüğünü ifade etmektedir; "Tarihçilerin ortadan kaldırabileceği yanlış anlamalar olduğuna inanmıyoruz. Tehcirin gerçekleri ve yüz binlerce Ermeni'nin öldürüldüğü biliniyor. Türkiye'nin sorunu, bunu kabullenmekte. Türk toplumunun AB yolunda tabu olan konuları da tartışmaya hazır olduğunu düşünüyorum. Ancak bir yandan sınırlarını Ermenistan'a kapatırken, diğer yandan üyelik müzakereleri yapması kabul edilemez. Bu, Avrupa değerlerine aykırıdır."

Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasının ardındaki asıl beklentiyi anlamak için Ermeni kaynaklarını yakından izlemek gerekiyor. Rusya Stratejik Araştırmalar Merkezi üyesi Ermeni Sarkis Sarkisyan'ın 24 Kasım 2006 tarihli yazısında, asıl beklentinin anlaşılmasına yardım edecek ifadeler bulunmaktadır;

"Ben, 1920 Sevr Anlaşması'nın hayata geçmesinden yanayım. Gerçi Sevr, Türklerin dayatmasıyla daha sonra Lozan'da değiştirildi; ancak Sevr'de alınan kararların Ermenilerin hakkı olduğunu düşünüyorum. Ermenistan'ın şimdiki temel yaklaşımı soykırımı kabul ettirmektir. Şu açık ki başka şeyler de talep edecektir. Olay sadece olmuş bir gerçeği kabul ettirme sorunu değildir."

TÜRKİYE KÖŞEYE SIKIŞIYOR
"Uydurma Soykırım" ile ilgili kararlar alan ülkelerin sayısındaki artışa bakıldığında, sorunu siyasallaştıran Ermenilerin önemli bir başarı sağladığı görülecektir. Son olarak Şili'nin de listeye eklenmesiyle Uydurma Soykırımı tanıyan ülke sayısı 19'a yükseldi. Ayrıca, ABD'nin 32 eyaletinde alınan, Avrupa Parlamentosu'nun 1987 ve 2000 yıllarında aldığı ve İngiltere'de Gweyneed Bölge Meclisi ve Edinburg Belediye Meclisi, İtalya'da Roma Belediye Meclisi gibi yerel organlarca alınmış kararlar da bulunuyor.

Tüm tartışma ve gelişmeler Ermeni diasporasının istediği yönde ilerlemekte, sorun her türlü tarihsel araştırma ve bilimsel çalışma alanından hızla uzaklaştırılarak tamamen siyasi platforma çekilmektedir. Ne yazık ki Türkiye de her zaman olduğu gelişmelerin gerisinde kalmakta, yeni politikalar geliştirememekte, bu nedenle de her geçen gün daha çok köşeye sıkışmaktadır.

Türkiye'nin, arşivlerimizi açtık açıklamasının ve uzmanlar, tarihçiler bir araya gelsin konuyu görüşsün teklifi de etkili olmamıştır.

Aslında Türkiye, sorunun sadece siyasi platformlarda tartışıldığının farkında. Ermenilere karşı yeterli mücadelenin verilmediğini anlayan duyarlı çevrelerin baskısı, Dışişleri Bakanlığı ve Türk Tarih Kurumu başta olmak üzere bazı kuruluşları harekete geçirmiş, yeni kitaplar yayımlanmış, arşiv belgeleri açıklanmıştır. Ayrıca, yurt içinde ve yurt dışında büyük bir bölümü sadece Türklere yönelik etkinlikler düzenlenmiştir. Bu çalışmaların bir gelişme sağladığı söylenemez. Sorunun boyutlarının kitap ve belge yayımlamayı, konferans düzenlemeyi çoktan aştığını görmemek ve yeni stratejiler belirlememek yenilgiye davetiye çıkarmaktır.

Gürbüz Evren - Cumhuriyet Strateji Eki, 3 Eylül 2007

04 Eylül 2007

DTP'li İl Başkanı teröristler için ''şehit'' dedi

SİİRT'te güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldürülen 2 PKK’lı teröristin cenazelerinin ailesine verilmemesine tepki gösteren DTP'li bir grup, Şanlıurfa'da gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, ‘şehit’ olarak nitelendirdiği teröristlerin cenazeleri için bundan sonra gıyaplarında tören düzenleyeceklerini söyledi.

Siirt’in Pervari İlçesi’nin Doğanca Köyü kırsalında çıkan çatışmada öldürülen Suruç doğumlu 31 yaşındaki ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz ile 24 yaşındaki yine Suruç doğumlu ‘Cudi- Cesur GAP’ kod adlı Mehmet Kurttekin’in cenazelerinin bugüne kadar yakınlarına teslim edilmemesi üzerine, yaklaşık 300 kişilik DTP'li grup izinsiz gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir ve DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici’nin de aralarında bulunduğu kalabalık, öldürülen teröristlerle, terör örgütünün elebaşısı Abdullah Öcalan’ın posterini açtı. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kalabalık sık sık ‘Şehit Namırın’, ‘Biji Apo’ sloganları attı. Teröristlerin aileleri ise zılgıtlar çekilerek karşılandı.

Burada 2 teröristin gıyabında düzenlenen cenaze töreninde DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, bir konuşma yaparak, “Şu ana kadar öldürülen soydaşlarımızın cenazeleri sahiplerine teslim edilmedi. Bundan sonra gıyabi şehit cenazeleri törenlerini düzenleyeceğiz'' dedi. Alanda toplanan grup ölen PKK’lı teröristiler için saygı duruşunda bulundu. Ardından Suruç DTP İlçe Başkanı Şükrü Binici ve kalabalık öldürülen teröristlerden Mehmet Kurttekin’in Sarayaltı Mahallesi’ndeki evine giderek, taziye çadırında ailesine başsağlığı ziyaretinde bulundu. Çok sayıda sivil polisin uzaktan izlediği grup daha sonra sessizce dağıldı.

Öte yandan öldürülen terörist Mehmet Kurttekin’in cenazesini almak için Pervari Cumhuriyet Savcılığı’na amcası Kemal Kurttekin'in başvuruda bulunduğu belirtildi.

‘DAĞA ÇIKARIZ’ TEHDİDİ
Şanlıurfa’da öldürülen teröristler için eylem yapan grup, daha sonra araçlarla ‘Hebun’ kod adlı Müslüm Solmaz’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunmak üzere Gaziantep’in Nizip İlçesi’ne gitti. Yaklaşık 500 kişilik bir grup, eski Nizip yolundan ilçeye girerken önlem alan polis tarafından durduruldu. Polis, grubu kontrollü olarak ilçeye alırken plakası bulunmayan bir aracın sürücüsüne 52 YTL para cezası kesti. Bu nedenle grup ile polisler arasında tartışma yaşandı. Tartışma büyümeden önlendi ve grup Nizip ilçe merkezine girdi.

Aralarında, DTP Gaziantep İl Başkanı Mustafa Türk, DTP Nizip İlçe Başkanı Müslüm Öztaşdöndören’ın da bulunduğu grup Müslüm Solmaz’ın evine ellerinde terör örgütü bayrakları ve Apo posterleriyle yürüdü. Bu sırada, ‘Katil Erdoğan’, ‘Canımızı sıkma, bizi dağa çıkarma’, ‘İmralı sen bizim her şeyimizsin’ sloganları attı.

Grup, terörist Müslüm Solmaz’ın babası Halil Solmaz’a taziye ziyaretinde bulundu. 1999’dan bu yana örgütte bulunan ve ailesi tarafından polisin sorgulaması sırasında “Almanya’ya gitti'' iddiasında bulunduğu Solmaz’ın çok sayıda eyleme katıldığı belirtildi.

Kaynak: Milliyet

Başbakan'ın bir yalanı daha ortaya çıktı

Merkez Bankası rakamları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında TBMM’deki Hükümet Programı görüşmeleri sırasında yaşanan “faiz” polemiğinde Baykal’ı doğruladı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün TBMM’de yapılan Hükümet Programı görüşmeleri sırasında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, 1974 yılındaki birinci Ecevit Hükümeti döneminde Maliye Bakanlığı yaptığını, aynı dönemde faizlerin yüzde 40 düzeyinde bulunduğunu bildirmişti.

Merkez Bankası verilerine göre, Baykal’ın Maliye Bakanı olduğu 26 Ocak-17 Kasım 1974 tarihleri arasında tasarruf mevduatı ve Merkez Bankası reeskont faiz oranı yüzde 9 düzeyinde gerçekleşdi.Deniz Baykal’ın dört yıl sonraki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı döneminde ise tasarruf mevduatı faiz oranı yüzde 12, Merkez Bankası reeskont faizi ise yüzde 10 idi.

Türkiye’de şu anda bankaların mevduata verdikleri bir yıllık ortalama faiz ise yüzde 22 düzeyinde bulunuyor.

Kaynak: Hürriyet

03 Eylül 2007

Batı basını neden taraf?

Batı medyasının, özellikle de Amerikan ve İngiliz basınının, kendisini profesyonel gözle takip ettiğimiz son 20 yılda, Türkiye'deki seçim süreçlerinde bir siyasi partiden yana bu kadar taraf olduğuna hiç tanık olmamıştık. Türkiye'deki parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini okurlarına aktarırken nesnel ve dengeli olma gereğini duymadığını gördüğümüz bu basının, bir siyasi partinin uluslararası propaganda bürosu gibi çalıştığını söylemek çok da abartılı olmaz. Bu taraftarlığın nedenlerini ve bunun demokrasimiz için içerebileceği riskleri çözümlemek gerekiyor.

Taraftar yazısı
Propaganda yazılarının en fütursuzlarından biri Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden bir gün önce Washington Post'ta "Müslüman Demokrasisi İlerliyor" başlığı altında yayımlandı. Jackson Diehl imzalı makalede, cumhurbaşkanlığı krizi boyunca AKP'nin sadece demokrasiden yana değil ama aynı zamanda uzlaşma ve ılımlılıktan yana tavır aldığı öne sürüldükten sonra "Türkiye, ABD'yle, 'laik' Türk politikacıların büyük çoğunluğundan daha fazla dost olan bir cumhurbaşkanına sahip olacak. Ona hoş geldin demek gerekmiyor mu?" deniyordu.

Fahiş hatalar
Diehl, AKP'yi överken hızını alamayıp idamı kaldıranın bu parti olduğunu söylemek gibi fahiş bir hataya da imza atmış. Halbuki Türkiye'yi daha yakından izlemiş olsaydı, idamın önceki koalisyon hükümeti tarafından kaldırıldığını bilirdi. Gerçi bu hatayı yapan ilk kişi Jackson Diehl değil. Kendisinden önce New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise 19 Mayıs 2007'de ölüm cezasını AKP'nin kaldırdığını yazmıştı. AKP'ye sempatisi, Türkiye hakkındaki bilgisinden daha büyük olduğu anlaşılan bu meslektaşımız, 14 Mayıs'ta da, Başbakan Erdoğan'ın atadığını sandığı Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü'nün üniversitedeki özgürlükçü ve liberal icraatı üzerinden AKP'yi övmüştü. Rektörü AKP'nin baş hedeflerinden YÖK'ün atadığını bilmiyordu çünkü.

Bunlar, yüksek gazetecilik standartlarıyla övünen New York Times için son derece düşündürücü maddi hatalardır.

İslam ve demokrasi
Washington ve Londra'nın, İslamcı Milli Görüş hareketinden 28 Şubat'ın etkisiyle kopan AKP'yi, 11 Eylül sonrasının koşullarında, Arap ve İslam alemindeki halk yığınlarının ilgisini şiddet yanlısı İslamcı hareketlerden uzaklaştırarak, barışçı ve medeni siyasete yöneltmek için sunulacak bir örnek olarak benimsediğini biliyoruz. AKP'nin Amerikan ve İngiliz medyasından gördüğü büyük ilginin ardındaki asıl neden bu.

Başta CHP ve MHP olmak üzere ulusalcılar, ABD ve AB karşıtlığında adeta eski Milli Görüş çizgisine savrulurken, AKP bu iki global aktörle pragmatik ilişkiler kurmayı başardı. Buna AKP'nin Türkiye'nin uluslararası ekonomik sisteme entegrasyonunu sürdürmesi de eklenince, bu iki global aktörün gözünde AKP, Türkiye'de diğerlerine göre tercih edilir bir siyasi güç oldu.

İngiliz The Guardian gazetesinde Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce yayımlanan "İslam ve demokrasi" başlıklı baş makalenin sonunda "Türkiye'de İslam ve demokrasinin uyumlu olduğu kanıtlanıyorsa, başka yerde neden olmasın?" diye soruluyordu.

Evet, Türkiye hem bir İslam ülkesi ve hem de, geçmişte kesintilere uğramış olsa da demokrasisini geliştirerek yaşatmayı başarmış bir ülke. Bir İslam ülkesinin aynı zamanda demokratik de olabileceğini uzun yıllar önce kanıtladı. Bunu da laiklik sayesinde yaptı. Unutulan işte bu.

'Müslüman demokrat' mı?
Düne kadar AKP'yi genellikle "ılımlı İslamcı", "neo-İslamcı", "eski İslamcı" veya "İslami kökenli" diye tanımlayan Amerikan ve İngiliz basınında bu parti için, AKP'nin de duymaktan hoşnut olacaklarını sandığımız "Müslüman demokrat" tanımının giderek artan oranda kullanıldığını gözlemliyoruz.

AKP'ye iltifat eden aynı basın, kentli orta sınıfların demokrasi, laiklik ve özgürlükler konusundaki kendiliğinden gelişen demokratik tepkilerini ya görmezden geliyor ya da bunu, başında orduyu saydığı "laik elitler" konfigürasyonunun bir komplosu olarak yansıtıyor.

Temennimiz, AKP yöneticilerinin, kendilerine sunulan bu desteği yanlış okuyarak, "uluslararası sistemin güvencesi altında oldukları" gibi vehme kapılmamaları ve yeni dönemde itidal ile otokontrolü elden bırakmamalarıdır. Böylesi demokrasimiz için daha hayırlı olur.

Kaynak: Milliyet

Taşlar yerine oturuyor

Ilımlı İslam'dan şeriata

Amerikalı diplomat Richard Holbrooke'un Türkiye ile birlikte "ılımlı İslam ülkesi" kategorisinde gösterdiği Güneydoğu Asya ülkesi Malezya'da şeriat düzenine geçilmesi tartışılmaya başlandı.

Daily Telegraph'ın haberine göre, önceki gün, İngiliz yönetimine son verilip bağımsızlık ilan edilmesinin 50. yıldönümü kutlamaları yapılan Malezya'da hükümet hukuk sisteminde büyük değişiklik yaratacak bir dizi reform yapmaya hazırlanıyor. Bu kapsamda açıklamalarda bulunan Başbakan Abdullah Bedevi, ülkenin İngiliz sömürgesi olduğu dönemden kalma anayasasında yazılı olan "Malezya laik bir devlettir" maddesinin değişebileceğini kabul etti.

Başkent Kuala Lumpur'da yapılan bir konferansta konuşan Malezya Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Ahmed Fayruz da bağımsızlığın kazanılmasından bu yana geçen 50 yıl içinde Malezya'nın sömürgeciliğin kıskacından çıkamadığını savunarak, şeriatın hukuki boşlukları doldurmak amacıyla mevcut huhuk sistemine aşılanması gerektiğini bildirdi. Ahmed Fayruz, şeriat hükümlerinin özellikle örf ve adete dayanan hukuksal düzenlemelere monte edilmesini istedi.

Bazı bölgelerde uygulanıyor
Şeriat hükümleri Malezya'nın bazı bölgelerinde halen uygulanıyor. Şeriat çok sık olmasa da ara sıra Müslüman olmayanların davalarında da geçerli oluyor. Örneğin geçen temmuzda 21 senedir evli olan 6 çocuklu Müslüman-Hindu çiftin birliktelikleri yerel yetkililer tarafından şeriat hükümlerine dayanılarak hukuksal yoldan sonlandırıldı.

Malezya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Malaylar anayasal olarak Müslüman kabul ediliyor ve din değiştirmeleri yasaklanmış bulunuyor. Nüfusun yüzde 40'ını da Çin ve Hint kökenliler oluşturuyor. Ayrıcalıklı vatandaş sayılan Malaylar daha kolay iş bulup, kredi olanaklarından yararlanabiliyor. Ev sahipleri, Malaylardan daha düşük kira talep ediyor. Radikal İslamlaşma yönündeki son gelişmelerin Çin ve Hint kökenli Malezya vatandaşlarını alarma geçirdiği belirtiliyor.

Kaynak: Milliyet

Turhan Çömez'in diğer videoları

1. Neden Aday Olmadı?


2. Irak'a Satılan Elektrik, Kandil Dağına Gidiyor


3. Tarım Yolsuzluğu ve Sözde Ekonomik Başarı


4. Vahşi Rant Düzeni Var - Toplam Borç Artıyor


5. Sokaklarda Güvenlik ve Asayiş Kalmadı


6. Türkiye Onurlu Güçlü Bağımsız Bir Ülke Olmalı

Turhan Çömez, AKP'yi anlatıyor

Ekonomi analizi

Hürriyet, şu anki ekonomi durumunu, özet olarak yayımladı. Saatli Bomba adıyla yayımlanan özette, Türkiye ekonomisinin içler acısı durumu, 14 sayfada özetlenmiş. Özeti okumak için tıklayın.

01 Eylül 2007

"PKK'ya terörist diyemeyiz"

DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un sözlerine karşılık "PKK'yı terör örgütü kabul etsinler diyorlar. Biz birileri istiyor diye öyle bir açıklama yapmayız" dedi.

Ben askerim, teröristleri muhatap almam" sözlerini ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 30 Ağustos resepsiyonuna davet edilmeyen DTP'lilere ilişkin "Önce onlar PKK'nın terör örgütü olduğunu kabul etsinler" açıklamasını değerlendirdi.

Türk şöyle konuştu: "PKK'yı terör örgütü kabul etsinler diyorlar. Biz birileri istiyor diye öyle bir açıklama yapmayız. Biz çözümü şiddette, silahta aramıyoruz. Çatışmanın bitmesi gerekir diyoruz. Medeni biçimde sorunlar çözülmeli diyoruz. İnkar, ötekileştirici, dışlayıcı mantık olursa biz karşısındayız. Genelkurmay Başkanlığı ile polemiğe girmek istemiyoruz. Şiddetin, kanın durması için çaba gösteriyoruz."

Kaynak: Vatan Gazetesi

Nakşilerin 600 yıl sonra gelen zaferi

22 Temmuz seçimlerinin ve seçimlerden sonra Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı'na gelmesinin, üzerinde pek fazla durulmamış olan en önemli sonuçlarından biri, altı asırdır var olan ve Türkiye'de imparatorluk döneminden başlayarak son iki yüzyıldan bu yana iktidar mücadelesi sürdüren bir hareketin, Nakşibendiliğin bu mücadeleyi kazanarak devlete -ordu dışında- resmen hâkim olmasıdır.

1389'da Buhara'nın köylerinden Kasr-ı Arifan'da doğan bir Türk olan Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend'in Orta Asya'da kurduğu Nakşibendilik, aslında tam bir Türk tarikatı idi ve Araplıkla, Arap gelenekleriyle bir ilişkisi yoktu. Orta Asya'da başlayıp filizlenen bu düşünce sistemi zamanla Ortadoğu ile Anadolu'yu da etkiledi, ama yaklaşık 500 yıl boyunca bir tasavvuf sistemi olarak kaldı ve siyasal alanda faaliyet göstermedi. Varlığını halk arasında ve kendine mahsus ritüellerle devam ettirdi.

Nakşibendiliğin siyasal zemine kayması, 1770'lerin sonuna doğru Süleymaniye'de doğup Bağdat'ta ve Hindistan'da okuyan Mevlana Halid'in kurduğu ve Nakşibendiliğin bir branşı olan "Halidiyye" kolunun çabalarıyla başladı. Halidilik, Şam'a yerleşen ve ahirete yönelik ibadetlerin yanı sıra dünyevi hayatın ve iktidarın da kontrol altında tutulmasını öngören Mevlana Halid'in dört bir yana gönderdiği halifelerinin faaliyetleri sayesinde hemen her kesimden müride sahip oldu. Müridler arasında, önde gelen bazı devlet adamları da vardı.

Halidiliğin dünyevi iktidarı da elde etme amacı güttüğünü, ilk önce zamanın hükümdarı İkinci Mahmud fark etti. Başkent İstanbul'da tarikatı yaymaya çalışan Halidiler sıkı bir kontrol altına alındılar ve daha sonra Mevlana Halid'in gönderdiği halifelerle birlikte başkentten sınır dışı edilerek Şam'a geri yollandılar. Nakşi-Halidi hareketin güç kazanma mücadelesi, İkinci Mahmud'un aldığı bu tedbirlere rağmen Cumhuriyet dönemine kadar durmadan devam etti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 30 Kasım 1925'te kabul ettiği 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra tarikatlar, şeyhlerin veya önde gelen müritlerin evlerine yahut temin edilen başka mekânlara taşındılar, bir anlamda yeraltına indiler ve faaliyetlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Devlet ise, tarikatlara karşı iki farklı uygulamada bulundu: Hemen bütün tarikatlar gözetim altında tutuldu, bu arada birçoğunun faaliyetine göz bile yumuldu, hatta bazılarına kültürel kimliklerinden dolayı destek bile verildi ama.. sadece tek bir tarikat, Nakşibendilik ve özellikle de Halidiyye kolu sıkı bir takibe uğradı. Zira diğer tarikatların aksine dünyevi iktidara, yani devlete iktidar rakibi olan tek tarikat Nakşi-Halidi doktrindi.

Osmanlı'nın yanı sıra Cumhuriyet döneminde de devletle çatışmaya giren dini grupların hemen tamamı, Nakşi doktrinden kaynaklanan görüşlere mensuptu. Devrim yıllarında şapkaya karşı başlayan hareketin, 1930'daki Menemen olayının, Doğu ve Güneydoğu'daki birçok ayaklanmanın ve Türkçe ezana karşı başkaldırıların liderleri hep Nakşi-Halidi idiler. Günümüzde modern versiyonlarının giderek güç kazandığı Said-i Nursi'nin Nurculuk hareketi de temelinde Nakşi doktrine dayanıyordu.

AKP kadrolarının yetiştiği yer olan MNP-MSP ve RP oluşumlarının temeli de Nakşi düşünce sistemidir. Dolayısıyla AKP'nin 22 Temmuz seçimleri sonucunda elde ettiği başarı, Nakşibendiliğin Türkiye'de 200 yıldan fazla bir zamandan bu yana devam eden mücadelesini iktidarı elde ederek sonuçlandırması, diğer bir anlamla da Nakşi-Halidi doktrinin zaferidir.

Bugün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Nakşibendilik ile, hatta herhangi bir tarikatla bağlantısı bulunmuyor yahut bilinmiyor. Ancak yetiştiği çevrede Nakşi etkisi her zaman vardı. Ve, unutmayalım: Gül'ün düşünce yapısının oluşmasında önemli etkisi olan Büyük Doğu Hareketi'nin lideri Necip Fazıl Kısakürek, Nakşi-Halidi hareketin önemli şeyhlerinden birinin, "Arvas Seyyidleri" olarak bilinen aileye mensup olan Abdülhakim Arvasi'nin önde gelen müritlerindendi.

Sözünü ettiğim zafer, Nakşi cemaatlere mensup isimlerden oluşan bir iktidarın, o çevrelere muhalif olmayan bir ismi Cumhurbaşkanlığına seçmesi ile daha da güçlenmiştir. Bu, Nakşibendiliğin kurucusu Bahaüddin Şah-ı Nakşibend'in rüyasının 600, Halidiyye kolunu kuran Mevlana Halid'in vasiyetinin da tam 180 yıl sonra gerçek olması demektir.

Murat Bardakçı - Cumhuriyet, 31 Ağustos 2007

Lider Kimdir?..

İngiliz gazeteci, Sina dağında karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar: "Sence lider kimdir?.."

Bedevi; "Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir
miyim?
" der.

Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.

Bedevi anlatır; "Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki. Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.

Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar. Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırını alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.

Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır. Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rügarın oluşturduğu kum sağnağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır. Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:

'Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin' der. Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve 'Pekii, başını çadıra sokabilirsin' diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.

Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır; 'Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.' Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.

Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır; 'Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver...' Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi'den önce, deve tepki gösterir; 'Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan...
'

'Lider kimdir?' demiştiniz; bu hikayeyi mesnet alarak cevap vereyim; Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır..."

Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, cumhuriyet devrimlerinin kırsala uzanan kollarını kopardı.

Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.

Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.

Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.

Sonraki lider Sayın Özal; zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.

Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokülünün liste başındaydılar.

Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgar gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.

Ecevit, Bahçeli, Yılmaz'lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Sonuc olarak; Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra girmesine izin verdiler. İzin vermenin ötesinde, teşvik ettiler.

Özetle;
Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1. Türkiye; '10 Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 69 yıl geçirmiştir.

2. Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine 'vurmak' üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.

3. Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası 'teokratikleştirilmiştir' ve 'teokratikleştirilmekte'dir.

4. 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 84 yıl süren bir 'karşı devrim' ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.

Son söz: "Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir..."

24 Ağustos 2007

Darısı başımıza...

Gülen cemaati ile bağlantılı bir lise, öğretmenlerinin Rusya'da turist vizesi ile bulunmaları, ders kitaplarının onaylanmış olmaması gerekçesiyle devlet yönetimine geçirildi. Okulun Nur cemaati ile yakından bağlantısı olan Tolerans Vakfı ile ilişkisinin, okulun gerçek kapatılma nedeni olduğu belirtiliyor. Rusya böylece Gülen cemaati bağlantılı 16 okulu kapatmış ya da el koymuş oldu.

Cumhuriyet - 23 Ağustos 2007

Rusya, daha önce de Said Nursi'nin Risale-i Nur kitaplarını, "dinlerarası bölücülük yaptığı, radikal görüşler içerdiği ve insanları dini inançlarına göre aşağılayan bir dil kullandığı" gerekçesiyle yasaklamıştı.

Ne diyelim, darısı başımıza...

22 Ağustos 2007

Gidecek yerim yok...

SABAH sabah bizim Uğur Ergan aradı, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ile konuşmuş.

Uğur "Abi Başbakan’ın ’çek git’ ikazı üzerine BM Mülteci Yüksek Komiserliği ile görüştüm. Türkiye’den kovulma haberini gösterirsen seni mülteci kabul edecekler. Ama bir de işkence-mişkence gibi, darp izi var mı diye soruyorlar..." dedi.

Uğur’a "var" dedim.

*

Aslında gidecek yerim yok.

Ben başka hiçbir ülkeyi sevmedim.

Bu yurdun taşını, toprağını, sulaklarını, denizlerini, ırmaklarını, yaylalarını, kedilerini, kirpilerini sevdim, tanıksınız.

Bir dal kesildiğinde yanarım..

Ama orman alanını kaçak ev yapan, bana "Bu ülkeden çek git" diyor.

Bir yeşil alan yok edildiğinde çığlık attım, canım yandı, ormandaki bir vaşak öldürüldüğünde oturup ağladım.

Ama ormanları "2-B arazisi" diye satmak isteyen Başbakan bana ve benim gibi düşünenlere "Çekin gidin" diyebiliyor.

*

Ben bu ülkeyi severim.

Amerika’da okuyan kızlarım yok.

Oğluma Washington’da iş vermediler.

Kimse benim için yabancılara gidip "Delikten aşağı süpüreceğinize kullanın" da demedi, dedirtmedim.

*

Ben bu ülkeyi severim.

Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım.

Nöbet tuttum.

Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim.

Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım.

*

Ama Başbakan "Çek git" diyor.

Gidemem.

Doğrusunu isterseniz bu toplumun göz göre göre dinimizi siyasete alet edenlerin peşine takılması, boşa giden yazılarım, o yalnız kalma duygusu... Bunların tümü canımı yaktı ve sevgili Uğur’a "Darp izi yok da, yürek yarası olur mu?" diye sordum.

Olsa da, olmasa da...

Benim gidecek başka bir yerim yok...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 22 Ağustos 2007

Bavulları hazırlayın...

"Hepimiz Ermeniyiz..."

Alkış.

"Hepimiz Türküz..."

Nazi.

*

Evet, Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın lafları yakışıksız da... Öbürü şık mıydı?

*

Kürt milliyetçiliği yapıp, Türklüğü reddedenin Ahmet Türk olması, ayrı bir dram tabii...

*

Bakın, çıkıyor ağızdaki baklalar tek tek... "Herkesi kucaklayacağım" diyen Başbakan, bi anda karakucağa daldı, "benim seçtiğimi cumhurbaşkanı olarak tanımayan, vatandaşlıktan çıksın" deyiverdi...

Neden?

Ananı da al git, kesmedi.

Defol git’e geldi sıra.

Ondan.

*

Sezer’i yuhlamak, serbest...

Gül’e itiraz, vatana ihanet!

*

Ben size söyleyeyim...

Tayyip Erdoğan "ya sev, ya terk et" dediği için, oyu en az 5 puan artmıştır...

Atatürk Türkiyesi, kendi halkı tarafından inkár edildi çünkü.

*

Böyle bundan sonra...

Tarikatlar iktidar.

Türkler azınlık.


Hem Türk, hem laiksen, çare yok, tası tarağı toplayıp gideceksin bu topraklardan.

*

Peki, yolculuk ne zaman?

İki küçük pürüz halledilir halledilmez...

*

Anayasa, madde 66.

"Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür."

Anayasa, madde 23.

"Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz."

*

Niye harıl harıl "sivil" anayasa hazırladıklarını zannediyorsunuz...

Belli ki, bu iki madde burundaki "sivilce..."

Sıkıp attıklarında, tamamdır!

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 22 Ağustos 2007

Herkes bizi göndermek istiyor!

22 Temmuz gecesinden 20 Ağustos gecesine kadar geçen süre 30 gün bile değil.

Ve biz ne kadar şanslı insanlarız ki aradan 30 gün bile geçmeden Başbakan’ın verdiği sözleri tutma alışkanlığı olmayan birisi olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Başbakan önce "Cumhurbaşkanı adayını uzlaşma ile belirleyeceğiz. Elimde bir liste ile partileri dolaşacağım" diye söz verdi, bunu tutmadı ve Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı ilan etti.

Dün de seçim gecesi verdiği "Herkesi kucaklayacağım, bana oy vermeyenleri de anlamaya çalışacağım" sözünü unuttu ve Bekir Coşkun’a kendisine başka bir ülke arama önerisinde bulundu.

Düşündüm de şu kısa Cumhuriyet tarihimiz süresince Bekir Coşkun ve bizim gibi insanları bu ülkeden kovmak isteyen ne kadar çok grup çıkmış.

Önce Mustafa Kemal ve arkadaşlarını vatana ihanet eden halifeye karşı çıktıkları için bu ülkeden göndermek istediler, başaramadılar.

Aradan yıllar geçti "Komünistler Moskova’ya" dediler, gönderemediler.

Sonra "Ya sev, ya terk et" dediler, yine burada kaldık.

Şimdi de "TC vatandaşlığından çıkıp, gidin" diyorlar.

Belli ki varlığımız her dönemde birilerini rahatsız etmiş.

Demokrasi istiyorduk, insan haklarına saygı istiyorduk, laik düzenin devamını savunuyorduk, kadınlar ile erkeklerin eşit bireyler olarak toplum içinde yer almasını savunuyorduk, birileri zenginlikten ne yapacağını bilemezken bazılarının açlıktan ölmesini istemiyorduk.

Ve bu, her dönemde iktidar sahiplerini rahatsız etti.

Geçmişte varlığımızdan hoşlanmayanlara nasıl kafa tutup, ülkemizi terk etmedikse, şimdi de terk etmeyeceğiz elbette.

Gün gelecek geçmiştekilerin öğrendiği gibi, bugünkü iktidar sahipleri de demokrasinin nasıl bir şey olduğunu öğrenecekler.

O gün geldiğinde onlar gibi "Araplara benzemeye çok heves ediyordunuz, hadi gidin Arabistan’a" da demeyeceğiz elbette.

Mehmet Y. Yılmaz - Hürriyet, 22 Ağustos 2007

Erdoğan'ın "Cingöz Recai" siyaseti

Hürriyet Gazetesi Yazarı Bekir Coşkun'a yönelik olarak "Ülkeden gitsin" ifadesini kullanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Türbanlılar İran'a gitsin" diyen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e sert tepki göstermişti.

Pazartesi gecesi Kanal D'de yayımlanan ARENA adlı programda, kendisini ve Abdullah Gül'ü eleştiren Hürriyet Yazarı Bekir Coşkun için "Ülkeden gitsin" diyen Erdoğan'ın sözleri tepki topladı. Muhlafet partileri ve sivil toplum örgütleri, Erdoğan'ın sözlerini sert bir dille kınadı.

Öte yandan, dün Bekir Coşkun için "Ülkeden gitsin" diyen Erdoğan'ın, 2006 Mayıs'ında türbanlı öğrenciler için benzer sözler eden Süleyman Demirel'e ise sert tepki gösterdiği ortaya çıktı.

Hatırlanacağı üzere, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Mayıs 2006'da "Üniversitede türban takmak isteyen Suudi Arabistan’a gitsin" ifadesini kullanarak büyük tepki çekmişti.

GERÇEK GÜNDEM'in arşivlerden çıkardığı konuşmaya göre, Başbakan Tayyip Erdoğan Demirel'e bu sözlerinden dolayı yanıt vermiş ve şu ifadeyi kullanmıştı: "Ülke evlatlarına kimse başka adres vermesin, veren, önce kendi gitsin. Siyaset yapacaklarsa, halkın karşısına çıksınlar. Bunlarınki olsa olsa Cingöz Recai siyaseti olur."

Erdoğan'ın Demirel'e verdiği yanıtla, bugünkü tutumu arasındaki çelişki dikkatlerden kaçmadı.

Kaynak: http://gercekgundem.com/?p=80978

Dizinize vuracaksınız...

Ben Cumhurbaşkanı olacak Abdullah Gül kadar hızlı tur atan siyasetçi görmedim:

MHP, DTP, bağımsızlar, BBP, Hak-İş, Türk-İş, DİSK, Memur-Sen, TOBB, Ziraat Odaları Birliği...

Tam durdu-duracak gibi olurken...

TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD, Barolar...

Yani o motorlu pizza dağıtıcısı Abdullah Gül’ü yakalayamaz.

*

Cumhurbaşkanı adayı, cumhurbaşkanı olduğunda "laikliğe ve anayasaya bağlı kalacağını" kapı kapı dolaşıp anlatma gereğini duyuyor.

Size tuhaf gelmiyor mu?..

Doğal değil midir bir cumhurbaşkanının "laikliğe ve anayasaya bağlı" kalması? Kapı kapı gezip "Ben laikliğe ve anayasaya bağlı kalacağım" diye anlatmasına gerek var mıdır?

Arkasında canlı yayın arabaları:

"TOBB’a laikliğe ve anayasaya bağlı kalacağını anlatan Gül, daha sonra TİSK’e de laikliğe ve anayasaya bağlı kalacağını anlattıktan sonra, laikliğe ve anayasa bağlı kalacağını anlatmak üzere TÜSİAD’a geçti..."

*

Ama ne yapacaksınız.

Laik cumhuriyete karşı başlatılan karşı devrimin ikinci aşamasındayız.

"İktidar olmaktan", "devlet olma" aşamasına geçmek için işte son bir-iki günü izliyorsunuz sadece.

TBMM’de bir oylama, bir göstermelik yemin, bir tören, o kadar...

Hiç kimse; düne kadar Atatürk, laiklik, cumhuriyet, devrim yasaları için ağzına geleni söylemiş ve Dışişleri Bakanı olduğu zaman dahi "tesettür isterim" diye kendi devletini AİHM’ye vermiş birisinin bir anda değişip "laikliğe ve anayasa bağlı kalacağına" inanmaz.

Bu olmaz...

*

Yakında Türkiye’nin "dinci ülke" olduğunu siz de daha iyi görüp, daha iyi anlayacaksınız.

Dönüp arkanızı baktığınızda...

Uygar dünyadan dışlanıp, çağdaş toplumlara imrenip, kendinizi bir Arap ülkesinde hissettiğinizde...

Molla Türkiye’yi kendine benzettiğinde...

Bu cennet kadar güzel ülkenin ne hale geldiğini gördüğünüzde...

Vuracaksınız dizinize...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 21 Ağustos 2007

17 Ağustos 2007

Gülen'e göre kuraklığın nedeni "günahlarımız"

Fethullah Gülen kuraklığı küresel ısınmaya bağlayanlara karşı çıktı.

Gülen'e göre insanoğlunun inanç tashihine ihtiyacı var. Herkesi günahlarından arınma adına samimi şekilde tevbe etmeye çağırdı.

Gülen, yağmur duasının ihlaslı, içten ve gösterişten uzak yapılmasının önemli olduğunu söyledi.

Toplumu muhasebeye çağıran Gülen, kuraklığa karşı yol haritasını şöyle çizdi:
1- Kaç tane mümin, yüreği hoplayarak "çoluk çocuğumuzu, hayvanlarımızı da yanımıza alalım.. bir hafta sürekli, güneş doğarken çıkıp yağmur duasında bulunalım" dedi? Kaç tane insan bu mevzuda müftülükleri zorladı?

2- Bugün dünyanın pek çok bölgesinde (buna İslam ülkeleri de dahil) İmam Gazali Hazretleri'nin İhya'sında mühlikat (helake sebep olan günahlar) faslı içinde ele aldığı mesavinin bütünü işleniyor.

3- Bence meseleyi götürüp de eriyen buzullara, küresel ısınmaya fatura etmemeli. Evvela fatura edilecek bizler varız, maalesef gaflet içindeyiz. Bin türlü günah işleniyor; ama biz tevbe etmeyi düşünmüyoruz.

4- Bir itikad tashihine ihtiyacımız var. Allah'a inananların Allah'a doğru dürüst inanması lazım. Hele gelin Allah'a bir miktar inanalım, yeniden inanalım. Şu şeklî, sûrî babadan görme, babadan alma inancımızı bir daha gözden geçirelim.

Kaynak: HaberTürk
Ayrıntılı haber: Zaman Gazetesi

Bu sözlerin, 17 Ağustos depreminden sonra, "7.4 yetmedi mi?" diyen yobaz zihniyetten ne farkı var?

16 Ağustos 2007

Bekir Coşkun: Sırada ben varım...

Emin Çölaşan’ın Hürriyet Gazetesinde işine son verilmesinin ardından istifa edeceği öne sürülen Hürriyet yazarı Bekir Coşkun, "Ben istifa etmem. Ama sıramı bekliyorum. Ben ikinci sıradayım. Beni de atarlarsa sıra Tufan Türenç ve Yalçın Bayer'e gelecek. Yeni arkadaş Yılmaz Özdil de pek rahat durmayacağa benziyor. O da 5'inci sıradan potaya girer. Böylelikle atılanların sayısı 5'e çıkar" dedi.

Coşkun, tatilini geçirdiği Cunda adasında GAZETEPORT'un sorularını cevaplandırdı. Emin Çölaşan ile bugün kısa bir görüşme yaptıklarını ve daha uzun konuşacaklarını belirten Coşkun "Kendisinin sıkıntısı yeni değil. Dünkü, ondan önceki günkü yazısı ile falan da konunun alakası yok. Aydın beyle ve yönetimle uzun süredir bazı konularda problemleri oldu. Taviz vermedi vermez de. Sonuç da böyle oldu" dedi.

"SIRADA BEN VARIM"
Coşkun "Çölaşan'ın bu gelişmeye yorumu ne oldu?" sorusuna ise "Bir yorum yapmadı; kısa süre görüştük. İşten çıkarılan adam ne yorumu yapsın?" dedi. Coşkun Çölaşan’ın bundan sonra da gazetecilik hayatına devam etme kararlığında olduğunu vurguladı ve "Yeni bir iş bulur" dedi. Coşkun, kendisinin de istifa edeceği iddiaları için ise şöyle dedi: "Ben istifayı düşünmüyorum. Ama bana da atılma sırası gelebilir. Çünkü ben ikinci sıradayım. Benden sonra Tufan Türenç sonra da Yalçın Bayer var. Bizi de hallederlerse 5'inci sırada da potaya o yeni arkadaş, Yılmaz Özdil girer. Çünkü o arkadaş da pek rahat duracağa benzemiyor"

"GÜL'Ü SEÇTİK YA…"
Coşkun, kendisinin yazıları konusunda bir baskı olup olmadığı sorusuna ise "Ben bildiğimi, inandığımı yazarım. Bundan sonra da yazarım. Ama bana sıra gelirse ne yapayım. Beni de kovacaklarsa kovsunlar. Okuyucumla bildiğim istikamette buluşurum. Ama en göze batan ve 2. sırada ben varım" dedi. Bekir Coşkun, "Yani yazılarınızdan ve yazılarınıza yansıttığınız düşüncelerinizden bir taviz vermeden aynen devam edeceksiniz" yorumu için de "Evet aynen öyle. Zaten toplum olarak yeterli taviz verdik. Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Bu yetmez mi?" dedi.

Emin Özgönül - Gazeteport, 15 Ağustos 2007

15 Ağustos 2007

Basında tasfiye dönemi

Eskiden "Dinci basın" veya "Takkeli" diye nitelenen bazı kalemlere bundan böyle çok dikkatle bakmamız gerekiyor. Çünkü, onlar galipleri oynuyorlar. Mesleğimizin onurlu yazarlarını hedef alıyorlar. Adeta medya patronlarına ve yöneticilerine çağrı yapıyorlar. AKP yeniden ve oy farkıyla iktidar olunca, Laik ve Demokratik Cumhuriyet yanlısı kalemlerin tasfiye edilmeleri gerektiğini ısrarla gündeme getiriyorlar.

Bu satırları tahmini verilere bakarak değil, bilerek yazıyorum.
Yeni yıla kadar dediklerimin büyük bölümü olacaktır. Göreceksiniz.
Pek yakında ünlü yazarlara, "Ben seni severim" diyen büyük medya patronlarının, sevdikleri yazarları kapı önüne bırakabileceklerini tahmin ediyorum.
Hazırlıkları duyuyorum, seziyorum.
Bu tahminleri, iktidar yanlısı kalemlerin baskısından değil, iktidarın yapısından geleceğini bekliyorum.

Boşuna mı yazıyorum? Hayır, bilerek yazdığımı bir kez daha vurguluyorum.

İsmet Solak - Gazeteport.com, 8 Ağustos 2007

Yazının tümüne http://www.gazeteport.com.tr/NEWS/GP_051032 adresinden ulaşabilirsiniz.

Vay vay vay!..

ELİMDE İstanbul’da haftalık yayınlanan bir İslamcı dergi var. Seçim sonrasındaki iki ayrı kapağını burada görüyorsunuz. İlkinde Anıtkabir’e kilit vurulmuş ve altı ok, Atatürk’ün mezarından ceset halinde çıkarılıyor.

Bir sonraki kapakta ise altı ok şöyle tanımlanıyor: (Aslında Cumhuriyet rejimine küfrediliyor!)

"Dinsizlik, Halk Düşmanlığı, Fahişelik-İbnelik, Ayyaşlık-Hırsızlık, Batıcılık-Hayvanlık, Vatan Hainliği."

* * *

Derginin Anıtkabir kapaklı sayısında, 19. sayfada bir haber. Bunları sizlerden özür dileyerek aynen veriyorum ki, herkes pisliğin boyutunu görsün. Haberin başlığı: "Dayılanan pezevenge kurşun yağdı."

"Kayseri’de seks dükkanı açarak Müslüman halkımıza meydan okuyan pezevengin kerhanesi kurşunlandı. Kayserili Müslümanlar bu orospu çocuğunun açtığı seks dükkanına giderek ’Ananın porno filmi var mı, eğer gelirse biz satın alacağız. Ananın donunu da dükkanın girişine as’ dediler.

Şimdi biz laiklerden öğrendiğimiz yöntemlerle para kazamayı öğrenen bu orospu çocuğunun anasının filminin vizyona giriş haberini bekliyoruz.

Müslüman Kayseri halkı bizi yanıltmadı ve pezevengin işyeri kurşunlandı. Onları tebrik ediyoruz.

Gün geçmiyor ki Laik Cumhuriyet’in Allahsız ve ahlaksız rejiminin pislikleri görülmesin. Cumhuriyet kazanımları!

’İlke ve inkılapların’ oluşturduğu bu manzara karşısında biz intikam yemini ettik.

Tek tek ve topyekun, hesabını bu dünyada görmek üzere Allah’tan memuriyet diliyoruz."

Bu yayınlar (hem de "Müslümanlık" adına) İstanbul’da Valiliğin, Savcılığın, Emniyet ve öteki ilgili makamların gözleri önünde yapılıyor.

Devlet var mı? Var, var!

Emin Çölaşan - Hürriyet, 14 Ağustos 2007

Not: Eski Hürriyet yazarı demek daha doğru olur. Zira dün itibariyle işine son verildi. Bakalım daha neler göreceğiz...

09 Ağustos 2007

Sarıkamış ve Enver Paşa'nın Torunu

Dünkü Milliyet'te Güneri Cıvaoğlu, Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'in bir 'açıklama'sını yayımladı. Mayatepek, dedesine haksızlık yapıldığı görüşünde. "90 bin askerimiz Allahüekber Dağları'nda bir kurşun bile atmadan donarak öldü" şeklindeki yargıyı talihsiz olarak niteliyor ve bu ifadenin yirmili yıllarda (Kurtuluş Savaşı sırasında) politik düşünme atmosferine hizmet ettiğini vurguluyor. Açıkça, Enver Paşa'nın Anadolu'ya dönmesini istemeyen Mustafa Kemal'in, "90 bin asker öldü abartısı"nı cesaretlendirdiğini öne sürüyor.

Mayatepek'e göre Sarıkamış harekâtında ölen asker sayısı 25 bin-40 bin kadar. Bu rakamlar, birçok veriyle çelişse de Mayatepek şu sorunun cevabını vermiyor: 3'üncü Ordu'nun kaybı bu kadarsa, nasıl oldu da Rus ordusu, Sarıkamış'tan, Erzurum'dan girip Bitlis'ten, Muş'tan çıkabildi?

Asıl vahim olan, Mayatepek'in, Sarıkamış faciasının suçunu, Enver Paşa'nın komutanlarından Hafız Hakkı Paşa'ya yüklemeye çalışması. Ona göre Hafız Hakkı Paşa'nın "çabuk zafer ve ona eşlik edecek ün peşindeki kişisel hırsı" felaketin nedeni olmuş. Hafız Hakkı Paşa, Enver Paşa'nın emirlerini dinlememiş. 100 kilometrelik bir cephe açmış ve 10 binden fazla askerin tifodan yataklara (hangi yataklarsa?) düşmesine yol açmış.

Hafız Hakkı Paşa'nın, en az Enver Paşa kadar ün peşinde bir kişisel 'hırs küpü' olduğu doğrudur. En az Enver Paşa kadar askerlik, strateji ve taktik cahili olduğu da doğrudur. Ama onu, hiçbir deneyimi ve askeri başarısı yokken binbaşılıktan paşalığa yükseltip kolordunun başına geçiren de Enver Paşa'dır. Başkomutan olduğu halde, aynı zamanda, deneyimli komutanları kovup 3'üncü Ordu'nun komutanlığını da üstlenen Enver Paşa... Cephe gerisiyle demiryolu bağlantısı bile olmayan, keçiyolu gibi karayollarından, on binlerce aç, susuz, çıplak askeri Sarıkamış karlı dağlarına süren, Orta Asya-Hindistan fatihi olma rüyalarını gören Enver Paşa... Hezimetten sonra, Hafız Hakkı Paşa'yı, 3'üncü Ordu kalıntılarının başına ordu komutanı olarak bırakan da aynı Enver Paşa'dır. Madem Hafız Hakkı Paşa, Enver Paşa'nın emirlerini dinlemeyen, ün peşinde, hırslı ve başarısız bir paşadır, Enver Paşa, neden onu ordunun başında bırakmıştır?

***

Sarıkamış hezimetinin verdiği zarar anlatmakla bitmez. Ama nedense, son zamanlarda, Sarıkamış'ı bir başarı öyküsü gibi anlatma, onun baş sorumlusu Enver Paşa'yı bir kahraman gibi gösterme modası başladı.

***

Torun Mayatepek bir hata daha yapıyor. Başkomutan olarak Sarıkamış'tan sorumlu tutulan Enver Paşa'nın, yine başkomutan olarak neden Çanakkale zaferi nedeniyle övülmediğini soruyor. Sarıkamış nedeniyle Enver Paşa'yı değil de onun emrindeki bir komutanı sorumlu tutan Mayatepek, nedense, sıra Çanakkale'ye gelince, oradaki bir 'ast komutanı' değil, başkomutanı şeref sahibi yapmaya çalışıyor.

Kaldı ki...

Kimsenin Enver Paşa'yı Çanakkale zaferine ortak yapmaya çalışmamasını tavsiye ederim. Enver Paşa'nın torunu bile olsalar... Çünkü Enver Paşa'nın Çanakkale'de verdiği zararları öğrenince, Çanakkale zaferinin Enver Paşa'ya rağmen kazanıldığını öğrenince çok üzülürler.

Hikmet Bila - Cumhuriyet, 8 Ağustos 2007

30 Temmuz 2007

Gizlenen Amerika Rezaleti (2)

Ve Amerikalılar geldiler
07.09.1950 - Ankara Yenişehir'de oturan Mr. Morris adındaki Amerikalı uzman kapısının önünde bıraktığı motosikletinin çamurluğuna dokunan 11 yaşındaki Turhan adındaki çocuğu evinin penceresinden av tüfeği ile vurdu. Yaralı çocuk hastaneye kaldırıldı. Mr. Morris görevi başında olduğunu söylediğinden polisler dokunamadı. Amerikalı ceza almadı.

03.01 1953 - Amerikan Kongresi üyelerinden Mr. Sonston, Kongrede yaptığı konuşmada Türkiye'deki Amerikalıların sekreter adı altında metres tuttuklarını söyledi.

20.11.1957 - Samsun'da Şehir Gazinosu'nda Amerikalılar Atatürk'ün resmini yırttılar.

1957 yılında Ankara, İzmir ve İstanbul'da yalnız erkek çocukların çalıştırıldığı fuhuş evleri çoğaldığı tespit edildi.

30.09.1955 - Samsun'da içki içen on kadar Amerikan askeri ara sokaklarda nara atarak gezerken kızlara sarkıntılık yaptılar.

Kendilerini önlemeye çalışan ve efendi olmaya davet eden mahalle bekçisini dövdüler.

Olaya vatandaşlar da müdahil oldu.

Amerikalı askerler kendilerini önlemeye gelen jandarmalara da saldırıp bir jandarma eri ve bir bekçiyi ağır yaraladılar.

Çünkü karşılarındaki erler ve bekçiler aldıkları emir nedeniyle Amerikalı askerlere zor kullanama konusunda uyarılmışlardı. Sonunda halk galeyana gelerek Amerikalı askerlerin hepsini dövdü.

28.06.1955 - Bir Amerikalı Hilton Oteli asansöründe görevli kıza tecavüz etmeye kalkıştı. Kızın bağırması üzerine yetişenler kızı kurtardı.

18.03.1959 - Bill adındaki bir Amerikalı 15 yaşındaki bir kıza tecavüz etti.

23.04.1959 - Tuslog'da çalışan Amerikalılar gece kulübünde Türklere çatarak kavga çıkarttılar. Dışarı çıkartılan Amerikalılar burada da nara atarak etrafa küfredince toplanan halk tarafından yuhalandılar. Amerikalılar polis kordonu altında evlerine götürüldüler.

13.08. 1959 - Amerikalı çavuşların yönettiği büyük bir kaçakçılık çetesi yakalandı.

İki Amerikalı general ve iki albaydan oluşan bir heyet Türkiye'ye geldi. Bu heyetten sonra bir başka heyet daha Türkiye'ye gelerek olayın basına yansımaması için uyarıda bulundular. Heyet hükümetten bu işi kapatmasını istedi. Mahkemeye yayın yasağı kondu. İki Amerikalı mahkeme esnasında tanıkların önünde Atatürk'e küfretti. Bütün bu olanlara ve tanıklara rağmen Amerikalılar delil yetersizliği gerekçe gösterilerek bütün suçlardan beraat ettiler.

14.09.1959 - Amerikalı bir çavuşun evini randevu evine çevirdiği tespit edildi 3 Amerikalı fuhuş yaparken yakalandı.

07.11.1959 - tarihi itibariyle Türkiye içerisinde serbestçe çalışan dört Amerikan mahkemesi vardı. Amerikalılar Türkiye'de 300'den fazla suç işlemişlerdi.

15.04.1961 - Amerikalı astsubay Calvin Hubert, yol dışındaki bir çimenlikte uyumakta olan bir erimizi cipiyle kasten çiğneyerek öldürdü. Gelen polislere görevli olduğunu söyleyerek serbest bırakıldı.

18.04.1961 - Amerikalı bir subay biri on iki yaşında olan iki Türk çocuğunu özel arabası ile çiğneyerek öldürdü. Ceza almadı.

15.06.1961 - Evinde fuhuş yaptıran bir Amerikalı karakola gelmeyi reddetmişse de polis kendisini karakola götürüldü. Amerikalının küçük yaştaki kızları çalıştırdığı tespit edildi.

16.07.1961 - Amerikalılar plajda halka ellerinde saldırmalarla hücum ettiler. Gelen polislere ise görevleri başında olduklarını söylediler. Ceza almadılar.

18.03.1962 - Bir Amerikalı çavuş Gebze yolu üzerinde bir Türkü çiğneyerek öldürdü.

7.10.1962 - Amerikalı kadın Binbaşı Miltret Butler bir Türk'ü çiğneyerek öldürdü.

21.10.1962 - Adana İncirlik Üssü Sendika Başkanı Canan Bıçakçı bir açıklama yaparak üste çalışan Türk görevlilere Amerikalıların kötü davrandığını, sürekli hakaret bulunduklarını ve küfür ettiklerini söyledi.

22.10.1962 - Amerikalı Çavuş John, Menemen yolu üzerinde bir Türk'ü çiğneyerek ölümüne sebebiyet verdi.

11.08.1963 - İzmir'de büyük seks partisi. Radar üssünde görev yapan Amerikalılar seks partisi düzenlediler. Camlar açık olduğu için halk ortalıkta dolaşan çırılçıplar kızlar görünce polise haber verdi.

Amerikalılar gelen polislere görev başında olduklarını söyleyince polis müdahale edemedi. 15 kadar küçük kıza tecavüz edildiği halde, Amerikalılara dokunulamadı.

06.05.1964 - Tuslog'da görevli bir Amerikalı yüzbaşı ve çavuş Türk bayrağına hakaret etti.

11.05.1964 - Bayrağımızı yırtan bir Amerikalı Wilburd Martin "Bütün Türkler .... Çocuğudur" diyerek hakaret etti.

13.06.1964 - Bir Amerikalı asker Türk kadınına cebren tecavüz etti.

24.06.1964 - Adana'da John adındaki bir Amerikalı çavuş mahalle bekçisini vurdu. Bekçi Resul ağır yaralı.

28.11.1964 - Bir Amerikalı çavuş zorla bir kızın evine girmek istedi. Mahalle halkı kızın bağırması üzerine olaya engel oldu. Kız sinir krizleri geçirdi.

06.12.1964 - Ankara Amerikalı çavuş Veysel adındaki Türk'ü arabasıyla ezdi.

20.04.1966 - Ankara'da çavuş Glen bütün mahallenin gözü önünde bir bayanın kapısına dayandı ve kırmak istedi vatandaşlar olaya engel oldu.

16.05.1966 - Büyükada’da otuz Amerikan askeri içki içtikten sonra etrafa saldırdı, vatandaşları dövdü, sarhoş Amerikan askerlerine polis müdahale edemedi.

06.08.1966 - Çavuş Keith Esentepe'de Mediha isimli bir kadını ezerek ölümüne sebebiyet verdi.

Aynı tarihte Diyarbakır'a 20 kilometre uzaktaki Pirinçlik hava alanında korumakla görevli Türk birliğinin başındaki subaya Amerikalı subay silah çekti.

Birliğin başındaki Türk teğmenin adı Yılmaz Baysan'dı. Amerikalılar teğmeni silah zoruyla hapsettiler. Türk birliğindeki diğer askerler silahlarını alarak komutanlarını kurtardılar.

16.06.1961 - Amerikalı S.W Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü'nden sedef kakmalı takımları çalarken yakalandı. İfadesinde Türkiye'yi çok sevdiğini amacının hırsızlık değil Türkiye'den anı götürmek olduğunu söyledi.

(Komünist propagandasına malzeme olmasını engellemek amacıyla Amerikalıların Türkiye'de işledikleri suçlara büyük ölçüde sansür uygulanmış, sadece Amerikalıların isimleri değil mağdurların isimleri bile gizli tutulmuştur.)

İnönü: "Sökebilirsen sök!"
Amerikalı uzmanlar, askeri ve sivil devlet kademelerine dolmuşlardı. İsmet İnönü bu konuda şunları söylüyor:

"Daha bağımsız, şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?

Hepsinin etrafında uzman denilen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar.

Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington'a gidiyor. Sonuç memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz bu devleti?

Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derdimize deva tek rapor göstermediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam "avara kasnak" gibi dolaşmıyorlar ya? Elbette kendileri için önemli marifetleri var.

İstiklal Harbi'nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hal ederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar.

Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiğini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edası ile size dünyaları vaat ederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra sökebilirsen sök... Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire bunun yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğinizde başımıza neler geleceğini kestiremem.
"

Kaynak: http://acikistihbarat.com

Gizlenen Amerika Rezaleti (1)

Marshall Yardımı ve NATO görevleri nedeniyle Türkiye'de bulunan Amerikalılar, 1950-1970 yılları arasında Türk bayrağına ve Atatürk'e hakaret başta olmak üzere ırza geçmek, kaçakçılık, adam öldürmek, esrar satmak gibi sayısız suç işlemiş, ancak bu suçların hiç birisinden ceza almamışlar.

Kırmızı Çizgi Dergisi'nin Temmuz sayısında İlhami Yangın imzasıyla yayınlanan araştırmaya göre, Türkiye NATO'ya üye olduktan sonra ülkemizdeki Amerikalı asker ve uzman sayısı 30 bine ulaştı.

İkili anlaşmalar gereğince, Amerikalılar görev başındayken Türk polisi onlara müdahale edemiyordu. Bu ise Amerikalıların cesaretini arttırdı, güpegündüz adam vurdular, sokakta insanlara saldırdılar, bayrağımıza ve Atatürk'e hakaret ettiler. Ayrıca Amerikan asker ve uzmanlarının işledikleri suçların basın organlarında yayınlanmasına da yasak getirilmişti.

Amerika kıtasının asıl sakinlerinin medeni insanlar olduğu vurgulanan haberde, Avrupalıların bu kıtaya akın etmesi ile yeni bir dönem başladığı belirtilerek şöyle deniliyor:

Kristof Kolomb 1492 yılında Amerika'ya ayak bastığında, Türk savaş gemilerini atlatarak Hindistan'a ulaştığını zannedecek düzeyde coğrafya bilgisine sahipti.

1498'deki üçüncü seferinde bile Venezüella sahillerini halen Doğu Hindistan kıyıları, Paria Körfezi'ne dökülen dört nehri de Nil, Fırat, Dicle ve Ganj nehirleri sanıyordu.

1500'de Brezilya'ya ayak basmış olan Cabral'da Hindistan'a geldiğini sanmaktaydı.

Amerika'nın Hindistan olmayıp aslında yeni bir kıta olduğunu 1507'de kıtaya ayak basan Americo Vespuci anlamıştır.

Türklerin deniz ve karadaki önemli ticaret yollarının büyük bölümüne sahip olmaları Avrupalıları tamamen yeni kıtaya sevk etti. Amerika'nın zenginlikleri Avrupalıların dilinden düşmüyordu.

Avrupa'da ne kadar Katil, hırsız, ırz düşmanı, maceraperest, kilisenin aforozundan kurtulmak isteyen dinsiz varsa kısa yoldan zengin olmak için Amerika’ya akın ettiler.

Öyle ki 1500-1550 yıllarında Avrupa altın stokunda 57 misli artma görülmüştür.
İspanya, Portekiz, İngiltere, Galler, İrlanda, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkeleri Amerika'da koloniler oluşturdular.

Haiti Adası beyazlar tarafından keşfedildiğinde nüfusu 500 bin civarındaydı, 22 yıl sonra ise yapılan katliamlar neticesinde 13 bine inmişti.

Sadece Peru'da katledilen Kızılderililerin sayısını araştırmacılar bir milyon olarak vermektedir.

Tarihçilere göre eğer imha edilmeselerdi Kızılderililerin sayısı bugün 500 milyon civarında olacaktı.

Oysa bugün Amerika topraklarında yaşayan Kızılderililerin sayısı ancak binlerle ifade edilmektedir.İspanya'nın desteği ile Peru'yu işgal etmeye giden Pizzaro ve Almagro, İnka kralı tarafından dostlukla kabul edilmişti.

Bu jestine karşılık olarak kralı ateşte kızartmadan önce cennete gitmesi için vaftiz etiler.

Avrupalıların ateşli silahlarının üstünlüğü karşısında kıta sakinleri hiçbir karşılık veremiyorlardı. Amerika'da büyük bir katliam gerçekleştirip bütün topraklara el koyan Avrupalılar bu kez de silahsız savunmasız zencileri zorla köle olarak Amerika'ya götürmeye başladılar.

Barbaros "İstila edelim!"
Karadeniz'den sonra Akdeniz de bir Türk gölü haline gelince donanmalarımız Atlas, Hint ve Pasifik Okyanusu'na yelken açmış, Barbaros'un yeni keşfedilen Amerika'yı istila teklifi devşirme sadrazamlardan Damat İbrahim Paşa tarafından reddedilmişti.
Murat Reis 17. asrın ilk yarısında Manş'ı geçip kuzey Kutup dairesine girmiş, bunu Ali Biçin Reis'in İzlanda seferi izlemiş, ardından Buz Denizi aşılarak New Fouland Adası ve Kanada'nın St. Lawrence Labrador kıyılarına demir atılmıştır. Böylece Amerika kıtasına ulaşılmış hatta daha da güneye inilerek Virginia sahilleri topa tutulmuştu.

Amerikalılarla Türklerin ilk münasebetleri işte böyle gümbürtülü bir şekilde başladı.

1869 yılında Sultan Abdülaziz zamanında Amerika'dan Türkülerimize konu olan 600 bin Martini tüfek ile 114 bin Spingfield tüfeği alındı.

Bu silahlar Amerikan iç savaşından (1861-1865) arta kalan silahlardı. Savaş bittiği için Amerikalılar ellerinde kalan işe yaramaz silahlarını satmak için Türklerle anlaşmıştı.

Amerika ile ikinci münasebetimiz Birinci Cihan Harbi sonrasında oldu.

Amerikalı General James G. Harbourd emrinde 15 asker, 31 sivil 46 kişilik yüksek mütehassıs heyeti ile emrinde Amerika'nın Akdeniz'de üstlenmiş savaş sahnesindeki kuvvetli donanması, o günün değeri 750 bin dolar tahsisatı olduğu halde Türk topraklarına ayak bastı.

Amerikalı General'in görevi Türk topraklarında bir Ermeni devleti oluşturmaktı.
General Harbourd ve yanındaki heyet Doğu Anadolu'yu gezdi, bölge halkıyla görüştü.

20-22 Eylül 1919'da Sivas’ta bulunan Mustafa Kemal Paşa'yla da bir görüşme yaptı. Bu görüşme Türk tarihindeki en önemli görüşmelerden birisidir.

Mustafa Kemal Paşa, Amerikalı meslektaşını Ermeni propagandasına kanmaması için uyardı. Bölgenin tamamen Türklerden müteşekkil olduğunu anlattı.

Görüşme sonrası ikna olan General bir rapor yazarak Anadolu'nun Ermeni propagandasına feda edilmesinin tarihi bir hata olacağını belirtti. Bölgenin tarih boyunca da Türk yerleşimi olduğunu söyleyen General Harbourd, Ermeni devleti kurulması fikrinden vazgeçilmesini istedi.

"Welcome Missouri"
Amerika ile üçüncü önemli münasebetimiz yine bir savaş sonunda oldu.

İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinden Sovyetler Birliği'nin diktatörü Stalin, Kars/Ardahan ve Boğazlarda üs kurma hakkı talep edince, Türkiye 1948'de Marshall yardımı almaya ve 1951 yılında NATO'ya girmeye mecbur kaldı.

Stalin'in üs isteğinden hemen sonrasında Türk-Amerikan diplomatik ilişkileri hızlanmaya başlamıştı.

Türkiye'yi, Sovyetlere kaptırmak istemeyen Amerika, Stalin'in üs talebinin hemen ardından aradığı fırsatı bulmakta gecikmedi.

Washington'da vefat eden Türkiye'nin Amerika Büyükelçisi Münir Ertegün'ün cenazesinin Türkiye'ye gönderilmesi gerekiyordu.

Amerika bunun için donanmasının en gözde zırhlısını Missouri'yi görevlendirdi. Japonya'nın teslim antlaşması da döneminin en büyük zırhlısı olan bu gemide imzalanmıştı.

1 Nisan 1946 günü Missouri zırhlısı Cebelitarık Boğazı'ndan Akdeniz'e girdi. Washington'da ölen Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün'ün cenazesini Türkiye'ye getiriyordu.

Zırhlının süvari kaptanı Rascol H. Hillenkolt'un yanında Truman'ın özel temsilcisi Alexander Weddel vardı.

İstanbul'da ise konukları iyi ağırlamak için hummalı bir çalışma sürmekteydi.

PTT Missouri için seri bir hatıra pulu bastırmış, Tekel ise piyasaya Missouri adında bir sigara çıkartmıştı. Gazeteler bütün sayfalarını Missouri'nin ziyaretine ayırmıştı.

Gemi Dolmabahçeye yanaşacağı için Karaköyden Beşiktaş'a kadar bütün evler aynı renge boyandı.

Taksim alanında ampullerden kocaman bir Missouri maketi yapılmış, geceleri ışıl ışıl yanmaktaydı.

Ayrıca camilerin minarelerine İngilizce "Welcome Missouri" yazan mahyalar asıldı.
Tramvaylar, otobüsler, taksiler gelen emirle yıkanıp temizlendi. Gazetelerde taksiciler, dolmuşçular röportajlar veriyor, dost Amerikan askerlerine bedava hizmet edeceklerini, hiç birinden para almayacaklarını söylüyorlardı.Türkiye'deki bütün genelevler taranarak en güzel kadınlar İstanbul genelevine taşındı.

Ayrıca İstanbul genelevi en seçkin doktorların başkanlığında inceden inceye gözden geçirildi. Bütün kadınların temiz ve güzel elbiseler giyinmesi sağlandı. Missouri zırhlısı gidene kadar Türk erkeklerinin içeriye alınmaması emri verildi.

Esnaflar zabıtalar tarafından tek tek tembih edilerek para vermek istemeyen Amerikan askerlerinin zorlanmaması istendi.

Ayrıca Emniyet Müdürlüğü Amerikan askerlerine yardımcı olmaları ve ihtiyaçlarını karşılamaları konusunda bütün polis ve bekçilere kurs verdi. Amerikan askerlerine kolaylık gösterilecek, kesinlikle kötü davranılmayacaktı.

İstanbul'un hem valisi hem de belediye başkanı olan Lütfü Kırdar, Taksim Belediye Salonu'nda Amerikan Başkanı'nın özel temsilcisi ve gemi komutanları onuruna büyük bir ziyafet düzenlemek için çalışmalar yapıyordu.

Ankara'dan gelen bir emirle konukların Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanması daha daha uygun görülerek hazırlıklar saraya kaydırıldı.

5 Nisan 1946 Cuma sabahı Missouri Zırhlısı Dolmabahçe önünde demirledi.

On binlerce İstanbullu ünlü zırhlıyı ve Amerikan askerlerini görebilmek için Dolmabahçe önüne gelmişti.

Elçi'nin cenazesi kimsenin umurunda olmamıştı. Bu nedenle, ne zaman nasıl çıkartılıp nereye götürüldüğünü kimse göremedi. Ortalık bayram yeri gibiydi. Bu arada Amerikan başkanının özel temsilcisi ve komutanlar zırhlıdan çıkarak onurlarına düzenlenen yemeğe gitti.

Truman'ın özel temsilcisi Weddel, Dolmabahçe Sarayı'ndaki yemekten sonra Milli Şef İsmet İnönü ile görüşmek üzere Ankara'ya hareket etti.

Bu arada binlerce Amerikan askeri İstanbul sokaklarına dökülmüştü.

En kısa zamanda hepsi körkütük sarhoş olmuş, İstanbul tarihinde hiç yaşanmamış garip bir durum çıkmıştı ortaya. Önde sarhoş Amerikan askerleri, onların arkasında onların her istediklerini yerine getirmek için didinen görevliler.

Barların, gece kulüplerinin önlerinde, yollarda "Yes! Yes!" diye bağıran muhabbet tellalları.

Amerikan askerleri güpegündüz yollarda, tramvaylarda, kızlara sarkıntılık emeye başladılar. Karşı koyan, kadın, kız, nişanlı, kardeş Amerikan askerlerinden dayak yemezse de, polisten azar işitiyordu.

Çok zaman geçmedi ki karakollar dolmaya başladı. Ancak karakolları dolduranlar sarkıntılık eden Amerikan askerleri değil, şikâyetçi olan İstanbullulardı .

Polisler her ne olursa olsun Amerikan askerlerinin karakola getirilmemesi için emir almışlardı.

Missouri Zırhlısı 9 Nisan 1946 günü İstanbul'dan ayrıldı. Ancak yapılan anlaşma uyarınca daha fazla sayıda Amerikan askeri, uzmanı ve personeli Türkiye'ye gelecekti. Bu sayı Türkiye'nin NATO'ya üye olmasıyla birlikte 30 bin kişiyi aşacaktı.

Türkiye Teksas'a döndü
Amerikalılar gelmeden kısa bir süre önce gazetelerde Amerika'yı öven Türklere Amerikalıları sevdirmeyi amaçlayan yayınlar yapılmaya başladı.

Gün geçmiyordu ki,

"Amerikalılar Türkiye'de petrol buldular" ,
"zengin olduk",
"zengin maden yataklarımızı gün ışığına çıkacak" ,
"petrol yataklarımız Suudi Arabistan'dan fazla" haberleri çıkmasın.

Kaynak: http://acikistihbarat.com

29 Temmuz 2007

PKK'lı teröristten şok itiraflar

PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarında 3 yıl boyunca silahlı faaliyet yürüten Atatürk Üniversitesi sınıf öğretmenliği mezunu Gül Kırtan, PKK’nın Haftanin Kampı'nda grup sorumlusu olan babası Şükrü Kırtan’ın örgüt tarafından infaz edildiğini öğrenince, kaçarak güvenlik güçlerine teslim oldu. Kırtan, etkin pişmanlıktan yararlandırılarak ceza verilmeden serbest bırakıldı.

Şırnak’ın Silopi ilçesinde 6 ay önce güvenlik güçlerine teslim olduktan sonra tutuklanan 26 yaşındaki ‘Rejne Pir’ kod adlı PKK’lı Gül Kırtan, 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktı. Atatürk Üniversitesi’nde 4 yıl sınıf öğretmenliği öğrenimi gören ve mezun olduktan sonra 3 yıl önce örgüte katılan Gül Kırtan savunmasında, "Babam 1990 yılında PKK’ya katıldı. Haftanin Kampı'nda grup sorumlusuydu. Babamın 1995 yılında bir çatışmada öldüğü bize bildirildi. Ancak atılan bir iftiradan dolayı örgüt tarafından infaz edildiğini Zap Kampı sorumlusu Haki Akçay bana söyledi. Bunu duyunca örgüte kin ve nefretin arttı ve teslim olmaya karar verdim" dedi.

KPSS'YE KATILMIŞ

Kapatılan DEHAP’ın Ankara’daki kongre ve konferanslarına katıldığını, gençlik örgütlenmesi içinde yer aldığını belirten Kırtan şunları anlattı:,

"DEHAP Genel Merkezi'nde gençlik eğitimi aldıktan sonra örgüte katıldım. Asıl amacım babamın akibetini öğrenmekti. Çünkü bana örgüte katılabileceğim yönünde olumlu cevap gelince ben bir süre erteledim. Erteleme sebebim ise okuldan mezun olup, KPSS'ye girmek için önüme bir engel çıkmamasıydı. KPSS için resmi başvurumu yaptıktan sonra örgüte katıldım.

Çünkü geri dönmek üzere gittim. Operasyonları durdurmak için kendilerine ‘canlı kalkan’ adını veren grubun sorumlusu Şevket Yıldız örgüte katılmama yardımcı oldu. Kampta örgüte katılmadan önce, devlet adına terörle mücadelede görev yapmış asker, polis veya MİT mensubu olabilir ‘Kava’ kod adlı örgüt mensubu vardı. Bu kişi Diyarbakırlıydı. Örgüt ajan olabileceği ihtimali nedeniyle bu kişinin kullandığı kod ismine layık olmadığı için adını ‘Zalim Dehak’ olarak değiştirdi. Sonra da Türkçe'de isimsiz anlamına gelen ‘Benav’ adı verildi. Bu şekilde teşhir edilince kaçıp KDP’ye teslim oldu.
"

KAMPTA DENİZ SUBAYI

Kampta daha çok Doğu bloku ülkeleri yapımı silahların tanıtımı ve kullanımı üzerine eğitim aldıklarını ifade eden Gül Kırtan şöyle devam etti:

"Merkezi İstanbul’da bulunan Özgür Halk adlı dergide çalışan ‘Erdem’ kod adlı kişi, örgüt mensubu olan bir kızı sevdiğini açıkça söyleyince, aşırı derecede rencide edilerek teşhir edildi. Erdem kendi silahıyla intihar etti, ilk müdahalesi kasıtlı olarak geç yapılınca öldü. Halen örgütün Botan eyaletinde faaliyet gösteren ‘Çiçek’ kod adlı kadın intihar saldırısı yapmak için örgüte yazılı dilekçe verdi. Ayrıca ‘Ali Kemal’ kod adlı Amasyalı ve aslen Türk olan örgüt mensubu eşiyle birlikte örgüte katıldı. Bu kişi, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı bir subay okulundan mezun olduktan sonra örgüte katılmıştı. Şırnak kırsalında bir süre kaldıktan sonra Kandil ve Zap kamplarına geldi ve şu anda siyasal birim içinde eğitim veriyor. Eşi örgütten kaçtı. Kendisi askeri kanadın disiplin kurulundan sorumludur."

DTP'Lİ YÖNETİCİLER KANDİL'E GELDİ

PKK’dan kaçmak için Özel Kuvvetler eğitmenliğinde sabotaj uzmanlık eğitimi aldığını, çünkü sabotaj eğitimi alanların eylem için şehirlere gönderildiğini belirten Kırtan şunları söyledi:

"PKK’nın DTP’yle doğrudan ilişkisi var. DTP'li üye ve yöneticiler çeşitli dönemlerde Kandil ve Hınere kamplarına gelerek ideolojik eğitim alıyorlar, ardından legal zeminde siyaset yapmak için Türkiye’ye gönderiliyorlar. Ayrıca DTP içerisinde aktif görev alan eş genel başkanlar dahil tüm üyeler, örgüt propagandası ve ajitasyon faaliyeti yürüterek kitleleri etkilemeye yönelik çalışıyorlar. DEHAP’ın Ankara Gençlik örgütlenmesi sorumlusu Mahmut Bilgin de Hınere Kampı'na gelerek sık sık ideolojik eğitim alıyor. Bu kişinin şu anda DTP içinde hangi görevde olduğunu bilmiyorum. PKK’dan kaçan yaklaşık 2 bin civarında kişi var. Bunlar Irak, Suriye ve Avrupa ülkelerine gittiler."

ABD SİLAH VERİYOR

ABD’li askeri ve siyasi temsilcilerin, 28 Haziran 2006 günü Kuzey Irak’taki Hakurk kampındaki dış ilişkiler idare birimi denilen yerde PKK’nın üst düzey yöneticisi Murat Karayılan ile gizli görüşme yaptıklarını belirten Gül Kırtan, örgütün geçen yıl aldığı eylemsizlik kararının da bu görüşme sonrası ABD güdümünde alındığını ileri sürdü.

Gül Kırtan, "Örgütün şu anda KDP, KYB ve Rusya ile diplomatik ilişkileri çok güçlü. Ayrıca örgüt propagandasına yönelik çekimleri yapılan ve oyuncuları dağ kadrosundaki PKK’lılardan oluşan ‘Beritan’ adlı filmin finansörlüğünü de Almanya’dan gelen bir işadamı üstlendi. Fransa ve Yunanistan’dan da birer grup Hınere kampına geldi. PKK, ABD’den silah, KDP ve KYB’den ise erzak alıyor" dedi.

TAK, KARAYILAN'A BAĞLI ÇALIŞIYOR

PKK içerisinde 60 kişilik ‘Ölümsüzler Taburu’ adı verilen intihar komandosu grubu bulunduğunu kaydeden Gül Kırtan itiraflarını şöyle sürdürdü:

"Türkiye metropollerinde eylem yapan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri), örgütün askeri kanadının 3'üncü kongresinde, askeri kanat sorumlusu Bahoz Erdal’ın önerisiyle kuruldu. Bu birim, örgütün meşru savunma stratejisine ters düşen ve metropollerde sivillerin hayatını kaybetmesine neden olan ve ulusrarası devlet, kuruluşlar ile özellikle AB’ye üye ülkelerden tepki toplayan intihar, sabotaj ve suikast eylemlerini sahiplenmektedir. TAK doğrudan Murat Karayılan’a bağlı çalışıyor. Türkiye metropollerine sansasyonel eylem için gönderiliyor. TAK sivil hedeflere yönelik eylem yaptığı için, PKK’dan bağımsız bir yapılanma olduğunu iddia ediyor."

ETKİN PİŞMANLIK TUZAĞI

Devletin çıkarmış olduğu etkin pişmanlık yasasını PKK'nın eylem için kullanacağını belirten Gül Kırtan, "Örgüt yeni bir eylem stratejisi olarak özel kuvvetlerde görev alıp eylem yapacak olanları, teslim olmak için göndermeyi planlıyor. Örgüt, teslim olup yasadan faydalanarak kısa sürede özgürlüğüne kavuşan kişinin, serbest hareket etmenin verdiği avantajla sansasyonel eylemleri daha kolay yapabileceğini düşünüyor. Bu konuda Murat Karayılan’ın öneride bulunduğunu biliyorum. Çünkü bu yasadan çok sayıda kişinin faydalanıp serbest kalması örgüt yönetimini çok tedirgin etti" dedi.

Gül Kırtan'ın bu ifadelerinden sonra duruşmaya kısa ara veren mahkeme, sanığın kendiliğinden örgütten çekilmesi, samimi itiraflarda bulunması nedeniyle TCK’nın 221/2 maddesi uyarınca etkin pişmanlıktan yararlandırılmasına ve bu nedenle hakkında ceza verilmesine yer olmadığına oy birliğiyle karar verdi. Bu karar üzerine Gül Kırtan serbest bırakıldı.

Kaynak: Hürriyet Gazetesi

Nokta Dergisi editöründen, Said Nursi'ye övgüler

Darbe günlükleri iddiaları ile gündeme gelen Nokta Dergisi'nin editörü Alper Görmüş, Hasan Hüseyin Kemal’e, Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında açıklamalarda bulundu. bediuzzaman.net adresinde yayınlanan söyleşiyi aynen aktarıyoruz:

"Yeni Asya gazetesi yazarlarından Hasan Hüseyin Kemal’e konuşana Nokta dergisi editörü Alper Gümüş, Bediüzzaman ve Risale-i Nurla ilgili dikkat çekici tespitlerde bulundu.

Nokta dergisi editörü Görmüş, 16 Ocak 2007 tarihli nüshada yayınlanan röportajda, "Said Nursî’nin eserlerini incelediniz mi?" sorusunu cevaplarken geniş bilgi sahibi olmadığını, yıllar önce Münâzarât isimli eseri okuduğunu söyledi. Ardından Risale-i Nur’la ilgili kanaatini kısaca şöyle ifade etti:
"Bu metinlerde ciddî bir entelektüel emek var, oturup üstüne tartışma yapılabilecek ilginç metinler. Benim okuma planımın bir parçasını oluşturuyor. Böyle bir niyetim var."

Bediüzzaman’ın Türkiye’de görmezden gelinip gelinmediği konusunda yöneltilen soruya Alper Görmüş’ün cevabı şöyle oldu:
"En temeli ‘görmemek daha iyidir’ diyen bir kesim var. Onun dışında Türkiye’de uzun yıllar entelektüellikle, ancak solun düşünülebileceği gibi tuhaf bir inanç vardı. ‘Sağcıdan entelektüel olur mu? İslâmcıdan asla olmaz’ diyen, olayı kafadan red eden düşünceler vardı. Said Nursî’nin ne yazdığını görmeden, ne yazdığını bilmeden ‘Canım ne yazmış olabilir ki?’ diyenler var... Bunların tümü yanlış şeyler. Attila İlhan bir söyleşisinde ‘Kitabı artık muhafazakârlar okuyor, laikler televizyon izliyor’ demişti. Sol eski tarz düşündüğü için, bunun farkında değil. Köprünün altından çok sular geçti. Bir de Risâle-i Nurların dilini anlamayanlar var. Dilinden kaynaklanan bir problem var."

Türkiye’nin değişik problemlerine Risâle-i Nur’da farklı açılardan çözüm getiren yaklaşımlarının varlığıyla ilgili soru üzerine Alper Görmüş şunları söyledi:
"Sonuçta ihtiyaç duymakla ilgili bir durum var. Bir kesim kutuplaşma ihtiyacı duyuyorsa, onu keskinleştiriyorsa, uzlaşmacı görünür olması istenmez. ‘Kutuplaşma olmadan, bu topraklarda herkes birbirine saygı duyarak yaşayabilir. Bu çok daha güzel olabilir’ denildiğinde, bu metinlerin çok daha dikkatle okunacağına ve yeni kültüre hizmet edeceğine inanıyorum. O zaman bu metinler tartışılacaktır. Solcular da okuyacaktır."

Alper Görmüş, ülkemizde Risale-i Nur’a karşı bazı kesimlerin takındıkları olumsuz tavırla ilgili görüşlerini açıklarken "Yırtıcı seni ya görmezden gelir, ya yok eder." deyimine dikkat çekerek, bu kesimlerce görmezden gelmelerinin düşman olarak kabul edilmekten kaynaklandığını, hattâ çoğu zaman bu eserlerin imha çabalarına maruz kaldığını dile getirdi. Bu tespitinin ardından, ümitvar bir yaklaşımla "Türkiye salt kendi içindeki değeriyle bakabilecek duruma geldiğinde, o olacak" tespitinde bulundu.

Görmüş, editörlüğünü üstlendiği Nokta dergisinde yayınlanan Bediüzzaman ve Nazım Hikmet’in Ermeni meselesiyle ilgili görüşleriyle ilgili okurlardan tepkilerle ilgili şunları söyledi:
"Olumlu tepkiler de geldi, olumsuz tepkiler de. ‘Bediüzzaman öyle yazmış olabilir, ama Nazım Hikmet öyle yazmaz’ gibi tepkiler geldi. Biz Bediüzzaman ve Nazım Hikmet’in soykırımı kabul ettiğini söylemedik. Bir de, ‘Nazım Hikmet’le Bediüzzaman’ı neden bir araya getiriyorsunuz’ gibi tepkiler geldi."

Nokta Dergisi'nin editörünün ne özelliği var da Said Nursi hakkında ne düşündüğünü soruyor bu insanlar? Üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Kaynak: http://www.bediuzzaman.net/haber.php?ktg=Medya&nosu=334&id=metin

28 Temmuz 2007

Şeyh Sait Camii

Geçenlerde internette araştırma yaparken, karşıma Siirt Belediye Başkanlığı sitesi çıktı. Sitede geçen bir cümle, kanımı dondurmaya yetti:

"Belediyemiz bakım gerektiren yol ve sokaklara eski Siirt taşı uygulamaları devam etmektedir. Fen İşleri Müdürlüğü bünyesinde çalışan ve havaların iyi seyrettiği şu günlerde Conkbayır mahallesi Şeyh Sait Camii arkası 1.000 metre karelik bir alanda Siirt taşından döşenmektedir..."

Nedense böyle bir yerin varlığına hiçbir kaynakta rastlamadım daha önce. Böyle bir isme belediye nasıl izin vermiş, anlamak mümkün değil. Hadi belediye böylesi bir rezilliğe göz yumdu; devlet buna nasıl izin veriyor? Böyle bir camiden haberi yok mu? Peki, hocanın maaşını kim veriyor? Devletin bu rezillikten haberdar olmadığı düşünülemez bile. Bu duruma en yakın zamanda el atılması gerekiyor.

İlgili yazı için http://www.siirt.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=885&Itemid=107 adresine bakabilirsiniz.
Related Posts with Thumbnails