Kendisinin iki büyük terbiyesizliği oldu şu son günlerde. Bir kere TRT ekranına çıkıp Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan halkı Ergenekon’la ilintilendirmesi bugüne kadarki günahlarının belki de en büyüğüydü. Hayatta bugüne kadar hiçbir şey olamamasının, hep bir yere itilip kakılmasının ve adam yerine konulmamasının intikamını günümüzün iktidarına karşı kahverengi ruj sürerek göstermesinin daha itidalli bir uzantısı olabilirdi halbuki. Eskiden de ciddiye alınmazdı, bir parodiydi ama şimdikinden daha düzgün bir parodiydi.
Keşke bu dönemi ranta çeviren ağabeylerinden üslup ve şıklık öğrenseydi. Kraldan çok kralcılık ve kaba bir ideoloji tetikçiliği yerine.
TRT spikeri nazikçe onu uyarıp iki olay arasında bir bağlantının kanıtlanmadığını söylerken de “Ben biliyorum, ben söylediysem doğrudur” diye o koltuğuna yapışmış kantin sosyologu havasını sürdürmesi daha da ayıptı.
Bir başkasının utancını onun adına yaşarsınız ya, hiç kimsenin kendini bu kadar alçaltamayacağını düşünüp onun adına yüzünüz kızarır ya... Öyle bir andı izlemek. Maalesef, bu kadar dipte, bu kadar aşağıda yaşıyor bu canlı türü.
Benim için daha da büyük ayıbı şu oldu: Yazısının sonuna “İnşallah 83 yaşındaki İlhan Selçuk’a gözaltında iyi bakılır. Aksi halde hükümetin üstüne kalır” diye not koymuş.
Nedir bu, iyi niyetli bir temenni mi, hükümete karşı bir uyarı mı? “Bir seri katilin güncesinden” notlar mı? İlhan Selçuk ve “üzerine kalır” kelimeleri nasıl aynı cümle içinde kullanılır? Tam olarak anlatamamış olabilirim ama içten, samimi hiç değil. Sadece çirkin bir ifade.
Ben mesela “Bedava yedikleri restoranlar Emre Aköz ve karısına iyi baksın, şişip patlarlarsa üzerine kalır” yazarsam yakışık alır mı?
Oray Eğin, Akşam - 25 Mart 2008
25 Mart 2008
Fethullahçı Gladyo
Türkiye Barolar Birliği uyarıyor:
"Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor!"
Peki, AKP iktidarı tehlikeli hesaplaşmanın neresinde?
Bana kalırsa tam göbeğinde!..
Tayyip Bey'le, Ertuğrul Günay'la, Bülent Arınç'la, Dengir Fırat'la, AKP medyasıyla birlikte...
Oray Eğin Akşam'da Fehmi Koru'yu, Kürşat Bumin Yeni Şafak'ta Şamil Tayyar'ı çok iyi anlatmışlar...
Ortada bir "Ergenekon Çetesi" var ama sekiz aydır savcı iddianameyi henüz hazırlamamış...
Son olayı anlatmaya gerek yok!..
İlhan Selçuk ve Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu 48 saat gözaltında kaldıktan sonra salıverildiler...
İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bolluk, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever ve gazeteci Adnan Akfırat ise dün sabaha karşı tutuklanıp cezaevine konuldular...
Elbet Türkiye'de hukuku, demokrasiyi tehdit eden ne varsa ortaya çıkarılmalıdır...
Burada başka bir şey var. Hukuku, demokrasiyi tehdit edenler değil Fethullah Gülen'e dokunanlar yanıyor, "çete" kılıfıyla Türkiye'nin bilim insanlarına, gazetecilerine, savcılarına, yargıçlarına, siyasilerine gözdağı veriliyor:
"Fethullah'a dokunursan yanarsın!"
Kalp hastası yazar Ergun Poyraz suçunun ne olduğunu bilmeden tutuklandı ve sekiz aydır cezaevinde...
Ergun Poyraz neden tutuklandı ve hâlâ ortada niçin hiçbir iddianame yok?
AKP'nin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, devlet içine sızmış çeteyle savaşım verdiklerini söyleyip ne demişti:
"Cumhuriyet Yargıtay Başsavcısı bunların yönlendirmesiyle AKP'yi kapatmak istiyor!"
Ardından İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek gözaltına alındı...
*****
Önceki gün Ankara'daydım...
Çete medyasının tetikçileri görev başındaydılar...
Mustafa Balbay'la konuşurken şöyle dedi:
"Erdoğan, ayrıntılarını yargıdan değil, çete medyasından öğrendiğimiz Ergenekon soruşturmasını 'Temiz eller' operasyonuna benzetti..."
Doğruydu !..
Ortada savcılık iddianamesi yoktu; ama tüm bilgiler "çete medyası"na Fethullahçı Gladyo tarafından sızdırılıyordu...
DSP'den milletvekili olamayan, AKP'den seçilemeyen, düşünce derinliğinden yoksun Şamil Tayyar, bakın neler söylüyordu:
"Özellikle medya sektöründen çok sürpriz ve ünlü isimler gözaltına alınabilir. Aynı zamanda akademisyenler de olabilir. Veya bir başka yerden olabilir..."
Kürşat Bumin'in deyişiyle, Şamil Tayyar gazeteci değil, operasyonun her aşamasına ilişkin istihbarata sahip yetkili gibi konuşuyor...
Bu kişi Star gazetesinin Ankara temsilcisi...
İşte AKP medyasının durumu bu!..
Kürşat Bumin haklı olarak soruyor:
"Askerin demokrasinin emrettiği yerde kalması gerektiğini her gün tekrarlarken, bir de başımıza aynı öneriyi tekrarlayan polis mi çıktı?.."
Fethullahçı Gladyo duruma egemen...
İnternette kurmay albayların, yarbayların, binbaşıların, astsubayların, askeri-sivil memurların, askeri okul öğrencilerinin "soy ağacını" çıkaran adres belli. O adreste oturanlar kurmay subaylara, astsubaylara, askeri-sivil memurlara, askeri okul öğrencilerine "TSK'ye sızmış vatan hainleri" diyebiliyor...
Gerçekten ortada vahim bir fotoğraf duruyor... Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor...
****
Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, yardımcısı Osman Ak, İstihbarat Şube Müdürü Ersan Dalman, yardımcısı Zafer Aktaş, Fethullah yüzünden yanmadılar mı?
Ergun Poyraz, Fethullah için 1999'da DGM'ye suç duyurusunda bulunmamış mıydı?
Nuh Mete Yüksel'in, savcı Salim Demirci'nin başına gelenleri unuttuk mu?
Bu hafta Fethullahçı Gladyo'yu anlatmayı sürdüreceğim.
Ne demiştim?
Kimse bizi yıldıramaz, susturamaz! Korkmuyoruz, yılmıyoruz!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 25 Mart 2008
"Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor!"
Peki, AKP iktidarı tehlikeli hesaplaşmanın neresinde?
Bana kalırsa tam göbeğinde!..
Tayyip Bey'le, Ertuğrul Günay'la, Bülent Arınç'la, Dengir Fırat'la, AKP medyasıyla birlikte...
Oray Eğin Akşam'da Fehmi Koru'yu, Kürşat Bumin Yeni Şafak'ta Şamil Tayyar'ı çok iyi anlatmışlar...
Ortada bir "Ergenekon Çetesi" var ama sekiz aydır savcı iddianameyi henüz hazırlamamış...
Son olayı anlatmaya gerek yok!..
İlhan Selçuk ve Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu 48 saat gözaltında kaldıktan sonra salıverildiler...
İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bolluk, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever ve gazeteci Adnan Akfırat ise dün sabaha karşı tutuklanıp cezaevine konuldular...
Elbet Türkiye'de hukuku, demokrasiyi tehdit eden ne varsa ortaya çıkarılmalıdır...
Burada başka bir şey var. Hukuku, demokrasiyi tehdit edenler değil Fethullah Gülen'e dokunanlar yanıyor, "çete" kılıfıyla Türkiye'nin bilim insanlarına, gazetecilerine, savcılarına, yargıçlarına, siyasilerine gözdağı veriliyor:
"Fethullah'a dokunursan yanarsın!"
Kalp hastası yazar Ergun Poyraz suçunun ne olduğunu bilmeden tutuklandı ve sekiz aydır cezaevinde...
Ergun Poyraz neden tutuklandı ve hâlâ ortada niçin hiçbir iddianame yok?
AKP'nin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, devlet içine sızmış çeteyle savaşım verdiklerini söyleyip ne demişti:
"Cumhuriyet Yargıtay Başsavcısı bunların yönlendirmesiyle AKP'yi kapatmak istiyor!"
Ardından İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek gözaltına alındı...
*****
Önceki gün Ankara'daydım...
Çete medyasının tetikçileri görev başındaydılar...
Mustafa Balbay'la konuşurken şöyle dedi:
"Erdoğan, ayrıntılarını yargıdan değil, çete medyasından öğrendiğimiz Ergenekon soruşturmasını 'Temiz eller' operasyonuna benzetti..."
Doğruydu !..
Ortada savcılık iddianamesi yoktu; ama tüm bilgiler "çete medyası"na Fethullahçı Gladyo tarafından sızdırılıyordu...
DSP'den milletvekili olamayan, AKP'den seçilemeyen, düşünce derinliğinden yoksun Şamil Tayyar, bakın neler söylüyordu:
"Özellikle medya sektöründen çok sürpriz ve ünlü isimler gözaltına alınabilir. Aynı zamanda akademisyenler de olabilir. Veya bir başka yerden olabilir..."
Kürşat Bumin'in deyişiyle, Şamil Tayyar gazeteci değil, operasyonun her aşamasına ilişkin istihbarata sahip yetkili gibi konuşuyor...
Bu kişi Star gazetesinin Ankara temsilcisi...
İşte AKP medyasının durumu bu!..
Kürşat Bumin haklı olarak soruyor:
"Askerin demokrasinin emrettiği yerde kalması gerektiğini her gün tekrarlarken, bir de başımıza aynı öneriyi tekrarlayan polis mi çıktı?.."
Fethullahçı Gladyo duruma egemen...
İnternette kurmay albayların, yarbayların, binbaşıların, astsubayların, askeri-sivil memurların, askeri okul öğrencilerinin "soy ağacını" çıkaran adres belli. O adreste oturanlar kurmay subaylara, astsubaylara, askeri-sivil memurlara, askeri okul öğrencilerine "TSK'ye sızmış vatan hainleri" diyebiliyor...
Gerçekten ortada vahim bir fotoğraf duruyor... Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor...
****
Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, yardımcısı Osman Ak, İstihbarat Şube Müdürü Ersan Dalman, yardımcısı Zafer Aktaş, Fethullah yüzünden yanmadılar mı?
Ergun Poyraz, Fethullah için 1999'da DGM'ye suç duyurusunda bulunmamış mıydı?
Nuh Mete Yüksel'in, savcı Salim Demirci'nin başına gelenleri unuttuk mu?
Bu hafta Fethullahçı Gladyo'yu anlatmayı sürdüreceğim.
Ne demiştim?
Kimse bizi yıldıramaz, susturamaz! Korkmuyoruz, yılmıyoruz!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 25 Mart 2008
24 Mart 2008
Fişlemeler üst katta, Fehmi Bey bakıyor
Herkesi bir kenara bırakın, Fehmi Koru’nun köşesinin sadık bir müşterisi var ki bir köşe yazarı sırf o okura karşı sorumluluğundan daha temkinli, daha dikkatli yazmayı kendine şiar edinmeli. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hem Fehmi Koru’nun akrabası, hem de eski ev arkadaşı. Koru’nun yazıları ister istemez Cumhurbaşkanı tarafından takip ediliyor, ciddiye alınıyor, belki de politikasını şekillendirmekte yardımcı oluyor.
Artık fiili olarak gazeteciliği bırakan ve kendini adadığı siyasi hareketin bir anlamda propaganda bakanlığını yapan Koru ise Türkiye’nin iyice gerildiği bir ortamda o en sadık okurunun kulağına kar suyu kaçıracak yazılar yazıyor. Örümcek Adam’ın “Büyük güçle beraber büyük sorumluluk” gelir ilkesini de duymamış belli ki.
Daha evvel orada burada “Ben biliyorum, şu isimler gözaltına alınacaktı” diye konuşurken ihtimal verilememişti. Sonradan fısıldadığı isimler gözaltına alınınca yakınındakiler ona kulak kesilmenin öneminden bahsetmişti.
Koru bu iddiaları yalanladı. Böyle bir sorumluluğu kabul etmedi ama köşesinden fişlediği isimlerden İlhan Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınışa bütün ülke tanıklık etti. Koru, dün de kendisinin “hedef gösteren” değil, bizzat “hedef” olduğunu yazmış; kendini hem işten sıyırıp hem de mağdur gibi göstermeye çalışan acıklı bir tavırla...
Yalanlamasının üzerinde durmadım, çünkü ikimiz de biliyoruz ki Koru kendini bu güce sahip göstermekten son derece hoşnut. İstediği kadar da yalanyabilir ama gerçeği ikimizin de bildiğinin farkında...
Nitekim yazımın çıktığı 3 Mart sabahında da gazetedeki odasında öfke saçtığını, “Çok sert bir yanıt yazacağım” diye çevresine hislerini aktardığını duydum. O sert yanıt özlemi fişleme tutkusuyla birleşmiş, benim kapıma çarpı koymayı ihmal etmeyip Ergenekon’un tetikçisi gibi göstermeye kalkmıştı. Savcılara da haber yollayarak.
Koru’ya fişlemelere katkıda bulunduğu için en yüksek nişan neyse onu verir belki bu hükümet. Zaten “Taha Kıvanç” mahlası bir süredir fişleme operasyonlarının bir numaralı adresi. Bunu görmek için istihbarat akışına sahip olmanıza da gerek yok, Fehmi Koru gibi derin bağlantılarınız olmasına da. İyi bir gazete okuru olmak yeterli.
İlhan Selçuk’un gözaltına alınması, ister istemez Yeni Şafak’ın tartışmalı gazeteciliğine iyice gölge düşürdü. Yeter ki televizyona çıkmak olsun, hiçbir fırsatı kaçırmayan Koru’nun yurtdışında olduğunu bahane ederek gözaltlarıyla ilgili hiç konuşmaması, görüş vermemesi de suçluluk duygusunun yansımaları değil midir?
Dün, konuyla ilgili yanıtında şaşırtıcı bir şekilde kendi adını kullanmıştı Koru. Sicil temizleme işini alter-ego’suna bırakmamış demek ki.
Nasıl da masum; diyor ki:
“Cumhuriyet gazetesi ‘Tehlikenin farkında mısınız?’ temasını işleyen reklam kampanyasından beri Türkiye’yi farklı bir yöne götürme yolunda yayınlar yapıyor. ABD Başkanı Bush’a ‘Bunları bırak, bizleri destekle’ diyen yazıyla başlayan süreçte çok tuhaf yazılar çıktı Cumhuriyet’te; ben de bu sütunda bir yılı aşkın bir süreden beri onları değerlendirip duruyorum. Son zamanlarda sıklaştı garip yazılar, benim ilgim de yoğunlaştı. Hepsi bu kadar.”
Her şeyin bir gazetecilik merakı ve tesadüf olduğuna inanmamızı bekliyor, bense kimi kandırmaya çalıştığını çok merak ediyorum.
Bakın, kendini bilmez birtakım AKP yandaşları birkaç gündür Ergenekon çetesiyle Cumhuriyet mitingleri arasında bağlantılar kuruyor. Yüz binlerce insanın AKP’ye tepkisini iletmek için sokağa döküldüğü bu mitinglerin tezgâh olduğu gibi bir dezenformasyon kampanyası yönetiliyor.
Cumhuriyet mitinglerinde “gizli bir el” olduğu iddiasını ilk kez kim köşesinde fısıldamıştı dersiniz?
Fehmi Koru.
Tıpkı sırf görüşleri kendisine uymadığı için Milliyet’i 28 Şubat’çı ilan ettiği gibi.
Dahası da var, Koru 27 Şubat’taki yazısında da türbana karşı olan rektörlerin isimlerini ve görev sürelerinin biteceği tarihi veriyor. “Yukarıdakiler” bu yazıyı da kesip dosyaya kaldırmıştır mutlaka, olası bir fişlemeye daha güzel bir katkı olamaz çünkü.
İstediği kadar bağırıp çağırsın, kendisinin Türkiye’de olan biten süreçle ilgili etkisinin gazetecilikle sınırlı olduğunu hiç kimseye inandıramaz bu aşamadan sonra. Ben bu gönüllü propaganda bakanlığının kendisine pahalıya mal olacağına inanıyorum. Tarih boyunca kendisiyle aynı işlevi gören muadillerine öyle oldu çünkü. Umarım güçten iyice gözü dönmeden önce makuliyet sınırlarına geri döner Koru.
Oray Eğin, Akşam - 24 Mart 2008
Artık fiili olarak gazeteciliği bırakan ve kendini adadığı siyasi hareketin bir anlamda propaganda bakanlığını yapan Koru ise Türkiye’nin iyice gerildiği bir ortamda o en sadık okurunun kulağına kar suyu kaçıracak yazılar yazıyor. Örümcek Adam’ın “Büyük güçle beraber büyük sorumluluk” gelir ilkesini de duymamış belli ki.
Daha evvel orada burada “Ben biliyorum, şu isimler gözaltına alınacaktı” diye konuşurken ihtimal verilememişti. Sonradan fısıldadığı isimler gözaltına alınınca yakınındakiler ona kulak kesilmenin öneminden bahsetmişti.
Koru bu iddiaları yalanladı. Böyle bir sorumluluğu kabul etmedi ama köşesinden fişlediği isimlerden İlhan Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınışa bütün ülke tanıklık etti. Koru, dün de kendisinin “hedef gösteren” değil, bizzat “hedef” olduğunu yazmış; kendini hem işten sıyırıp hem de mağdur gibi göstermeye çalışan acıklı bir tavırla...
Yalanlamasının üzerinde durmadım, çünkü ikimiz de biliyoruz ki Koru kendini bu güce sahip göstermekten son derece hoşnut. İstediği kadar da yalanyabilir ama gerçeği ikimizin de bildiğinin farkında...
Nitekim yazımın çıktığı 3 Mart sabahında da gazetedeki odasında öfke saçtığını, “Çok sert bir yanıt yazacağım” diye çevresine hislerini aktardığını duydum. O sert yanıt özlemi fişleme tutkusuyla birleşmiş, benim kapıma çarpı koymayı ihmal etmeyip Ergenekon’un tetikçisi gibi göstermeye kalkmıştı. Savcılara da haber yollayarak.
Koru’ya fişlemelere katkıda bulunduğu için en yüksek nişan neyse onu verir belki bu hükümet. Zaten “Taha Kıvanç” mahlası bir süredir fişleme operasyonlarının bir numaralı adresi. Bunu görmek için istihbarat akışına sahip olmanıza da gerek yok, Fehmi Koru gibi derin bağlantılarınız olmasına da. İyi bir gazete okuru olmak yeterli.
İlhan Selçuk’un gözaltına alınması, ister istemez Yeni Şafak’ın tartışmalı gazeteciliğine iyice gölge düşürdü. Yeter ki televizyona çıkmak olsun, hiçbir fırsatı kaçırmayan Koru’nun yurtdışında olduğunu bahane ederek gözaltlarıyla ilgili hiç konuşmaması, görüş vermemesi de suçluluk duygusunun yansımaları değil midir?
Dün, konuyla ilgili yanıtında şaşırtıcı bir şekilde kendi adını kullanmıştı Koru. Sicil temizleme işini alter-ego’suna bırakmamış demek ki.
Nasıl da masum; diyor ki:
“Cumhuriyet gazetesi ‘Tehlikenin farkında mısınız?’ temasını işleyen reklam kampanyasından beri Türkiye’yi farklı bir yöne götürme yolunda yayınlar yapıyor. ABD Başkanı Bush’a ‘Bunları bırak, bizleri destekle’ diyen yazıyla başlayan süreçte çok tuhaf yazılar çıktı Cumhuriyet’te; ben de bu sütunda bir yılı aşkın bir süreden beri onları değerlendirip duruyorum. Son zamanlarda sıklaştı garip yazılar, benim ilgim de yoğunlaştı. Hepsi bu kadar.”
Her şeyin bir gazetecilik merakı ve tesadüf olduğuna inanmamızı bekliyor, bense kimi kandırmaya çalıştığını çok merak ediyorum.
Bakın, kendini bilmez birtakım AKP yandaşları birkaç gündür Ergenekon çetesiyle Cumhuriyet mitingleri arasında bağlantılar kuruyor. Yüz binlerce insanın AKP’ye tepkisini iletmek için sokağa döküldüğü bu mitinglerin tezgâh olduğu gibi bir dezenformasyon kampanyası yönetiliyor.
Cumhuriyet mitinglerinde “gizli bir el” olduğu iddiasını ilk kez kim köşesinde fısıldamıştı dersiniz?
Fehmi Koru.
Tıpkı sırf görüşleri kendisine uymadığı için Milliyet’i 28 Şubat’çı ilan ettiği gibi.
Dahası da var, Koru 27 Şubat’taki yazısında da türbana karşı olan rektörlerin isimlerini ve görev sürelerinin biteceği tarihi veriyor. “Yukarıdakiler” bu yazıyı da kesip dosyaya kaldırmıştır mutlaka, olası bir fişlemeye daha güzel bir katkı olamaz çünkü.
İstediği kadar bağırıp çağırsın, kendisinin Türkiye’de olan biten süreçle ilgili etkisinin gazetecilikle sınırlı olduğunu hiç kimseye inandıramaz bu aşamadan sonra. Ben bu gönüllü propaganda bakanlığının kendisine pahalıya mal olacağına inanıyorum. Tarih boyunca kendisiyle aynı işlevi gören muadillerine öyle oldu çünkü. Umarım güçten iyice gözü dönmeden önce makuliyet sınırlarına geri döner Koru.
Oray Eğin, Akşam - 24 Mart 2008
Etiketler:
Akşam Gazetesi,
Fehmi Koru,
Oray Eğin
Bu isim kimin gözaltına alınacağını önceden biliyor
Hangi kanalın kime satılacağından, belli bir konuma kimin atanacağına kadar lüzumlu lüzumsuz pek çok dedikodu geliyor kulağıma ve kaynağını sorduğum zaman herkes tereddütsüz tek bir ismi gösteriyor: Fehmi Koru. Ömrü boyunca dedikoduya bayılmış, kimi zaman kendisi de dedikodulara malzeme olmuş bir gazeteci olarak yazdıklarını değil konuştuklarını anlatıyorlar. Daha çok sohbetlerde, çay üzeri anlattıkları. Yazsa gazeteci diyeceğiz zaten.
Cumhurbaşkanı’nın özel kalemi gibi davranmanın yanına, bir de çeşitli imtiyazlarla edindiği bu bilgileri kritik noktalardaki insanlara yaymak var demek. Mesela Sabah-atv’nin satışından da ortalığı Fehmi Koru’nun karıştırdığı, çeşitli aşamalarda belli konularda müdahalesi olduğu konuşuluyor. Zaten o kurumdan da dünyanın en gereksiz programı için epey bir miktar alıyor.
Basında dedikodu bir motiftir, gazeteciler de çok sever, stresli mesleğimizde bir renktir kimin kiminle uğraştığının üzerinde durmak. Ancak Fehmi Koru’nunki çoktan Babıali Yokuşu fısıtılarını aşmışa benziyor, iddialar doğruysa.
Bundan bir süre önce Fehmi Koru orada burada, sohbet esnasında, kimi gazetecilerin arasında övünerek bazı bilgileri ifşa ediyor. Artık o kadar çok yerde konuşuyor, o kadar çok yayılıyor ki bana bile geliyor konuştukları, düşünün.
Övündüğü konu şu: Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınacak bir gazetecinin ismini veriyor. Kimse üzerinde durmuyor, Koru gibi Cumhurbaşkanı’na yakın bir gazetecinin bile böyle bir şeyi bilemeyeceği düşünülüp geçiştiriliyor.
Aradan bir hafta geçiyor ve Ergenekon kapsamında bir gazeteci göz altına alınıyor: O gün Fehmi Koru’nun ağzından çıkan isim, yani Vedat Yenerer.
Rivayete göre bu bilgisinin teyit edilmesinin ardından Koru yine meydana çıkıyor, sağda solda yeni istihbarat bilgileri anlatmaya başlıyor. Anlattığı yine Ergenekon operasyonu kapsamında bu sefer iki gazetecinin göz-altına alınacağı iddiası.
İddiayı aktaranlar, Koru’nun daha önceki istihbaratının doğru çıktığını göz önünde bulundurarak bu bilgileri veriyor. İki isimden biri hakikaten Türkiye’yi sarsacak nitelikte, çok şöhretli bir gazeteci. Son zamanlarda muhalif çıkışlarıyla konuşulan ve kendisinden bir siyasi hareket yaratması beklenen çapta bir isim...
Ancak bu ismin şöhreti gelecek muhtemel tepkilerden dolayı operasyonu düzenleyecekleri tereddütte bırakıyormuş.
Merak edilen, Koru’nun bu bilgilere neden sahip olduğu. Ya birileri onun adını kullanarak dezenformasyon yapıyor ya da o birileriyle bu yakın temasları sonucu isimleri alıyor ve yayıyor. Ancak ikinci şıkta, iletişimin karşılıklı olma esasına dayanarak Fehmi Koru’nun da bu bilgiler karşılığında kendinden bir şeyler söylenmesi beklenmez mi?
Fiilen gazeteciliği bırakan Fehmi Koru, kimi gazetecilerin kapısına çarpı konmasının, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi fişlenmesinin yolunu açmış olabilir mi? İnanmak istemiyorum. Ama bu bilgilere sahipse ve yazmıyorsa, bu fişleme operasyonuna sessiz kalarak dahi önemli katkı sağlamış olabilir. Bu soru aslında onun bağlantılarına sahip bir ismin neden arkadaşları iktidara geldikten sonra gazetecilik yapmadığıyla da ilintili. Geçmişin Taha Kıvanç’ıyla bugün kitaplardan, seyahatlerden bahseden Taha Kıvanç arasında ciddi bir “haber” farkı var.
Eğer önümüzdeki günlerde Fehmi Koru’nun yaydığı söylenen isimler gözaltına alınırsa Ergenekon operasyonu çok daha ilginç bir hal alacak. O zaman Koru’nun gerçekten vermesi gereken bir hesap olacak.
Ya da şunu yapsın: Kendi yakın çevresinde bu kadar fazla “Her şeyi ben bilirim” havasında konuşmasın. Çünkü bizzat bu dedikodular onun odasının içinden çıkıyor; yayanlar bizzat tanıklar.
Oray Eğin, Akşam - 3 Mart 2008
Cumhurbaşkanı’nın özel kalemi gibi davranmanın yanına, bir de çeşitli imtiyazlarla edindiği bu bilgileri kritik noktalardaki insanlara yaymak var demek. Mesela Sabah-atv’nin satışından da ortalığı Fehmi Koru’nun karıştırdığı, çeşitli aşamalarda belli konularda müdahalesi olduğu konuşuluyor. Zaten o kurumdan da dünyanın en gereksiz programı için epey bir miktar alıyor.
Basında dedikodu bir motiftir, gazeteciler de çok sever, stresli mesleğimizde bir renktir kimin kiminle uğraştığının üzerinde durmak. Ancak Fehmi Koru’nunki çoktan Babıali Yokuşu fısıtılarını aşmışa benziyor, iddialar doğruysa.
Bundan bir süre önce Fehmi Koru orada burada, sohbet esnasında, kimi gazetecilerin arasında övünerek bazı bilgileri ifşa ediyor. Artık o kadar çok yerde konuşuyor, o kadar çok yayılıyor ki bana bile geliyor konuştukları, düşünün.
Övündüğü konu şu: Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınacak bir gazetecinin ismini veriyor. Kimse üzerinde durmuyor, Koru gibi Cumhurbaşkanı’na yakın bir gazetecinin bile böyle bir şeyi bilemeyeceği düşünülüp geçiştiriliyor.
Aradan bir hafta geçiyor ve Ergenekon kapsamında bir gazeteci göz altına alınıyor: O gün Fehmi Koru’nun ağzından çıkan isim, yani Vedat Yenerer.
Rivayete göre bu bilgisinin teyit edilmesinin ardından Koru yine meydana çıkıyor, sağda solda yeni istihbarat bilgileri anlatmaya başlıyor. Anlattığı yine Ergenekon operasyonu kapsamında bu sefer iki gazetecinin göz-altına alınacağı iddiası.
İddiayı aktaranlar, Koru’nun daha önceki istihbaratının doğru çıktığını göz önünde bulundurarak bu bilgileri veriyor. İki isimden biri hakikaten Türkiye’yi sarsacak nitelikte, çok şöhretli bir gazeteci. Son zamanlarda muhalif çıkışlarıyla konuşulan ve kendisinden bir siyasi hareket yaratması beklenen çapta bir isim...
Ancak bu ismin şöhreti gelecek muhtemel tepkilerden dolayı operasyonu düzenleyecekleri tereddütte bırakıyormuş.
Merak edilen, Koru’nun bu bilgilere neden sahip olduğu. Ya birileri onun adını kullanarak dezenformasyon yapıyor ya da o birileriyle bu yakın temasları sonucu isimleri alıyor ve yayıyor. Ancak ikinci şıkta, iletişimin karşılıklı olma esasına dayanarak Fehmi Koru’nun da bu bilgiler karşılığında kendinden bir şeyler söylenmesi beklenmez mi?
Fiilen gazeteciliği bırakan Fehmi Koru, kimi gazetecilerin kapısına çarpı konmasının, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi fişlenmesinin yolunu açmış olabilir mi? İnanmak istemiyorum. Ama bu bilgilere sahipse ve yazmıyorsa, bu fişleme operasyonuna sessiz kalarak dahi önemli katkı sağlamış olabilir. Bu soru aslında onun bağlantılarına sahip bir ismin neden arkadaşları iktidara geldikten sonra gazetecilik yapmadığıyla da ilintili. Geçmişin Taha Kıvanç’ıyla bugün kitaplardan, seyahatlerden bahseden Taha Kıvanç arasında ciddi bir “haber” farkı var.
Eğer önümüzdeki günlerde Fehmi Koru’nun yaydığı söylenen isimler gözaltına alınırsa Ergenekon operasyonu çok daha ilginç bir hal alacak. O zaman Koru’nun gerçekten vermesi gereken bir hesap olacak.
Ya da şunu yapsın: Kendi yakın çevresinde bu kadar fazla “Her şeyi ben bilirim” havasında konuşmasın. Çünkü bizzat bu dedikodular onun odasının içinden çıkıyor; yayanlar bizzat tanıklar.
Oray Eğin, Akşam - 3 Mart 2008
Etiketler:
Akşam Gazetesi,
Fehmi Koru,
Oray Eğin
23 Mart 2008
Diyarbakır'daki Hizbullah...
Fethullahçılar Güneydoğu'yu kuşatıyor...
Güneydoğu'yu salt Fethullahçılar değil, El Kaide, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler de kuşatıyor...
2008 Ocak ve Şubat ayında 700 işadamı Diyarbakır'a geliyor...
Bu konuya daha önce değindim...
Kurban Bayramı'nda yurtiçi ve yurtdışından 300 Fethullahçı işadamı Güneydoğu'da 50 bin kurban kestirip dağıtmıştı...
Şimdilerde Diyarbakır'da "ışık odaları" açılıyor, Hizbullah'ın Menzil kanadı da "Kuran okuma odaları"na ağırlık veriyor...
Güneydoğu tarikatçı ve köktendinci bir kuşatma altına giriyor...
Diyarbakır'da hedef, yoksul insanların oturduğu bölgeler, yani mahalleler...
Amaçları da belli. 2009 yerel seçimlerinde DTP'nin kalesini düşürmek...
Tayyip Bey ne demişti?
"Diyarbakır, Tunceli ve İzmir'i istiyorum..."
Hizbullah'ın Menzil kanadı AKP'ye iyice yaklaşmış ve devletin koruması altına girmiş...
Sözünü ettiğim "okuma odaları"nda Kuran öğretiliyor, 5-15 yaşalarındaki çocuklara. Diyarbakır Valisi, polis, MİT bu durumu biliyor.
Hizbullah, 1990'lı yıllarda Diyarbakır, Batman, Mardin gibi kentlerde devletin koruması altındaydı. Onca faili meçhul cinayeti Hizbullah militanları yaptı. Sonunda iş büyüdü, Hüseyin Velioğlu Beykoz'da öldürüldü. İkinci adam İsa Altsoy idi. Almanya'ya kaçtı.
Altsoy şimdilerde Frankfurt yakınlarında bir caminin imamı!..
Nedense Metin Kaplan'ın iadesini isteyen Türkiye, İsa Altsoy'u istemiyor.
Türkiye'yi yönetenler şimdilerde Hizbullah'ı yanlarına alıp, "Kuran kursu" açmalarına izin veriyorlar...
Bakın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Hizbullah'ın Menzil kanadının çalışmalarına ne diyor:
"İnsanlarımızın güzel Kuran okuma kurslarına gitmesini de terörist faaliyet olarak göremeyiz." ( Funda Özkan - Radikal/11 Mart 2008)
DTP, AKP'nin "din eksenli" siyasetinden etkilendiğinden laik kimliğini atıp dinci kimliği sahipleniyor hemen...
Din adamlarından kurulu bir "bilim kurulu" oluşturup, Güneydoğu'daki "Nakşi" tabana yaklaşıyor.
Bence işi çok zor DTP'nin...
***
Güneydoğu'daki "Nakşiler" Barzani'yle yakın ilişkide. Barzani Nakşi. Zaten Tayyip Bey'e yakınlık bu nedenle. Arada Turgut Özal'ın kardeşi Korkut Özal da var...
Güneydoğu'da Fethullahçı Nakşi birlikteliği ivme kazanırken El Kaide ve Müslüman Kardeşler de DTP'ye değil, AKP'ye yakın duruyorlar...
AKP iktidarı çok açık biçimde din eksenli siyaset yapıyor, özellikle Güneydoğu'da "Nakşiliği" kullanarak "Kürt İslamı"na ivme kazandırıyor...
Burada önemli olan, aynı zamanda aşiret ve tarikat bağlarını güçlendirmektir...
Burada bir küçük not:
"Nakşilik Anadolu'ya Irak'ın kuzeyinden Kürtler tarafından getirilmiş, Güneydoğu'da ise önemli bir taban oluşturmuştur."
DTP öteden beri laikliği savunmuyor muydu?
DTP'lilerin zaman zaman gazetelerde de yer alan görüşleri şöyleydi:
"DTP laiklik konusunda bir sigortadır Türkiye için. Eğer DTP Güneydoğu'da etkinliğini kaybederse bölgede tarikatlar giderek güçlenir, gericilik hortlar..."
Biliyorsunuz, Talabani ve Barzani tarikat geleneğinden geliyor, buna Kürt kimliğini de ekleyip bölgede taraftar sağlıyor...
Bu noktada Tayyip Bey, "Diyarbakır'ı isterim" derken din ekseninde politika yaptıklarının işaretini veriyor...
Güneydoğu'ya Nakşilik medreseler yoluyla yayıldı; şimdilerde ise "okuma odaları"yla yayılıyor, aynı damardan beslenen Nurculuğun Fethullahçı kolu "okullar", "ışık evleri" ve "okuma odaları"yla AKP'yi siyasal güç odağı yapıyor...
***
DTP yöneticileri bunun farkında...
Onlar da dine sarıldılar, mitinglerde elinde Kuran bulunan başı sarıklı imamlardan medet umar hale geldiler...
Kürt Nakşiliği ve Türk Nakşiliği Güneydoğu'da AKP'de birleşti... Çünkü Nakşilik AKP'yle iktidadır...
Bu konuyu en iyi bilenler Dengir Mir Mehmet Fırat ve Abdülmelik Fırat değil midir?
Nakşilik dinden daha çok siyasettir; AKP de bunu çok iyi yapmaktadır...
Yazıma noktayı koyarken aklıma bir soru geldi...
Tayyip Bey ve Bülent Arınç Bey'in Kuran'dan surelerle yargıya kafa tutmaları ne anlama geliyor?
Bizim İkinci Cumhuriyetçi tosuncuklar ve Soros'un çocukları bu sözlere ne diyorlar?
Demokrasi ve düşünceyi ifade özgürlüğü!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 21 Mart 2008
Güneydoğu'yu salt Fethullahçılar değil, El Kaide, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler de kuşatıyor...
2008 Ocak ve Şubat ayında 700 işadamı Diyarbakır'a geliyor...
Bu konuya daha önce değindim...
Kurban Bayramı'nda yurtiçi ve yurtdışından 300 Fethullahçı işadamı Güneydoğu'da 50 bin kurban kestirip dağıtmıştı...
Şimdilerde Diyarbakır'da "ışık odaları" açılıyor, Hizbullah'ın Menzil kanadı da "Kuran okuma odaları"na ağırlık veriyor...
Güneydoğu tarikatçı ve köktendinci bir kuşatma altına giriyor...
Diyarbakır'da hedef, yoksul insanların oturduğu bölgeler, yani mahalleler...
Amaçları da belli. 2009 yerel seçimlerinde DTP'nin kalesini düşürmek...
Tayyip Bey ne demişti?
"Diyarbakır, Tunceli ve İzmir'i istiyorum..."
Hizbullah'ın Menzil kanadı AKP'ye iyice yaklaşmış ve devletin koruması altına girmiş...
Sözünü ettiğim "okuma odaları"nda Kuran öğretiliyor, 5-15 yaşalarındaki çocuklara. Diyarbakır Valisi, polis, MİT bu durumu biliyor.
Hizbullah, 1990'lı yıllarda Diyarbakır, Batman, Mardin gibi kentlerde devletin koruması altındaydı. Onca faili meçhul cinayeti Hizbullah militanları yaptı. Sonunda iş büyüdü, Hüseyin Velioğlu Beykoz'da öldürüldü. İkinci adam İsa Altsoy idi. Almanya'ya kaçtı.
Altsoy şimdilerde Frankfurt yakınlarında bir caminin imamı!..
Nedense Metin Kaplan'ın iadesini isteyen Türkiye, İsa Altsoy'u istemiyor.
Türkiye'yi yönetenler şimdilerde Hizbullah'ı yanlarına alıp, "Kuran kursu" açmalarına izin veriyorlar...
Bakın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Hizbullah'ın Menzil kanadının çalışmalarına ne diyor:
"İnsanlarımızın güzel Kuran okuma kurslarına gitmesini de terörist faaliyet olarak göremeyiz." ( Funda Özkan - Radikal/11 Mart 2008)
DTP, AKP'nin "din eksenli" siyasetinden etkilendiğinden laik kimliğini atıp dinci kimliği sahipleniyor hemen...
Din adamlarından kurulu bir "bilim kurulu" oluşturup, Güneydoğu'daki "Nakşi" tabana yaklaşıyor.
Bence işi çok zor DTP'nin...
***
Güneydoğu'daki "Nakşiler" Barzani'yle yakın ilişkide. Barzani Nakşi. Zaten Tayyip Bey'e yakınlık bu nedenle. Arada Turgut Özal'ın kardeşi Korkut Özal da var...
Güneydoğu'da Fethullahçı Nakşi birlikteliği ivme kazanırken El Kaide ve Müslüman Kardeşler de DTP'ye değil, AKP'ye yakın duruyorlar...
AKP iktidarı çok açık biçimde din eksenli siyaset yapıyor, özellikle Güneydoğu'da "Nakşiliği" kullanarak "Kürt İslamı"na ivme kazandırıyor...
Burada önemli olan, aynı zamanda aşiret ve tarikat bağlarını güçlendirmektir...
Burada bir küçük not:
"Nakşilik Anadolu'ya Irak'ın kuzeyinden Kürtler tarafından getirilmiş, Güneydoğu'da ise önemli bir taban oluşturmuştur."
DTP öteden beri laikliği savunmuyor muydu?
DTP'lilerin zaman zaman gazetelerde de yer alan görüşleri şöyleydi:
"DTP laiklik konusunda bir sigortadır Türkiye için. Eğer DTP Güneydoğu'da etkinliğini kaybederse bölgede tarikatlar giderek güçlenir, gericilik hortlar..."
Biliyorsunuz, Talabani ve Barzani tarikat geleneğinden geliyor, buna Kürt kimliğini de ekleyip bölgede taraftar sağlıyor...
Bu noktada Tayyip Bey, "Diyarbakır'ı isterim" derken din ekseninde politika yaptıklarının işaretini veriyor...
Güneydoğu'ya Nakşilik medreseler yoluyla yayıldı; şimdilerde ise "okuma odaları"yla yayılıyor, aynı damardan beslenen Nurculuğun Fethullahçı kolu "okullar", "ışık evleri" ve "okuma odaları"yla AKP'yi siyasal güç odağı yapıyor...
***
DTP yöneticileri bunun farkında...
Onlar da dine sarıldılar, mitinglerde elinde Kuran bulunan başı sarıklı imamlardan medet umar hale geldiler...
Kürt Nakşiliği ve Türk Nakşiliği Güneydoğu'da AKP'de birleşti... Çünkü Nakşilik AKP'yle iktidadır...
Bu konuyu en iyi bilenler Dengir Mir Mehmet Fırat ve Abdülmelik Fırat değil midir?
Nakşilik dinden daha çok siyasettir; AKP de bunu çok iyi yapmaktadır...
Yazıma noktayı koyarken aklıma bir soru geldi...
Tayyip Bey ve Bülent Arınç Bey'in Kuran'dan surelerle yargıya kafa tutmaları ne anlama geliyor?
Bizim İkinci Cumhuriyetçi tosuncuklar ve Soros'un çocukları bu sözlere ne diyorlar?
Demokrasi ve düşünceyi ifade özgürlüğü!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 21 Mart 2008
Etiketler:
AKP,
DTP,
Hikmet Çetinkaya,
Hizbullah
22 Mart 2008
Bu kafaları iyi tanıyın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yasal ve anayasal yetkisini kullanarak AKP için kapatma davası açtı. Böylece görevini yerine getirdi. Şimdi bu işin ön sırasında iki isim var. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan. Bunların geçmişini ve kafa yapılarını iyi bilmek, iyi irdelemek gerekiyor. İşte o zaman karşımıza korkunç bir tablo çıkıyor. Önce (Burada 20 Şubat 2008 günü çıkan yazımda da vurguladığım örneği yineleyerek) Abdullah Gül’den başlayalım.
Elimde “Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği” isimli bir kitap var. O günlerde Refah Partisi milletvekili olan Bay Abdullah Gül, düzenlenen bir seminerde konuşma yapıyor. Öteki konuşmacılar gibi, onun da sözleri banttan çözülüp kitap haline getiriliyor. Şimdi devletin başına terfi ettirilen, MHP oyları ile Cumhurbaşkanı yapılıp Atatürk’ün makamına oturtulan bu şahsın söylediklerine bir bakalım...Bakalım da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davada ismi geçen şahsın kafasının ardındakileri biraz olsun görelim. Beyefendi konuşuyor. Özetliyorum:
“Yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın İslami değerlerle yoğurulduğu, İslami değerlerle kimliğini bulduğu apaçık bir gerçek. (Türklük gibi bir kavram kafasında yok!) Bugün Türkiye’de bir sistem bunalımı var. Kendi bünyesine uymayan, kendi değerlerine zıt ve zoraki uygulanmaya çalışılan ve halka zorla diretilen bir sistem. (Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kastediyor.) Bu sistemin bünyemize ne kadar zıt olduğunu görüyoruz. Halkına zıt, halkı ile barışık olmayan, ona düşman bir sistem içerisindeyiz.” (Cumhuriyet rejimi!)
İnciler döktürmeyi sürdürüyor:
“Hepinizin bildiği gibi cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik olarak bunları özetleyebiliriz. Ama işin ilginç yanı şu ki, bu milletin halkı, bu millet bir araya gelip de biz devletçi olalım, biz laik olalım, biz millyetçi olalım diye böyle bir karar vermemişler. Bu ilkeler hep bu halka bir zorlatma şeklinde dayatılmış ve uzun süre öyle devam etmiş. Tam halka zıt bir yönetim. Türkiye’nin bir Irak’a, Libya’ya benzeyen çok yanları var. Neden? Aynı tek adam pozisyonu. (Atatürk’ü Saddam ve Kaddafi ile kıyaslamaya yelteniyor.) Bugün gidin, Irak’ta da, Libya’da da, Suriye’de de tek insanın resimleri vardır her yerde. Her yerde tek insanların heykelleri vardır.” (Fakat korkusundan Atatürk’ün adını ağzına alamıyor!)
Sonra milliyetçilik konusundaki engin görüşlerini açıklamaya başlıyor:
“Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış. Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ lafını tutup her yere yaza yaza Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür. (Bu fikirleri taşıyan şahıs MHP desteği ile Çankaya’ya çıkarıldı.) Şimdi ne gariptir ki seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘Önce Vatan’ yazdığını (görürsünüz), batıya gittikçe hiç rastlamazsınız bunlara. Yani bunlar zorla, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmeyen bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir.” (Önce Vatan ilkesini bile reddetmekten sıkılmıyor. İşin matrak tarafı, bu şahıs şu andaki konumu nedeniyle Başkomutan! Allah selamet versin.)
Daha sonra din konusunda ahkam kesmeye başlıyor:
“Şu da bir gerçek ki, en birleştirici unsur din olmuştur. Ama Türkiye’de resmi ideoloji tarafından devamlı tehdit altına alınmış. (İnsaf, insaf, Allah’tan kork.) Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden birisi de LAİKLİK ilkesidir, LAİKLİK olayıdır. Din ve din dediğimiz İslam, Türkiye’de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Maalesef Türkiye bunun örnekleriyle doludur. Zaten Türkiye’de en çok çiğnenen şey hukuk olmuştur. Bu din düşmanlığını esas alan ve hukuk tanımayan uygulama, İslam inancı ve ahlakı ile yoğurulmuş halkımızı da tabii dışlamıştır. Özellikle onu kendi hayatında yaşamak isteyen insanları devamlı dışlamış, devamlı bunlara karşı kapılar kapatılmıştır.” (Geçmişte Laiklik karşıtı olduğunu söyleyen şahıs, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davaya şimdi tepki gösterebiliyor!)
Sonra sözü sıkmabaşa getiriyor:
“Üniversitelerdeki bugünkü durum. Şimdi siz bunu hangi demokrasi ile, hangi hukuk nizamı ile, hangi insan hakları ile bağdaştırabilirsiniz? Sadece kılık kıyafetinden dolayı, sadece dini inançlarından dolayı üniversite kapılarından geri çevrilen, diplomaları verilmeyen bir sürü Türkiye’nin genç kızları.” (Anımsayın, karısını sıkmabaş fotoğrafla üniversiteye kaydettirmek istemiş, bu istem geri çevrilince karısına Türk devleti aleyhine AİHM’de dava açtırmış ve l00 bin dolar tazminat istemişti. Başkaları tarafından açılan türban davalarının kaybedilmesi üzerine davayı geri çekmek zorunda kalmışlardı. Bunlar böyledir.)
Cumhurbaşkanımız ve Başkomutanımız Abdullah Gül daha sonra irtica nedeniyle TSK’dan çıkarılan subaylardan dem vurmaya başlıyor:
“Dini inançlarından dolayı, dindar olan bir subaya da siz eğer kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, çeşitli dolaylı yollarla bunu açıkça söylemeden onu eğer safdışı ediyorsanız, sanki safra atar gibi, sanki ajan yakalamış gibi onları eğer ayıklıyorsanız, siz o zaman bu ülkenin bütünlüğünü, bu ülkenin devamını nasıl temin edersiniz.” (Türk Ordusunun başkomutanlık makamı şimdi bu kafaya emanet!)
Beyefendi konuşmasını kafasındaki “Osmanlılık” ve “İkinci Cumhuriyetçilik” kavramlarına övgü düzerek bitiriyor:
“Bu açıdan bu ikinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum.”
VE TAYYİP!
Partisi hakkında Anayasa Mahkemesinde açılan davada ismi baş sırada yer alan, partisini laikliğe karşı bir odak haline getirdiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından vurgulanan Tayyip de, AKP öncesinde çok hızlı arkadaşlardan biri! Sözlerini yine belgeden, “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları Röportajları” isimli kitaptan yayınlıyorum. Bu bir soru cevap. Kendisiyle söyleşi yapılıyor, sorular soruluyor ve yanıt veriyor. Özetliyorum. İlk sözleri Abdullah Gül’le aynı doğrultuda:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine çok kestirme bir biçimde kuşbakışı baktığımızda, rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz.”
Sonra bombayı aniden patlatıyor. Şimdi “Demokrasi” nutukları atan, özgürlüklerden dem vuran Tayyip’in şu sözlerini lütfen çok dikkatle okuyunuz...Çünkü gerçek niyeti burada yatıyor:
“Demokrasi bugüne kadar bazen bir amaç, bazen bir araç olarak görülmüştür. Bize göre demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. (Örneğin şeriat rejimine demokrasiyi araç olarak kullanarak gideceksiniz!) Eğer halk totaliter bir rejim istiyorsa buna SAYGI duymalıyız.” (Evet, aynen böyle diyor.)
Sonra sıra hukuk, Kemalizm ve dine geliyor:
“Hukuk halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı vesaire. Hatta Türkiye din konusunda kendisine din olarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir. (İnsaf, insaf, bunları söylerken Allah’tan kork, kuldan utan.) Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizmin kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir.” (Gün geldi, Başbakan olup yetkileri ele geçirdi. Şimdi neler yaptığının, neyin peşinde koştuğunun kanıtlarını işte bu sözleri ile veriyor.)
Peki ama Tayyip nasıl bir devlet kavramının peşinde? Bu soruya da yanıt veriyor:
“İslamın devlet planı içinde düşünüyorum. Biz müslümanlar için din İslamdır. En üst belirleyici İslamın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” (İşte gerçek Tayyip bu. Şimdi belli yerlere geldiği için bu kadar açık konuşamıyor...Ve hakkında dava açıldığında entel-liboş-dönek-şeriatçı korosu yaygarayı koparıyor.)
Konumuzun biraz dışında olacak ama, Tayyip bu söyleşide Hristiyan ülkelere acayip biçimde bindiriyor:
“Bizim açımızdan önemli bir başka konu da, ‘büyük abi’ ailesini oluşturan devletlerin tamamının Hristiyan olmalarıdır ve ısrarla Müslüman ülkelerde istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır.” (Şimdi Tayyip, o zaman suçladığı Hristiyan ülkelerin, ABD ve AB’nin güdümüne girmiş, yasaları onların istediği doğrultuda değiştiriyor, yenilerini aynı istem doğrultusunda çıkarıyor, onlardan direktif almaktan sıkılmıyor. O halde hangi Tayyip? Geçmişte bu sözleri söyleyen mi, bugün bunları yapan mı? Bu çelişkisini anlatacak yüreğe sahip mi? Elbette değil.)
ŞİMDİ KONUŞSUNLAR BAKALIM!
Size geçmişte Abdullah Gül ve Tayyip’in sözlerinden örnekler verdim. Hem de belgelerden, kitaplardan. Bunlardan biri bugün Cumhurbaşkanı, öteki ise Başbakan. Türkiye’yi bu iki kafa yönetiyor. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti bunların eline geçti.
Yargıtay Başsavcısı bunların da isimlerinin başrolde olduğu bir iddianame hazırladı ve Anayasa Mahkemesinde dava açtı.
Şimdi bu şahıslardan beklenen üç ayrı seçenek var:
l- Açıklama yapar ve derler ki “Biz o zaman öyle düşünüyorduk, laiklik ilkesine, Atatürkçülüğe falan karşı çıkıyorduk, din devleti istiyorduk ama şimdi değiştik. Artık öyle düşünmüyoruz.” (Belki birileri inanır!)
2- Açıklama yapar ve derler ki “Evet, bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. O sözlerimizin arkasındayız. Ancak kaderin cilvesiyle sorumlu yerlere geldiğimiz için bu sözlerimizi artık o kadar açık söyleyemiyoruz. ” (İşte bunu yapamazlar!)
3- Suskun kalırlar...Çünkü bu konuda söyleyecek sözleri yoktur. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık hikayesidir...Ve suskun kalmaya elleri mahkumdur. Hesaplarını Yüce Divan önünde vereceklerdir.
Bir Cumhurbaşkanı düşünün, yakın geçmişte Osmanlılık kavramına, İkinci Cumhuriyet safsatasına bile övgü düzüyor. Atatürk’ü Saddam, Kaddafi gibi katil ve soytarılarla kıyaslıyor. Atatürk’ün ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözünü İLKELLİK olarak tanımlıyor, Cumhuriyet rejimi ve anayasanın vazgeçilmez ilkesi olan laikliğe karşı çıkıyor.
Bir Başbakan düşünün, ‘Bizim için demokrasi bir amaç değil, hangi sistemi istiyorsanız ona gitmek için bir araçtır’ diyebiliyor. Nereye, hangi rejime ulaşmak için araç! Bir Başbakan düşünün, ‘Halk totaliter rejim isterse ona saygı duymalıyız’ diyor ve şimdi demokrasi nutukları atıyor...Ve itiraf ediyor: ‘Ben (Türkiye’yi) İslamın devlet planı içinde düşünüyorum.’
Bunların kafa yapısını kendi sözleriyle belgeliyorum. İnkar edemezler. Zora girdiklerinde herhangi bir açıklama yapamazlar. Dava da açamazlar.
Peki bunlar günümüzde değişti mi? Asla! Kafalar aynı...Ve işin acı yanı, Türkiye’yi şimdi bunlar yönetiyor. Biz bu kafalara emanetiz!
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı davayı boşuna açmadı. Abdurrahman Yalçınkaya haksız mı?
Emin Çölaşan, Gazeteport.com - 20 Mart 2008
Elimde “Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği” isimli bir kitap var. O günlerde Refah Partisi milletvekili olan Bay Abdullah Gül, düzenlenen bir seminerde konuşma yapıyor. Öteki konuşmacılar gibi, onun da sözleri banttan çözülüp kitap haline getiriliyor. Şimdi devletin başına terfi ettirilen, MHP oyları ile Cumhurbaşkanı yapılıp Atatürk’ün makamına oturtulan bu şahsın söylediklerine bir bakalım...Bakalım da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davada ismi geçen şahsın kafasının ardındakileri biraz olsun görelim. Beyefendi konuşuyor. Özetliyorum:
“Yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın İslami değerlerle yoğurulduğu, İslami değerlerle kimliğini bulduğu apaçık bir gerçek. (Türklük gibi bir kavram kafasında yok!) Bugün Türkiye’de bir sistem bunalımı var. Kendi bünyesine uymayan, kendi değerlerine zıt ve zoraki uygulanmaya çalışılan ve halka zorla diretilen bir sistem. (Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kastediyor.) Bu sistemin bünyemize ne kadar zıt olduğunu görüyoruz. Halkına zıt, halkı ile barışık olmayan, ona düşman bir sistem içerisindeyiz.” (Cumhuriyet rejimi!)
İnciler döktürmeyi sürdürüyor:
“Hepinizin bildiği gibi cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik olarak bunları özetleyebiliriz. Ama işin ilginç yanı şu ki, bu milletin halkı, bu millet bir araya gelip de biz devletçi olalım, biz laik olalım, biz millyetçi olalım diye böyle bir karar vermemişler. Bu ilkeler hep bu halka bir zorlatma şeklinde dayatılmış ve uzun süre öyle devam etmiş. Tam halka zıt bir yönetim. Türkiye’nin bir Irak’a, Libya’ya benzeyen çok yanları var. Neden? Aynı tek adam pozisyonu. (Atatürk’ü Saddam ve Kaddafi ile kıyaslamaya yelteniyor.) Bugün gidin, Irak’ta da, Libya’da da, Suriye’de de tek insanın resimleri vardır her yerde. Her yerde tek insanların heykelleri vardır.” (Fakat korkusundan Atatürk’ün adını ağzına alamıyor!)
Sonra milliyetçilik konusundaki engin görüşlerini açıklamaya başlıyor:
“Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış. Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ lafını tutup her yere yaza yaza Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür. (Bu fikirleri taşıyan şahıs MHP desteği ile Çankaya’ya çıkarıldı.) Şimdi ne gariptir ki seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘Önce Vatan’ yazdığını (görürsünüz), batıya gittikçe hiç rastlamazsınız bunlara. Yani bunlar zorla, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmeyen bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir.” (Önce Vatan ilkesini bile reddetmekten sıkılmıyor. İşin matrak tarafı, bu şahıs şu andaki konumu nedeniyle Başkomutan! Allah selamet versin.)
Daha sonra din konusunda ahkam kesmeye başlıyor:
“Şu da bir gerçek ki, en birleştirici unsur din olmuştur. Ama Türkiye’de resmi ideoloji tarafından devamlı tehdit altına alınmış. (İnsaf, insaf, Allah’tan kork.) Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden birisi de LAİKLİK ilkesidir, LAİKLİK olayıdır. Din ve din dediğimiz İslam, Türkiye’de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Maalesef Türkiye bunun örnekleriyle doludur. Zaten Türkiye’de en çok çiğnenen şey hukuk olmuştur. Bu din düşmanlığını esas alan ve hukuk tanımayan uygulama, İslam inancı ve ahlakı ile yoğurulmuş halkımızı da tabii dışlamıştır. Özellikle onu kendi hayatında yaşamak isteyen insanları devamlı dışlamış, devamlı bunlara karşı kapılar kapatılmıştır.” (Geçmişte Laiklik karşıtı olduğunu söyleyen şahıs, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davaya şimdi tepki gösterebiliyor!)
Sonra sözü sıkmabaşa getiriyor:
“Üniversitelerdeki bugünkü durum. Şimdi siz bunu hangi demokrasi ile, hangi hukuk nizamı ile, hangi insan hakları ile bağdaştırabilirsiniz? Sadece kılık kıyafetinden dolayı, sadece dini inançlarından dolayı üniversite kapılarından geri çevrilen, diplomaları verilmeyen bir sürü Türkiye’nin genç kızları.” (Anımsayın, karısını sıkmabaş fotoğrafla üniversiteye kaydettirmek istemiş, bu istem geri çevrilince karısına Türk devleti aleyhine AİHM’de dava açtırmış ve l00 bin dolar tazminat istemişti. Başkaları tarafından açılan türban davalarının kaybedilmesi üzerine davayı geri çekmek zorunda kalmışlardı. Bunlar böyledir.)
Cumhurbaşkanımız ve Başkomutanımız Abdullah Gül daha sonra irtica nedeniyle TSK’dan çıkarılan subaylardan dem vurmaya başlıyor:
“Dini inançlarından dolayı, dindar olan bir subaya da siz eğer kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, çeşitli dolaylı yollarla bunu açıkça söylemeden onu eğer safdışı ediyorsanız, sanki safra atar gibi, sanki ajan yakalamış gibi onları eğer ayıklıyorsanız, siz o zaman bu ülkenin bütünlüğünü, bu ülkenin devamını nasıl temin edersiniz.” (Türk Ordusunun başkomutanlık makamı şimdi bu kafaya emanet!)
Beyefendi konuşmasını kafasındaki “Osmanlılık” ve “İkinci Cumhuriyetçilik” kavramlarına övgü düzerek bitiriyor:
“Bu açıdan bu ikinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum.”
VE TAYYİP!
Partisi hakkında Anayasa Mahkemesinde açılan davada ismi baş sırada yer alan, partisini laikliğe karşı bir odak haline getirdiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından vurgulanan Tayyip de, AKP öncesinde çok hızlı arkadaşlardan biri! Sözlerini yine belgeden, “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları Röportajları” isimli kitaptan yayınlıyorum. Bu bir soru cevap. Kendisiyle söyleşi yapılıyor, sorular soruluyor ve yanıt veriyor. Özetliyorum. İlk sözleri Abdullah Gül’le aynı doğrultuda:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine çok kestirme bir biçimde kuşbakışı baktığımızda, rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz.”
Sonra bombayı aniden patlatıyor. Şimdi “Demokrasi” nutukları atan, özgürlüklerden dem vuran Tayyip’in şu sözlerini lütfen çok dikkatle okuyunuz...Çünkü gerçek niyeti burada yatıyor:
“Demokrasi bugüne kadar bazen bir amaç, bazen bir araç olarak görülmüştür. Bize göre demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. (Örneğin şeriat rejimine demokrasiyi araç olarak kullanarak gideceksiniz!) Eğer halk totaliter bir rejim istiyorsa buna SAYGI duymalıyız.” (Evet, aynen böyle diyor.)
Sonra sıra hukuk, Kemalizm ve dine geliyor:
“Hukuk halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı vesaire. Hatta Türkiye din konusunda kendisine din olarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir. (İnsaf, insaf, bunları söylerken Allah’tan kork, kuldan utan.) Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizmin kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir.” (Gün geldi, Başbakan olup yetkileri ele geçirdi. Şimdi neler yaptığının, neyin peşinde koştuğunun kanıtlarını işte bu sözleri ile veriyor.)
Peki ama Tayyip nasıl bir devlet kavramının peşinde? Bu soruya da yanıt veriyor:
“İslamın devlet planı içinde düşünüyorum. Biz müslümanlar için din İslamdır. En üst belirleyici İslamın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” (İşte gerçek Tayyip bu. Şimdi belli yerlere geldiği için bu kadar açık konuşamıyor...Ve hakkında dava açıldığında entel-liboş-dönek-şeriatçı korosu yaygarayı koparıyor.)
Konumuzun biraz dışında olacak ama, Tayyip bu söyleşide Hristiyan ülkelere acayip biçimde bindiriyor:
“Bizim açımızdan önemli bir başka konu da, ‘büyük abi’ ailesini oluşturan devletlerin tamamının Hristiyan olmalarıdır ve ısrarla Müslüman ülkelerde istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır.” (Şimdi Tayyip, o zaman suçladığı Hristiyan ülkelerin, ABD ve AB’nin güdümüne girmiş, yasaları onların istediği doğrultuda değiştiriyor, yenilerini aynı istem doğrultusunda çıkarıyor, onlardan direktif almaktan sıkılmıyor. O halde hangi Tayyip? Geçmişte bu sözleri söyleyen mi, bugün bunları yapan mı? Bu çelişkisini anlatacak yüreğe sahip mi? Elbette değil.)
ŞİMDİ KONUŞSUNLAR BAKALIM!
Size geçmişte Abdullah Gül ve Tayyip’in sözlerinden örnekler verdim. Hem de belgelerden, kitaplardan. Bunlardan biri bugün Cumhurbaşkanı, öteki ise Başbakan. Türkiye’yi bu iki kafa yönetiyor. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti bunların eline geçti.
Yargıtay Başsavcısı bunların da isimlerinin başrolde olduğu bir iddianame hazırladı ve Anayasa Mahkemesinde dava açtı.
Şimdi bu şahıslardan beklenen üç ayrı seçenek var:
l- Açıklama yapar ve derler ki “Biz o zaman öyle düşünüyorduk, laiklik ilkesine, Atatürkçülüğe falan karşı çıkıyorduk, din devleti istiyorduk ama şimdi değiştik. Artık öyle düşünmüyoruz.” (Belki birileri inanır!)
2- Açıklama yapar ve derler ki “Evet, bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. O sözlerimizin arkasındayız. Ancak kaderin cilvesiyle sorumlu yerlere geldiğimiz için bu sözlerimizi artık o kadar açık söyleyemiyoruz. ” (İşte bunu yapamazlar!)
3- Suskun kalırlar...Çünkü bu konuda söyleyecek sözleri yoktur. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık hikayesidir...Ve suskun kalmaya elleri mahkumdur. Hesaplarını Yüce Divan önünde vereceklerdir.
Bir Cumhurbaşkanı düşünün, yakın geçmişte Osmanlılık kavramına, İkinci Cumhuriyet safsatasına bile övgü düzüyor. Atatürk’ü Saddam, Kaddafi gibi katil ve soytarılarla kıyaslıyor. Atatürk’ün ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözünü İLKELLİK olarak tanımlıyor, Cumhuriyet rejimi ve anayasanın vazgeçilmez ilkesi olan laikliğe karşı çıkıyor.
Bir Başbakan düşünün, ‘Bizim için demokrasi bir amaç değil, hangi sistemi istiyorsanız ona gitmek için bir araçtır’ diyebiliyor. Nereye, hangi rejime ulaşmak için araç! Bir Başbakan düşünün, ‘Halk totaliter rejim isterse ona saygı duymalıyız’ diyor ve şimdi demokrasi nutukları atıyor...Ve itiraf ediyor: ‘Ben (Türkiye’yi) İslamın devlet planı içinde düşünüyorum.’
Bunların kafa yapısını kendi sözleriyle belgeliyorum. İnkar edemezler. Zora girdiklerinde herhangi bir açıklama yapamazlar. Dava da açamazlar.
Peki bunlar günümüzde değişti mi? Asla! Kafalar aynı...Ve işin acı yanı, Türkiye’yi şimdi bunlar yönetiyor. Biz bu kafalara emanetiz!
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı davayı boşuna açmadı. Abdurrahman Yalçınkaya haksız mı?
Emin Çölaşan, Gazeteport.com - 20 Mart 2008
Çok yönlü bir rezalet
Türkiye’yi adına özellikle ve bilerek “Başörtüsü” dedikleri bez parçasıyla karıştırmayı başardılar! Bu olay yeni değil. Bu plan yıllardır yapılıyordu. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Kafalarında var olan kavramları hayata geçirmek için en uygun zamanı beklediler ve birkaç hafta önce düğmeye bastılar.
Sevgili Gazeteport okurları, bu sözlerimi size şimdi kanıtlayacağım. 21 Şubat 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan, “AKP’nin YÖK Oyunu” başlıklı yazımı biraz özetleyerek sizlere sunuyorum. O günlerde yine Irak savaşı gündemde, tezkere Meclis’e gelmek üzere. Şöyle yazmışım:
“Dikkat ediniz, Türkiye tam bir savaş kargaşası içinde iken gündeme birdenbire YÖK getiriliyor. YÖK’ü budayacaklar, değiştirecekler ve üniversitelerde gericilik borusunu yeniden öttürmeye başlayacaklar. BUNU YAPMAK İÇİN ANAYASA VE YASALARI DEĞİŞTİRECEKLER.
Türkiye, Irak ve savaş gündemini yaşarken, ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet yöntemiyle işi bitirecekler. (Taktik beş yıl sonra da aynı!)
Erkan Mumcu isimli Milli Eğitim Bakanı bu amaçla yapılan çalışmalara YÖK’ün katılmadığını söylüyor. YÖK niye katılsın?..Niye kendini oyuncak etsin? Bütün hikaye AKP iktidarı ile ters düşen YÖK’ü bitirmek. Günümüzün YÖK’ü üniversitelerde türbanı yasakladı, irticayı sokmadı, gerici kadrolaşmaya geçit vermedi.
Önceki yıllarda Mehmet Sağlam isimli bir YÖK Başkanı vardı. (2008 yılında AKP milletvekili.) Onun döneminde üniversiteler irtica yuvasına dönmüştü. Mısır, Afganistan, Suudi Arabistan, İran üniversitelerinde öğrencileri okutmak için ikili anlaşmalar yapılmıştı. YÖK bunları laik eğitim veren kurumlarla bir tutmuş, diplomalarını onamış, Türkiye’deki okullarda öğretmen olmalarına izin vermişti. Kemal Gürüz dönemiyle birlikte bu tavra son verildi. Üniforma olarak kullanılan türban olayına göz yumulmadı. Üniversitelerde irticai faaliyette bulunan öğretim üyeleri uzaklaştırıldı...
Anayasa ve yasalar ne acıdır ki AKP iktidarının oyuncağı oldu. Meclis’te gerekli kelle sayısını buldular, oyunlarını oynuyorlar.”
Bundan tam beş yıl önce çıkan yazımı aynen şöyle sürdürüyorum:
“Şimdi AKP’nin yeni YÖK oyunu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversite ve yüksek okulları yeniden gericiliğin eline verilecek, karanlık güçlere peşkeş çekilecek. İrtica takımı tam kadro geri dönecek. Türban serbest olacak. Yani amaç ortada...Üniversiteleri iç siyasetin ve din bezirganlarının eline teslim etmek...”
KALELER DÜŞÜRÜLÜYOR
2003 yılı şubat ayında yazdıklarım beş yıl sonra aynen gerçekleşti. Niçin beş yıl sonra?..Çünkü fırsat ellerine henüz geçti. Sezer’in yerine kendi adamları Çankaya’ya çıkarıldı ve Çankaya Noterliği görevine hızla başladı.
Dahası, bu olayla ilgili bütün kaleler tek tek düşürüldü. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına Haşim Kılıç seçildi. Hem de oraya Sezer tarafından getirilen bazı Mahkeme üyeleri tarafından! Çankaya Noteri, YÖK Başkanlığına da kendi adamları olan Yusuf Ziya’yı oturttu. Kaleler tek tek ele geçirilince, Meclis çoğunluğu da ellerinin altında hazır olunca, beş yıl önce yazdıklarımızı hayata geçirme zamanının geldiğini gördüler ve işe giriştiler.
Yusuf Ziya isimli YÖK Başkanı önceki gün bir bildiri yayınladı. Şu cümlesine dikkat ediniz: “Cumhuriyet’in nitelikleri, özgürlükleri sınırlamak için gerekçe olamaz.” Bu kafalar yakın gelecekte belki de başka söylemlerle ortaya çıkacaktır: “Devrim Yasaları kaldırılsın. Laiklik ilkesi Anayasadan çıkarılsın. Tekke ve zaviyeler, medreseler açılsın. Sıkmabaşta olduğu gibi takke, sarık, cüppe de serbest bırakılsın. Halifelik makamını geri getirelim. Türkiye’nin bölünmesini istemek ve bu doğrultuda yayın yapmak da serbest olsun. İstanbul’u başkent yapalım. Bunları istemek Cumhuriyet’in ilkeleriyle ters düşse bile özgürlüktür ve sınırlanamaz.”
O KAZIK ÇIKMAZ
Bütün bunlara bir de AKP iktidarının stepnesi, koltuk değneği ve kurtarıcısı olmayı içine sindiren “Milliyetçi!’” MHP’yi ekleyin. MHP şimdi ağlaşıyor. AKP’den yediği kazığı içinden çıkarmaya çalışıyor ama çıkmaz. Biz onları defalarca uyardık. Bu işe girmelerinin yanlış olduğunu, yakışmadığını, eğer üniversitelerde sıkmabaş olayı serbest bırakılırsa, bunun meyvesini MHP’nin değil AKP’nin yiyeceğini bağıra bağıra söyledik. Dinlemediler, anlamak istemediler ve AKP’den yedikleri kazıkla baş başa kaldılar.
AKP şimdi açıkça vurguluyor: “Üniversitelerde sıkmabaş serbestliği için MHP ile birlikte yaptığımız Anayasa değişikliği yeterlidir. YÖK yasasında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek yoktur.”
Hani YÖK Yasasında değişiklik yapılacaktı!..Hani adına “başörtüsü” dedikleri nesne ancak çenenin altından bağlanırsa serbest olacaktı!..Bunlar MHP’ye iktidar partisi tarafından yutturulan uyuşturucu ilacın reçetesinde yazıyordu! MHP ilacı yuttu, derin uykuya daldı, Anayasa değişikliğine oy verip kabul etti. Ama şimdi uyuşturucunun etkisi geçti! MHP gerçekleri görüp ayıldı. Fakat iş işten geçtikten sonra!
Bu konuda dandik-düzmece-göstermelik muhalefet yapan Doğan Grubu sıkmabaş olayını çoktan unuttu. İktidarla kayıkçı kavgası sona erdi. Önceden de yazdım, zaten başka türlüsü olamazdı. Yazılı ve görsel medyanın büyük çoğunluğunu elinde bulunduran kartelin iktidarla bir sürü işi var. Türban veya sıkmabaş uğruna niçin hükümeti karşısına alıp çıkarlarını çiğnesin, kendi ayağına kurşun sıksın! Değer mi!
CİNGÖZCE TAKTİK
Son olarak bir de bu Anayasa değişikliğinin Çankaya Noteri Bay Abdullah Gül tarafından ne zaman onaylandığına bakalım. Üç satırlık değişikliği tam 11 gün boyunca önünde tuttu mu? Tuttu. Türk ordusunun Irak harekatının ne zaman başlayacağını biliyor muydu? Biliyordu. Anayasa değişikliğini imzaladığı zaman Türkiye’nin gerileceğini biliyor muydu? Onu da biliyordu.
O halde ne yaptı? Konuyu gündemden düşürmek için cingözce bir taktik uyguladı. Ordumuzun Irak’a girme gününü bekledi. O gün geldi. Operasyonda şehitler veriyorduk. Cuma akşamı saat 19.00 haberleri televizyonlarda başlamıştı. Konu baştan sona Irak harekatı. Tam saat 19.10’da ekranlara bir “Son Dakika” haberi düştü: “Gül, Anayasa değişikliğini onayladı!” Zamanlaması ve medyaya verilişi sadece gün değil, dakika olarak bile muhteşemdi! Böylece onay işlemini özellikle harekatın ve şehitlerimizin arkasına sığınarak yaptı ki, kamuoyunda fazla gürültü çıkmasın. Çok ince hesap işi!
Evet, perşembenin gelişi çarşambadan belliymiş. Sıkmabaş konusunda olacakları aynen beş yıl önceki yazımda, yine Irak savaşı zamanında yazmışım. Şimdi bize elbirliği ile yaşattıkları şu curcunaya bakınız! Durup dururken ülkemizi birbirine düşürdüler. Üniversite kapılarında olaylar çıkıyor. Parti ve oy hesaplarının böylesine öne çıkarıldığı, şehitlerin bile ardına gizlendiği bu ülkede biz kime saygı duyacağız? Çankaya Noteri’ne mi, Tayyip’e mi, iktidarın işbirlikçisi Devlet Bahçeli ve partisine mi, YÖK’ün ve üniversitelerin başına atanan AKP’nin memuru Yusuf Ziya’ya mı? Kime, hangisine?
Emin Çölaşan, Gazeteport - 28 Şubat 2008
Sevgili Gazeteport okurları, bu sözlerimi size şimdi kanıtlayacağım. 21 Şubat 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan, “AKP’nin YÖK Oyunu” başlıklı yazımı biraz özetleyerek sizlere sunuyorum. O günlerde yine Irak savaşı gündemde, tezkere Meclis’e gelmek üzere. Şöyle yazmışım:
“Dikkat ediniz, Türkiye tam bir savaş kargaşası içinde iken gündeme birdenbire YÖK getiriliyor. YÖK’ü budayacaklar, değiştirecekler ve üniversitelerde gericilik borusunu yeniden öttürmeye başlayacaklar. BUNU YAPMAK İÇİN ANAYASA VE YASALARI DEĞİŞTİRECEKLER.
Türkiye, Irak ve savaş gündemini yaşarken, ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet yöntemiyle işi bitirecekler. (Taktik beş yıl sonra da aynı!)
Erkan Mumcu isimli Milli Eğitim Bakanı bu amaçla yapılan çalışmalara YÖK’ün katılmadığını söylüyor. YÖK niye katılsın?..Niye kendini oyuncak etsin? Bütün hikaye AKP iktidarı ile ters düşen YÖK’ü bitirmek. Günümüzün YÖK’ü üniversitelerde türbanı yasakladı, irticayı sokmadı, gerici kadrolaşmaya geçit vermedi.
Önceki yıllarda Mehmet Sağlam isimli bir YÖK Başkanı vardı. (2008 yılında AKP milletvekili.) Onun döneminde üniversiteler irtica yuvasına dönmüştü. Mısır, Afganistan, Suudi Arabistan, İran üniversitelerinde öğrencileri okutmak için ikili anlaşmalar yapılmıştı. YÖK bunları laik eğitim veren kurumlarla bir tutmuş, diplomalarını onamış, Türkiye’deki okullarda öğretmen olmalarına izin vermişti. Kemal Gürüz dönemiyle birlikte bu tavra son verildi. Üniforma olarak kullanılan türban olayına göz yumulmadı. Üniversitelerde irticai faaliyette bulunan öğretim üyeleri uzaklaştırıldı...
Anayasa ve yasalar ne acıdır ki AKP iktidarının oyuncağı oldu. Meclis’te gerekli kelle sayısını buldular, oyunlarını oynuyorlar.”
Bundan tam beş yıl önce çıkan yazımı aynen şöyle sürdürüyorum:
“Şimdi AKP’nin yeni YÖK oyunu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversite ve yüksek okulları yeniden gericiliğin eline verilecek, karanlık güçlere peşkeş çekilecek. İrtica takımı tam kadro geri dönecek. Türban serbest olacak. Yani amaç ortada...Üniversiteleri iç siyasetin ve din bezirganlarının eline teslim etmek...”
KALELER DÜŞÜRÜLÜYOR
2003 yılı şubat ayında yazdıklarım beş yıl sonra aynen gerçekleşti. Niçin beş yıl sonra?..Çünkü fırsat ellerine henüz geçti. Sezer’in yerine kendi adamları Çankaya’ya çıkarıldı ve Çankaya Noterliği görevine hızla başladı.
Dahası, bu olayla ilgili bütün kaleler tek tek düşürüldü. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına Haşim Kılıç seçildi. Hem de oraya Sezer tarafından getirilen bazı Mahkeme üyeleri tarafından! Çankaya Noteri, YÖK Başkanlığına da kendi adamları olan Yusuf Ziya’yı oturttu. Kaleler tek tek ele geçirilince, Meclis çoğunluğu da ellerinin altında hazır olunca, beş yıl önce yazdıklarımızı hayata geçirme zamanının geldiğini gördüler ve işe giriştiler.
Yusuf Ziya isimli YÖK Başkanı önceki gün bir bildiri yayınladı. Şu cümlesine dikkat ediniz: “Cumhuriyet’in nitelikleri, özgürlükleri sınırlamak için gerekçe olamaz.” Bu kafalar yakın gelecekte belki de başka söylemlerle ortaya çıkacaktır: “Devrim Yasaları kaldırılsın. Laiklik ilkesi Anayasadan çıkarılsın. Tekke ve zaviyeler, medreseler açılsın. Sıkmabaşta olduğu gibi takke, sarık, cüppe de serbest bırakılsın. Halifelik makamını geri getirelim. Türkiye’nin bölünmesini istemek ve bu doğrultuda yayın yapmak da serbest olsun. İstanbul’u başkent yapalım. Bunları istemek Cumhuriyet’in ilkeleriyle ters düşse bile özgürlüktür ve sınırlanamaz.”
O KAZIK ÇIKMAZ
Bütün bunlara bir de AKP iktidarının stepnesi, koltuk değneği ve kurtarıcısı olmayı içine sindiren “Milliyetçi!’” MHP’yi ekleyin. MHP şimdi ağlaşıyor. AKP’den yediği kazığı içinden çıkarmaya çalışıyor ama çıkmaz. Biz onları defalarca uyardık. Bu işe girmelerinin yanlış olduğunu, yakışmadığını, eğer üniversitelerde sıkmabaş olayı serbest bırakılırsa, bunun meyvesini MHP’nin değil AKP’nin yiyeceğini bağıra bağıra söyledik. Dinlemediler, anlamak istemediler ve AKP’den yedikleri kazıkla baş başa kaldılar.
AKP şimdi açıkça vurguluyor: “Üniversitelerde sıkmabaş serbestliği için MHP ile birlikte yaptığımız Anayasa değişikliği yeterlidir. YÖK yasasında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek yoktur.”
Hani YÖK Yasasında değişiklik yapılacaktı!..Hani adına “başörtüsü” dedikleri nesne ancak çenenin altından bağlanırsa serbest olacaktı!..Bunlar MHP’ye iktidar partisi tarafından yutturulan uyuşturucu ilacın reçetesinde yazıyordu! MHP ilacı yuttu, derin uykuya daldı, Anayasa değişikliğine oy verip kabul etti. Ama şimdi uyuşturucunun etkisi geçti! MHP gerçekleri görüp ayıldı. Fakat iş işten geçtikten sonra!
Bu konuda dandik-düzmece-göstermelik muhalefet yapan Doğan Grubu sıkmabaş olayını çoktan unuttu. İktidarla kayıkçı kavgası sona erdi. Önceden de yazdım, zaten başka türlüsü olamazdı. Yazılı ve görsel medyanın büyük çoğunluğunu elinde bulunduran kartelin iktidarla bir sürü işi var. Türban veya sıkmabaş uğruna niçin hükümeti karşısına alıp çıkarlarını çiğnesin, kendi ayağına kurşun sıksın! Değer mi!
CİNGÖZCE TAKTİK
Son olarak bir de bu Anayasa değişikliğinin Çankaya Noteri Bay Abdullah Gül tarafından ne zaman onaylandığına bakalım. Üç satırlık değişikliği tam 11 gün boyunca önünde tuttu mu? Tuttu. Türk ordusunun Irak harekatının ne zaman başlayacağını biliyor muydu? Biliyordu. Anayasa değişikliğini imzaladığı zaman Türkiye’nin gerileceğini biliyor muydu? Onu da biliyordu.
O halde ne yaptı? Konuyu gündemden düşürmek için cingözce bir taktik uyguladı. Ordumuzun Irak’a girme gününü bekledi. O gün geldi. Operasyonda şehitler veriyorduk. Cuma akşamı saat 19.00 haberleri televizyonlarda başlamıştı. Konu baştan sona Irak harekatı. Tam saat 19.10’da ekranlara bir “Son Dakika” haberi düştü: “Gül, Anayasa değişikliğini onayladı!” Zamanlaması ve medyaya verilişi sadece gün değil, dakika olarak bile muhteşemdi! Böylece onay işlemini özellikle harekatın ve şehitlerimizin arkasına sığınarak yaptı ki, kamuoyunda fazla gürültü çıkmasın. Çok ince hesap işi!
Evet, perşembenin gelişi çarşambadan belliymiş. Sıkmabaş konusunda olacakları aynen beş yıl önceki yazımda, yine Irak savaşı zamanında yazmışım. Şimdi bize elbirliği ile yaşattıkları şu curcunaya bakınız! Durup dururken ülkemizi birbirine düşürdüler. Üniversite kapılarında olaylar çıkıyor. Parti ve oy hesaplarının böylesine öne çıkarıldığı, şehitlerin bile ardına gizlendiği bu ülkede biz kime saygı duyacağız? Çankaya Noteri’ne mi, Tayyip’e mi, iktidarın işbirlikçisi Devlet Bahçeli ve partisine mi, YÖK’ün ve üniversitelerin başına atanan AKP’nin memuru Yusuf Ziya’ya mı? Kime, hangisine?
Emin Çölaşan, Gazeteport - 28 Şubat 2008
Etiketler:
AKP,
Emin Çölaşan,
Gazeteport,
Türban
19 Mart 2008
Nalıncı Keseri
YARGITAY Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası açtı...
*
Bunu duyan Başbakan Erdoğan, hukuka büyük saygısı olduğu için, "Yargıya intikal eden konular üzerinde konuşmamız yanlış olur" dedi.
Meclis Başkanı Toptan da, devleti temsil eden, sorumlu bir siyasetçi olduğunu kanıtlayıp, "Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi'nin en doğru kararı vereceğine inanıyorum, herkes hukuka güvensin, müsterih olsun" dedi.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, her zamanki gibi mantıklı ve olgundu, "Adalet Bakanı olarak, yargıya intikal eden bir konu hakkında yorum yapmam uygun olmaz, ancak şunu söyleyebilirim ki, siyasilerin kendilerini, davranış biçimlerini çek etmelerinde fayda var" dedi.
Eski Adalet Bakanı ve şimdiki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise, dayanamadı, vatandaşın duymak istediği en doğru cümleleri kullandı, "Hizmet için seçilenler, kavga çıkması, gerginlik olması için olaylara adeta çanak tutuyorlar, çok net iddia ediyorum, partinin kapatılmasını en çok siyasiler istiyor, yoksa bu kadar ahmakça politika güdülemezdi" dedi.
*
Ama ne zaman dediler bunları?
DTP için dava açıldığında!
*
Şimdi ne diyorlar?
"Garabet..."
"Yüz karası..."
"Halkı da kapatın bari!"
"Görülmemiş utanç..."
"Savcı yargılansın!"
"Savcı da ölümü tadacak!"
*
Zaten anlatmaya çalıştığımız bu...
Hukuk, bir gün herkese lazım!
Yılmaz Özdil - Hürriyet, 18 Mart 2008
*
Bunu duyan Başbakan Erdoğan, hukuka büyük saygısı olduğu için, "Yargıya intikal eden konular üzerinde konuşmamız yanlış olur" dedi.
Meclis Başkanı Toptan da, devleti temsil eden, sorumlu bir siyasetçi olduğunu kanıtlayıp, "Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi'nin en doğru kararı vereceğine inanıyorum, herkes hukuka güvensin, müsterih olsun" dedi.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, her zamanki gibi mantıklı ve olgundu, "Adalet Bakanı olarak, yargıya intikal eden bir konu hakkında yorum yapmam uygun olmaz, ancak şunu söyleyebilirim ki, siyasilerin kendilerini, davranış biçimlerini çek etmelerinde fayda var" dedi.
Eski Adalet Bakanı ve şimdiki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise, dayanamadı, vatandaşın duymak istediği en doğru cümleleri kullandı, "Hizmet için seçilenler, kavga çıkması, gerginlik olması için olaylara adeta çanak tutuyorlar, çok net iddia ediyorum, partinin kapatılmasını en çok siyasiler istiyor, yoksa bu kadar ahmakça politika güdülemezdi" dedi.
*
Ama ne zaman dediler bunları?
DTP için dava açıldığında!
*
Şimdi ne diyorlar?
"Garabet..."
"Yüz karası..."
"Halkı da kapatın bari!"
"Görülmemiş utanç..."
"Savcı yargılansın!"
"Savcı da ölümü tadacak!"
*
Zaten anlatmaya çalıştığımız bu...
Hukuk, bir gün herkese lazım!
Yılmaz Özdil - Hürriyet, 18 Mart 2008
Etiketler:
AKP,
DTP,
Hürriyet Gazetesi,
Yılmaz Özdil
15 Mart 2008
Hayata Dönüş Operasyonu
Ankara kulislerinde konuşulan, Yalçın Küçük tarafından dillendirilen şey gerçek oldu.
Ve uzun süredir beklenen, Ankara kulislerinde konuşulan, Yalçın Küçük tarafından dillendirilen şey gerçek oldu. Borsanın da kapanması beklenerek, AKP için kapatma davası açıldı.
Bu gelişmeye Başbakan Erdoğan’ın sık kullandığı deyimle, “Hayırlara vesile olur inşallah” mı demeli? Yoksa AKP’nin dudağına kondurulan bir hayat öpücüğü, ekonomi başta olmak üzere gelen kötü sinyallerle inişe geçen ve asabı bozulan parti önderliği için “hayata dönüş operasyonu” olarak mı bakmalı? Asıl mesele burada.
AKP’nin sözcüleri ne derlerse desinler, ekonomideki kötü gidiş örtülemiyor, saklanamıyorken, YÖK’ten türban konusuna, sosyal güvenlikten özelleştirmeye, kadrolaşmadan emekli maaşlarına dek hemen her şey AKP’nin eline, ayağına dolanıyorken atılan bu adım, bahane arayışında olan Başbakanı ve diğer AKP kadrolarını hayli rahatlattı besbelli.
ABD’nin en büyük 20 bankasından birinin battığı hafta içinde, Beyaz Saray’dakilerin, AKP yönetiminden tasfiye edilen Cüneyt Zapsu’nun deyimiyle, AKP liderini “deliğe süpürmeyip, kullandıkları” bir dönemde, tam da ABD’den kaynaklanan ama önlenemeyen küresel krizin öncü dalgaları, Boğaz’ın kıyılarına vurmuşken bu adım atıldı. Bu nedenle insanın aklına, aynen Başbakanın bir zamanlar hapse atılması gibi “Atlantik’teki büyük patronla oynanan bir ortaoyunu mu, yeni bir danışıklı dövüş mü” sorusu geliyor.
Boğaziçi’nin büyük patronlarının, onların birkaç aydır hükümetle arası açık olan üyesinin yani en büyük medya patronunun ve de bu büyük patronun zenginler kulübü başkanı olan kızının hükümete yüklendikleri bir ortamda bu dava açıldı. Bu kadarı da tesadüf mü?
Gelelim yakın gelecekte olabileceklere. AKP mağdur ve mazlum edebiyatına sarılır, “biz herşeyi çok iyi yönetiyorduk, Türkiye’de ortam güllük gülistanlıktı” demeye başlar ve siyaset masasından, kendi yaptıklarının bedelini ödemeden kalkar. Yani hesabı ödemeden masayı terk eder. AKP’nin tüm beceriksizliği ve olumsuzlukları unutulur, belleği zayıf olan insanlar da AKP’yi mağdur olmuş dürüst delikanlı olarak anımsar dururlar. AKP’nin bir süre önce küstüğü liberallerden büyük iş çevrelerine kadar hemen herkes ve her kesim, AKP’yi desteklemeye başlar yeniden.
Cumhurbaşkanı ve başbakan da dahil parti yöneticilerine beş yıl yasak gelince, “dürüst, özelleştirmeye karşı mırın kırın eden, Nazım Hikmet seven ve Mülkiye mezunu AKP’li” yani Abdüllatif Şener ortaya çıkar. Neden tekrar aday olmadığına ve hangi konularda AKP’nin lideriyle ters düştüğüne ilişkin uzun açıklamalar yapar ve “yeni bir yüz, yeni bir ses, yeni bir soluk” olarak ABD, sermaye, medya işbirliğiyle piyasaya sürülür.
Sonuç mu? Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nı sorgulamadan, NATO, ABD ve AB’yi sorgulamadan, kamucu, toplumcu, halkçı siyasetleri gündemine almadan, başındaki çuvalı çıkarmadan demokrasi ve serbest piyasa oyunu oynamaya devam eder. Taa ki yeni bir krizle sarsılana kadar.
Kaynak: Gerçek Gündem
Ve uzun süredir beklenen, Ankara kulislerinde konuşulan, Yalçın Küçük tarafından dillendirilen şey gerçek oldu. Borsanın da kapanması beklenerek, AKP için kapatma davası açıldı.
Bu gelişmeye Başbakan Erdoğan’ın sık kullandığı deyimle, “Hayırlara vesile olur inşallah” mı demeli? Yoksa AKP’nin dudağına kondurulan bir hayat öpücüğü, ekonomi başta olmak üzere gelen kötü sinyallerle inişe geçen ve asabı bozulan parti önderliği için “hayata dönüş operasyonu” olarak mı bakmalı? Asıl mesele burada.
AKP’nin sözcüleri ne derlerse desinler, ekonomideki kötü gidiş örtülemiyor, saklanamıyorken, YÖK’ten türban konusuna, sosyal güvenlikten özelleştirmeye, kadrolaşmadan emekli maaşlarına dek hemen her şey AKP’nin eline, ayağına dolanıyorken atılan bu adım, bahane arayışında olan Başbakanı ve diğer AKP kadrolarını hayli rahatlattı besbelli.
ABD’nin en büyük 20 bankasından birinin battığı hafta içinde, Beyaz Saray’dakilerin, AKP yönetiminden tasfiye edilen Cüneyt Zapsu’nun deyimiyle, AKP liderini “deliğe süpürmeyip, kullandıkları” bir dönemde, tam da ABD’den kaynaklanan ama önlenemeyen küresel krizin öncü dalgaları, Boğaz’ın kıyılarına vurmuşken bu adım atıldı. Bu nedenle insanın aklına, aynen Başbakanın bir zamanlar hapse atılması gibi “Atlantik’teki büyük patronla oynanan bir ortaoyunu mu, yeni bir danışıklı dövüş mü” sorusu geliyor.
Boğaziçi’nin büyük patronlarının, onların birkaç aydır hükümetle arası açık olan üyesinin yani en büyük medya patronunun ve de bu büyük patronun zenginler kulübü başkanı olan kızının hükümete yüklendikleri bir ortamda bu dava açıldı. Bu kadarı da tesadüf mü?
Gelelim yakın gelecekte olabileceklere. AKP mağdur ve mazlum edebiyatına sarılır, “biz herşeyi çok iyi yönetiyorduk, Türkiye’de ortam güllük gülistanlıktı” demeye başlar ve siyaset masasından, kendi yaptıklarının bedelini ödemeden kalkar. Yani hesabı ödemeden masayı terk eder. AKP’nin tüm beceriksizliği ve olumsuzlukları unutulur, belleği zayıf olan insanlar da AKP’yi mağdur olmuş dürüst delikanlı olarak anımsar dururlar. AKP’nin bir süre önce küstüğü liberallerden büyük iş çevrelerine kadar hemen herkes ve her kesim, AKP’yi desteklemeye başlar yeniden.
Cumhurbaşkanı ve başbakan da dahil parti yöneticilerine beş yıl yasak gelince, “dürüst, özelleştirmeye karşı mırın kırın eden, Nazım Hikmet seven ve Mülkiye mezunu AKP’li” yani Abdüllatif Şener ortaya çıkar. Neden tekrar aday olmadığına ve hangi konularda AKP’nin lideriyle ters düştüğüne ilişkin uzun açıklamalar yapar ve “yeni bir yüz, yeni bir ses, yeni bir soluk” olarak ABD, sermaye, medya işbirliğiyle piyasaya sürülür.
Sonuç mu? Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nı sorgulamadan, NATO, ABD ve AB’yi sorgulamadan, kamucu, toplumcu, halkçı siyasetleri gündemine almadan, başındaki çuvalı çıkarmadan demokrasi ve serbest piyasa oyunu oynamaya devam eder. Taa ki yeni bir krizle sarsılana kadar.
Kaynak: Gerçek Gündem
11 Mart 2008
AKP-Erbil-Bağdat Hattı...
Öyle anlaşılıyor ki 5 Kasım 2007'de Washington'da kabaca bir hat çizildi.
- ABD, kendi üretip geliştirdiği PKK'ye karşı bir dizginleme işine girecekti.
- Türkiye'ye sınır ötesi "sınırlı harekât için" izin verecekti.
- AKP hükümeti, PKK'nin biraz hırpalanması karşılığında Talabani ve Barzani ile siyasi ve iktisadi işbirliğini ileri götürecekti.
- Türk kamuoyunda ABD'ye karşı olan (yüzde 90) oranı böylece biraz geri çekilecekti.
- Ankara BOP'a, hükümeti ve askeri ile biraz daha bağlanmış olacaktı.
ABD, "AKP, Talabani (Bağdat), Barzani (Erbil) ve PKK (DTP) dörtgeni içinde" istediği amaçlar doğrultusunda ilerliyor. Geri çekilme sabahı olan 22 Şubat Cuma günü Cumhuriyet'te çıkan yazımda , "sınırlı askeri harekât karşılığında Kürdistan projesinde siyasi ilerleme sağlayacaklarını" madde madde anlattım.
Talabani'nin Ankara'ya, hem de Çankaya'ya gelişi ile 5 Kasım 2007'nin ikinci adımı da atıldı. PKK'nin TSK tarafından askeri olarak biraz yıpratılması karşılığında, Kürdistan projesinde ABD siyasi ilerleme sağladı.
AKP, ABD ile hangi konularda anlaştı? Ne Meclis ne de kamuoyu biliyor.
- Talabani (Bağdat) ve Barzani (Erbil) ile yakınlaşarak yeni bir zemin hazırlıyor.
- Talabani, Barzani ve PKK bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Onları birleştiren dış güç ABD ve AB'dir. Talabani'nin Çankaya'da onurlandırılması, Bağdat, Erbil, PKK (DTP) ve Washington çevreleri tarafından olumlu karşılandı.
- AKP alıştıra alıştıra, ABD'nin BOP'taki ilk Kürdistan adımını resmen atmış oldu.
Sonuçlara bakalım...
Olayın sonuçlarını geniş bir pencereden değerlendirmek gerekir. Son birkaç haftanın "askeri operasyon karesine" sıkıştığımız zaman tuzağa düşeriz, bir şey anlaşılmaz.
5 Kasım 2007'den sonra neler oldu? Kimler ne elde ettiler?
1)Türkiye'de AKP hükümeti kamuoyuna, "Meclis'te karar aldık, siyasi irade gösterdik, PKK'yi inine kadar izledik ve gerekeni yaptık" diyerek başarı kazanmış oldu.
2) TSK, en zor kış koşullarında, kısa süre için de olsa, başarılı bir kara harekâtını, "ABD'nin de bilgi desteği ile" başardı.
3) PKK'nin Irak'ın iç kesimlerine rahatlıkla kaçırılan ve saklanan geniş kesimi dışında kalan 250 dolayındaki terörist etkisiz hale getirildi.
4) ABD, "PKK'nin küçük bir bölümünü feda etme karşılığında" AKP'den Talabani ve Barzani ile işbirliği güvencesi aldı.
5) Geniş bir reform ve teröriste af paketi için güvence sağlandı. Hatta, Washington'a bazı taahhütlerde bulunulduğu ve bir "reform paketi sunulduğu" ortaya çıktı.
6) Amerika "Türk kamuoyunda rahatladı".
7) Türk-Kürt federasyonunu kamuoyunda tartışacak bir altyapının temelleri atıldı. Kimi yazarlar hemen işe koyuldular. ABD ve AB çevreleri, "siyasal çözüm taleplerini" sunmaya başladılar.
8) Siyasal çözüm adı altında, bireysel haklar yerine, "toplumsal haklar" gündeme getiriliyor.
9) Ve en önemlisi, asker ile CHP ve MHP'nin arası açıldı. ABD, AKP ve DTP açısından bundan iyi bir beklenti olur mu? Dün AKP ile liberaller çatışmaya başlamıştı; bugün, asker ile Meclis'teki muhalefet karşı karşıya getirildi.
ABD 5 Kasım'da kurguladığı oyunu adım adım sürdürüyor. Gates , "eski bir CIA başkanı olarak" çok başarılı bir oyun sergiledi.
Kazananlar; ABD, AKP ve DTP. Kaybedenler ise, Türkiye'nin geri kalanı. İşin en ilginç yanı, "tuzağa düşenler, yerdeki mayınları göre göre üzerine bastılar".
BOP yürüyor...
ABD ve AB'nin Büyük Ortadoğu Projesi AKP'nin de desteği ile adım adım yürütülüyor. Projeye Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri karşı çıkıyorlar. Rusya, Çin ve Hindistan önlemler alıyorlar.
Bölgemizde Türkiye, İran ve komşu Arap ülkeleri projenin hedef ülkeleri arasındalar. Türkiye ve Irak'ta, "ABD'nin desteği ile" işbaşına gelen yönetimler BOP'un bir parçası olmuşlar. En çelişkili ülke Türkiye.
- Görünürde, biçimsel bir demokrasi var. Açık bir rejim, her şey yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor.
- Ama uygulamalar Türk halkının değil, bölgeyi sömüren Batı emperyalizminin işine yarıyor.
- Dinci ve sermayeci oligarşi işbaşında ve onların denetiminde.
- Sistem, "dinci ve büyük sermaye oligarşisi tarafından" kilitlenmiş durumda.
- Emperyalizme karşı Türkiye'nin tarafında durması gereken örgütler ve kurumlar birbirlerine düşmüşler. İnsanın kendi kendine yumruk atması gibi bir şey...
Türkiye bu kaostan çıkmak zorunda. Kendimizle ve emperyalizmle yüzleşmek zorundayız...
Erol Manisalı, Cumhuriyet - 10 Mart 2008
- ABD, kendi üretip geliştirdiği PKK'ye karşı bir dizginleme işine girecekti.
- Türkiye'ye sınır ötesi "sınırlı harekât için" izin verecekti.
- AKP hükümeti, PKK'nin biraz hırpalanması karşılığında Talabani ve Barzani ile siyasi ve iktisadi işbirliğini ileri götürecekti.
- Türk kamuoyunda ABD'ye karşı olan (yüzde 90) oranı böylece biraz geri çekilecekti.
- Ankara BOP'a, hükümeti ve askeri ile biraz daha bağlanmış olacaktı.
ABD, "AKP, Talabani (Bağdat), Barzani (Erbil) ve PKK (DTP) dörtgeni içinde" istediği amaçlar doğrultusunda ilerliyor. Geri çekilme sabahı olan 22 Şubat Cuma günü Cumhuriyet'te çıkan yazımda , "sınırlı askeri harekât karşılığında Kürdistan projesinde siyasi ilerleme sağlayacaklarını" madde madde anlattım.
Talabani'nin Ankara'ya, hem de Çankaya'ya gelişi ile 5 Kasım 2007'nin ikinci adımı da atıldı. PKK'nin TSK tarafından askeri olarak biraz yıpratılması karşılığında, Kürdistan projesinde ABD siyasi ilerleme sağladı.
AKP, ABD ile hangi konularda anlaştı? Ne Meclis ne de kamuoyu biliyor.
- Talabani (Bağdat) ve Barzani (Erbil) ile yakınlaşarak yeni bir zemin hazırlıyor.
- Talabani, Barzani ve PKK bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Onları birleştiren dış güç ABD ve AB'dir. Talabani'nin Çankaya'da onurlandırılması, Bağdat, Erbil, PKK (DTP) ve Washington çevreleri tarafından olumlu karşılandı.
- AKP alıştıra alıştıra, ABD'nin BOP'taki ilk Kürdistan adımını resmen atmış oldu.
Sonuçlara bakalım...
Olayın sonuçlarını geniş bir pencereden değerlendirmek gerekir. Son birkaç haftanın "askeri operasyon karesine" sıkıştığımız zaman tuzağa düşeriz, bir şey anlaşılmaz.
5 Kasım 2007'den sonra neler oldu? Kimler ne elde ettiler?
1)Türkiye'de AKP hükümeti kamuoyuna, "Meclis'te karar aldık, siyasi irade gösterdik, PKK'yi inine kadar izledik ve gerekeni yaptık" diyerek başarı kazanmış oldu.
2) TSK, en zor kış koşullarında, kısa süre için de olsa, başarılı bir kara harekâtını, "ABD'nin de bilgi desteği ile" başardı.
3) PKK'nin Irak'ın iç kesimlerine rahatlıkla kaçırılan ve saklanan geniş kesimi dışında kalan 250 dolayındaki terörist etkisiz hale getirildi.
4) ABD, "PKK'nin küçük bir bölümünü feda etme karşılığında" AKP'den Talabani ve Barzani ile işbirliği güvencesi aldı.
5) Geniş bir reform ve teröriste af paketi için güvence sağlandı. Hatta, Washington'a bazı taahhütlerde bulunulduğu ve bir "reform paketi sunulduğu" ortaya çıktı.
6) Amerika "Türk kamuoyunda rahatladı".
7) Türk-Kürt federasyonunu kamuoyunda tartışacak bir altyapının temelleri atıldı. Kimi yazarlar hemen işe koyuldular. ABD ve AB çevreleri, "siyasal çözüm taleplerini" sunmaya başladılar.
8) Siyasal çözüm adı altında, bireysel haklar yerine, "toplumsal haklar" gündeme getiriliyor.
9) Ve en önemlisi, asker ile CHP ve MHP'nin arası açıldı. ABD, AKP ve DTP açısından bundan iyi bir beklenti olur mu? Dün AKP ile liberaller çatışmaya başlamıştı; bugün, asker ile Meclis'teki muhalefet karşı karşıya getirildi.
ABD 5 Kasım'da kurguladığı oyunu adım adım sürdürüyor. Gates , "eski bir CIA başkanı olarak" çok başarılı bir oyun sergiledi.
Kazananlar; ABD, AKP ve DTP. Kaybedenler ise, Türkiye'nin geri kalanı. İşin en ilginç yanı, "tuzağa düşenler, yerdeki mayınları göre göre üzerine bastılar".
BOP yürüyor...
ABD ve AB'nin Büyük Ortadoğu Projesi AKP'nin de desteği ile adım adım yürütülüyor. Projeye Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri karşı çıkıyorlar. Rusya, Çin ve Hindistan önlemler alıyorlar.
Bölgemizde Türkiye, İran ve komşu Arap ülkeleri projenin hedef ülkeleri arasındalar. Türkiye ve Irak'ta, "ABD'nin desteği ile" işbaşına gelen yönetimler BOP'un bir parçası olmuşlar. En çelişkili ülke Türkiye.
- Görünürde, biçimsel bir demokrasi var. Açık bir rejim, her şey yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor.
- Ama uygulamalar Türk halkının değil, bölgeyi sömüren Batı emperyalizminin işine yarıyor.
- Dinci ve sermayeci oligarşi işbaşında ve onların denetiminde.
- Sistem, "dinci ve büyük sermaye oligarşisi tarafından" kilitlenmiş durumda.
- Emperyalizme karşı Türkiye'nin tarafında durması gereken örgütler ve kurumlar birbirlerine düşmüşler. İnsanın kendi kendine yumruk atması gibi bir şey...
Türkiye bu kaostan çıkmak zorunda. Kendimizle ve emperyalizmle yüzleşmek zorundayız...
Erol Manisalı, Cumhuriyet - 10 Mart 2008
Etiketler:
ABD,
AKP,
BOP,
CHP,
Cumhuriyet Gazetesi,
DTP,
Erol Manisalı,
MHP
İslamcı İktidar, Kürtçü Muhalefet Oyunu ve GAP
ABD ve AB, Türkiye üzerinde "İslam ve Kürt kartlarını" oynuyorlar. Her iki kart " hem rakip ve alternatif hem de tamamlaşma halinde". Çelişkili gibi görülen bu durum, AKP iktidarı ile birlikte çok güzel oynanmaya başladı.
Güneydoğu'daki 22 Temmuz seçim sonuçlarını ve ileriye yönelik beklentileri alalım:
1) Güneydoğu'da hem AKP-DTP çatışması hem de örtüşmesi ile karşı karşıyayız. Biri İslamcı, diğeri Kürtçü (ayrılıkçı). Ortak noktaları ne? Cumhuriyetin değerlerine ve Lozan'a mesafeli (ve karşı) durmaları.
Her ikisi de bu nedenle, ABD ve AB'nin Türkiye üzerindeki hesapları (ve talepleri) ile örtüşüyorlar.
2) AKP iktidar partisi (ve iktidar); DTP ise muhalefet olarak sergilenmiş durumda. CHP ve MHP, ABD ve AB karşısında "ortaya net ve stratejik tavır koyamadıkları için" gerçek bir muhalefet olamıyorlar. Üstelik MHP'nin Abdullah Gül' ün Köşk'e çıkışına verdiği destek, AKP'nin iktidar koltuğunu sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
İktidar ve muhalefet adeta AKP ile DTP arasında bölüştürülmüş durumda. ABD, AB ve İsrail'in AKP üzerinden yürüttüğü plan başarılı bir biçimde işliyor. CHP kendi iç iktidar ve muhalefet kavgası içine itilmiş; MHP, AKP'nin yerini sağlamlaştırmasına yardım eder bir görünümde.
- AKP'nin İslamcı iktidarına karşılık,
- DTP Kürtçü (ve bölücü) muhalefeti oynuyor. ABD ve AB, iktidardan da muhalefetten de çok memnun. İşbirliği yapsalar Batı kazanıyor; çatışsalar da Batı'nın sonuçta kaybettiği bir şey olmayacak. İktidar da muhalefet de "Batıcı" olduğu için emperyalizm her iki durumda da kaybetmiyor.
İslamcı Kürtçü uzlaşması mı?
Acaba ABD (ve AB) önce biraz kapıştırıp sonuçta her iki tarafı da kendine muhtaç hale getirecek bir süreç mi başlattı? Öyle ya, her iki taraf da onların denetiminde, ipleri Batı'nın elinde.
"İşbirlikçi bir İslamcı Kürtçü yapılanma" en ideali olurdu. Batı emperyalizminin BOP içindeki hedeflerine büyük katkı sağlardı.
Biraz geriye dönüp Batı'nın Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) üzerindeki engellemelerini anımsamakta yarar var.
GAP, BOP'un alternatifiydi
Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projesi (GAP), dünyanın sayılı bölgesel kalkınma girişimlerinden birisiydi ve halen de bu potansiyeli vardır. GAP neydi?
- GAP, Güneydoğu Anadolu'da yalnız sulama ve elektrik enerjisi projesi değildir; çok geniş kapsamlı iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal bir projedir. Sosyal devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya elini uzatıp onu kucaklaması projesidir.
- İktisadi alanda tarıma dayalı sanayiden imalat ve enerji sanayii dallarına; ulaştırmadan iletişime çok geniş ve kapsamlı bir projedir.
- Yalnız Türkiye için değildir. İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün'e de etkisi vardır. Böylelikle, "bölge ülkeleri arasında iktisadi işbirliği için bir öncü proje niteliğindedir". Türkiye ve bölge ülkeleri arasında iktisadi (ve siyasi) işbirliğinin öncüsü olacak konumdaydı.
- Devlet ilk yıllarda, "kişi başına yatırım olarak", en büyük altyapı yatırımlarını GAP çerçevesinde buraya yapmaya başladı.
- ABD, AB ve İsrail, GAP projesini sabote etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. PKK terör örgütü Batı tarafından, GAP'ın önünü kesmek ve BOP'un yolunu açmak için başlatıldı.
Batı, kredi ve yatırım konusunda GAP'a tamamen uzak durdu, projenin yürümesini istemedi. Ankara'nın isteğine rağmen teknik yardım vermedi.
Çok ilginçtir, GAP'ın Ankara tarafından başlatılması ile PKK'nin silahlı eylemlere yönelmesi aynı tarihlere rastlar.
- PKK terörü, ABD ve AB tarafından desteklenmese ve GAP Ankara hükümetleri tarafından planlandığı gibi yürütülmüş olsa, "sosyal devlet Güneydoğu'da etkili ve başarılı olacaktı".
Ancak ne Türkiye'de sosyal devletin gelişimi ne de komşu ülkeler ile bölgesel işbirliği ABD, AB ve İsrail tarafından hiç istenmedi ve engellendi. Batı desteği ile Ankara'ya taşınan kimi hükümetler, Güneydoğu'ya Washington ve Brüksel'in gözü ile bakmaya başladılar. Sosyal devleti etkisiz hale getirirken GAP'ı da bir kenara ittiler.
- AKP hükümeti, Güneydoğu'da sosyal devlet ve iktisadi kalkınma yerine "kömür ve yiyecek dağıtarak" işini yürüttü. "Balık tutmayı öğretmek yerine" balık vererek amacına ulaştı. Aynen Marshall Yardımı ile ABD'nin bizim tesislerimizi kapattırıp askeri malzeme vermesi gibi.
Yazımın başında AKP ve DTP'nin bugün Güneydoğu'da "iktidar ve muhalefet sandalyelerinde" yarıştığını söylemiştim.
Bu süreç, ABD ve AB'nin BOP operasyonunun bir parçasıdır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti'nin planladığı GAP, BOP'un önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi.
Batı emperyalizmi, GAP'ın önünü kesti. İşleri piyasaya havale ettirdi. Şimdi BOP'u uygulamaya çalışıyorlar. Bölgede bugün GAP yerine İsrailliler, Amerikalılar ve Hıristiyan misyonerler oyunlarını oynuyorlar. Hem de hepimizin gözleri önünde...
5 Kasım ertesinde ve Abdullah Gül'ün Amerika ziyaretinden sonra neyi konuşuyoruz? Amerika PKK'yi geri çekecek ve AKP hükümeti buna karşılık onun Ortadoğu politikasına fiilen katılacak. Kısacası, "Küçük belanın rafa kaldırılması karşılığında başımıza büyük bela, BOP sarılacak". Amerika, PKK şantajından sonuç almış görünüyor. Ya da AKP ile Washington arasında oynanan bir oyun bu... Hem de Türkiye üzerinden...
Erol Manisalı, Cumhuriyet, 11 Ocak 2008
Güneydoğu'daki 22 Temmuz seçim sonuçlarını ve ileriye yönelik beklentileri alalım:
1) Güneydoğu'da hem AKP-DTP çatışması hem de örtüşmesi ile karşı karşıyayız. Biri İslamcı, diğeri Kürtçü (ayrılıkçı). Ortak noktaları ne? Cumhuriyetin değerlerine ve Lozan'a mesafeli (ve karşı) durmaları.
Her ikisi de bu nedenle, ABD ve AB'nin Türkiye üzerindeki hesapları (ve talepleri) ile örtüşüyorlar.
2) AKP iktidar partisi (ve iktidar); DTP ise muhalefet olarak sergilenmiş durumda. CHP ve MHP, ABD ve AB karşısında "ortaya net ve stratejik tavır koyamadıkları için" gerçek bir muhalefet olamıyorlar. Üstelik MHP'nin Abdullah Gül' ün Köşk'e çıkışına verdiği destek, AKP'nin iktidar koltuğunu sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
İktidar ve muhalefet adeta AKP ile DTP arasında bölüştürülmüş durumda. ABD, AB ve İsrail'in AKP üzerinden yürüttüğü plan başarılı bir biçimde işliyor. CHP kendi iç iktidar ve muhalefet kavgası içine itilmiş; MHP, AKP'nin yerini sağlamlaştırmasına yardım eder bir görünümde.
- AKP'nin İslamcı iktidarına karşılık,
- DTP Kürtçü (ve bölücü) muhalefeti oynuyor. ABD ve AB, iktidardan da muhalefetten de çok memnun. İşbirliği yapsalar Batı kazanıyor; çatışsalar da Batı'nın sonuçta kaybettiği bir şey olmayacak. İktidar da muhalefet de "Batıcı" olduğu için emperyalizm her iki durumda da kaybetmiyor.
İslamcı Kürtçü uzlaşması mı?
Acaba ABD (ve AB) önce biraz kapıştırıp sonuçta her iki tarafı da kendine muhtaç hale getirecek bir süreç mi başlattı? Öyle ya, her iki taraf da onların denetiminde, ipleri Batı'nın elinde.
"İşbirlikçi bir İslamcı Kürtçü yapılanma" en ideali olurdu. Batı emperyalizminin BOP içindeki hedeflerine büyük katkı sağlardı.
Biraz geriye dönüp Batı'nın Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) üzerindeki engellemelerini anımsamakta yarar var.
GAP, BOP'un alternatifiydi
Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projesi (GAP), dünyanın sayılı bölgesel kalkınma girişimlerinden birisiydi ve halen de bu potansiyeli vardır. GAP neydi?
- GAP, Güneydoğu Anadolu'da yalnız sulama ve elektrik enerjisi projesi değildir; çok geniş kapsamlı iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal bir projedir. Sosyal devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya elini uzatıp onu kucaklaması projesidir.
- İktisadi alanda tarıma dayalı sanayiden imalat ve enerji sanayii dallarına; ulaştırmadan iletişime çok geniş ve kapsamlı bir projedir.
- Yalnız Türkiye için değildir. İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün'e de etkisi vardır. Böylelikle, "bölge ülkeleri arasında iktisadi işbirliği için bir öncü proje niteliğindedir". Türkiye ve bölge ülkeleri arasında iktisadi (ve siyasi) işbirliğinin öncüsü olacak konumdaydı.
- Devlet ilk yıllarda, "kişi başına yatırım olarak", en büyük altyapı yatırımlarını GAP çerçevesinde buraya yapmaya başladı.
- ABD, AB ve İsrail, GAP projesini sabote etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. PKK terör örgütü Batı tarafından, GAP'ın önünü kesmek ve BOP'un yolunu açmak için başlatıldı.
Batı, kredi ve yatırım konusunda GAP'a tamamen uzak durdu, projenin yürümesini istemedi. Ankara'nın isteğine rağmen teknik yardım vermedi.
Çok ilginçtir, GAP'ın Ankara tarafından başlatılması ile PKK'nin silahlı eylemlere yönelmesi aynı tarihlere rastlar.
- PKK terörü, ABD ve AB tarafından desteklenmese ve GAP Ankara hükümetleri tarafından planlandığı gibi yürütülmüş olsa, "sosyal devlet Güneydoğu'da etkili ve başarılı olacaktı".
Ancak ne Türkiye'de sosyal devletin gelişimi ne de komşu ülkeler ile bölgesel işbirliği ABD, AB ve İsrail tarafından hiç istenmedi ve engellendi. Batı desteği ile Ankara'ya taşınan kimi hükümetler, Güneydoğu'ya Washington ve Brüksel'in gözü ile bakmaya başladılar. Sosyal devleti etkisiz hale getirirken GAP'ı da bir kenara ittiler.
- AKP hükümeti, Güneydoğu'da sosyal devlet ve iktisadi kalkınma yerine "kömür ve yiyecek dağıtarak" işini yürüttü. "Balık tutmayı öğretmek yerine" balık vererek amacına ulaştı. Aynen Marshall Yardımı ile ABD'nin bizim tesislerimizi kapattırıp askeri malzeme vermesi gibi.
Yazımın başında AKP ve DTP'nin bugün Güneydoğu'da "iktidar ve muhalefet sandalyelerinde" yarıştığını söylemiştim.
Bu süreç, ABD ve AB'nin BOP operasyonunun bir parçasıdır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti'nin planladığı GAP, BOP'un önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi.
Batı emperyalizmi, GAP'ın önünü kesti. İşleri piyasaya havale ettirdi. Şimdi BOP'u uygulamaya çalışıyorlar. Bölgede bugün GAP yerine İsrailliler, Amerikalılar ve Hıristiyan misyonerler oyunlarını oynuyorlar. Hem de hepimizin gözleri önünde...
5 Kasım ertesinde ve Abdullah Gül'ün Amerika ziyaretinden sonra neyi konuşuyoruz? Amerika PKK'yi geri çekecek ve AKP hükümeti buna karşılık onun Ortadoğu politikasına fiilen katılacak. Kısacası, "Küçük belanın rafa kaldırılması karşılığında başımıza büyük bela, BOP sarılacak". Amerika, PKK şantajından sonuç almış görünüyor. Ya da AKP ile Washington arasında oynanan bir oyun bu... Hem de Türkiye üzerinden...
Erol Manisalı, Cumhuriyet, 11 Ocak 2008
Etiketler:
AB,
ABD,
AKP,
BOP,
Cumhuriyet Gazetesi,
DTP,
Erol Manisalı,
GAP
10 Mart 2008
Hâlâ Yeni Zelanda’ya kaçılabilir mi?
Dün, bizim gazetenin magazin sayfasında Neslihan Yargıcı’nın bir açıklaması vardı. Zamanında Fransa’da yaşayan modacı, Türkiye’ye dönmesinin sebebini açıklamış yıllar sonra. Bana kalırsa magazin servisi bu haberi mizah gibi yazmış ama aslında son derece ilginç, haberin diline inat ciddiye alınması gereken bir açıklama.
“Fransa’da yeni çalışmalar yapıyordum. Ülke kaos içindeydi. Ama rahmetli Turgut Özal’ı çok tatlı buldum” demiş Neslihan Yargıcı, “Başbakan çıkmış elinde kalem bir şeyler anlatıyordu, çok hoşuma gitmişti. Ben de Türkiye’ye dönme zamanımın geldiğine inandım. Madem Türkiye bir yerlere geliyor, ben de bunun içinde olayım istedim.”
Habere bir de Özal’ın şortlu fotoğrafı iliştirilmiş ki, işte bunun simgesel değeri gerçekten büyük. O kare değişim Türkiye’sinin de özeti gibi... Kendi ülkenizden bezmiş, uzak kalmış, buranın kapalılığından sıtkınız sıyrılmış bir şekilde gönülllü sürgündeyseniz bir ülkenin liderinin şortla askeri birlik denetlediğini görmek Türkiye’yle ilgili algılarınızı da yeniden değerlendirmenize sebep olur...
Ancak sadece simgesel değişimler de yaşamadı Özal Türkiye’si. Mehmet Barlas’ın Soner Yalçın-Mehmet Ali Birand imzalı “The Özal” kitabına anlattıklarından dinleyelim:
“Renkli televizyon yoktu, yasaktı. (...) 1984’ten önce otomatik telefon yoktu. Şehirlerarası aramak isterseniz santrala yazdırırdınız, beklerdiniz bir saat-iki saat. (...) Özal’dan önce Türkiye’de karayolu kavramı yoktu. (...) Özal’dan önce bir dolar bulundurmak yasaktı. Özal’dan önce sigara, içki, bunların hepsi suç maddesiydi. (...) Yabanccı araba ithal etmek, imkansız derecede zordu. (...) Özal’dan önce bir Türk şirketinin dışarıdan borç alması mümkün değildi. (...) Özal, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul ettiği için şu anda Türk yargıçları haksız karar verdikleri zaman Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanıyor.”
Bugün elinde kalemle televizyonda konuşan kimse yok. Şort da siyasi hayatımızdan çoktan çıktı. Şimdi devlet erkanının eşi tesettür defilelerinde türbanlarıyla boy gösteriyor. Artık içki yasak değil mesela, ama yüzde 200-300’e varan vergilerle almak herkesin harcı değil...
Türkiye elimizin altından kayıyor...
Bırakın yurtdışından buraya bakıp “Bir şeyler değişiyor, parçası olmalıyım” diye vatanına dönecekleri, içinde yaşayanlar bile derin bir umutsuzluğun pençesinde. Peki bugün Türkiye heyecan vermiyorsa, acaba bu ülkenin yarattığı sıkıntılarla boğuşmanın çözümü acaba gerçekten kaçmak mı?
Aslında “kaçmak” bu topraklarda yeni bir fikir değil... Ta 1898’de bir grup aydın, Osmanlı’nın dünyadaki değişimlere adapte olamamasından bıkkın ve umutsuzdu. Kendilerine bir kurtuluş yolu arıyorlardı...
O dönem Servet-i Fünun dergisinde yazan Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat’ın ortak özelliği Padişah’a muhalif olmalarıydı.
Soner Yalçın, 3 Haziran 2007’de Hürriyet’teki sayfasında beş aydının “alıp başını gitme özlemini” anlatıyor:
“Bir misafirlik günü... Mehmet Rauf elinde tuttuğu bir broşürle geldi. Bu broşür, konaktaki sohbetlerin seyrini değiştirecekti... Broşür İngilizce’ydi. Mehmet Rauf hem okuyor hem de Türkçe’ye çeviriyordu: ‘Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda adalarına göçmen götürüyormuş. Göçmenlere yüzlerce dönüm parasız toprak veriliyormuş...’ Önce Yeni Zelanda’nın nerede olduğunu konuştular. Ardından broşürün de yardımıyla, bu adanın iklimini, toprakların verimliliğini vs. öğrendiler. Ve: Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitme teklifini ortaya att?. Heyecanlandılar.”
Sosyalist bir cemaat fikri ortaya atıldı, planlar yapıldı. Yeni Zelanda projesinin en ilginç tatışmalarından biri temelli mi gidileceği, yoksa II. Abdülhamid ölene kadar mı kalınacağıydı.
Tevfik Fikret bir daha dönmeme taraftarıydı, tartışmaya son noktayı da o koymuştu: “Hele bir gidelim, o zaman düşünürüz...”
Ancak çeşitli sebeplerden dolayı bu ütopya gerçekleşmedi...
Dün, o küçücük magazin haberini okurken Yeni Zelanda ütopyasının günümüzde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini düşündüm. Malum, bugünkü Türkiye doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve hayal ettiğimiz bir ülke değil artık. “Sığmakta” güçlük çektiğimiz, istenmediğimiz de ortada...
Peki temelli mi, bir süreliğine mi?
Oray Eğin - Akşam, 6 Mart 2008
“Fransa’da yeni çalışmalar yapıyordum. Ülke kaos içindeydi. Ama rahmetli Turgut Özal’ı çok tatlı buldum” demiş Neslihan Yargıcı, “Başbakan çıkmış elinde kalem bir şeyler anlatıyordu, çok hoşuma gitmişti. Ben de Türkiye’ye dönme zamanımın geldiğine inandım. Madem Türkiye bir yerlere geliyor, ben de bunun içinde olayım istedim.”
Habere bir de Özal’ın şortlu fotoğrafı iliştirilmiş ki, işte bunun simgesel değeri gerçekten büyük. O kare değişim Türkiye’sinin de özeti gibi... Kendi ülkenizden bezmiş, uzak kalmış, buranın kapalılığından sıtkınız sıyrılmış bir şekilde gönülllü sürgündeyseniz bir ülkenin liderinin şortla askeri birlik denetlediğini görmek Türkiye’yle ilgili algılarınızı da yeniden değerlendirmenize sebep olur...
Ancak sadece simgesel değişimler de yaşamadı Özal Türkiye’si. Mehmet Barlas’ın Soner Yalçın-Mehmet Ali Birand imzalı “The Özal” kitabına anlattıklarından dinleyelim:
“Renkli televizyon yoktu, yasaktı. (...) 1984’ten önce otomatik telefon yoktu. Şehirlerarası aramak isterseniz santrala yazdırırdınız, beklerdiniz bir saat-iki saat. (...) Özal’dan önce Türkiye’de karayolu kavramı yoktu. (...) Özal’dan önce bir dolar bulundurmak yasaktı. Özal’dan önce sigara, içki, bunların hepsi suç maddesiydi. (...) Yabanccı araba ithal etmek, imkansız derecede zordu. (...) Özal’dan önce bir Türk şirketinin dışarıdan borç alması mümkün değildi. (...) Özal, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul ettiği için şu anda Türk yargıçları haksız karar verdikleri zaman Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanıyor.”
Bugün elinde kalemle televizyonda konuşan kimse yok. Şort da siyasi hayatımızdan çoktan çıktı. Şimdi devlet erkanının eşi tesettür defilelerinde türbanlarıyla boy gösteriyor. Artık içki yasak değil mesela, ama yüzde 200-300’e varan vergilerle almak herkesin harcı değil...
Türkiye elimizin altından kayıyor...
Bırakın yurtdışından buraya bakıp “Bir şeyler değişiyor, parçası olmalıyım” diye vatanına dönecekleri, içinde yaşayanlar bile derin bir umutsuzluğun pençesinde. Peki bugün Türkiye heyecan vermiyorsa, acaba bu ülkenin yarattığı sıkıntılarla boğuşmanın çözümü acaba gerçekten kaçmak mı?
Aslında “kaçmak” bu topraklarda yeni bir fikir değil... Ta 1898’de bir grup aydın, Osmanlı’nın dünyadaki değişimlere adapte olamamasından bıkkın ve umutsuzdu. Kendilerine bir kurtuluş yolu arıyorlardı...
O dönem Servet-i Fünun dergisinde yazan Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat’ın ortak özelliği Padişah’a muhalif olmalarıydı.
Soner Yalçın, 3 Haziran 2007’de Hürriyet’teki sayfasında beş aydının “alıp başını gitme özlemini” anlatıyor:
“Bir misafirlik günü... Mehmet Rauf elinde tuttuğu bir broşürle geldi. Bu broşür, konaktaki sohbetlerin seyrini değiştirecekti... Broşür İngilizce’ydi. Mehmet Rauf hem okuyor hem de Türkçe’ye çeviriyordu: ‘Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda adalarına göçmen götürüyormuş. Göçmenlere yüzlerce dönüm parasız toprak veriliyormuş...’ Önce Yeni Zelanda’nın nerede olduğunu konuştular. Ardından broşürün de yardımıyla, bu adanın iklimini, toprakların verimliliğini vs. öğrendiler. Ve: Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitme teklifini ortaya att?. Heyecanlandılar.”
Sosyalist bir cemaat fikri ortaya atıldı, planlar yapıldı. Yeni Zelanda projesinin en ilginç tatışmalarından biri temelli mi gidileceği, yoksa II. Abdülhamid ölene kadar mı kalınacağıydı.
Tevfik Fikret bir daha dönmeme taraftarıydı, tartışmaya son noktayı da o koymuştu: “Hele bir gidelim, o zaman düşünürüz...”
Ancak çeşitli sebeplerden dolayı bu ütopya gerçekleşmedi...
Dün, o küçücük magazin haberini okurken Yeni Zelanda ütopyasının günümüzde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini düşündüm. Malum, bugünkü Türkiye doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve hayal ettiğimiz bir ülke değil artık. “Sığmakta” güçlük çektiğimiz, istenmediğimiz de ortada...
Peki temelli mi, bir süreliğine mi?
Oray Eğin - Akşam, 6 Mart 2008
11 Şubat 2008
AKP’nin tesettüre girme hikáyeleri
Deniliyor ki: Örtülü eşleri AKP’lilere "türban yasasını hemen çıkarın" diye evde baskı yaptı! Peki, AKP’lilere baskı yapan örtülü eşler, ne zaman, nasıl örtündü? Aile, mahalle, koca baskısı gördüler mi? Mesleklerini bırakıp "ev kadını" olmaya mecbur mu edildiler? Hepsi aynı sosyal sınıftan mı geliyor?
İşte onların, isim isim örtünme hikáyeleri...
EMİNE ERDOĞAN
Emine Gülbaran 15 yaşında intihar etmeyi düşündü. Yıl 1970’ti. Mithatpaşa Akşam Sanat Okulu’nun öğrencisiydi.
Romantik bir kişiliği vardı. Cep romanları okuyor. Artistlerin kartpostallarını biriktiriyordu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’ı beğeniyordu. Bir de sinemaya gitmeyi.
Ziya amcalarının eski Amerikan otomobilinde ilk kez direksiyona geçti; otomobil kullanmak istiyordu. Giyinmeyi çok seviyordu. Dikiş dergisi Burda’nın patronlarından kalıp çıkarıp, kendine elbise dikiyordu. İlk diktiği giysi ise çift taraflı bir pelerin oldu. Bir tarafı uçuk bir eflatun, diğer tarafı uçuk griydi.
Ağabeyi Hüseyin Gülbaran kendisinden bir yaş büyüktü. Kız kardeşi Emine’ye artık örtünmesi gerektiğini söyledi. Emine Erdoğan, yıllar sonra "Nasıl Örtündüler?" kitabının yazarı Gülay Atasoy’a o günü anlattı:
"Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Nasıl olur da örtünürdüm! Çevremde bir tane örneği yoktu. Köy gibi bir yerde olsam neyse... Orada dikkati çekmezdim. Ama burada (İstanbul’da) olamazdı. Bu karışık duygular içindeyken, bir vesileyle Şule Yüksel Şenler’le tanıştım. Bu tanışma beni çok etkiledi. Böylelikle bir Müslüman hanımın hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm."
Emine Gülbaran 15 yaşında örtündü.
Okuldan ayrıldı.
HAYRÜNNİSA GÜL
Abdullah Gül’ün annesi Adviye Hanım, gelini olmasını istediği Hayrünnisa’yı Kayseri’de bir akraba düğününde gördü.
Hayrünnisa 14 yaşındaydı. İstanbul’da Çemberlitaş Ortaokulu’nu yeni bitirmişti. Takdirname almıştı. Liseye başlayacaktı.
Abdullah Gül 29 yaşındaydı. Sakarya Üniversitesi’nde asistandı. Gül Ailesi, Özyurt Ailesi’ne görücüye gidip Hayrünnisa’yı istedi.
Aileler anlaştı. Ama ortada sorun vardı. Medeni Kanun, 14 yaşında bir kızın evlenmesine izin vermiyordu. Hayrünnisa’nın 15’ini doldurması beklenecekti.
18 Ağustos 1980.
O gün Hayrünnisa’nın yaş günüydü.
O gün yasal engel kalktı.
O gün 30 yaşındaki Abdullah Gül ile 15 yaşındaki Hayrünnisa Özyurt evlendi.
Ve o güne kadar başı açık olan Hayrünnisa, işte o gün, evlendiği gün tesettüre girdi.
Okuldan ayrıldı. Artık ev kadınıydı.
ZEYNEP BABACAN
Hacettepe Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi.
İleride eşi olacak Ali Babacan’ın üç kız kardeşi Betül, Tuğba ve Merve ile yakın arkadaştı.
Ali Babacan öğrenimini tamamlayıp ABD’den döndü.
Babası Hilmi Babacan, oğlu Ali’nin evliliğini şöyle anlattı:
"Amerika’dan dönünce Ali’nin kız kardeşleri, kendi arkadaşlarının arasından birini belirledi ve ’Ağabeyciğim, şu kız (Zeynep Yurter) senin için uygundur’ dediler. Biz de Allah’ın emriyle istedik. İstediğimiz gün de kabul edildi. Kız kardeşleri, Ali’nin kendi karakterini ve nasıl birini istediğini bildikleri için mevcutların içinde sana bu uygun dediler. Biz de görücü usulüyle gittik, baktık ve beğendik."
Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyacağı söylenen genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın evliliği görücü usulüyle böyle gerçekleşti.
Evlenmesiyle birlikte Zeynep Yurter örtündü.
Ev hanımı oldu.
Uzatmayayım...
Hayati Yazıcı’nın eşi Selma; Hüseyin Çelik’in eşi Şahsenem; Mehdi Eker’in eşi Yasemin; Faruk Çelik’in eşi Beyhan...
Liste uzayıp gidiyor.
AKP çevresi diyor ki; kızlarımız-kadınlarımız tesettüre girmeye kendileri karar veriyor!
Ne yazık ki türbanı "özgürlük sorunu" olarak gören entellerimiz de öyle düşünüyor.
Ama hayat öyle demiyor işte.
AHSEN UNAKITAN
Edirneliydi ailesi; merkeze bağlı Musabeyliği Köyü’nden. Orta halli Eral Ailesi’nin kızıydı. Mandolin ve piyano çalmayı küçük yaşta öğrendi. Tenis oynamayı seviyordu.
Öğrenim hayatında hep başarılıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
Avukatlık yapmaya başladı. Solcuydu. 1971 yılında Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı olarak çalışan Kemal Unakıtan ile evlendi. Edirne’den çocukluk arkadaşıydılar. Bir gün...
Yolda gördüğü bir işportacıdan eşarp aldı.
Örtündü.
Avukatlığı bıraktı. Ev hanımı oldu.
Eşi bakan olunca, örtünme modelini değiştirdi; türbanı kulaklarının arkasından bağlayarak kendi tarzını yarattı.
Türban, Eral Ailesi’ni böldü.
Bugün Eral Ailesi’nin çoğu hálá solcu.
MÜNEVVER ARINÇ
Yıl 1978.
Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Giyim Bölümü’nden, 5 üzerinden 4.5’la mezun oldu. Okulun en başarılı öğrencisiydi.
Münevver Tay, üniversite yıllarında modern giyimiyle dikkat çeken biriydi. Bir de yardımseverliğiyle tanınıyordu. Kırşehir Kaman’da öğretmenlik yapmaya başladı.
Manisa MSP İl Başkanı Avukat Bülent Arınç, hemşerisi Münevver Öğretmen’i partisinin önde gelen isimlerinden İsmail Tay’dan istedi. Münevver Tay öğretmenliği seviyordu. Evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu.
Ancak...
Babasının ısrarına fazla karşı koyamadı. Ve evlendi. Damat Bülent Arınç 31, gelin Münevver Tay ise 22 yaşındaydı. Öğretmen Münevver Tay evlenince ev hanımı oldu; tesettüre girdi.
Öğretmenliği bıraktı. Çok sevdiği öğretmenliği ancak bir yıl yapabilmişti.
SEMİHA YILDIRIM
O da öğretmendi.
Eşi; Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Erzincan Refahiye İlçesi Kayı Köyü’nden akrabasıydı.
Görücü usulüyle evlendiler.
Evlenince o da öğretmenliği bıraktı.
Örtündü.
Ev hanımı oldu.
GÜLTEN ÇİÇEK
Ailesi Yozgatlıydı. Yozgat ile Yerköy arasındaki Saray İlçesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Cemil Çiçek ise Yozgat’ta avukattı. Görücü usulüyle evlendiler.
Gülten Hanım’ın öğretmenliği sadece beş yıl sürdü. Örtündü. Ev hanımı oldu.
FATMA Ş. AKDAĞ
Fatma Şeyda, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi.
Babası subaydı.
Başı açıktı.
Nesrin Akdağ, müstakbel gelinini Erzurum’da bir toplantıda görüp beğendi.
Oğlu Recep Akdağ, Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; üniversitede kariyer yapmıştı. Bekárdı.
Akdağ Ailesi, Ordu’ya gidip Fatma Şeyda Hanım’ı ailesinden istedi.
Evlendiler.
Fatma Akdağ, okulu yarım bıraktı.
Tesettüre girdi.
Ev hanımı oldu.
MEHTAP GÜLER
CHP Muğla Milletvekili Hasan Fehmi İlter’in kızıydı. Annesi Sevilay İlter ressamdı. DSP’li, eski Dışişleri Bakanı Sina Şükrü Gürel ile kuzendiler.
Hilmi Güler, ODTÜ’den Metalürji Mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans, doktora yaptı. TAŞ-TUSAŞ, MKEK, ETİBANK, İGDAŞ kurumlarında üst düzey görevler aldı. 33 yaşındaydı. Mehtap İlter ile tanıştı. Flört ederek, 1981 yılında evlendiler.
Babası Hasan Fehmi İlter bu mutlu olaya şahit olamadı; çünkü üç yıl önce vefat etmişti. Mehtap Güler evlenince örtündü. Çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.
SANİYE ŞAHİN
Mehmet Ali Şahin ile Saniye Şahin teyze çocuklarıydı.
Mehmet Ali Şahin, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşıydı.
Memleketi, Karabük’ün Ovacık İlçesi’ne bağlı Ekincik Köyü’nde 1.5 yıl imamlık yaptı.
Teyzesinin kızı Saniye ile evlendi.
Bu akraba evliliğinden midir bilinmez; oğulları Fatih Şahin zihinsel engelli doğdu.
Mehmet Ali Şahin sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirme başarısını gösterdi.
Sonra siyasetin merdivenlerini hızla tırmandı.
En büyük destekçisi ise eşi; ev hanımı Saniye Şahin’di.
Politikacıların üniversite bitiren kızları neden çalışmıyor
BÜYÜK olasılıkla, üniversitelerde türban serbest olacak. Herkes merakla bekliyor, sonra ne olacak?
Deniliyor ki, "mahalle baskısı" gibi üniversitelerde "türban baskısı" olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek.
Bu olabilir mi? Evet olur. Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var:
Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim:
Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak?
Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar!
Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye’yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi’ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan’ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!
Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın kızları; Elif Bilkent Üniversitesini bitirdi, Zeynep ise ODTÜ’yü. Üstelik "başları açık okudular" diye parti içinde muhalif sesler çıkmıştı. Peki, bugün çalışıyorlar mı; hayır! Evlendiler, çocuk yaptılar. Yani ev hanımı oldular.
Enerji Bakanı Hilmi Güler’in kızı Ayşe Şeyma da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü bitirir bitirmez, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu İsmail ile evlendirildi.
Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızı İclal’i hemen evlendirdi.
Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın kızı Büşrah...
Listeyi uzatmaya gerek var mı?
Çok merak ediyorsanız; daha yaşları küçük olan Büşra Şahin, Zişan Güler, Büşra Çelik’i medyadan takip ediniz. Onlar da ablaları gibi üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirecekler ve sonra hemen evlendirilecekler.
Niye?
Bu gencecik kızlarımız üniversiteyi bitirir bitirmez, çalışmalarına fırsat verilmeden neden hemen evlendiriliyor?
Şimdi derler ki, "Sana ne, bu da bir özgürlük sorunu".
Öyle ya...
Aslında tüm bunlar; özgürlüğün tesettüre sokulması değil mi?
Soner Yalçın - Hürriyet, 10 Şubat 2008
İşte onların, isim isim örtünme hikáyeleri...
EMİNE ERDOĞAN
Emine Gülbaran 15 yaşında intihar etmeyi düşündü. Yıl 1970’ti. Mithatpaşa Akşam Sanat Okulu’nun öğrencisiydi.
Romantik bir kişiliği vardı. Cep romanları okuyor. Artistlerin kartpostallarını biriktiriyordu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’ı beğeniyordu. Bir de sinemaya gitmeyi.
Ziya amcalarının eski Amerikan otomobilinde ilk kez direksiyona geçti; otomobil kullanmak istiyordu. Giyinmeyi çok seviyordu. Dikiş dergisi Burda’nın patronlarından kalıp çıkarıp, kendine elbise dikiyordu. İlk diktiği giysi ise çift taraflı bir pelerin oldu. Bir tarafı uçuk bir eflatun, diğer tarafı uçuk griydi.
Ağabeyi Hüseyin Gülbaran kendisinden bir yaş büyüktü. Kız kardeşi Emine’ye artık örtünmesi gerektiğini söyledi. Emine Erdoğan, yıllar sonra "Nasıl Örtündüler?" kitabının yazarı Gülay Atasoy’a o günü anlattı:
"Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Nasıl olur da örtünürdüm! Çevremde bir tane örneği yoktu. Köy gibi bir yerde olsam neyse... Orada dikkati çekmezdim. Ama burada (İstanbul’da) olamazdı. Bu karışık duygular içindeyken, bir vesileyle Şule Yüksel Şenler’le tanıştım. Bu tanışma beni çok etkiledi. Böylelikle bir Müslüman hanımın hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm."
Emine Gülbaran 15 yaşında örtündü.
Okuldan ayrıldı.
HAYRÜNNİSA GÜL
Abdullah Gül’ün annesi Adviye Hanım, gelini olmasını istediği Hayrünnisa’yı Kayseri’de bir akraba düğününde gördü.
Hayrünnisa 14 yaşındaydı. İstanbul’da Çemberlitaş Ortaokulu’nu yeni bitirmişti. Takdirname almıştı. Liseye başlayacaktı.
Abdullah Gül 29 yaşındaydı. Sakarya Üniversitesi’nde asistandı. Gül Ailesi, Özyurt Ailesi’ne görücüye gidip Hayrünnisa’yı istedi.
Aileler anlaştı. Ama ortada sorun vardı. Medeni Kanun, 14 yaşında bir kızın evlenmesine izin vermiyordu. Hayrünnisa’nın 15’ini doldurması beklenecekti.
18 Ağustos 1980.
O gün Hayrünnisa’nın yaş günüydü.
O gün yasal engel kalktı.
O gün 30 yaşındaki Abdullah Gül ile 15 yaşındaki Hayrünnisa Özyurt evlendi.
Ve o güne kadar başı açık olan Hayrünnisa, işte o gün, evlendiği gün tesettüre girdi.
Okuldan ayrıldı. Artık ev kadınıydı.
ZEYNEP BABACAN
Hacettepe Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi.
İleride eşi olacak Ali Babacan’ın üç kız kardeşi Betül, Tuğba ve Merve ile yakın arkadaştı.
Ali Babacan öğrenimini tamamlayıp ABD’den döndü.
Babası Hilmi Babacan, oğlu Ali’nin evliliğini şöyle anlattı:
"Amerika’dan dönünce Ali’nin kız kardeşleri, kendi arkadaşlarının arasından birini belirledi ve ’Ağabeyciğim, şu kız (Zeynep Yurter) senin için uygundur’ dediler. Biz de Allah’ın emriyle istedik. İstediğimiz gün de kabul edildi. Kız kardeşleri, Ali’nin kendi karakterini ve nasıl birini istediğini bildikleri için mevcutların içinde sana bu uygun dediler. Biz de görücü usulüyle gittik, baktık ve beğendik."
Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyacağı söylenen genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın evliliği görücü usulüyle böyle gerçekleşti.
Evlenmesiyle birlikte Zeynep Yurter örtündü.
Ev hanımı oldu.
Uzatmayayım...
Hayati Yazıcı’nın eşi Selma; Hüseyin Çelik’in eşi Şahsenem; Mehdi Eker’in eşi Yasemin; Faruk Çelik’in eşi Beyhan...
Liste uzayıp gidiyor.
AKP çevresi diyor ki; kızlarımız-kadınlarımız tesettüre girmeye kendileri karar veriyor!
Ne yazık ki türbanı "özgürlük sorunu" olarak gören entellerimiz de öyle düşünüyor.
Ama hayat öyle demiyor işte.
AHSEN UNAKITAN
Edirneliydi ailesi; merkeze bağlı Musabeyliği Köyü’nden. Orta halli Eral Ailesi’nin kızıydı. Mandolin ve piyano çalmayı küçük yaşta öğrendi. Tenis oynamayı seviyordu.
Öğrenim hayatında hep başarılıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
Avukatlık yapmaya başladı. Solcuydu. 1971 yılında Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı olarak çalışan Kemal Unakıtan ile evlendi. Edirne’den çocukluk arkadaşıydılar. Bir gün...
Yolda gördüğü bir işportacıdan eşarp aldı.
Örtündü.
Avukatlığı bıraktı. Ev hanımı oldu.
Eşi bakan olunca, örtünme modelini değiştirdi; türbanı kulaklarının arkasından bağlayarak kendi tarzını yarattı.
Türban, Eral Ailesi’ni böldü.
Bugün Eral Ailesi’nin çoğu hálá solcu.
MÜNEVVER ARINÇ
Yıl 1978.
Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Giyim Bölümü’nden, 5 üzerinden 4.5’la mezun oldu. Okulun en başarılı öğrencisiydi.
Münevver Tay, üniversite yıllarında modern giyimiyle dikkat çeken biriydi. Bir de yardımseverliğiyle tanınıyordu. Kırşehir Kaman’da öğretmenlik yapmaya başladı.
Manisa MSP İl Başkanı Avukat Bülent Arınç, hemşerisi Münevver Öğretmen’i partisinin önde gelen isimlerinden İsmail Tay’dan istedi. Münevver Tay öğretmenliği seviyordu. Evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu.
Ancak...
Babasının ısrarına fazla karşı koyamadı. Ve evlendi. Damat Bülent Arınç 31, gelin Münevver Tay ise 22 yaşındaydı. Öğretmen Münevver Tay evlenince ev hanımı oldu; tesettüre girdi.
Öğretmenliği bıraktı. Çok sevdiği öğretmenliği ancak bir yıl yapabilmişti.
SEMİHA YILDIRIM
O da öğretmendi.
Eşi; Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Erzincan Refahiye İlçesi Kayı Köyü’nden akrabasıydı.
Görücü usulüyle evlendiler.
Evlenince o da öğretmenliği bıraktı.
Örtündü.
Ev hanımı oldu.
GÜLTEN ÇİÇEK
Ailesi Yozgatlıydı. Yozgat ile Yerköy arasındaki Saray İlçesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Cemil Çiçek ise Yozgat’ta avukattı. Görücü usulüyle evlendiler.
Gülten Hanım’ın öğretmenliği sadece beş yıl sürdü. Örtündü. Ev hanımı oldu.
FATMA Ş. AKDAĞ
Fatma Şeyda, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi.
Babası subaydı.
Başı açıktı.
Nesrin Akdağ, müstakbel gelinini Erzurum’da bir toplantıda görüp beğendi.
Oğlu Recep Akdağ, Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; üniversitede kariyer yapmıştı. Bekárdı.
Akdağ Ailesi, Ordu’ya gidip Fatma Şeyda Hanım’ı ailesinden istedi.
Evlendiler.
Fatma Akdağ, okulu yarım bıraktı.
Tesettüre girdi.
Ev hanımı oldu.
MEHTAP GÜLER
CHP Muğla Milletvekili Hasan Fehmi İlter’in kızıydı. Annesi Sevilay İlter ressamdı. DSP’li, eski Dışişleri Bakanı Sina Şükrü Gürel ile kuzendiler.
Hilmi Güler, ODTÜ’den Metalürji Mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans, doktora yaptı. TAŞ-TUSAŞ, MKEK, ETİBANK, İGDAŞ kurumlarında üst düzey görevler aldı. 33 yaşındaydı. Mehtap İlter ile tanıştı. Flört ederek, 1981 yılında evlendiler.
Babası Hasan Fehmi İlter bu mutlu olaya şahit olamadı; çünkü üç yıl önce vefat etmişti. Mehtap Güler evlenince örtündü. Çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.
SANİYE ŞAHİN
Mehmet Ali Şahin ile Saniye Şahin teyze çocuklarıydı.
Mehmet Ali Şahin, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşıydı.
Memleketi, Karabük’ün Ovacık İlçesi’ne bağlı Ekincik Köyü’nde 1.5 yıl imamlık yaptı.
Teyzesinin kızı Saniye ile evlendi.
Bu akraba evliliğinden midir bilinmez; oğulları Fatih Şahin zihinsel engelli doğdu.
Mehmet Ali Şahin sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirme başarısını gösterdi.
Sonra siyasetin merdivenlerini hızla tırmandı.
En büyük destekçisi ise eşi; ev hanımı Saniye Şahin’di.
Politikacıların üniversite bitiren kızları neden çalışmıyor
BÜYÜK olasılıkla, üniversitelerde türban serbest olacak. Herkes merakla bekliyor, sonra ne olacak?
Deniliyor ki, "mahalle baskısı" gibi üniversitelerde "türban baskısı" olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek.
Bu olabilir mi? Evet olur. Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var:
Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim:
Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak?
Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar!
Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye’yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi’ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan’ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!
Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın kızları; Elif Bilkent Üniversitesini bitirdi, Zeynep ise ODTÜ’yü. Üstelik "başları açık okudular" diye parti içinde muhalif sesler çıkmıştı. Peki, bugün çalışıyorlar mı; hayır! Evlendiler, çocuk yaptılar. Yani ev hanımı oldular.
Enerji Bakanı Hilmi Güler’in kızı Ayşe Şeyma da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü bitirir bitirmez, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu İsmail ile evlendirildi.
Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızı İclal’i hemen evlendirdi.
Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın kızı Büşrah...
Listeyi uzatmaya gerek var mı?
Çok merak ediyorsanız; daha yaşları küçük olan Büşra Şahin, Zişan Güler, Büşra Çelik’i medyadan takip ediniz. Onlar da ablaları gibi üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirecekler ve sonra hemen evlendirilecekler.
Niye?
Bu gencecik kızlarımız üniversiteyi bitirir bitirmez, çalışmalarına fırsat verilmeden neden hemen evlendiriliyor?
Şimdi derler ki, "Sana ne, bu da bir özgürlük sorunu".
Öyle ya...
Aslında tüm bunlar; özgürlüğün tesettüre sokulması değil mi?
Soner Yalçın - Hürriyet, 10 Şubat 2008
Etiketler:
AKP,
Hürriyet Gazetesi,
Soner Yalçın,
Türban
08 Şubat 2008
Fes ve Türban
Mine G. Kırıkkanat gazetedeki köşesine Aziz Paulus'un İncil'de yer alan öğütlerinden aktarmalar yapmış; "aziz"in bir tümcesi şöyle:
"-Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı'ya itaat eder gibi itaat edin..." (Vatan, 6 Şubat 2008)
Fazla lafa gerek var mı?..
Erkek egemenliği binlerce yıldan beri süregelen bir olgu...
Üç dinde geçerli tesettür ise yalnız kadınlara özgü bir şey değil...
*
Eskiden evde bile fes giyilirdi...
Başı açık erkek görmek olanağı yoktu...
Giyim-kuşam düzeninin, erkek egemenliğiyle birlikte, dinsel kökenlerini de tarihsel açıdan doğal saymak gerekir...
Çünkü eskiden devlet düzeni dinle özdeşti; bir arada yaşamanın koşulları, İslamın (ya da Hıristiyanlığın veya Museviliğin) dışında düşünülemezdi...
Bugünkü Türkiye'de "türbancı", kadın değildir...
Erkektir...
Erkek egemen toplumuz...
Bu nedenle yaşadığımız türban kavgası, seçim sandığında, AKP'ye yarayacaktır...
*
Bugün Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan RTE fesle dolaşmıyorlar..
Fes için ne düşünüyorlar?..
İbret dersi olsun diye vaktiyle (23 Nisan 1965) bu köşede "Fes Tartışmaları" başlığıyla yayımlanmış yazımdan kimi bölümleri aktarayım...
*
"Meclis, 23 Nisan 1920'de ilk oturumunu yapmış, altı gün sonra 29 Nisan'da Bursa mebusu Operatör Emin Bey ile Sinop mebusu Şevket Bey bir önerge veriyorlar..."
Diyorlar ki:
"-Uzun harp senelerinin tevlit eylediği birçok buhran arasında bir de fes buhranı çıktı...
...yalnız Avusturya'dan ithal ettiğimiz feslerin senede altın tutarı 5 milyon lirayı bulmaktaydı... Diğer yabancı memleketlerden ithal olunan feslerin bedelini de eklersek her yıl 7-8 milyon liralık bir servetin dışarı gittiği görülür ki bunun kâğıt para olarak karşılığı 40 milyon lira demektir..."
Peki, ne yapmalı?..
"-...Sultan İkinci Mahmut zamanında adalı Rumları takliden serpuş olmak üzere kabul edilmiş fesin bir milli serpuş mahiyetinde bulunmadığı nazarı itibara alınarak, ekseri Şark ve Müslüman milletlerin öteden beri bir serpuş olarak taşıdıkları ve şu son günlerde herkesin seve seve giymeye başladığı kalpağın bir milli serpuş olarak kabul ve ilanını teklif ederiz..."
"Takrir (önerge) Meclis'te okunduğunda alkış sesleri duyulmuş, fakat büyük bir çoğunluk "Hayır, hayır, olamaz!" diye bağırmıştır.
Tunalı Hilmi Bey (Bolu): Fes, Türk'ün ruhunda yerleşmiştir...
Haşim Bey (Çorum): Esbabını arz edeyim efendim! Fas, Tunus İslam ahalisi bütün fes giyiyorlar. Hakikat böyledir efendim. Tunus, Cezayir ahalisi Araptır. Bunlar hep Müslümandır... (Gürültüler) Olmaz efendim, katiyen istemem...
Mustafa Taki Efendi (Sıvas): Efendiler fes gerçi yeni bir şeydir, fakat bugün İslam âlemi için fes bir alameti farikadır... İslam milletlerine mahsus olan kıyafet, bilhassa Osmanlılar için hususi olan kıyafet bu festir. (Alkışlar, evet sesleri)
Sonuç:
Başkan - Takrir nazarı itibara alınmıyor...
("Yaşasın fes" sesleri)"
*
Bilmem ki yukardaki Meclis tutanaklarına yorum gerekiyor mu?..
Ülke düşman işgali altındayken bile Meclis "fes mi kalpak mı" tartışması yapabiliyormuş...
Bugünkü durum ise türban üzerine...
1920'den bu yana, aradan geçen sürede, erkeklerimiz fesi başlarından attılar; elbet bir gün kadınlarımız da çarşafı, başörtüsünü, türbanı tarihe gömecekler...
İlhan Selçuk, Cumhuriyet - 7 Şubat 2008
"-Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı'ya itaat eder gibi itaat edin..." (Vatan, 6 Şubat 2008)
Fazla lafa gerek var mı?..
Erkek egemenliği binlerce yıldan beri süregelen bir olgu...
Üç dinde geçerli tesettür ise yalnız kadınlara özgü bir şey değil...
*
Eskiden evde bile fes giyilirdi...
Başı açık erkek görmek olanağı yoktu...
Giyim-kuşam düzeninin, erkek egemenliğiyle birlikte, dinsel kökenlerini de tarihsel açıdan doğal saymak gerekir...
Çünkü eskiden devlet düzeni dinle özdeşti; bir arada yaşamanın koşulları, İslamın (ya da Hıristiyanlığın veya Museviliğin) dışında düşünülemezdi...
Bugünkü Türkiye'de "türbancı", kadın değildir...
Erkektir...
Erkek egemen toplumuz...
Bu nedenle yaşadığımız türban kavgası, seçim sandığında, AKP'ye yarayacaktır...
*
Bugün Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan RTE fesle dolaşmıyorlar..
Fes için ne düşünüyorlar?..
İbret dersi olsun diye vaktiyle (23 Nisan 1965) bu köşede "Fes Tartışmaları" başlığıyla yayımlanmış yazımdan kimi bölümleri aktarayım...
*
"Meclis, 23 Nisan 1920'de ilk oturumunu yapmış, altı gün sonra 29 Nisan'da Bursa mebusu Operatör Emin Bey ile Sinop mebusu Şevket Bey bir önerge veriyorlar..."
Diyorlar ki:
"-Uzun harp senelerinin tevlit eylediği birçok buhran arasında bir de fes buhranı çıktı...
...yalnız Avusturya'dan ithal ettiğimiz feslerin senede altın tutarı 5 milyon lirayı bulmaktaydı... Diğer yabancı memleketlerden ithal olunan feslerin bedelini de eklersek her yıl 7-8 milyon liralık bir servetin dışarı gittiği görülür ki bunun kâğıt para olarak karşılığı 40 milyon lira demektir..."
Peki, ne yapmalı?..
"-...Sultan İkinci Mahmut zamanında adalı Rumları takliden serpuş olmak üzere kabul edilmiş fesin bir milli serpuş mahiyetinde bulunmadığı nazarı itibara alınarak, ekseri Şark ve Müslüman milletlerin öteden beri bir serpuş olarak taşıdıkları ve şu son günlerde herkesin seve seve giymeye başladığı kalpağın bir milli serpuş olarak kabul ve ilanını teklif ederiz..."
"Takrir (önerge) Meclis'te okunduğunda alkış sesleri duyulmuş, fakat büyük bir çoğunluk "Hayır, hayır, olamaz!" diye bağırmıştır.
Tunalı Hilmi Bey (Bolu): Fes, Türk'ün ruhunda yerleşmiştir...
Haşim Bey (Çorum): Esbabını arz edeyim efendim! Fas, Tunus İslam ahalisi bütün fes giyiyorlar. Hakikat böyledir efendim. Tunus, Cezayir ahalisi Araptır. Bunlar hep Müslümandır... (Gürültüler) Olmaz efendim, katiyen istemem...
Mustafa Taki Efendi (Sıvas): Efendiler fes gerçi yeni bir şeydir, fakat bugün İslam âlemi için fes bir alameti farikadır... İslam milletlerine mahsus olan kıyafet, bilhassa Osmanlılar için hususi olan kıyafet bu festir. (Alkışlar, evet sesleri)
Sonuç:
Başkan - Takrir nazarı itibara alınmıyor...
("Yaşasın fes" sesleri)"
*
Bilmem ki yukardaki Meclis tutanaklarına yorum gerekiyor mu?..
Ülke düşman işgali altındayken bile Meclis "fes mi kalpak mı" tartışması yapabiliyormuş...
Bugünkü durum ise türban üzerine...
1920'den bu yana, aradan geçen sürede, erkeklerimiz fesi başlarından attılar; elbet bir gün kadınlarımız da çarşafı, başörtüsünü, türbanı tarihe gömecekler...
İlhan Selçuk, Cumhuriyet - 7 Şubat 2008
Etiketler:
Cumhuriyet Gazetesi,
İlhan Selçuk,
Türban
7.0 Yetmedi mi?

Bir hafta önce türban protestoların sırasında "7.4 yetmedi mi?" pankartını açan sevgili kardeşime seslenmek istiyorum bugün... 20 bin insanın acısı ve cenazesi üzerine politika yapmaya kalkan "o güzel insana" bir çift sorum var. Ey mantosu uzun, aklı kısa kardeşim benim. 7.0 yetmedi mi?
Senin okuduğun gazeteler yazdı mı bilmiyorum; ama Amerika'nın, hani o gavur ve Hıristiyan Amerika Birleşik Devletleri'nin, hani o Siyonistlerle iş birliği yaptığı için her yerde bayrağını yaktınız ABD'nin Los Angeles şehrinde 7.0 büyüklüğünde bir deprem oldu bacım... Neredeyse bizimkine yakın bir deprem. Bizde aynı şiddetteki bir depremde 20 bin kişi ölüp 20 bin kişi sakat kalırken, gavur, Hıristiyan ve Siyonist dostu Amerika'da sadece 2 kişi yaralandı güzel ablam.
Şimdi türbanlı başını ellerinin arasına alıp düşünüyor musun acaba? Sakarya gibi muhafazakar bir bölgede Allah binlerce Müslümanı öldürerek cezalandırıyorsa eğer, Hıristiyanlara ve Siyonist dostlarına niye kıyak geçiyor? Seks shoplarıyla, porno filmleriyle tüm dünyaya "seks", "uyuşturucu" ve "günah" ihraç eden bu ülkenin Allah katında ayrıcalığı ne olabilir ki güzel annem?
Oysa adım gibi eminim Sakarya'da, Gölcük'te hayatlarını kaybedenlerin çoğu ölmeselerdi eğer, sabah ezanı ile birlikte camilerin yolunu tutacaklardı. Üç aylarda oruç tutacak, Ramazan'da devrilmeyen minarelerin ışıklarıyla birlikte senin ağzına adı bile yakışmayan Allah'ın adı ile birlikte oruçlarını açacaklardı. E nooldu şimdi? 7.0 yetmedi mi güzel ninem?
Eğer her coğrafya olayını, her doğal afeti bilimin ve aklın süzgecinden geçirmeden böyle yorumlarsan bu ülkenin yarısı her deprem felaketinden sonra dinsiz olur güzel hala kızım...
Fay hattında 10 katlı binalara izin veren şapşal belediyecilik anlayışını, deniz kumundan inşaat yapan edebiyatçı müteahhitleri, depreme dayanıklı konut üretme çabalarını, hırsızları, uğursuzları bir kenara bırakıp her şey ilahi kudretin intikamı olarak açıklarsan, bu deprem 10 yıl sonra gene aramızdan binlerce "dinsizi" alır gider güzel amca kızım...
Beynin var mı bilmiyorum, betonların altında inleyerek can veren 20 bin insanı, kadını, çocuğu ve bebeği bir kalemde günahkar diye silip atan kuş beynini, türbanın altında görmek mümkün olamıyor çünkü; ama bence bu yazıyı oku ve bütün gece uyumadan düşün.
Allah'ın kullarına böyle cezalar verebileceğini hala düşünüyorsan da git Hıristiyan ol... Çünkü senin bu mantığına göre Allah onları daha çok seviyor. "Gavurlar" hem senden daha zengin, hem de evleri tepelerine yıkılmıyor.
Gani Müjde
13 Ocak 2008
23 Aralık 2007
'Kendinize kürtçe bilen tercüman tutun'
DTP Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında düzenlenen bayramlaşma töreninde konuşmasını Kürtçe olarak yaptı. Konuşmasını Türkçe olarak da yapmasını isteyen basın mensuplarına "Kendinize Kürtçe bilen tercüman tutun" dedi.
Demokratik Toplum Partisi (DTP) Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında kürtçe yaptığı konuşmadan sonra, Türkçe açıklama da yapmasını isteyen gazetecilere, “kürtçe bilen tercüman edinmeleri” önerisinde bulundu.
Milletvekili Üçer, partisinin Ağrı il başkanlığı binasında düzenlenen bayramlaşma törende partililere kürtçe konuştu. Konuşmasından sonra gazetecilerin, Türkçe açıklama da yapmasını istedikleri Üçer, “Türkçe açıklama yapmayacağım. Basın mensuplarından ricam şu: Ben söylediklerimi kendi dilimde söylüyorum. Sizler de kürtçe bilen birer tercüman edinirseniz herhangi bir sorun yaşanmayacağını düşünüyorum” dedi.
Üçer, bir gazetecinin, konuşmasında geçen ABD-Türkiye ilişkileri hakkındaki sorusuna ise Türkçe yanıt verdi. Üçer, “AK Parti Hükümetinin Meclis içerisinde bulunan kürt temsilcileri ile görüşme yerine ABD ile birlikte olduğunu” öne sürerek, sözünü ettiği “temsilcilerle diyaloğun geliştirilmesi halinde bu işin çok daha rahat çözüleceğini düşündüklerini” bildirdi.
Üçer, Şemdinli davası hakkındaki bir soruya da yine Türkçe olarak “Türkiye'de binlerce insanın, haklarında herhangi bir sabit suç olmaksızın yargılandıklarını ve cezaevlerinde kaldıklarını, ancak haklarında sabit suç delilleri olan kişilerin serbest bırakıldığını” ileri sürdü.
Kaynak: Hürriyet
Demokratik Toplum Partisi (DTP) Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında kürtçe yaptığı konuşmadan sonra, Türkçe açıklama da yapmasını isteyen gazetecilere, “kürtçe bilen tercüman edinmeleri” önerisinde bulundu.
Milletvekili Üçer, partisinin Ağrı il başkanlığı binasında düzenlenen bayramlaşma törende partililere kürtçe konuştu. Konuşmasından sonra gazetecilerin, Türkçe açıklama da yapmasını istedikleri Üçer, “Türkçe açıklama yapmayacağım. Basın mensuplarından ricam şu: Ben söylediklerimi kendi dilimde söylüyorum. Sizler de kürtçe bilen birer tercüman edinirseniz herhangi bir sorun yaşanmayacağını düşünüyorum” dedi.
Üçer, bir gazetecinin, konuşmasında geçen ABD-Türkiye ilişkileri hakkındaki sorusuna ise Türkçe yanıt verdi. Üçer, “AK Parti Hükümetinin Meclis içerisinde bulunan kürt temsilcileri ile görüşme yerine ABD ile birlikte olduğunu” öne sürerek, sözünü ettiği “temsilcilerle diyaloğun geliştirilmesi halinde bu işin çok daha rahat çözüleceğini düşündüklerini” bildirdi.
Üçer, Şemdinli davası hakkındaki bir soruya da yine Türkçe olarak “Türkiye'de binlerce insanın, haklarında herhangi bir sabit suç olmaksızın yargılandıklarını ve cezaevlerinde kaldıklarını, ancak haklarında sabit suç delilleri olan kişilerin serbest bırakıldığını” ileri sürdü.
Kaynak: Hürriyet
01 Aralık 2007
Onlar ve Bizler...
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı eserinden alıntıdır.
...Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldığını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizin gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Birtakım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (Sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle, anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.
...Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldığını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizin gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Birtakım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (Sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle, anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.
27 Kasım 2007
DTP, ETP, FTP... Harf çok ZTP’ye kadar yolu var
Günlerdir tartışılıyor...
DTP kapatılsın mı?
Kapatılmasın mı?
*
Kapatılırsa ne olacak?
Yenisi açılacak.
Kapattın daha önce...
Yine açtı.
*
Peki...
Mesela, Avrupa’da parti kapatan "tek" devlet bizimki mi?
Değil.
Ama, Avrupa’da "en çok" kapatan bizimki.
Niye?
Çünkü, Avrupa’da kapatılan partiyi, hem de aynı kadrolarla, bir daha açtırmazlar adama...
Yok öyle yağma!
Bizde ise, çaycı alırken bile temiz káğıdı istiyorlar, parti kurmaya kalk, tescilli PKK’lı bile olsan, fark etmiyor...
Bile bile lades!
*
E sonra?
"Aç kapa, aç kapa!"
Nasıl olsa, soran yok...
"Kardeşim, devlet mi yönetiyorsun, musluk reklamı mı çekiyorsun?"
*
Halbuki...
3 satır tarih okusan.
Aradan 89 sene geçmesine rağmen, Kürt Teali Cemiyeti ile PKK arasında hiçbir fark olmadığını görürsün.
Bu topraklarda kurulan, Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Kürt Milli Fırkası’nı, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti’ni hatırlamazsan... Hadiseyi sadece DTP’den ibaret sanman, normal.
Osmanlı’daki Jin, Rozi dergilerini, Serbesti Gazetesi’ni bilmezsen...
Roj TV’yi yeni icat zannetmen de, normal.
Suudi Arabistanlı Lawrence vardı da, Binbaşı Noel yok muydu?
Bugün Amerikalı General Petraeus var da, o gün, Amiral Bristol yok muydu?
Şeyh Said’in taaa 1925’te ayaklanma için belirlediği tarih, Nevruz değil miydi?
Zaten asıl mesele, yine Musul’un, petrolün paylaşımı değil miydi?
*
Öyleydi... Ama, demem o değil.
*
PKK’nın 1978’de kurulduğunu kabul edersek, o günden bugüne, yönetim kadroları aynı mı?
Aynı.
Ya bizim?
10 başbakan değişti.
6 cumhurbaşkanı.
*
Var mı devlet politikası?
Yok.
Ecevit’in yoğurt yiyişi farklıydı, Demirel’in farklı... Yılmaz başka baktı, Çiller başka, Erdoğan başka bakıyor... Evren’in görüşü ne yöndeydi, Özal’ın ne yöndeydi, Gül’ün ne yönde?
Öbürü, ısrarla, hep aynı hat üzerinde ilerliyor.
Sen, habire şerit değiştiriyorsun.
*
Netice?
İşte böyle, döner dolaşır, gelirsin başladığın noktaya ve sanki ilk kez duyuyormuş gibi sorarsın, "kapatalım mı, kapatmayalım mı?"
Yılmaz Özdil - Hürriyet, 27 Kasım 2007
DTP kapatılsın mı?
Kapatılmasın mı?
*
Kapatılırsa ne olacak?
Yenisi açılacak.
Kapattın daha önce...
Yine açtı.
*
Peki...
Mesela, Avrupa’da parti kapatan "tek" devlet bizimki mi?
Değil.
Ama, Avrupa’da "en çok" kapatan bizimki.
Niye?
Çünkü, Avrupa’da kapatılan partiyi, hem de aynı kadrolarla, bir daha açtırmazlar adama...
Yok öyle yağma!
Bizde ise, çaycı alırken bile temiz káğıdı istiyorlar, parti kurmaya kalk, tescilli PKK’lı bile olsan, fark etmiyor...
Bile bile lades!
*
E sonra?
"Aç kapa, aç kapa!"
Nasıl olsa, soran yok...
"Kardeşim, devlet mi yönetiyorsun, musluk reklamı mı çekiyorsun?"
*
Halbuki...
3 satır tarih okusan.
Aradan 89 sene geçmesine rağmen, Kürt Teali Cemiyeti ile PKK arasında hiçbir fark olmadığını görürsün.
Bu topraklarda kurulan, Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Kürt Milli Fırkası’nı, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti’ni hatırlamazsan... Hadiseyi sadece DTP’den ibaret sanman, normal.
Osmanlı’daki Jin, Rozi dergilerini, Serbesti Gazetesi’ni bilmezsen...
Roj TV’yi yeni icat zannetmen de, normal.
Suudi Arabistanlı Lawrence vardı da, Binbaşı Noel yok muydu?
Bugün Amerikalı General Petraeus var da, o gün, Amiral Bristol yok muydu?
Şeyh Said’in taaa 1925’te ayaklanma için belirlediği tarih, Nevruz değil miydi?
Zaten asıl mesele, yine Musul’un, petrolün paylaşımı değil miydi?
*
Öyleydi... Ama, demem o değil.
*
PKK’nın 1978’de kurulduğunu kabul edersek, o günden bugüne, yönetim kadroları aynı mı?
Aynı.
Ya bizim?
10 başbakan değişti.
6 cumhurbaşkanı.
*
Var mı devlet politikası?
Yok.
Ecevit’in yoğurt yiyişi farklıydı, Demirel’in farklı... Yılmaz başka baktı, Çiller başka, Erdoğan başka bakıyor... Evren’in görüşü ne yöndeydi, Özal’ın ne yöndeydi, Gül’ün ne yönde?
Öbürü, ısrarla, hep aynı hat üzerinde ilerliyor.
Sen, habire şerit değiştiriyorsun.
*
Netice?
İşte böyle, döner dolaşır, gelirsin başladığın noktaya ve sanki ilk kez duyuyormuş gibi sorarsın, "kapatalım mı, kapatmayalım mı?"
Yılmaz Özdil - Hürriyet, 27 Kasım 2007
Etiketler:
DTP,
Hürriyet Gazetesi,
Yılmaz Özdil
Kemalist Devrim ve Kürt-İslam Sentezi...
Yaygara yeniden başladı...
AKP'ye arka çıkan ABD ve AB'li "akıl hocaları"yla onların Türkiye'deki uzantıları "Soros çocukları" son günlerde yine aynı tekerlemeyi söylüyorlar:
"Kemalist devlet yapısı çökmedikçe Türkiye demokratikleşemez, yeni dünya düzenine ayak uyduramaz..."
Kaynak Yayınları'ndan çıkan İskender Gökalp-François Georgeon'un derlediği "Kemalizm ve İslam Dünyası" adlı kitabı okurken, Türkiye'nin dününü ve bugününü anımsadım...
Arkadaşım Cüneyt Akalın'ın güzel Türkçesiyle okura sunulan kitap, gerçekten yakın tarihimize ışık tutuyor...
1984 yılında uluslararası üne sahip uzmanların katılımıyla yapılan "Kemalizmin Magrip ve Doğu'daki Etkileri" konulu toplantı sonuçlarının bir bölümü yer alıyor kitapta.
Kemalizm "İslam Toplumu" üzerinde nasıl etki yapmıştır? Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kanları ve canlarıyla kurdukları Cumhuriyetimizden hangi İslam ülkeleri etkilenmiştir?
Bugün Türkiye'yi, tarikatların şemsiyesi altında, ABD ve AB ülkelerinin desteğiyle yöneten Nakşi İskenderpaşa Dergâhı'ndan yetişenler yönetiyor...
Karadeniz'de Türk-İslam sentezi; Güneydoğu'da Kürt-İslam sentezi "AKP şemsiyesi" altında yaşam buluyor...
Bir İslam ülkesi olan Türkiye, laik demokratik sistemi Kemalizme borçludur...
Bu aynı zamanda bir aydınlanma devrimidir ve aklın özgürleşmesidir...
***
Mustafa Kemal'in "Aydınlanma Devrimi"ni baskıcı, faşist olarak gören İkinci Cumhuriyetçiler, dinciler, Soros çocukları, Kürtçüler bugün ABD'nin Irak'ı işgalini, Büyük Ortadoğu Projesi'ni "demokrasi ve özgürlükler" adına ayakta alkışlıyorlar...
12 Mart'ları, 12 Eylül'leri yapan faşistleri "Atatürkçü" olarak görmeyi görev edinen aynı kesimin neler yazdığını anlatmaya gerek yok!..
Bunlar arkalarına dönüp bakmıyorlar, bir kez olsun!..
Suudi Arabistan Kralı Abdullah, 10 Kasım gününün Atatürk'ün ölüm yıldönümü olduğunu bilmiyor mu?
Bilerek geliyor Ankara'ya ve Anıtkabir'i ziyaret etmiyor, "Vahhabi" geleneklerini öne sürerek...
10 Kasım günü Türkiye'den ayrılırken Esenboğa'da VIP Salonu önündeki direklerde "Suudi bayrağı" yoktu...
Türk bayrağı ise yarıya indirilmişti...
Suudi heyeti bunu kabul etmedi...
Nedeni de şuydu:
"Bizde Kelime-i Tevhid'in bulunduğu yeşil bayraklar hiçbir zaman yarıya inmez!"
Suudi Kralı laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti Ankara'da her istediğini uygulatıyor; Abdullah Bey'i, Tayyip Bey'i kaldığı otele çağırıyor...
Otelde şifreli yayınlar kaldırılıyor, bar bölümüne duvar örülüyor, minibarlardan içkiler toplatılıyor.
Alın size Türkiye'nin 2007 fotoğrafı...
Atatürk, laik demokratik Cumhuriyeti, "Türkiye'yi imamlar yönetsin", Öğretmenler Günü'nde "mevlit okunsun", "tarikat yurtları açılsın", "Kürtçüler silahlanıp dağa çıksın" diye kurmadı...
Ne demişti Mustafa Kemal:
"Yurtta sulh, cihanda sulh!"
***
Kaynak Yayınları'ndan çıkan "Kemalizm ve İslam Dünyası" beni tarihin derinliklerine indirdi...
Bugün Güneydoğu'yu kuşatan "Kürt-İslam Sentezi"ne dayalı "Kürt milliyetçiliği" AKP'yle yaşam buluyor, DTP'nin "Kürtçülüğü"ne karşı ivme kazanıyor...
Hizbullah 1990'lı yılların başında, PKK'ye karşı "devletin desteğiyle" örgütlenmedi mi?
Bizim "Soros çocukları" nedense bu konulara hiç girmezler...
Örneğin 12 Eylül'de salt "Kürt aydınları"nın işkenceden geçtiğini anlatıp "Türk aydınları"na dokunulmadığı mesajı verirler...
Oysa 12 Eylül faşizmi Türk'ü de, Kürt'ü de, Lazı da, Çerkezi de, Aleviyi de, Sünniyi de işkenceden geçirip zindanlarda çürütmedi mi?
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007
AKP'ye arka çıkan ABD ve AB'li "akıl hocaları"yla onların Türkiye'deki uzantıları "Soros çocukları" son günlerde yine aynı tekerlemeyi söylüyorlar:
"Kemalist devlet yapısı çökmedikçe Türkiye demokratikleşemez, yeni dünya düzenine ayak uyduramaz..."
Kaynak Yayınları'ndan çıkan İskender Gökalp-François Georgeon'un derlediği "Kemalizm ve İslam Dünyası" adlı kitabı okurken, Türkiye'nin dününü ve bugününü anımsadım...
Arkadaşım Cüneyt Akalın'ın güzel Türkçesiyle okura sunulan kitap, gerçekten yakın tarihimize ışık tutuyor...
1984 yılında uluslararası üne sahip uzmanların katılımıyla yapılan "Kemalizmin Magrip ve Doğu'daki Etkileri" konulu toplantı sonuçlarının bir bölümü yer alıyor kitapta.
Kemalizm "İslam Toplumu" üzerinde nasıl etki yapmıştır? Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kanları ve canlarıyla kurdukları Cumhuriyetimizden hangi İslam ülkeleri etkilenmiştir?
Bugün Türkiye'yi, tarikatların şemsiyesi altında, ABD ve AB ülkelerinin desteğiyle yöneten Nakşi İskenderpaşa Dergâhı'ndan yetişenler yönetiyor...
Karadeniz'de Türk-İslam sentezi; Güneydoğu'da Kürt-İslam sentezi "AKP şemsiyesi" altında yaşam buluyor...
Bir İslam ülkesi olan Türkiye, laik demokratik sistemi Kemalizme borçludur...
Bu aynı zamanda bir aydınlanma devrimidir ve aklın özgürleşmesidir...
***
Mustafa Kemal'in "Aydınlanma Devrimi"ni baskıcı, faşist olarak gören İkinci Cumhuriyetçiler, dinciler, Soros çocukları, Kürtçüler bugün ABD'nin Irak'ı işgalini, Büyük Ortadoğu Projesi'ni "demokrasi ve özgürlükler" adına ayakta alkışlıyorlar...
12 Mart'ları, 12 Eylül'leri yapan faşistleri "Atatürkçü" olarak görmeyi görev edinen aynı kesimin neler yazdığını anlatmaya gerek yok!..
Bunlar arkalarına dönüp bakmıyorlar, bir kez olsun!..
Suudi Arabistan Kralı Abdullah, 10 Kasım gününün Atatürk'ün ölüm yıldönümü olduğunu bilmiyor mu?
Bilerek geliyor Ankara'ya ve Anıtkabir'i ziyaret etmiyor, "Vahhabi" geleneklerini öne sürerek...
10 Kasım günü Türkiye'den ayrılırken Esenboğa'da VIP Salonu önündeki direklerde "Suudi bayrağı" yoktu...
Türk bayrağı ise yarıya indirilmişti...
Suudi heyeti bunu kabul etmedi...
Nedeni de şuydu:
"Bizde Kelime-i Tevhid'in bulunduğu yeşil bayraklar hiçbir zaman yarıya inmez!"
Suudi Kralı laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti Ankara'da her istediğini uygulatıyor; Abdullah Bey'i, Tayyip Bey'i kaldığı otele çağırıyor...
Otelde şifreli yayınlar kaldırılıyor, bar bölümüne duvar örülüyor, minibarlardan içkiler toplatılıyor.
Alın size Türkiye'nin 2007 fotoğrafı...
Atatürk, laik demokratik Cumhuriyeti, "Türkiye'yi imamlar yönetsin", Öğretmenler Günü'nde "mevlit okunsun", "tarikat yurtları açılsın", "Kürtçüler silahlanıp dağa çıksın" diye kurmadı...
Ne demişti Mustafa Kemal:
"Yurtta sulh, cihanda sulh!"
***
Kaynak Yayınları'ndan çıkan "Kemalizm ve İslam Dünyası" beni tarihin derinliklerine indirdi...
Bugün Güneydoğu'yu kuşatan "Kürt-İslam Sentezi"ne dayalı "Kürt milliyetçiliği" AKP'yle yaşam buluyor, DTP'nin "Kürtçülüğü"ne karşı ivme kazanıyor...
Hizbullah 1990'lı yılların başında, PKK'ye karşı "devletin desteğiyle" örgütlenmedi mi?
Bizim "Soros çocukları" nedense bu konulara hiç girmezler...
Örneğin 12 Eylül'de salt "Kürt aydınları"nın işkenceden geçtiğini anlatıp "Türk aydınları"na dokunulmadığı mesajı verirler...
Oysa 12 Eylül faşizmi Türk'ü de, Kürt'ü de, Lazı da, Çerkezi de, Aleviyi de, Sünniyi de işkenceden geçirip zindanlarda çürütmedi mi?
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007
Cami Kapısından Kaldırılan Ayet...
İstanbul'un göbeği Eminönü...
Eminönü'nde Zeynep Sultan Camii...
Caminin kapısına Kuranıkerim'den bir ayet asılmış...
Maide suresinden 51'inci ayet...
Diyor ki:
"Ey Müslümanlar!..
Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudur.
Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır."
*
Hürriyet gazetesi, Eminönü müftüsü Muharrem Bilgiç 'i aramış...
Müftü Efendi demiş ki:
"Cami imamını hemen arayacağım. Bir ihtar yazısı yazıp (ayeti) hemen kaldırttıracağım." (Hürriyet 24 Kasım 2007).
Yazıya devam etmeden, Maide suresinden 64'üncü ayetin ilk tümcesini de sunayım:
"Yahudiler 'Allah'ın eli sıkıdır' dediler..
Dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun..."
*
Olayı bildiren Hürriyet'in başvurduğu Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er'in açıklamasını da kısaca aktarıyorum:
"...Biz İstanbul Müftülüğü'ne talimat verdik. Müftü Bey'in o imam hakkında gereken ikazı yapacağına inanıyorum ben...
Kesinlikle Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı öyle bir tavrımız yok.
Zeynep Sultan Camii'ndeki yazıyı doğru bulmadık."
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Sayın Er, Kuranıkerim'in ayetini "doğru bulmuyor"...
Ve karşı çıkıyor...
*
Türbancı Başbakan RecepTayyip ...
Türbancı Cumhurbaşkanı Gül ...
Her ikisi de Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten başlayarak Yahudi kavminin ileri gelenleriyle dostluk tezahürleri içinde...
Hem türbancılık yaparak İslamcılığı politikada, devlet yönetiminde, laik cumhuriyette öne çıkarıyorlar; hem cami kapısından Kuran ayetini kaldırıyorlar...
*
Bugün Türkiye dünyada faiz şampiyonu...
Faiz için Bakara suresinin 275'inci ayeti ne buyuruyor:
"Faiz yiyenler mahşerde, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar..."
"Allah, faizi haram kıldı..."
Türbancı AKP yönetimi, faizcilik denen günahı 'tefecilik' düzeyine tırmandırdı...
Amerika'nın idare ettiği Ilımlı İslam Devleti modelinde tesettür yalnız kadına uygulanmıyor...
Asıl tesettür yurttaşın gözlerindeki bağdır...
*
Kuranıkerim'i içselleştirmek için okumak gerek...
Bu köşede bir süreden beri başlatılan fikir eyleminin özü budur!.. Kuran'ı okuyan aklı başında yurttaş, Atatürk devriminin kaçınılmaz gereğini duyumsayacak ve anlayacaktır...
İslamcılar yurttaşlarımızı hurafelerle ve aslı astarı bulunmayan, sonradan uydurulmuş sözde hadislerle aldatmaya çalışıyorlar..
Yurttaş, Kuranıkerim'i okumalı!..
İslamda aracı papazlara yer yok!..
İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007
Eminönü'nde Zeynep Sultan Camii...
Caminin kapısına Kuranıkerim'den bir ayet asılmış...
Maide suresinden 51'inci ayet...
Diyor ki:
"Ey Müslümanlar!..
Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudur.
Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır."
*
Hürriyet gazetesi, Eminönü müftüsü Muharrem Bilgiç 'i aramış...
Müftü Efendi demiş ki:
"Cami imamını hemen arayacağım. Bir ihtar yazısı yazıp (ayeti) hemen kaldırttıracağım." (Hürriyet 24 Kasım 2007).
Yazıya devam etmeden, Maide suresinden 64'üncü ayetin ilk tümcesini de sunayım:
"Yahudiler 'Allah'ın eli sıkıdır' dediler..
Dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun..."
*
Olayı bildiren Hürriyet'in başvurduğu Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er'in açıklamasını da kısaca aktarıyorum:
"...Biz İstanbul Müftülüğü'ne talimat verdik. Müftü Bey'in o imam hakkında gereken ikazı yapacağına inanıyorum ben...
Kesinlikle Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı öyle bir tavrımız yok.
Zeynep Sultan Camii'ndeki yazıyı doğru bulmadık."
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Sayın Er, Kuranıkerim'in ayetini "doğru bulmuyor"...
Ve karşı çıkıyor...
*
Türbancı Başbakan RecepTayyip ...
Türbancı Cumhurbaşkanı Gül ...
Her ikisi de Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten başlayarak Yahudi kavminin ileri gelenleriyle dostluk tezahürleri içinde...
Hem türbancılık yaparak İslamcılığı politikada, devlet yönetiminde, laik cumhuriyette öne çıkarıyorlar; hem cami kapısından Kuran ayetini kaldırıyorlar...
*
Bugün Türkiye dünyada faiz şampiyonu...
Faiz için Bakara suresinin 275'inci ayeti ne buyuruyor:
"Faiz yiyenler mahşerde, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar..."
"Allah, faizi haram kıldı..."
Türbancı AKP yönetimi, faizcilik denen günahı 'tefecilik' düzeyine tırmandırdı...
Amerika'nın idare ettiği Ilımlı İslam Devleti modelinde tesettür yalnız kadına uygulanmıyor...
Asıl tesettür yurttaşın gözlerindeki bağdır...
*
Kuranıkerim'i içselleştirmek için okumak gerek...
Bu köşede bir süreden beri başlatılan fikir eyleminin özü budur!.. Kuran'ı okuyan aklı başında yurttaş, Atatürk devriminin kaçınılmaz gereğini duyumsayacak ve anlayacaktır...
İslamcılar yurttaşlarımızı hurafelerle ve aslı astarı bulunmayan, sonradan uydurulmuş sözde hadislerle aldatmaya çalışıyorlar..
Yurttaş, Kuranıkerim'i okumalı!..
İslamda aracı papazlara yer yok!..
İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 27 Kasım 2007
26 Kasım 2007
Kuran Ayetleri...
'Tecahül-ü arifane' deyişi eski dilde 'bilerek bilmezlikten gelmek' anlamına kullanılırdı...
Türkiye'de bilerek bilmezlikten gelinen en önemli ve çarpıcı konu ne?..
Askıya alınan Kuranıkerim ayetleri bizim toplumda bilerek geçiştirilir...
Aile, miras, ceza ve ekonomi alanlarında Kuranıkerim'in nice kuralı, buyruğu, hükmü, Türkiye'de yasaklanmıştır...
Dinciler bu alanda sanki dillerini yutmuşlardır...
*
Batı'da -herkesin bildiği ya da bilmesi gerektiği gibi- demokrasi ilk aşamada dinde 'Reform' la tohumlanmıştır...
Sonra Rönesans (Yeniden Uyanış) ve Aydınlanma devrimi gündeme girmiştir...
Atatürk devrimi, 'Reform-Rönesans-Aydınlanma' üçlemesini 'Milli Kurtuluş Savaşı' ile birlikte bir kuşağın tarihsel bilincine aşılayan olağanüstü bir uygarlık atılımıdır...
Dünyada ve İslam coğrafyasında tektir...
*
Hıristiyanlıkta Reform, Kilise egemenliğine karşı dinde evrimle gerçekleşti...
Luther , okullarda belletilir...
Peki, İslamda reform yaşandı mı?..
Milattan sonra 600'lerde başlayan İslamın 1000'li yıllarında ortaya çıkan Gazali 'yle bu defter dürülmüştür; bugün bile -Türkiye dışında- İslam coğrafyasında dinci kireçleşme beyinlerde çözülemedi...
Peki, Atatürk devrimi İslamda, dinsel açıdan, ne anlam taşıyor?..
*
Atatürk devrimi aynı zamanda ve kapsamda dinde reformla Aydınlanmayı içeriyordu.
Bu tarihsel dönüşümde türbancılık yüzeysel ve biçimsel bir siyasal kurnazlığın ötesinde içeriğe sahip değildir...
Evet, 21'inci yüzyılın başında, Türkiye'de, AKP iktidarında Kuranıkerim'in birçok ayeti askıya alınmış bulunuyor...
Ceza hukukunda..
Aile hukukunda..
Miras hukukunda..
Kamu hukukunda..
Kuranıkerim'e aykırı kuralları say say bitiremezsin...
Bütün bunlar dururken kadını ikinci sınıf insan saymak üzerine erkeğin kıskançlık güdüsüne dayanan türban kavgasını yürütmek, Müslümanlık şuuruna yakışmayan bir politika üçkâğıtçılığıdır...
*
Millet, toplum, halk ve Müslümanlar, emperyalizmle işbirliği yapan AKP'nin üçkâğıdına getirilmek isteniyor..
Türkiye'de bugün bir referandum yapılsa ve sorulsa...
Ey Müslümanlar!..
Atatürk 'ün devrimine karşı mısınız?..
Mirasta kız çocuğu erkeğe göre yarı yarıya az mı alsın?..
Aile hukukunda erkek 'boş ol' dediği zaman kadını kapının önüne mi koysun?..
Kadına nafaka kalksın mı?..
Erkek, istediği zaman kadını dövsün mü?..
Dayak yasal bir hak mı sayılsın?..
Kadın ile erkek eşit olmasın mı?..
Erkek, yurttaşlık hukukunda kadına egemen mi sayılsın?..
Referandumun sonucu ne olur?..
*
Atatürk devrimi Kuranıkerim'in birçok ayeti yerine laik ve çağdaş uygarlığın kurallarını getirerek dinde reformu gerçekleştirmiştir...
Ancak bu gerçek dile getirilmez...
Dinciler de, bu gerçeği dile getireceklerine, türbancılık oynamayı yeğliyorlar...
Yapılacak iş, bu gerçekleri olduğu gibi Müslümanlara anlatmaktır...
Yalnız namaz kılmakla ve oruç tutmakla veya türbancılıkla Müslümanlık biçimseldir...
Kuranıkerim'in buyruklarını tümüyle yerine getirecek miyiz?..
Yoksa dinde reformu benimseyecek miyiz?..
İlhan Selçuk, Cumhuriyet - 20 Kasım 2007
Türkiye'de bilerek bilmezlikten gelinen en önemli ve çarpıcı konu ne?..
Askıya alınan Kuranıkerim ayetleri bizim toplumda bilerek geçiştirilir...
Aile, miras, ceza ve ekonomi alanlarında Kuranıkerim'in nice kuralı, buyruğu, hükmü, Türkiye'de yasaklanmıştır...
Dinciler bu alanda sanki dillerini yutmuşlardır...
*
Batı'da -herkesin bildiği ya da bilmesi gerektiği gibi- demokrasi ilk aşamada dinde 'Reform' la tohumlanmıştır...
Sonra Rönesans (Yeniden Uyanış) ve Aydınlanma devrimi gündeme girmiştir...
Atatürk devrimi, 'Reform-Rönesans-Aydınlanma' üçlemesini 'Milli Kurtuluş Savaşı' ile birlikte bir kuşağın tarihsel bilincine aşılayan olağanüstü bir uygarlık atılımıdır...
Dünyada ve İslam coğrafyasında tektir...
*
Hıristiyanlıkta Reform, Kilise egemenliğine karşı dinde evrimle gerçekleşti...
Luther , okullarda belletilir...
Peki, İslamda reform yaşandı mı?..
Milattan sonra 600'lerde başlayan İslamın 1000'li yıllarında ortaya çıkan Gazali 'yle bu defter dürülmüştür; bugün bile -Türkiye dışında- İslam coğrafyasında dinci kireçleşme beyinlerde çözülemedi...
Peki, Atatürk devrimi İslamda, dinsel açıdan, ne anlam taşıyor?..
*
Atatürk devrimi aynı zamanda ve kapsamda dinde reformla Aydınlanmayı içeriyordu.
Bu tarihsel dönüşümde türbancılık yüzeysel ve biçimsel bir siyasal kurnazlığın ötesinde içeriğe sahip değildir...
Evet, 21'inci yüzyılın başında, Türkiye'de, AKP iktidarında Kuranıkerim'in birçok ayeti askıya alınmış bulunuyor...
Ceza hukukunda..
Aile hukukunda..
Miras hukukunda..
Kamu hukukunda..
Kuranıkerim'e aykırı kuralları say say bitiremezsin...
Bütün bunlar dururken kadını ikinci sınıf insan saymak üzerine erkeğin kıskançlık güdüsüne dayanan türban kavgasını yürütmek, Müslümanlık şuuruna yakışmayan bir politika üçkâğıtçılığıdır...
*
Millet, toplum, halk ve Müslümanlar, emperyalizmle işbirliği yapan AKP'nin üçkâğıdına getirilmek isteniyor..
Türkiye'de bugün bir referandum yapılsa ve sorulsa...
Ey Müslümanlar!..
Atatürk 'ün devrimine karşı mısınız?..
Mirasta kız çocuğu erkeğe göre yarı yarıya az mı alsın?..
Aile hukukunda erkek 'boş ol' dediği zaman kadını kapının önüne mi koysun?..
Kadına nafaka kalksın mı?..
Erkek, istediği zaman kadını dövsün mü?..
Dayak yasal bir hak mı sayılsın?..
Kadın ile erkek eşit olmasın mı?..
Erkek, yurttaşlık hukukunda kadına egemen mi sayılsın?..
Referandumun sonucu ne olur?..
*
Atatürk devrimi Kuranıkerim'in birçok ayeti yerine laik ve çağdaş uygarlığın kurallarını getirerek dinde reformu gerçekleştirmiştir...
Ancak bu gerçek dile getirilmez...
Dinciler de, bu gerçeği dile getireceklerine, türbancılık oynamayı yeğliyorlar...
Yapılacak iş, bu gerçekleri olduğu gibi Müslümanlara anlatmaktır...
Yalnız namaz kılmakla ve oruç tutmakla veya türbancılıkla Müslümanlık biçimseldir...
Kuranıkerim'in buyruklarını tümüyle yerine getirecek miyiz?..
Yoksa dinde reformu benimseyecek miyiz?..
İlhan Selçuk, Cumhuriyet - 20 Kasım 2007
Etiketler:
Cumhuriyet Gazetesi,
İlhan Selçuk,
İslam
30 Eylül 2007
ABD İslamcılığı (4)
Serin bir Londra sabahı...
Bir toplantı nedeniyle iki gündür bu kentteyim...
İzlenimlerimi önümüzdeki günlerde aktaracağım...
Türkiye'deki "Ilımlı İslam"ın dününü ve bugününü anlatmayı sürdürüyorum...
3-6 Ekim 1996'da İstanbul'da "Uluslararası Kafkaslar Konferansı" yapıldı...
Eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller İstanbul'da gazetecilerle konuştu...
Tam 11 yıl önce...
REFAHYOL iktidarıydı...
"Ilımlı İslam"ın teorisyeni Fuller bakın ne diyordu:
"İslamın Türkiye için en iyi yönetim biçimi olup olmadığını soruyorsanız, o değil. Biz, Türkiye'de demokrasinin hâkim olmasını istiyoruz. Eğer halk İslamcı bir hükümet isterse, eğer anayasaya göre İslamcılar iktidara gelirse, zannederim o zaman İslamcıların iktidar olma hakkı vardır."
İslamı "organik, yaşayan bir miras" olarak tanımlayan Fuller, bir gazetecinin "Kemalizm İslamla barışmalıdır, diyorsunuz" sorusuna şu yanıtı veriyordu:
"Kemalizm bir yönüyle ideolojidir; İslam da öyle. Bence bu iki ideoloji arasında bir harp olmamalıdır. Eğer olursa, bu Türkiye için çok feci sonuçlar doğurur. Mühim olan Türkiye'de demokrasinin hâkimiyetidir. Bazı Kemalistler, İslamı bastırmaya çalışıyorlar. Bu çok yanlıştır. Aynı zamanda Kemalizm'in demokratik kanadı varsa o da bastırılmamalıdır."
Fuller, dönemin ABD dışişleri sözcüsünün "demokrasi mi, laiklik mi" şeklindeki bir ikilemde "demokrasiden yana tavır alacakları" yönündeki sözlerini ise bakın nasıl anlatıyordu:
"ABD Türkiye'de demokratik sistem işlesin istiyor. Bu İslam demokrasisi de olabilir."
***
ABD'nin 1980 öncesi uyguladığı "yeşil kuşak" projesi, 1990'da yerini "Ilımlı İslam"a bıraktı...
Fethullah Gülen, okullarıyla önce Orta Asya Cumhuriyetleri'ne, sonra Malezya'dan Endonezya'ya ve Kara Afrika'ya dek yayıldı...
Şimdi projenin mimarı Fuller'i dinleyelim:
"Zannederim İslamcıların önünde bir problem var. Bir İslamcı rejim altında, İslamcı olmayan ya da İslama fazla önem vermeyen insanların cemiyetteki rolü ne olacak? Hakları olacak mı? Biz maalesef bugüne kadar diğer İslamcı cumhuriyetlere baktığımızda, örneğin İran'a, Sudan'a baktığımızda çok ümit verici şeyler görmüyoruz. İslamcı olmayanların hakları çok az. Türkiye'de böyle bir problem görmüyorum. Türkiye şimdiden demokratik bir temele oturuyor. Böyle devam etmesi lazım. Belki İslamcılar ABD'nin pek beğenmediği bir siyaset yürütebilirler. Ama Amerika'nın pek çok müttefiki ABD'nin beğenmediği bir siyaset yürütüyor. Bu kabul edilebilir şeydir."
Fuller'in gazetecilerle yaptığı söyleşi şöyle devam ediyordu:
Soru:
"Türkiye bir model mi? Türkiye'nin, İslamla demokrasiyi uzlaştırabilme şansını yüksek görüyor musunuz?"
Fuller:
"Evet mutlaka. Ben çok umutluyum. Çünkü bu bölgede genel olarak Türkiye kadar demokratik bir ülke yok. Arap ülkelerinde yoktur. Kafkaslar'da yoktur. Balkanlar'da çok zayıftır. Yunanistan hariç çok zayıf demokrasiler vardır. O bakımdan Türkiye çok iyi bir model olarak kendini gösterebilir..."
Soru:
"...Kürt sorununun çözümü için öneriniz nedir? Bir demecinizde yeni bir Osmanlı çağından bahsediyorsunuz. Bunlar birbirleriyle ilişkili mi?"
Fuller:
"...Ben Kürt problemine kesin bir cevap veremiyorum. Kesin bir çözüm veremiyorum. Bu Türk ve Kürt halkına aittir. Ama bence askeri yöntem, bugüne kadar hiçbir netice getirmemiştir ve problem her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Niçin PKK alternatif bir Kürt Partisi olmasın?"
***
On bir yıl önce böyle konuşuyordu eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller...
On bir yıl sonra Türkiye'nin fotoğrafına bir bakın isterseniz, ABD'de hazırlanan bir senaryo Türkiye'de yaşamın haritasında çekilmeye başlanıyor...
Yoksa ben mi yanılıyorum?..
Hayır!..
Rize'den küçük bir not size: Sabancı'nın Carrefour'unda da alkollü içki reyonu ramazanda kaldırıldı. Kiler'de iftar vakti alışverişler durduruldu. Balık lokantalarında alkol verilmiyor. Kadınlar açık giysilerle dolaşamıyor.
Bu bir toplumsal baskı değil midir?
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Eylül 2007
Bir toplantı nedeniyle iki gündür bu kentteyim...
İzlenimlerimi önümüzdeki günlerde aktaracağım...
Türkiye'deki "Ilımlı İslam"ın dününü ve bugününü anlatmayı sürdürüyorum...
3-6 Ekim 1996'da İstanbul'da "Uluslararası Kafkaslar Konferansı" yapıldı...
Eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller İstanbul'da gazetecilerle konuştu...
Tam 11 yıl önce...
REFAHYOL iktidarıydı...
"Ilımlı İslam"ın teorisyeni Fuller bakın ne diyordu:
"İslamın Türkiye için en iyi yönetim biçimi olup olmadığını soruyorsanız, o değil. Biz, Türkiye'de demokrasinin hâkim olmasını istiyoruz. Eğer halk İslamcı bir hükümet isterse, eğer anayasaya göre İslamcılar iktidara gelirse, zannederim o zaman İslamcıların iktidar olma hakkı vardır."
İslamı "organik, yaşayan bir miras" olarak tanımlayan Fuller, bir gazetecinin "Kemalizm İslamla barışmalıdır, diyorsunuz" sorusuna şu yanıtı veriyordu:
"Kemalizm bir yönüyle ideolojidir; İslam da öyle. Bence bu iki ideoloji arasında bir harp olmamalıdır. Eğer olursa, bu Türkiye için çok feci sonuçlar doğurur. Mühim olan Türkiye'de demokrasinin hâkimiyetidir. Bazı Kemalistler, İslamı bastırmaya çalışıyorlar. Bu çok yanlıştır. Aynı zamanda Kemalizm'in demokratik kanadı varsa o da bastırılmamalıdır."
Fuller, dönemin ABD dışişleri sözcüsünün "demokrasi mi, laiklik mi" şeklindeki bir ikilemde "demokrasiden yana tavır alacakları" yönündeki sözlerini ise bakın nasıl anlatıyordu:
"ABD Türkiye'de demokratik sistem işlesin istiyor. Bu İslam demokrasisi de olabilir."
***
ABD'nin 1980 öncesi uyguladığı "yeşil kuşak" projesi, 1990'da yerini "Ilımlı İslam"a bıraktı...
Fethullah Gülen, okullarıyla önce Orta Asya Cumhuriyetleri'ne, sonra Malezya'dan Endonezya'ya ve Kara Afrika'ya dek yayıldı...
Şimdi projenin mimarı Fuller'i dinleyelim:
"Zannederim İslamcıların önünde bir problem var. Bir İslamcı rejim altında, İslamcı olmayan ya da İslama fazla önem vermeyen insanların cemiyetteki rolü ne olacak? Hakları olacak mı? Biz maalesef bugüne kadar diğer İslamcı cumhuriyetlere baktığımızda, örneğin İran'a, Sudan'a baktığımızda çok ümit verici şeyler görmüyoruz. İslamcı olmayanların hakları çok az. Türkiye'de böyle bir problem görmüyorum. Türkiye şimdiden demokratik bir temele oturuyor. Böyle devam etmesi lazım. Belki İslamcılar ABD'nin pek beğenmediği bir siyaset yürütebilirler. Ama Amerika'nın pek çok müttefiki ABD'nin beğenmediği bir siyaset yürütüyor. Bu kabul edilebilir şeydir."
Fuller'in gazetecilerle yaptığı söyleşi şöyle devam ediyordu:
Soru:
"Türkiye bir model mi? Türkiye'nin, İslamla demokrasiyi uzlaştırabilme şansını yüksek görüyor musunuz?"
Fuller:
"Evet mutlaka. Ben çok umutluyum. Çünkü bu bölgede genel olarak Türkiye kadar demokratik bir ülke yok. Arap ülkelerinde yoktur. Kafkaslar'da yoktur. Balkanlar'da çok zayıftır. Yunanistan hariç çok zayıf demokrasiler vardır. O bakımdan Türkiye çok iyi bir model olarak kendini gösterebilir..."
Soru:
"...Kürt sorununun çözümü için öneriniz nedir? Bir demecinizde yeni bir Osmanlı çağından bahsediyorsunuz. Bunlar birbirleriyle ilişkili mi?"
Fuller:
"...Ben Kürt problemine kesin bir cevap veremiyorum. Kesin bir çözüm veremiyorum. Bu Türk ve Kürt halkına aittir. Ama bence askeri yöntem, bugüne kadar hiçbir netice getirmemiştir ve problem her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Niçin PKK alternatif bir Kürt Partisi olmasın?"
***
On bir yıl önce böyle konuşuyordu eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller...
On bir yıl sonra Türkiye'nin fotoğrafına bir bakın isterseniz, ABD'de hazırlanan bir senaryo Türkiye'de yaşamın haritasında çekilmeye başlanıyor...
Yoksa ben mi yanılıyorum?..
Hayır!..
Rize'den küçük bir not size: Sabancı'nın Carrefour'unda da alkollü içki reyonu ramazanda kaldırıldı. Kiler'de iftar vakti alışverişler durduruldu. Balık lokantalarında alkol verilmiyor. Kadınlar açık giysilerle dolaşamıyor.
Bu bir toplumsal baskı değil midir?
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Eylül 2007
28 Eylül 2007
ABD İslamcılığı (3)
Türkiye'de önceleri çok tartışılan bir konu yeniden gündeme geliyor:
"AKP'nin 'sivil anayasa' hazırlığının arkasında, başkanlık-eyalet sistemine geçiş sistemi var mı? ABD'nin bu konuda Türkiye için öngörüleri neler?"
Bu soruya yanıt ararken, ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Holbrooke'un Türkiye'yi "ılımlı İslam demokrasisi" olarak tanımlaması geldi.
Holbrooke'un, Demokrat Parti'nin Kasım 2008 seçimlerini kazanması halinde ABD Dışişleri Bakanı olabileceğinden söz ediliyor...
Richard Holbrooke, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından PBS televizyonuna çıkıp şöyle demişti:
"11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz, diyor. İşte sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı."
Haberci, Holbrooke'a soruyor:
"Konuyu biraz açar mısınız?.."
Holbrooke:
"Türkiye'de barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı ve Müslüman bir parti, yani Tayyip Erdoğan'ın başında bulunduğu AKP, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'nden alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman partiyle İsrail iyi ilişkiler içinde ve Avrupa Birliği'ne üyelik istiyor. Ben de bunu yürekten, inanarak destekliyorum."
Haberci bir soru daha yöneltiyor Holbrooke'a:
"Türkler ABD'nin Irak'ta daha neler yapmasını istiyor?"
Holbrooke:
"Türkiye'yi yöneten ılımlı Müslüman parti AKP, bizim Irak'tan ayrılmamızı değil kalmamızı istiyor. Bunu içtenlikle ifade ediyorlar bize. Kaosun sınırlarına dayanmasından korkuyorlar."
Burada çok önemli iki nokta var:
Holbrooke, Türkiye'yle Malezya'yı terazinin aynı kefesine koyup "ılımlı İslam iki demokratik ülke" olarak tanımlıyor.
İkincisi ise 22 Temmuz seçimlerinde "Kemalist laik devlet yapısına sahip çıkan partilerin" İslamcı parti karşısında yenilmesi...
***
ABD, Türkiye'de din temeline dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı yoksa Marksist temele dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı ister?
Elbet din temeline dayalı partiyi ister!..
Ünlü ekonomist ve düşünür Francis Fukuyama, bir yıl önce Atina'da düzenlenen bir toplantıda "Türkiye ne Avrupalı ne de Ortadoğuludur" deyip ekledi:
"Türkiye'nin ekonomik ve politik özellikleri Latin Amerika ülkelerini çağrıştırıyor. Enflasyon, ekonomik disiplin olmaması, siyasi sistemin kamunun aşırı harcamalarına izin veriyor. Bunun için siyasi konsensüs şart."
Peki AKP'ye nasıl bakıyor Fukuyama?
AKP'yi Avrupa'daki Hıristiyan Demokratlara benzetiyor...
Diyor ki:
"Türkiye öteki Müslüman ülkelere karşı başarılı bir model oluşturmuştur. İslam dünyası için en iyi model, Türkiye'dir."
Fukuyama'nın, Türkiye'nin ekonomik yapısını Latin ülkelerine benzetmesi ne anlama geliyor sizce?
Türkiye'de Marksist solun ivme kazanıp iktidar olması...
O zaman ne yapmalı?
Türkiye'de din temeline dayalı AKP'yi desteklemeli...
Francis Fukuyama Türkiye'yi iyi tanıyor.
Babası Joshishio Fukuyama, Kayseri Talas Amerikan Koleji'nde üç yıl İngilizce öğretmenliği yapmış. Francis Fukuyama da üç yıl Türkiye'de yaşamış...
Fukuyama, Türkiye'de başkanlık-eyalet sisteminin yaşama geçmesini çok istiyor...
Fethullah Gülen'le arası çok iyi... Kemal Derviş'le çok yakın dost...
***
Türkiye'de eyalet sisteminin ya da federe yapının ne anlamı olabilir?
Çok açık!..
Ülkenin bölünmesidir...
Zaten ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin kapsamında bu yok mu?
Fukuyama, adını "Tarihin Sonu" teziyle duyurmuştu. Türkiye'de eyalet sistemi ya da federal yapı Türkiye'nin sonu olacaktır.
Televizyonlarda tartışma programlarını izliyorum...
Bu konular gündeme nedense hiç getirilmiyor, "sıkmabaş" demokrasinin, özgürlüklerin simgesi olarak ortaya konuluyor, "mahalle baskısı" adı altında bir oyun sahneye konuluyor.
Türkiye'de toplumsal baskı neden gündemde değil?
Kadınlarımızı toplumda aşağılayan bir düşünce egemen olmuş Türkiye'de. Sol'un önü kesilmiş. Atılgan Bayar'ın SKY Türk'te dediği gibi "Kemalist değerler", "Cumhuriyetin kazanımları kendini bilmezlere kalmış."
Yazık!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Eylül 2007
"AKP'nin 'sivil anayasa' hazırlığının arkasında, başkanlık-eyalet sistemine geçiş sistemi var mı? ABD'nin bu konuda Türkiye için öngörüleri neler?"
Bu soruya yanıt ararken, ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Holbrooke'un Türkiye'yi "ılımlı İslam demokrasisi" olarak tanımlaması geldi.
Holbrooke'un, Demokrat Parti'nin Kasım 2008 seçimlerini kazanması halinde ABD Dışişleri Bakanı olabileceğinden söz ediliyor...
Richard Holbrooke, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından PBS televizyonuna çıkıp şöyle demişti:
"11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz, diyor. İşte sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı."
Haberci, Holbrooke'a soruyor:
"Konuyu biraz açar mısınız?.."
Holbrooke:
"Türkiye'de barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı ve Müslüman bir parti, yani Tayyip Erdoğan'ın başında bulunduğu AKP, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'nden alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman partiyle İsrail iyi ilişkiler içinde ve Avrupa Birliği'ne üyelik istiyor. Ben de bunu yürekten, inanarak destekliyorum."
Haberci bir soru daha yöneltiyor Holbrooke'a:
"Türkler ABD'nin Irak'ta daha neler yapmasını istiyor?"
Holbrooke:
"Türkiye'yi yöneten ılımlı Müslüman parti AKP, bizim Irak'tan ayrılmamızı değil kalmamızı istiyor. Bunu içtenlikle ifade ediyorlar bize. Kaosun sınırlarına dayanmasından korkuyorlar."
Burada çok önemli iki nokta var:
Holbrooke, Türkiye'yle Malezya'yı terazinin aynı kefesine koyup "ılımlı İslam iki demokratik ülke" olarak tanımlıyor.
İkincisi ise 22 Temmuz seçimlerinde "Kemalist laik devlet yapısına sahip çıkan partilerin" İslamcı parti karşısında yenilmesi...
***
ABD, Türkiye'de din temeline dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı yoksa Marksist temele dayalı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı ister?
Elbet din temeline dayalı partiyi ister!..
Ünlü ekonomist ve düşünür Francis Fukuyama, bir yıl önce Atina'da düzenlenen bir toplantıda "Türkiye ne Avrupalı ne de Ortadoğuludur" deyip ekledi:
"Türkiye'nin ekonomik ve politik özellikleri Latin Amerika ülkelerini çağrıştırıyor. Enflasyon, ekonomik disiplin olmaması, siyasi sistemin kamunun aşırı harcamalarına izin veriyor. Bunun için siyasi konsensüs şart."
Peki AKP'ye nasıl bakıyor Fukuyama?
AKP'yi Avrupa'daki Hıristiyan Demokratlara benzetiyor...
Diyor ki:
"Türkiye öteki Müslüman ülkelere karşı başarılı bir model oluşturmuştur. İslam dünyası için en iyi model, Türkiye'dir."
Fukuyama'nın, Türkiye'nin ekonomik yapısını Latin ülkelerine benzetmesi ne anlama geliyor sizce?
Türkiye'de Marksist solun ivme kazanıp iktidar olması...
O zaman ne yapmalı?
Türkiye'de din temeline dayalı AKP'yi desteklemeli...
Francis Fukuyama Türkiye'yi iyi tanıyor.
Babası Joshishio Fukuyama, Kayseri Talas Amerikan Koleji'nde üç yıl İngilizce öğretmenliği yapmış. Francis Fukuyama da üç yıl Türkiye'de yaşamış...
Fukuyama, Türkiye'de başkanlık-eyalet sisteminin yaşama geçmesini çok istiyor...
Fethullah Gülen'le arası çok iyi... Kemal Derviş'le çok yakın dost...
***
Türkiye'de eyalet sisteminin ya da federe yapının ne anlamı olabilir?
Çok açık!..
Ülkenin bölünmesidir...
Zaten ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin kapsamında bu yok mu?
Fukuyama, adını "Tarihin Sonu" teziyle duyurmuştu. Türkiye'de eyalet sistemi ya da federal yapı Türkiye'nin sonu olacaktır.
Televizyonlarda tartışma programlarını izliyorum...
Bu konular gündeme nedense hiç getirilmiyor, "sıkmabaş" demokrasinin, özgürlüklerin simgesi olarak ortaya konuluyor, "mahalle baskısı" adı altında bir oyun sahneye konuluyor.
Türkiye'de toplumsal baskı neden gündemde değil?
Kadınlarımızı toplumda aşağılayan bir düşünce egemen olmuş Türkiye'de. Sol'un önü kesilmiş. Atılgan Bayar'ın SKY Türk'te dediği gibi "Kemalist değerler", "Cumhuriyetin kazanımları kendini bilmezlere kalmış."
Yazık!..
Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Eylül 2007
Etiketler:
ABD,
AKP,
Cumhuriyet Gazetesi,
Hikmet Çetinkaya,
Ilımlı İslam
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)