29 Mart 2008

Danalar girmiş bostana

DÜN Bülent Ecevit'e yazdığı rapordan söz ettiğim Gürbüz Evren, Türkiye'de mumla aradığım, maval okumayan, gerçek (has) bir siyaset sosyoloğu.

Kanal B televizyonunda "Bekleme Odası" adlı bir program yapıyor. Ermeni ve Kürtçülük fesatları ile AB üzerine yayınlanmış üç kitabı var.

SİYASAL İSLAM VURGUSU

Gürbüz Evren, 18 Nisan 1999 ve 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Bülent Ecevit'e iki uyarı raporu göndermiş. Benim bu iki seçim konusunda şimdiye kadar okuduğum en kusursuz rapor ama ne yazık ki yayınlanmamış.

Gürbüz Evren'in Bülent Ecevit'e gönderdiği 28 Haziran 1999 tarihli rapor şu paragrafla başlıyor: "18 Nisan 1999 seçiminin sonuçları mutlaka doğru okunmalıdır. Aksi takdirde Türkiye'yi çok büyük bir tehlike beklemektedir. Siyasal İslam her geçen gün alan kazanmakta, önümüzdeki seçime kadar tek başına iktidara gelmenin hesaplarını yapmaktadır. Yanlış okumadınız, 'Tek başına iktidar' ifadesini kullandım. Bu, kabul edilmesi mümkün olmayan bir iddia gibi gelebilir. Belki de bu düşüncemi deli saçması sayabilirsiniz."

"Değerli büyüğüm Sayın Başbakan, yoksulluk Türkiye'nin en önemli gerçeklerinden biridir. Siyasal İslamcı kesim 'sadaka' gibi dağıttığı erzak torbaları, odun, kömür, çeyrek altın, giyecek, cep harçlığı, kırtasiye gibi yardımlarla kendisine muhtaç halk yığınları yaratmaktadır. Süreç, söz konusu kitlelerin Siyasal İslam'a bağımlı olması yönünde hızla işlemektedir. Siyasal İslamcı kesimin, yoksul kitleleri cemaatleşmeye götüren çalışmaları zaman zaman kesintiye uğrayıp, katıldığı seçimlerde bir miktar oy yitirse de, her seçimde kemikleşmiş oy olarak tanımlanan seçmen kitlesi büyümektedir."


Gürbüz Evren'in 28 Haziran 1999 tarihli raporunda dile getirdiği yorum ve tahminler 3 Kasım 2002 seçimlerinde doğru çıktı. Gürbüz Evren, Bülent Ecevit'e 22 Aralık 2002 tarihli bir rapor daha gönderdi: "18 Nisan 1999 seçiminin hemen ardından bugünleri işaret eden görüşlerimi içeren bir yazıyı size göndermiş, üzülerek söylüyorum ki bir yanıt alamamıştım. ...3 Kasım 2002 seçiminden sonra ortaya çıkan tablonun, tıpkı 1999 gibi doğru okunamayacağı korkusunu taşıyorum. Evet, siyasal İslamcı kesim 18 Nisan 1999 seçiminin hemen ardından belirttiğim gibi tek başına iktidar oldu. Eğer önümüzdeki süreçte de aşağıda özetleyeceğim çalışma planı (1999'da sunduğum model) uygulanmazsa, üzülerek söylüyorum ki 2007'de yapılacak seçimde Siyasal İslam'ın yeni temsilcisi AKP; ABD, AB, uluslararası sermaye, Arap sermayesi, IMF, tarikat ve cemaatlerin desteğiyle en az yüzde 40 oy oranına ulaşarak yeniden tek başına iktidar olacaktır." Ve Gürbüz Evren'in tahmini bir kez daha doğru çıktı!

PLANI OKUYUN

Yüzdelerle, istatistiklerle uğraşarak laf değirmenliği yapan sosyal bilimcilere, siyaset bilimcilere benzemeyen politika sosyoloğu Gürbüz Evren'i Türkiye kamuoyunun dikkatine sunarım. 1999 ve 2002 yıllarında Ecevit'e sunduğu çalışma planı ne idi acaba? CHP ve DSP bu çalışma planlarını mutlaka okumalı! Okumalı! Okumalı! Okumalııııııııı!!......

Özdemir İnce - Hürriyet, 26 Ocak 2007

Bülent Ecevit’e rapor

POLİTİKA Sosyoloğu Gürbüz Evren’den mesaj aldım. 1999 ve 2002 yıllarında, dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e iki rapor göndermiş. 15 Ocak günü bana da gönderdi.

İki raporu da bu sütunda yayınlamak isterdim. İşte ülkemiz için gereken ve safsata yapmayan bir bilim adamı. Kendisine teşekkür ediyor ve 29 Haziran 1999 tarihli raporun bir bölümünü "muhalefet"in dikkatine sunuyorum. AKP’yi taklit etmeleri için değil. Anlayıp önlem almaları için:

* * *

"Varoş olarak adlandırılan kenar mahallelerde oturanlar, artık anakentlerin seçmen nüfusunun yüzde 65’ini oluşturuyor. Ve bu kitlelerin yöneldiği siyasi partinin, seçimlerden başarıyla çıkması kaçınılmazdır. Buna karşın, sayısal azınlığa düştüğü gözlemlenen Atatürkçü, cumhuriyet ilkelerine bağlı kesimler ise, anakentlerin belirli merkezlerine sıkışmakta ya da yeni kurulan uydu kentlerde yoğunlaşmaktadır. Bu, aynı kentlerde, yaşam tarzları, siyasi tercihleri, dünya görüşleri birbirinden farklı iki toplumun doğmasına ve giderek daha belirgin bir şekilde birbirinden ayrılması gibi sıkıntılı bir duruma neden olmaktadır.

TOPLUM İÇİNDE ALTERNATİF TOPLUM

Siyasal İslamcı kesim, anakentlerde yaşayan seçmen kitlelerinin büyük bölümünün yoksullardan oluştuğu gerçeğini kavramış ve bu insanların somut taleplerinin özellikle günlük ihtiyaçları kapsadığını anlamıştır. Bu nedenle var gücüyle belediye yönetimlerini ele geçirmeye ve belediyelerin olanaklarını yoksullar için kullanmaya çalışan siyasal İslam’ın her geçen gün büyüyen yeşil sermayeyi de arkasına alması, tehlikenin boyutlarını büyütmektedir. Siyasal İslamcı kesim Türkiye’de, Mısır kökenli bir örgüt olan ’Müslüman Kardeşler’ modelini yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu model, ’Toplum içinde alternatif toplum’ yaratmayı hedefler. Modele göre, yoksul yığınlar ve az gelirli kesimlerin en temel gereksinimleri belirlenir. Ardından, ücretsiz sağlık hizmeti sunan hastaneler ve sağlık merkezleri kurulur, öğrencilere sürekli artan sayıda burs sağlanır, dini eğitim veren kuruluşlar yaygınlaştırılır, daha çok insanı doyuracak aşevi açılır, daha geniş yığınları giydiren, maddi yardım dağıtan hayır kuruluşları çoğaltılır. Düğün, bayram, doğum gibi özel günlerde insanlara yalnız olmadıklarını hissettirecek ziyaretler yapılır, hediyeler verilir. Kısacası bir süre sonra, mevcut düzenin sorunlarını çözemediğine, kendilerine devletin değil de, İslam dininin sahip çıktığına inandırılmış, giyimiyle, yaşam tarzıyla ülke toplumunun bir bölümünden farklı, dini motiflerle süslenmiş, giderek toplumun geri kalanına etki etmeye, baskı altına almaya çalışan bir toplum yaratılır.

SİYASAL İSLAM’I ABD KULLANACAK

Türkiye’de, siyasal İslam’ın sahip olduğu özel hastaneler, dershaneler, özel okullar, Kuran kursları, yurtlar, işadamları, fabrikalar, hayır kuruluşları, aşevleri, medya kuruluşları, yukarıdaki tablonun bir benzeri değil mi? Siyasal İslam, sıraladığım alanlarda her geçen gün daha da güçlenmiyor mu? Değerli büyüğüm Sayın Ecevit, bilinmesi gereken bir başka gerçek ise, önümüzdeki dönemde Türkiye’deki siyasal İslam’ın ABD tarafından kontrol altına alınmak ve sonra da kullanılmak isteneceğidir. Bu, ’Amerikan usulü İslam’ ya da ’Ilımlı İslam’ olarak tanımlanan modelin yaşama geçirilmesi için Türkiye’ye yönelik yeni politikalar anlamına gelir. İşte bu nedenle, büyük bir olasılıkla Refah ve Fazilet partilerinin kadrolarından yeni bir parti kurulabilir."

Özdemir İnce - Hürriyet, 27 Ocak 2008

28 Mart 2008

Uzlaşma Olur mu?

İşin ciddiyeti kaçıyor, ama insanlarda bir tedirginlik gözleniyor...

Hem tedirginlik hem umutsuzluk iç içe...

Başkent Ankara'nın siyasi kulislerinde "Ergenekon Operasyonu" tartışılırken başta TÜSİAD olmak üzere, demokratik kitle örgütleri siyasal iktidara, CHP'ye ve MHP'ye uzlaşma çağrısında bulunuyor...

Tüm bunlar olurken "Ergenekon Operasyonu" İşçi Partisi yöneticileri, Aydınlık dergisi çalışanları üzerinde yoğunlaşıyor...

Gerçekten neler oluyor?..

İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, Ferit İlsever, İP Genel Sekreteri Nusret Senem, Aydınlık dergisinin ve Ulusal Kanal'ın üst düzey yöneticileri, toplumun yakından bildiği adlar. Perinçek, İlsever ve öteki gazeteci arkadaşlar yıllardır yazıp çiziyorlar. İP'nin Türkiye'ye ve dünyaya bakışı belli...

Bu noktada "Gerçekten neler oluyor" sorusunu sık sık gündeme getirmek gerekiyor...

Medyanın "dinci kolu" bugüne dek Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Kanaltürk ve Aydınlık dergisini hedef göstermedi mi?

Kimdi o "gazeteci kimliği"yle ortalığı tozu dumana karıştıran, adlarını saydığım gazetecileri hedef gösteren?

Fehmi Koru ve kopyası "Taha Kıvanç"...

Taraf, Yeni Şafak ve Star gazetelerine bilgi aktaranlar kimlerdi?

Tartışılması gereken, "muhbir gazeteciler" değil mi?

Birileri İlhan Selçuk'u, Kemal Alemdaroğlu'nu, Doğu Perinçek'i "Ergenekon"a sokmak için yoğun çaba gösterirken "Şeyh Şamil" açık açık Tuncay Özkan'ı hedef gösterdi...

Hele Ali Bayramoğlu'nun yazdıklarını dün sabah bir kez daha okudum...

Ali Bayramoğlu'nun demokrasiyle ve evrensel hukukla uzaktan yakından ilgisi yok...

21 Mart 2007'deki yazısına bakın, Bayramoğlu ne diyor:

"...Bu tuzağa düşmeyin. AKP'nin kapatılma davasını bir münazara mevzuu haline getirmeyin. Bunun 'hukuki' olduğunu söyleyenlerle tartışma programlarında aynı masaya oturarak olup biteni meşrulaştırmayın.(...) Tarafınızı seçin ve orada durun..."

***

Laik demokratik Cumhuriyetin altını oyan, polis örgütünden eğitime ve yargıya dek devletin duyarlı kurumlarına "tarikat şeyhleri"nin müritlerini yerleştiren düşünceyi savunmak Türkiye'de "demokratlık" mı oluyor?

Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, "Şeyh Şamil" üçlüsünü yakından izleyin...

Fehmi Koru, Abdullah Gül'ün yakın arkadaşıdır...

Koru'nun yazdıkları arşivimde...

Muhterem, gazeteci değil, istihbarat uzmanı...

Ben onun "istihbarat uzmanı" olduğunu neredeyse 1990 yılından beri yazıyorum...

Fehmi Koru bir de gazeteci Vedat Yenerer için yazdı önce...

Vedat Yenerer gözaltına alındı, ardından tutuklandı...

Bekliyorum, beni ne zaman yazacak!..

Fehmi Koru, kimlerin gözaltına alınacağını önceden nasıl biliyor?

Bunun yanıtını ben biliyorum aslında. Benim 1957'de aldığım "tasdiknamem" ve 1980 yılındaki "sağlık raporum" Fehmi'nin arşivinde...

Bu arşiv ve belge işlerini Fethullahçılar çok iyi bilir...

Bakın, unutmadan ekleyeyim...

Yargıtay krokisi dolaşıyor ve bu eylem Doğu Perinçek'e ihale edilmek isteniyor...

Şule Perinçek, Akşam'ın haberine göre diyor ki:

"Yargıtay krokisi baskından önce Taraf gazetesinin sahibi Alkım Kitabevi'nin Ankara Yenişehir Ofisi'nden İP Genel Merkezi'ne gönderilmiş..."

Taraf, ilginç bir gazete...

1 YTL' ye satılırken 40 kuruşa düşürüldü satış fiyatı...

Yazar kadrosu evlere şenlik!..

Bu gazete solcu mu? Hayır!.. Bu gazete sağcı mı? Hayır!..

Taraf, Fethullahçı sermayenin desteğinde, Amerikancı, İslamcı...

Alkım Yayınları'nın ne kadar parası pulu var ki gazete çıkarabiliyor?

Önce bunu tartışmak gerekiyor!..

Oğlunu iflas ettiği için özel okuldan devlet okuluna aldıran "patron", bir yıl içinde gazete çıkaracak kadar parayı nereden buldu?

***

Toplumda bir tedirginlik, dehşet, korku, gerginlik ve umutsuzluk var...

Hüsamettin Cindoruk'un söylediği gibi, Türkiye 12 Mart'ın, 12 Eylül'ün ağır ve baskıcı koşullarını yaşıyor sanki...

Herkes birbirine soruyor:

"Beni de Ergenekon'dan gözaltına alırlar mı?"

Çünkü "Fethullahçı Gladyo"nun tetikçileri işbaşında!..

Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet - 28 Mart 2008

Doğu Perinçek’i en yakın arkadaşı yaktı

Ergenekon kapsamında gözaltına alınan, daha sonra da tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi’ne konulan isimler arasında hemen herkes titriyle, çalıştığı yerle anılıyor. Doğu Perinçek: İşçi Partisi genel başkanı ve Aydınlık başyazarı. Serhan Bolluk: Aydınlık’ın genel yayın yönetmeni. Ferit İlsever: Ulusal TV genel yayın yönetmeni.

Biri hariç.

Ondan sadece "gazeteci" olarak bahsediliyor: Adnan Akfırat.

Kendisi daha evvel Aydınlık’ta çeşitli görevler üstlendi ama şu anda editoryal titri yok. Sadece Aydınlık’ın yönetim kurulu üyesi, bir de Türk-Çin İş. Der. Genel Sekreteri olarak geçiyor adı. Birkaç yıldır imzası bile çıkmıyor!

Aydınlıkçılar’ın tutuklanmasına sebep olan belgeler, adı "gazeteci" olarak geçen Akfırat’ın dosyaları arasında bulundu. Yargıtay binasının krokisinin, kaçış planının vs.’nin olduğu bir CD ve bilgisayarında faili meçhul cinayetlerin gerçekleşmeden anlatıldığı bir belge.

Eğer Aydınlık’ı yakından takip ediyorsanız - ki pek çoğunuz da okumuyordur - derginin bir süredir Ergenekon’la ilgili yayınlar yaptığını gözlemleme şansınız olmuştur. Uzun zamandır takip ettiğim Aydınlık, bir süredir çeşitli toplantılardan dolayı kendilerinin de başının derde gireceğini, gözaltına alınacaklarını yazıyordu. Dergi yaklaşan fırtınayı bekliyordu.

Daha da ilgincini söyleyeyim: Doğu Perinçek takip edildiği gerekçesiyle savcılığa bir dilekçe verdi ve yapılan soruşturma sonucu takip edenlerin polis oldukları ortaya çıktı.

Doğu Perinçek ve arkadaşları aynen hesap ettikleri gibi gözaltına alındılar. Başlarına gelecekleri biliyorlardı.

Peki, merak ediyorum, yaklaşan tehlikeden haberdar olan birileri neden başlarını iyice belaya sokacak belgeleri saklamakta ısrar eder? Gazeteci ya da değil, birinin eline geçmişse bile Yargıtay krokisi, çıkış planı gibi önemli evraklarla kimin ne işi olabilir?

Nitekim Doğu Perinçek, 60’ların sonundan beri hayatını siyasi mücadele içinde geçirmiş bir figür. Hep göz önünde olmuş, gözaltlarından, cezaevlerinden geçmiş, suçlanmış. Böylesi belgeler bulundurulmaması gerektiğini iyi bilmesi gerekir.

Danıştay’a saldırı olmuşken, birinin çantasından Yargıtay’ın krokisi çıkar mı... Olacak iş mi bu...

Galiba Doğu Perinçek, arkadaşı Adnan Akfırat’ın tuzağına düştü, ona güvenerek yanıldı. Zira bütün belgelerin Akfırat’tan çıkması bir hayli şaşırtıcı.

Peki sadece “gazeteci” olarak anılan Adnan Akfırat kim?

Daha evvel de adı çeşitli vesilelerle anılan Akfırat, fiilen gazetecilik yaptığı yıllarda devletin sinir merkezlerinde insanlarla görüşmelerde bulundu, çoğu zaman da Doğu Perinçek’i yanıltan haberleri yayımlattı. Turgut Özal’a ateş edenin Kartal Demirağ olmadığı, bir başka tetikçinin sunulduğu Aydınlık kapağı onun eseriydi. Balon çıktı. Tansu Çiller’in ABD vatandaşı olduğu iddiasını da ortaya attı ama bir türlü kanıtlayamadı.

Akfırat’ın en büyük özelliklerinden biri de yurtdışına master ya da doktora yapmaya gidenleri ajan olmakla itham etmesidir. Kendisi de bursla bir sene ABD’de okumuştur halbuki, ama bunu hiç gündeme getirmez. Böyle ilginç bir mantığın adamıdır.

Özetle onun dergiye en büyük katkısı Aydınlık’ın karanlık haberler yapıp dezenformasyon yayan bir yayın organı gibi algılanılması oldu.

Daha evvel haberleriyle Doğu Perinçek’i zor durumda bırakan bu isim, şimdi de belgeleriyle onu yaktı. Buna sadece bir tesadüf ya da hata demek zor. Eğer hataysa da çok büyük bir hata.

Tekrar ediyorum, kendisi "gazeteci" diye anılıyor ama iki yıldır imzası yok. Türk-Çin İş. Der. Genel Sekreterliği yürütüyor, Aydınlık’ın editoryal kadrosunda yer almıyor. Polisin onca isim arasında cımbızla seçer gibi onu bulması, gözaltına alması da ilginç.

Hele bir iddianame hazırlansa... Ben özellikle Adnan Akfırat’la ilgili ne gibi bilgilere ulaşacağımızı merak ediyorum. Telefonda kimlerle konuştu, ne gibi bağlantılar kurdu...

Oray Eğin - Akşam, 26 Mart 2008

27 Mart 2008

Fişleme Ustası

"Besleme Medya"nın ya da "Çete Medyası"nın tetikçileri, bir yandan CIA öte yandan "Fethullahçı Gladyo"nun ellerine ulaştırdıkları bilgilerle Cumhuriyet, Hürriyet, Vatan, Milliyet gazetelerini, laik demokratik Cumhuriyetten yana tavır koyan gazeteleri hedef gösteriyorlar...

Ankara'nın siyasi kulislerinden gelen haberlerde, bazı gazetecilerin ve yazarların özel yaşamları "Fethullahçı Gladyo" nun takibinde...

Ergenekon Çetesi'yle Cumhuriyet gazetesi arasında ilinti kuran Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Şeyh Şamil, "Fethullahçı Gladyo"nun çok sevdiği adlar mı?

Yanıtını verenler verir!..

Oray Eğin'in Akşam gazetesinde Fehmi Koru'yu anlatan yazısının (24 Mart 2008) başlığı şöyleydi:

"Fişlemeler üst katta, Fehmi Bey bakıyor..."

Fehmi, hep üst katta oturur...

"Fethullahçı Gladyo"yla bağları eskiye dayanır...

1994 yılında Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı"nda, 1957 yılında Manisa Lisesi'nden Mersin Lisesi'ne giderken aldığım yedi zayıf notlu "tasdikname"mi, ne yapmış etmiş bulmuş, ekranlarda göstermişti:

"Lise diploması yok!"

On dört yıl önce Ali Kırca'nın yanında şöyle yanıt vermiştim Fehmi'ye:

"Gazeteye gel, odamda münasip bir zamanda gösteririm sana, merak ediyorsan!.."

Fehmi, bu kez bir başka belge çıkarmıştı. 1981 yılında gözaltında işkencedeyken ailemin emniyet müdürlüğüne verilmek üzere "Ege Üniversitesi Psikiyatri Kliniği"nden aldığı rapordu.

O raporda, alkol tedavisi gördüğüm yazılıydı...

Ailem, ben gözaltındayken bana işkence yapılmaması için öyle bir yola başvurmuştu...

Fehmi, o raporu da gösterip seslendi:

"Delidir bu adam!"

***

1957 yılında Manisa Lisesi'nden aldığım tasdiknameyle, 1981 yılındaki rapor bende yoktu...

Fehmi nereden bulmuştu bunları?

Devlet içinde örgütlü "Fethullahçı Gladyo"dan...

Fehmi Koru bugün hiç de yalnız değil. Abdullah Gül'le canciğer kuzu sarması.

Birkaç TV'de program yapıyor, Yeni Şafak'ta iki yazı döktürüyor...

Fehmi paraya para demiyor!..

Oray Eğin, Fehmi'yi anlatan yazısında ilginç bir saptama yapıyor:

"Artık fiili olarak gazeteciliği bırakan ve kendini adadığı siyasi hareketin bir anlamda propaganda bakanlığını yapan Koru ise Türkiye'nin iyice gerildiği bir ortamda o en sadık okurunun kulağına kar suyu kaçıracak yazılar yazıyor. Örümcek Adam'ın 'Büyük güçle beraber büyük sorumluluk gelir' ilkesini de duymamış belli ki. Daha evvel orada burada 'Ben biliyorum, şu isimler gözaltına alınacaktı' diye konuşurken ihtimal verilmemişti. Sonradan fısıldadığı isimler gözaltına alınınca yakınındakiler ona kulak kesilmenin öneminden bahsetmişti."

Fehmi Koru, on dört yıl önce köktendinci terör örgütlerini, örneğin İslami Hareket'i, Hizbullah'ı "Sözde İslami Hareket, sözde Hizbullah" diye nitelememiş miydi?

Fehmi Koru o zaman da "yazı tetikçisi"ydi, şimdilerde ise fişleme ustası, çırağı "Şeyh Şamil"le, Ali Bayramoğlu'yla birlikte...

Bunlar sözde demokrat, hepsi bu!..

Laik demokratik Cumhuriyetin çınarı İlhan Selçuk ilginç açıklamalar yapıyor...

Ne diyor İlhan Ağabey:

"(...) Medyanın önemli bölümü dincilerin, Fethullah'ın elinde. Bu gücü nasıl kullandığı da ayrı bir konu. AKP'yi Fethullah ve ABD'den ayrı tutamayız..."

Devam ediyor İlhan Ağabey:

"Ergenekon soruşturması siyasete alet edilmek isteniyor. Bende Türkiye'de laik orduyu ve bağımsız yargıyı tasfiye edecek bir operasyon mu, kuşkusu doğdu. (...)

Bu dava geniş çaplı bir dava, ciheti askeriyeye yönelen bir tarafı da var. Benim kaygım şu: Türkiye'de yargının ve ordunun içine de uzanan bir operasyonun hazırlığı yapılıyor."

***

CIA denetimindeki Fethullahçı "Taraf" ın yazarı ne yazmıştı:

"Darbeci Kemalistlere Türkiye'yi dar edeceğiz!"

Ya Fethullahçı sermayenin eline geçen Sabah gazetesinin yayınlarına ne diyeceksiniz?

Hıncal Uluç'un o muhteşem yazısı her şeyi apaçık sergiliyor...

Nereye götürülmek isteniyor Türkiye beyler, paşalar? Ne diyorsunuz fişlenen bilim insanları, kurmay subaylar, sendikacılar, işçiler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler?

Korkup susacak mıyız?

Yıldıramazlar bizi, susturamazlar...

Cumhuriyet, demokrasinin, özgürlüklerin kalesidir!.. O kaleyi çökertemezler!..

***

İlhan Selçuk 'un gözaltı süresince Sky TV 'nin Genel Yayın Yönetmeni Serdar Akinan 'a ve ekibine; Erdoğan Akdaş' a ve kaptanlığındaki Haber Türk 'e ve çalışma arkadaşlarına, Akşam gazetesinden Mustafa Dolu ve Rıza Zelyut 'un Sky'daki yürekli konuşmalarına teşekkür eder, gözlerinden öperim...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Mart 2008

Toplantı...

- Beyler, borsa düşüyor...

- Sezer’in işidir, o yaptı diyelim.

- Sezer emekli oldu birader...

- Başsavcı’nın yüzünden diyelim.

- Bak, o olur...

- 10 milyar dolar kaçırdı diyelim.

- 20 diyelim, 20!

- Bi dakka arayayım şu şişmanı, "Alo, benim ben... 25 milyar dolar kaçırdı diye yaz... 35 mi yazdın? İyi, değiştirme o zaman, 35 milyar dolar kaçırdı yaz... Öbürlerini de ara, onlar da yazsın."

- Dolara n’apçaz?

- 2 sıfır daha atalım.

- Kalmadı ki sıfır... Dedim ben size, bi defada 6’sı birden atılmasın diye, 4’ü atılsaydı, 2’sini de şimdi atardık, yırtardık.

- Valla hiç boşuna kafa yormayalım arkadaş, direkt Euro’ya geçelim, herkes Euro kullansın, indi çıktı stresi olmaz.

- Riyal’e geçsek...

- Dur be kardeşim! Zaten başımız dertte, riyal miyal yumurtlama...

- E canım, İran Riyali demeyiz, Suudi Riyali deriz, ne var bunda? Hacılara da kolaylık olur. Bi taşla iki kuş.

- Kürşat, çıkar şunu kardeşim toplantıdan, gözünü seveyim...

- Gel abi sen, hava alalım biraz.

- Malezya Ringgit’i desek...

- Abi, ölümü öp, çıkalım!

- Tövbe tövbe, ne diyoduk?

- Dolara n’apçaz?

- Başsavcı maaşını komple dolara yatırdı, pariteyi kasten zıplattı diyelim.

- Yerler mi?

- Yemesine yerler de, adamın maaşı 4 bin lira falan... Bizim maaşları da kurcalarlar sonra, akıllarına getirmeyelim.

- Şimdi bakın şöyle yapalım... Başsavcı bu işi çıkarınca Dow Jones düştü, petrol fiyatları yükseldi, petrol yükselince dolar da yükseldi diyelim.

- Hay aklınla bin yaşa!

- İşsizliği de savcıya yıksak mı?

- Yık sen, yık...

- İtiraz edene kömür takviyesi yapın, içeri girenlerin fotoğraflarını da koyun, ülkeyi yıkcaklar, ekonomiyi batırcaklar falan deyin.

*

- Abi...

- Ne?

- Borsa yükselişe geçti...

- Yapma!

- Valla... Dolar da iniyor iyi mi.

- İstikrar deyin o zaman... Ara şişmanı, istikrar yazsın. Piyasa, Başsavcı’ya kulak asmadı yazsın... Çok fena rezil oldu desin.

- İşsizliğe ne desin?

- Onu demesin.

Yılmaz Özdil, Hürriyet, 27 Mart 2008

26 Mart 2008

Hesapları Nedir?

"Besleme medya" ya da "çete medyası", gizli bir soruşturmanın tüm ayrıntılarını gözü kapalı yayımlıyor...

Bilgiler doğru da olabilir, yanlış da...

Orası ayrı konu!..

Dün sabah ise PKK yanlısı olarak bilinen "Fırat Haber Ajansı"nın internet sitesinde İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin (CMK 250. maddesi ile görevli) İfade Sorgu Zaptı'nın yer aldığını CNN'de Hürriyet'in Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu açıkladı...

PKK yanlısı "Fırat Haber Ajansı"na yargının ifade tutanağı nasıl ulaştırılmıştı?

Sorgu No: 2008/43 , Soruşturma No: 2007/1536 , Hâkim: Metin Özçelik 37278, Kâtip: Melih Temiz : 99585...

Ferit İlsever, Kemal Yalçın Alemdaroğlu, Serhan Bolluk, Mehmet Adnan Akfırat "şüpheli" ifadesiyle tutanakta yer alıyorlardı...

Gerçekten olup bitenlere şaşırıyorum...

Taraf, Star, Yeni Şafak gazeteleri Ergenekon'a ilişkin doğru ya da yanlış bilgileri tüm gazeteleri atlatarak yayımlıyor; Sabah ve Zaman haberleri derleyip bir gün sonra yayımlıyorlardı...

Bilgilerin "Fethullahçı gladyo" tarafından Taraf, Star ve Yeni Şafak'a sızdırıldığı iddiaları gündemde...

Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru , Star Temsilcisi "Şeyh Şamil" zaten isimler verip "Şu şu kişileri gözaltına alın" diyerek karmaşık ilişkiler zincirinin önde "muhbirleri" olmuyorlar mı?

Fehmi Koru ve Şeyh Şamil ilginç bir kişilik sergiliyorlar...

Cumhuriyet mitinglerinin "gizli bir el" tarafından düzenlendiğini, "darbecilerin ön saflarda" olduğunu yazanlar, şimdilerde "Fethullahçı örgütlenmeyi" yazanların da üzerlerine çarpı koymaya hazırlanıyorlar...

***

Bu yazıyı yazarken aklıma geldi...

Fethullah Gülen niçin Türkiye'ye dönemiyor?

Devletin istihbarat birimleri ve DGM tutanakları arşivimde. Fethullah, askeri okullarda, yargıda, poliste örgütlendi...

Bunların tümünü yıllarca yazdım, çizdim...

Devlet içinde ve dışında "çete" varsa, bunun adı ister "Ergenekon" ister başka bir ad olsun ortaya çıkarılmalıdır.

Demokrasiden ve hukuktan yanayım...

Her zaman yazdım, bir kez daha yineleyeyim:

"Ne şeriat ne askeri darbe. Laik demokratik Türkiye..."

Gelin görün ki fotoğraf öyle değil...

Toplumu germek için, kutuplaşmayı arttırmak için "Fethullahçı gladyo" işbaşında.

Eğer demokrasiyi, evrensel hukuku savunuyorsak tüm çetelerin, devlet içinde örgütlü güçlerin üzerine gitmek, bırakın gazeteciliği , yurttaş olarak birincil görevimizdir...

Bugün Türkiye'de dinci ve tarikatçı yapılanma devletin en duyarlı kurumlarının tepesindedir...

Şeriatçı yapılanma, özellikle büyük kentlerde, Anadolu'da hızla ivme kazanıyor...

Güneydoğu'da El Kaide, Hizbullah, Müslüman Kardeşler "Kuran okuma kursları" kuruyor, Atatürk büstleri kırılıyor, Alevi öğrenciler fişleniyor, zorunlu din dersleri mezarlıklarda ve camilerde yapılıyor...

"Fethullahçı gladyo" örgütlenme aşamasını çoktan bitirdi...

Putin, bunu önceden sezinleyip Rusya'daki "Fethullahçı okulları" devletleştirdi...

"Fethullahçı gladyo" ve onun medyadaki yandaşlarının amacı şu olabilir mi:

"TSK'yle hesaplaşma, orduyu yıpratma!"

Uzun yıllar ABD'de gazetecilik yapan, Amerikalı kocasının CIA'yla bağlantısı olduğu çok iyi bilinen "bayan" bu konularda ne düşünüyor?..

Eski TKP'li dönek Moskovalı, Cumhuriyet'e hangi amaçla sızıp, görevini bitirdikten sonra "haydi eyvallah" deyip "Fethullahçı gladyo" saflarında nasıl yer aldı?

Bunlar da benim senaryolarım...

Devamını yarın ve önümüzdeki günlerde anlatacağım!..

***

Unutmadan ekleyeyim: İlhan Selçuk'un gözaltına alınma sürecinde Cumhuriyet'e büyük destek veren Kanaltürk ve Tuncay Özkan, "Biz Kaç Kişiyiz Hareketi" ne teşekkür ediyorum...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Mart 2008

AKP'nin Hukuku Kapatma Girişimi!

Bilinen fıkradır:

Abuzittin otoyolda ters yöne girmiş. Karşıdan gelen bütün araçlara korna çalıp öfke sanatıyla bağırmış:

- Birinizi, ikinizi anladım da, niye hepiniz ters yöne girdiniz yahuu!

AKP, hukukta kendisine ters gelen bütün yasaları değiştirip, bağırıyor:

- Niye böyle hukuksuz yasalar çıkmış yahuu!

Yeni bir anayasa haftasına girdik. AKP'den bir demokratik güzellik daha izleyeceğiz. Partilerin kapatılmasıyla ilgili değişiklik için irade tamam. Zaten milli irade ellerinde olduğu için değişiklik iradesine ulaşmak da zor olmuyor.

AKP'li Ergün durumu gazetecilere şöyle açıkladı:

"Parti kapatmalarda anayasa değişikliği zaruri hale geldi."

Neden zaruri?

AKP hakkında dava açıldığı için!

Nasıl bir değişiklik yapmalı, sorusuna yanıt arıyorlar. İki seçeneği tartışıyorlar:

1- Kitabına uygun bir düzenleme yapıp sadece AKP'nin kapatılmasını olanaksız hale getirelim.

2- Düzenlemenin bu kadarı çok sırıtabilir, tüm partilerin kapatılmasını çok zorlaştıralım.

****

Yukarıdaki iki şık da kendi içinde iç halkalara ayrılıyor. Bu ayrımların nedeni şu:

340 milletvekili ile anayasayı tek başına değiştirme gücüne sahip olmayan AKP'ye hangi parti koltuk değneği olacak?

Buna verilecek yanıta göre de anayasa değişikliğinin içeriği değişecek. Örneğin, MHP'nin desteği gerekli görülürse, parti kapatmada "terör" unsuru çok öne çıkarılacak, yeni düzenlemenin anlamı şu olacak:

DTP rahatlıkla kapatılabilir ama, AKP kesinlikle kapatılamaz.

Eğer, MHP'den umut kesilirse bu kez bağımsızlar ve DTP'nin desteği kaçınılmaz hale gelecek. O zaman değişiklik şu zemine oturacak:

Bir parti açıktan, hiç tartışmaya meydan vermeyecek şekilde teröre destek veriyorum demediği sürece kapatılamaz.

Böylece DTP kendisine azıcık çekidüzen verdiğinde, "PKK dahil herkes şiddetten vazgeçmeli, bu çözüm değildir" dediğinde davadan kurtulmuş olacak. DTP de AKP'den takıyye eğitimi aldığına göre sorun yok demektir!

Ne kadar demokratik, özgürlükçü bir düzenleme değil mi?

****

MHP, türbanla ilgili anayasa değişikliğine evet derken şu gerekçeyi duyurmuştu:

"AKP'nin elinden mağduriyet kozunu alacağız."

AKP dün, "MHP desteklemezse referandumu da göze alırız" diyerek MHP'yi bir bakıma köşeye sıkıştırdı. Böylece, koz almak isteyen MHP, AKP elinde biraz koz, biraz poz haline geldi!

AKP'nin önünde bir hukuk engeli daha var.

Konuyla çok yakından ilgili hukukçuların irdelemelerine göre parti kapatma davası sürerken yapılacak bir yasal değişiklik o davayı etkilemiyor.

Neden?

Çünkü, parti kapatma ceza davası değil, hukuk davası. Bu nedenle ceza davalarında uygulanan "sanığın lehine olanın uygulanması" ilkesi geçerli değil. Hukuk davalarında davanın açıldığı an hangi düzenleme varsa o geçerli.

AKP bunu aşmak için geçici bir madde eklemeyi düşünüyor. Taslaklardan biri şu:

"Bu değişiklik yapıldığında açılmış olan davaların tümü düşer!"

Girişimlerin özeti şu:

AKP kapılarını hukuka kapatmak!

Ben kapatma davası diye buna derim!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 26 Mart 2008

25 Mart 2008

Parti bülteni mi gazete mi?

Gazetecilerin kendi görev tanımlarının dışına çıkıp yargıç gibi davranmaları yeni değil ama Ergenekon soruşturması kapsamında doruğa çıkmış bir alışkanlık. Nitekim, dün üç gazete yayın yasağına uymadığı gerekçesiyle uyarıldı. Star, Taraf ve Yeni Şafak gazeteleri bu süreçte verdikleri haberlerden dolayı soruşturmaya tabi.

Star ve Yeni Şafak militan gazeteler. Parti bülteni gibi çıkıyorlar, önemli olan iktidarda olanı her koşul ve şartta aklamak onlar için. “Büyük basın” terbiyesinden de gelmedikleri için bunun dengeli ayarını da bilmiyorlar, kendi söylemek istediklerini okurun gözünün içine sokuyorlar. Yayın yasağına da uymayarak bizzat ortamın bulanmasına katkıda bulunuyorlar, dezenformasyon saçıyorlar.

Nitekim fişlenmelerin, parmakla gösterilen isimlerin merkezi de Yeni Şafak. Aynı gazete İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek’i de birinci sayfasından çetenin elebaşları olarak yargılamakta hiç mi hiç sakınca görmedi. Sekiz aydır ortada iddianame olmaması, bütün bu soruşturmanın bir farsa dönüşmesi de önemli değildi bu gazeteler için.

Roller birbirine girdi, gazeteciler görevlerini şaşırdılar galiba. Ne dersiniz?

En dikkat çekici değişim Taraf’taydı. AKP’nin kapatılmasını hazırlayan savcıyı hedef gösterdi Taraf öncelikle, hakkında suç duyurusunda bulundu. Ergenekon kapsamında da bu minvaldeki yayınlarına devam etti. Gözaltına alınan isimleri “Çetenin sol kanadı” diye damgalamaktan çekinmedi, “Tehlikenin farkında mısınız” diye manşet attı.

İşin ilginci, tıpkı Fehmi Koru’nun insanları fişleyen yazıları gibi bir süre önce Taraf’ın yayın yönetmeni Ahmet Altan da köşe yazısında felaket haberciliği yapmıştı. “Çok büyük şeyler olacak” diye ipucu veren Altan, yaklaşan dalganın ne olacağını açıklamadı ancak hemen gözaltlarıyla bağlantı kuruldu. Altan sonra da sustu. Bir yazarın böylesi bir süreçte susması mı yoksa bildiğini açıklaması mı doğru olur? Altan, bildiğini yazmalı mıydı yoksa “Bazı şeyler biliyorum” dediğiyle kalıp bulanık havaya katkıda mı bulunmalıydı?

Karar okurun. Ama ben Taraf’ın yaratmaya çalıştığı saygınlığa da epey gölge düştüğünü düşünüyorum. Bir okurları olarak onlara kuşkuyla bakıyordum, maalesef kuşkularımı doğruladılar. Üstelik Altan ailesiyle iktidarın arası kısa süre önce bozulmuştu, AKP’nin en büyük destekçisi olan ağabey-kardeş en sert muhalefete başlamıştı. Galiba bizlerin bilmediği bir tür “uzlaşma” sağlandı bu süreçte. Liberallerin gönlünü bir şekilde almış olmalı AKP; Taraf’ın manşetlerinin başka türlü bir okuması yok.

Neden böylesi taraftar oldular acaba?

İster istemez Taraf gazetesinin sermayesini düşünüyorum. Sadece kitap basan bir yayınevi koskoca bir gazetenin maliyetini, yüksek masraflarını tek başına karşılayabilir mi yoksa arkalarında başka bir finansal güç mü var?

Taraf, ilk gününden beri pek çok konuda okurunu aydınlattı ama en önemli meselenin üzeri hep kapalı kaldı. Üzerini böyle kapattıkları için de böylesi dönemlerde manşetlerini muğlak sermaye yapısı ekseninde okumanın yolunu bizzat kendileri açtı.

Oray Eğin, Akşam - 25 Mart 2008

Terbiyesizi iyi tanıyalım

Kendisinin iki büyük terbiyesizliği oldu şu son günlerde. Bir kere TRT ekranına çıkıp Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan halkı Ergenekon’la ilintilendirmesi bugüne kadarki günahlarının belki de en büyüğüydü. Hayatta bugüne kadar hiçbir şey olamamasının, hep bir yere itilip kakılmasının ve adam yerine konulmamasının intikamını günümüzün iktidarına karşı kahverengi ruj sürerek göstermesinin daha itidalli bir uzantısı olabilirdi halbuki. Eskiden de ciddiye alınmazdı, bir parodiydi ama şimdikinden daha düzgün bir parodiydi.

Keşke bu dönemi ranta çeviren ağabeylerinden üslup ve şıklık öğrenseydi. Kraldan çok kralcılık ve kaba bir ideoloji tetikçiliği yerine.

TRT spikeri nazikçe onu uyarıp iki olay arasında bir bağlantının kanıtlanmadığını söylerken de “Ben biliyorum, ben söylediysem doğrudur” diye o koltuğuna yapışmış kantin sosyologu havasını sürdürmesi daha da ayıptı.

Bir başkasının utancını onun adına yaşarsınız ya, hiç kimsenin kendini bu kadar alçaltamayacağını düşünüp onun adına yüzünüz kızarır ya... Öyle bir andı izlemek. Maalesef, bu kadar dipte, bu kadar aşağıda yaşıyor bu canlı türü.

Benim için daha da büyük ayıbı şu oldu: Yazısının sonuna “İnşallah 83 yaşındaki İlhan Selçuk’a gözaltında iyi bakılır. Aksi halde hükümetin üstüne kalır” diye not koymuş.

Nedir bu, iyi niyetli bir temenni mi, hükümete karşı bir uyarı mı? “Bir seri katilin güncesinden” notlar mı? İlhan Selçuk ve “üzerine kalır” kelimeleri nasıl aynı cümle içinde kullanılır? Tam olarak anlatamamış olabilirim ama içten, samimi hiç değil. Sadece çirkin bir ifade.

Ben mesela “Bedava yedikleri restoranlar Emre Aköz ve karısına iyi baksın, şişip patlarlarsa üzerine kalır” yazarsam yakışık alır mı?

Oray Eğin, Akşam - 25 Mart 2008

Fethullahçı Gladyo

Türkiye Barolar Birliği uyarıyor:

"Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor!"

Peki, AKP iktidarı tehlikeli hesaplaşmanın neresinde?

Bana kalırsa tam göbeğinde!..

Tayyip Bey'le, Ertuğrul Günay'la, Bülent Arınç'la, Dengir Fırat'la, AKP medyasıyla birlikte...

Oray Eğin Akşam'da Fehmi Koru'yu, Kürşat Bumin Yeni Şafak'ta Şamil Tayyar'ı çok iyi anlatmışlar...

Ortada bir "Ergenekon Çetesi" var ama sekiz aydır savcı iddianameyi henüz hazırlamamış...

Son olayı anlatmaya gerek yok!..

İlhan Selçuk ve Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu 48 saat gözaltında kaldıktan sonra salıverildiler...

İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bolluk, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever ve gazeteci Adnan Akfırat ise dün sabaha karşı tutuklanıp cezaevine konuldular...

Elbet Türkiye'de hukuku, demokrasiyi tehdit eden ne varsa ortaya çıkarılmalıdır...

Burada başka bir şey var. Hukuku, demokrasiyi tehdit edenler değil Fethullah Gülen'e dokunanlar yanıyor, "çete" kılıfıyla Türkiye'nin bilim insanlarına, gazetecilerine, savcılarına, yargıçlarına, siyasilerine gözdağı veriliyor:

"Fethullah'a dokunursan yanarsın!"

Kalp hastası yazar Ergun Poyraz suçunun ne olduğunu bilmeden tutuklandı ve sekiz aydır cezaevinde...

Ergun Poyraz neden tutuklandı ve hâlâ ortada niçin hiçbir iddianame yok?

AKP'nin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, devlet içine sızmış çeteyle savaşım verdiklerini söyleyip ne demişti:

"Cumhuriyet Yargıtay Başsavcısı bunların yönlendirmesiyle AKP'yi kapatmak istiyor!"

Ardından İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek gözaltına alındı...

*****

Önceki gün Ankara'daydım...

Çete medyasının tetikçileri görev başındaydılar...

Mustafa Balbay'la konuşurken şöyle dedi:

"Erdoğan, ayrıntılarını yargıdan değil, çete medyasından öğrendiğimiz Ergenekon soruşturmasını 'Temiz eller' operasyonuna benzetti..."

Doğruydu !..

Ortada savcılık iddianamesi yoktu; ama tüm bilgiler "çete medyası"na Fethullahçı Gladyo tarafından sızdırılıyordu...

DSP'den milletvekili olamayan, AKP'den seçilemeyen, düşünce derinliğinden yoksun Şamil Tayyar, bakın neler söylüyordu:

"Özellikle medya sektöründen çok sürpriz ve ünlü isimler gözaltına alınabilir. Aynı zamanda akademisyenler de olabilir. Veya bir başka yerden olabilir..."

Kürşat Bumin'in deyişiyle, Şamil Tayyar gazeteci değil, operasyonun her aşamasına ilişkin istihbarata sahip yetkili gibi konuşuyor...

Bu kişi Star gazetesinin Ankara temsilcisi...

İşte AKP medyasının durumu bu!..

Kürşat Bumin haklı olarak soruyor:

"Askerin demokrasinin emrettiği yerde kalması gerektiğini her gün tekrarlarken, bir de başımıza aynı öneriyi tekrarlayan polis mi çıktı?.."

Fethullahçı Gladyo duruma egemen...

İnternette kurmay albayların, yarbayların, binbaşıların, astsubayların, askeri-sivil memurların, askeri okul öğrencilerinin "soy ağacını" çıkaran adres belli. O adreste oturanlar kurmay subaylara, astsubaylara, askeri-sivil memurlara, askeri okul öğrencilerine "TSK'ye sızmış vatan hainleri" diyebiliyor...

Gerçekten ortada vahim bir fotoğraf duruyor... Türkiye tehlikeli bir hesaplaşmaya gidiyor...

****

Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, yardımcısı Osman Ak, İstihbarat Şube Müdürü Ersan Dalman, yardımcısı Zafer Aktaş, Fethullah yüzünden yanmadılar mı?

Ergun Poyraz, Fethullah için 1999'da DGM'ye suç duyurusunda bulunmamış mıydı?

Nuh Mete Yüksel'in, savcı Salim Demirci'nin başına gelenleri unuttuk mu?

Bu hafta Fethullahçı Gladyo'yu anlatmayı sürdüreceğim.

Ne demiştim?

Kimse bizi yıldıramaz, susturamaz! Korkmuyoruz, yılmıyoruz!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 25 Mart 2008

24 Mart 2008

Fişlemeler üst katta, Fehmi Bey bakıyor

Herkesi bir kenara bırakın, Fehmi Koru’nun köşesinin sadık bir müşterisi var ki bir köşe yazarı sırf o okura karşı sorumluluğundan daha temkinli, daha dikkatli yazmayı kendine şiar edinmeli. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hem Fehmi Koru’nun akrabası, hem de eski ev arkadaşı. Koru’nun yazıları ister istemez Cumhurbaşkanı tarafından takip ediliyor, ciddiye alınıyor, belki de politikasını şekillendirmekte yardımcı oluyor.

Artık fiili olarak gazeteciliği bırakan ve kendini adadığı siyasi hareketin bir anlamda propaganda bakanlığını yapan Koru ise Türkiye’nin iyice gerildiği bir ortamda o en sadık okurunun kulağına kar suyu kaçıracak yazılar yazıyor. Örümcek Adam’ın “Büyük güçle beraber büyük sorumluluk” gelir ilkesini de duymamış belli ki.

Daha evvel orada burada “Ben biliyorum, şu isimler gözaltına alınacaktı” diye konuşurken ihtimal verilememişti. Sonradan fısıldadığı isimler gözaltına alınınca yakınındakiler ona kulak kesilmenin öneminden bahsetmişti.

Koru bu iddiaları yalanladı. Böyle bir sorumluluğu kabul etmedi ama köşesinden fişlediği isimlerden İlhan Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınışa bütün ülke tanıklık etti. Koru, dün de kendisinin “hedef gösteren” değil, bizzat “hedef” olduğunu yazmış; kendini hem işten sıyırıp hem de mağdur gibi göstermeye çalışan acıklı bir tavırla...

Yalanlamasının üzerinde durmadım, çünkü ikimiz de biliyoruz ki Koru kendini bu güce sahip göstermekten son derece hoşnut. İstediği kadar da yalanyabilir ama gerçeği ikimizin de bildiğinin farkında...

Nitekim yazımın çıktığı 3 Mart sabahında da gazetedeki odasında öfke saçtığını, “Çok sert bir yanıt yazacağım” diye çevresine hislerini aktardığını duydum. O sert yanıt özlemi fişleme tutkusuyla birleşmiş, benim kapıma çarpı koymayı ihmal etmeyip Ergenekon’un tetikçisi gibi göstermeye kalkmıştı. Savcılara da haber yollayarak.

Koru’ya fişlemelere katkıda bulunduğu için en yüksek nişan neyse onu verir belki bu hükümet. Zaten “Taha Kıvanç” mahlası bir süredir fişleme operasyonlarının bir numaralı adresi. Bunu görmek için istihbarat akışına sahip olmanıza da gerek yok, Fehmi Koru gibi derin bağlantılarınız olmasına da. İyi bir gazete okuru olmak yeterli.

İlhan Selçuk’un gözaltına alınması, ister istemez Yeni Şafak’ın tartışmalı gazeteciliğine iyice gölge düşürdü. Yeter ki televizyona çıkmak olsun, hiçbir fırsatı kaçırmayan Koru’nun yurtdışında olduğunu bahane ederek gözaltlarıyla ilgili hiç konuşmaması, görüş vermemesi de suçluluk duygusunun yansımaları değil midir?

Dün, konuyla ilgili yanıtında şaşırtıcı bir şekilde kendi adını kullanmıştı Koru. Sicil temizleme işini alter-ego’suna bırakmamış demek ki.

Nasıl da masum; diyor ki:

“Cumhuriyet gazetesi ‘Tehlikenin farkında mısınız?’ temasını işleyen reklam kampanyasından beri Türkiye’yi farklı bir yöne götürme yolunda yayınlar yapıyor. ABD Başkanı Bush’a ‘Bunları bırak, bizleri destekle’ diyen yazıyla başlayan süreçte çok tuhaf yazılar çıktı Cumhuriyet’te; ben de bu sütunda bir yılı aşkın bir süreden beri onları değerlendirip duruyorum. Son zamanlarda sıklaştı garip yazılar, benim ilgim de yoğunlaştı. Hepsi bu kadar.”

Her şeyin bir gazetecilik merakı ve tesadüf olduğuna inanmamızı bekliyor, bense kimi kandırmaya çalıştığını çok merak ediyorum.

Bakın, kendini bilmez birtakım AKP yandaşları birkaç gündür Ergenekon çetesiyle Cumhuriyet mitingleri arasında bağlantılar kuruyor. Yüz binlerce insanın AKP’ye tepkisini iletmek için sokağa döküldüğü bu mitinglerin tezgâh olduğu gibi bir dezenformasyon kampanyası yönetiliyor.

Cumhuriyet mitinglerinde “gizli bir el” olduğu iddiasını ilk kez kim köşesinde fısıldamıştı dersiniz?

Fehmi Koru.

Tıpkı sırf görüşleri kendisine uymadığı için Milliyet’i 28 Şubat’çı ilan ettiği gibi.

Dahası da var, Koru 27 Şubat’taki yazısında da türbana karşı olan rektörlerin isimlerini ve görev sürelerinin biteceği tarihi veriyor. “Yukarıdakiler” bu yazıyı da kesip dosyaya kaldırmıştır mutlaka, olası bir fişlemeye daha güzel bir katkı olamaz çünkü.

İstediği kadar bağırıp çağırsın, kendisinin Türkiye’de olan biten süreçle ilgili etkisinin gazetecilikle sınırlı olduğunu hiç kimseye inandıramaz bu aşamadan sonra. Ben bu gönüllü propaganda bakanlığının kendisine pahalıya mal olacağına inanıyorum. Tarih boyunca kendisiyle aynı işlevi gören muadillerine öyle oldu çünkü. Umarım güçten iyice gözü dönmeden önce makuliyet sınırlarına geri döner Koru.

Oray Eğin, Akşam - 24 Mart 2008

Bu isim kimin gözaltına alınacağını önceden biliyor

Hangi kanalın kime satılacağından, belli bir konuma kimin atanacağına kadar lüzumlu lüzumsuz pek çok dedikodu geliyor kulağıma ve kaynağını sorduğum zaman herkes tereddütsüz tek bir ismi gösteriyor: Fehmi Koru. Ömrü boyunca dedikoduya bayılmış, kimi zaman kendisi de dedikodulara malzeme olmuş bir gazeteci olarak yazdıklarını değil konuştuklarını anlatıyorlar. Daha çok sohbetlerde, çay üzeri anlattıkları. Yazsa gazeteci diyeceğiz zaten.

Cumhurbaşkanı’nın özel kalemi gibi davranmanın yanına, bir de çeşitli imtiyazlarla edindiği bu bilgileri kritik noktalardaki insanlara yaymak var demek. Mesela Sabah-atv’nin satışından da ortalığı Fehmi Koru’nun karıştırdığı, çeşitli aşamalarda belli konularda müdahalesi olduğu konuşuluyor. Zaten o kurumdan da dünyanın en gereksiz programı için epey bir miktar alıyor.

Basında dedikodu bir motiftir, gazeteciler de çok sever, stresli mesleğimizde bir renktir kimin kiminle uğraştığının üzerinde durmak. Ancak Fehmi Koru’nunki çoktan Babıali Yokuşu fısıtılarını aşmışa benziyor, iddialar doğruysa.

Bundan bir süre önce Fehmi Koru orada burada, sohbet esnasında, kimi gazetecilerin arasında övünerek bazı bilgileri ifşa ediyor. Artık o kadar çok yerde konuşuyor, o kadar çok yayılıyor ki bana bile geliyor konuştukları, düşünün.

Övündüğü konu şu: Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınacak bir gazetecinin ismini veriyor. Kimse üzerinde durmuyor, Koru gibi Cumhurbaşkanı’na yakın bir gazetecinin bile böyle bir şeyi bilemeyeceği düşünülüp geçiştiriliyor.

Aradan bir hafta geçiyor ve Ergenekon kapsamında bir gazeteci göz altına alınıyor: O gün Fehmi Koru’nun ağzından çıkan isim, yani Vedat Yenerer.

Rivayete göre bu bilgisinin teyit edilmesinin ardından Koru yine meydana çıkıyor, sağda solda yeni istihbarat bilgileri anlatmaya başlıyor. Anlattığı yine Ergenekon operasyonu kapsamında bu sefer iki gazetecinin göz-altına alınacağı iddiası.

İddiayı aktaranlar, Koru’nun daha önceki istihbaratının doğru çıktığını göz önünde bulundurarak bu bilgileri veriyor. İki isimden biri hakikaten Türkiye’yi sarsacak nitelikte, çok şöhretli bir gazeteci. Son zamanlarda muhalif çıkışlarıyla konuşulan ve kendisinden bir siyasi hareket yaratması beklenen çapta bir isim...

Ancak bu ismin şöhreti gelecek muhtemel tepkilerden dolayı operasyonu düzenleyecekleri tereddütte bırakıyormuş.

Merak edilen, Koru’nun bu bilgilere neden sahip olduğu. Ya birileri onun adını kullanarak dezenformasyon yapıyor ya da o birileriyle bu yakın temasları sonucu isimleri alıyor ve yayıyor. Ancak ikinci şıkta, iletişimin karşılıklı olma esasına dayanarak Fehmi Koru’nun da bu bilgiler karşılığında kendinden bir şeyler söylenmesi beklenmez mi?

Fiilen gazeteciliği bırakan Fehmi Koru, kimi gazetecilerin kapısına çarpı konmasının, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi fişlenmesinin yolunu açmış olabilir mi? İnanmak istemiyorum. Ama bu bilgilere sahipse ve yazmıyorsa, bu fişleme operasyonuna sessiz kalarak dahi önemli katkı sağlamış olabilir. Bu soru aslında onun bağlantılarına sahip bir ismin neden arkadaşları iktidara geldikten sonra gazetecilik yapmadığıyla da ilintili. Geçmişin Taha Kıvanç’ıyla bugün kitaplardan, seyahatlerden bahseden Taha Kıvanç arasında ciddi bir “haber” farkı var.

Eğer önümüzdeki günlerde Fehmi Koru’nun yaydığı söylenen isimler gözaltına alınırsa Ergenekon operasyonu çok daha ilginç bir hal alacak. O zaman Koru’nun gerçekten vermesi gereken bir hesap olacak.

Ya da şunu yapsın: Kendi yakın çevresinde bu kadar fazla “Her şeyi ben bilirim” havasında konuşmasın. Çünkü bizzat bu dedikodular onun odasının içinden çıkıyor; yayanlar bizzat tanıklar.

Oray Eğin, Akşam - 3 Mart 2008

23 Mart 2008

Diyarbakır'daki Hizbullah...

Fethullahçılar Güneydoğu'yu kuşatıyor...

Güneydoğu'yu salt Fethullahçılar değil, El Kaide, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler de kuşatıyor...

2008 Ocak ve Şubat ayında 700 işadamı Diyarbakır'a geliyor...

Bu konuya daha önce değindim...

Kurban Bayramı'nda yurtiçi ve yurtdışından 300 Fethullahçı işadamı Güneydoğu'da 50 bin kurban kestirip dağıtmıştı...

Şimdilerde Diyarbakır'da "ışık odaları" açılıyor, Hizbullah'ın Menzil kanadı da "Kuran okuma odaları"na ağırlık veriyor...

Güneydoğu tarikatçı ve köktendinci bir kuşatma altına giriyor...

Diyarbakır'da hedef, yoksul insanların oturduğu bölgeler, yani mahalleler...

Amaçları da belli. 2009 yerel seçimlerinde DTP'nin kalesini düşürmek...

Tayyip Bey ne demişti?

"Diyarbakır, Tunceli ve İzmir'i istiyorum..."

Hizbullah'ın Menzil kanadı AKP'ye iyice yaklaşmış ve devletin koruması altına girmiş...

Sözünü ettiğim "okuma odaları"nda Kuran öğretiliyor, 5-15 yaşalarındaki çocuklara. Diyarbakır Valisi, polis, MİT bu durumu biliyor.

Hizbullah, 1990'lı yıllarda Diyarbakır, Batman, Mardin gibi kentlerde devletin koruması altındaydı. Onca faili meçhul cinayeti Hizbullah militanları yaptı. Sonunda iş büyüdü, Hüseyin Velioğlu Beykoz'da öldürüldü. İkinci adam İsa Altsoy idi. Almanya'ya kaçtı.

Altsoy şimdilerde Frankfurt yakınlarında bir caminin imamı!..

Nedense Metin Kaplan'ın iadesini isteyen Türkiye, İsa Altsoy'u istemiyor.

Türkiye'yi yönetenler şimdilerde Hizbullah'ı yanlarına alıp, "Kuran kursu" açmalarına izin veriyorlar...

Bakın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Hizbullah'ın Menzil kanadının çalışmalarına ne diyor:

"İnsanlarımızın güzel Kuran okuma kurslarına gitmesini de terörist faaliyet olarak göremeyiz." ( Funda Özkan - Radikal/11 Mart 2008)

DTP, AKP'nin "din eksenli" siyasetinden etkilendiğinden laik kimliğini atıp dinci kimliği sahipleniyor hemen...

Din adamlarından kurulu bir "bilim kurulu" oluşturup, Güneydoğu'daki "Nakşi" tabana yaklaşıyor.

Bence işi çok zor DTP'nin...

***

Güneydoğu'daki "Nakşiler" Barzani'yle yakın ilişkide. Barzani Nakşi. Zaten Tayyip Bey'e yakınlık bu nedenle. Arada Turgut Özal'ın kardeşi Korkut Özal da var...

Güneydoğu'da Fethullahçı Nakşi birlikteliği ivme kazanırken El Kaide ve Müslüman Kardeşler de DTP'ye değil, AKP'ye yakın duruyorlar...

AKP iktidarı çok açık biçimde din eksenli siyaset yapıyor, özellikle Güneydoğu'da "Nakşiliği" kullanarak "Kürt İslamı"na ivme kazandırıyor...

Burada önemli olan, aynı zamanda aşiret ve tarikat bağlarını güçlendirmektir...

Burada bir küçük not:

"Nakşilik Anadolu'ya Irak'ın kuzeyinden Kürtler tarafından getirilmiş, Güneydoğu'da ise önemli bir taban oluşturmuştur."

DTP öteden beri laikliği savunmuyor muydu?

DTP'lilerin zaman zaman gazetelerde de yer alan görüşleri şöyleydi:

"DTP laiklik konusunda bir sigortadır Türkiye için. Eğer DTP Güneydoğu'da etkinliğini kaybederse bölgede tarikatlar giderek güçlenir, gericilik hortlar..."

Biliyorsunuz, Talabani ve Barzani tarikat geleneğinden geliyor, buna Kürt kimliğini de ekleyip bölgede taraftar sağlıyor...

Bu noktada Tayyip Bey, "Diyarbakır'ı isterim" derken din ekseninde politika yaptıklarının işaretini veriyor...

Güneydoğu'ya Nakşilik medreseler yoluyla yayıldı; şimdilerde ise "okuma odaları"yla yayılıyor, aynı damardan beslenen Nurculuğun Fethullahçı kolu "okullar", "ışık evleri" ve "okuma odaları"yla AKP'yi siyasal güç odağı yapıyor...

***

DTP yöneticileri bunun farkında...

Onlar da dine sarıldılar, mitinglerde elinde Kuran bulunan başı sarıklı imamlardan medet umar hale geldiler...

Kürt Nakşiliği ve Türk Nakşiliği Güneydoğu'da AKP'de birleşti... Çünkü Nakşilik AKP'yle iktidadır...

Bu konuyu en iyi bilenler Dengir Mir Mehmet Fırat ve Abdülmelik Fırat değil midir?

Nakşilik dinden daha çok siyasettir; AKP de bunu çok iyi yapmaktadır...

Yazıma noktayı koyarken aklıma bir soru geldi...

Tayyip Bey ve Bülent Arınç Bey'in Kuran'dan surelerle yargıya kafa tutmaları ne anlama geliyor?

Bizim İkinci Cumhuriyetçi tosuncuklar ve Soros'un çocukları bu sözlere ne diyorlar?

Demokrasi ve düşünceyi ifade özgürlüğü!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 21 Mart 2008

22 Mart 2008

Bu kafaları iyi tanıyın

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yasal ve anayasal yetkisini kullanarak AKP için kapatma davası açtı. Böylece görevini yerine getirdi. Şimdi bu işin ön sırasında iki isim var. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan. Bunların geçmişini ve kafa yapılarını iyi bilmek, iyi irdelemek gerekiyor. İşte o zaman karşımıza korkunç bir tablo çıkıyor. Önce (Burada 20 Şubat 2008 günü çıkan yazımda da vurguladığım örneği yineleyerek) Abdullah Gül’den başlayalım.

Elimde “Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği” isimli bir kitap var. O günlerde Refah Partisi milletvekili olan Bay Abdullah Gül, düzenlenen bir seminerde konuşma yapıyor. Öteki konuşmacılar gibi, onun da sözleri banttan çözülüp kitap haline getiriliyor. Şimdi devletin başına terfi ettirilen, MHP oyları ile Cumhurbaşkanı yapılıp Atatürk’ün makamına oturtulan bu şahsın söylediklerine bir bakalım...Bakalım da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davada ismi geçen şahsın kafasının ardındakileri biraz olsun görelim. Beyefendi konuşuyor. Özetliyorum:

“Yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın İslami değerlerle yoğurulduğu, İslami değerlerle kimliğini bulduğu apaçık bir gerçek. (Türklük gibi bir kavram kafasında yok!) Bugün Türkiye’de bir sistem bunalımı var. Kendi bünyesine uymayan, kendi değerlerine zıt ve zoraki uygulanmaya çalışılan ve halka zorla diretilen bir sistem. (Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kastediyor.) Bu sistemin bünyemize ne kadar zıt olduğunu görüyoruz. Halkına zıt, halkı ile barışık olmayan, ona düşman bir sistem içerisindeyiz.” (Cumhuriyet rejimi!)

İnciler döktürmeyi sürdürüyor:

“Hepinizin bildiği gibi cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik olarak bunları özetleyebiliriz. Ama işin ilginç yanı şu ki, bu milletin halkı, bu millet bir araya gelip de biz devletçi olalım, biz laik olalım, biz millyetçi olalım diye böyle bir karar vermemişler. Bu ilkeler hep bu halka bir zorlatma şeklinde dayatılmış ve uzun süre öyle devam etmiş. Tam halka zıt bir yönetim. Türkiye’nin bir Irak’a, Libya’ya benzeyen çok yanları var. Neden? Aynı tek adam pozisyonu. (Atatürk’ü Saddam ve Kaddafi ile kıyaslamaya yelteniyor.) Bugün gidin, Irak’ta da, Libya’da da, Suriye’de de tek insanın resimleri vardır her yerde. Her yerde tek insanların heykelleri vardır.” (Fakat korkusundan Atatürk’ün adını ağzına alamıyor!)

Sonra milliyetçilik konusundaki engin görüşlerini açıklamaya başlıyor:

“Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış. Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ lafını tutup her yere yaza yaza Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür. (Bu fikirleri taşıyan şahıs MHP desteği ile Çankaya’ya çıkarıldı.) Şimdi ne gariptir ki seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘Önce Vatan’ yazdığını (görürsünüz), batıya gittikçe hiç rastlamazsınız bunlara. Yani bunlar zorla, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmeyen bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir.” (Önce Vatan ilkesini bile reddetmekten sıkılmıyor. İşin matrak tarafı, bu şahıs şu andaki konumu nedeniyle Başkomutan! Allah selamet versin.)

Daha sonra din konusunda ahkam kesmeye başlıyor:

“Şu da bir gerçek ki, en birleştirici unsur din olmuştur. Ama Türkiye’de resmi ideoloji tarafından devamlı tehdit altına alınmış. (İnsaf, insaf, Allah’tan kork.) Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden birisi de LAİKLİK ilkesidir, LAİKLİK olayıdır. Din ve din dediğimiz İslam, Türkiye’de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Maalesef Türkiye bunun örnekleriyle doludur. Zaten Türkiye’de en çok çiğnenen şey hukuk olmuştur. Bu din düşmanlığını esas alan ve hukuk tanımayan uygulama, İslam inancı ve ahlakı ile yoğurulmuş halkımızı da tabii dışlamıştır. Özellikle onu kendi hayatında yaşamak isteyen insanları devamlı dışlamış, devamlı bunlara karşı kapılar kapatılmıştır.” (Geçmişte Laiklik karşıtı olduğunu söyleyen şahıs, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davaya şimdi tepki gösterebiliyor!)

Sonra sözü sıkmabaşa getiriyor:

“Üniversitelerdeki bugünkü durum. Şimdi siz bunu hangi demokrasi ile, hangi hukuk nizamı ile, hangi insan hakları ile bağdaştırabilirsiniz? Sadece kılık kıyafetinden dolayı, sadece dini inançlarından dolayı üniversite kapılarından geri çevrilen, diplomaları verilmeyen bir sürü Türkiye’nin genç kızları.” (Anımsayın, karısını sıkmabaş fotoğrafla üniversiteye kaydettirmek istemiş, bu istem geri çevrilince karısına Türk devleti aleyhine AİHM’de dava açtırmış ve l00 bin dolar tazminat istemişti. Başkaları tarafından açılan türban davalarının kaybedilmesi üzerine davayı geri çekmek zorunda kalmışlardı. Bunlar böyledir.)

Cumhurbaşkanımız ve Başkomutanımız Abdullah Gül daha sonra irtica nedeniyle TSK’dan çıkarılan subaylardan dem vurmaya başlıyor:

“Dini inançlarından dolayı, dindar olan bir subaya da siz eğer kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, çeşitli dolaylı yollarla bunu açıkça söylemeden onu eğer safdışı ediyorsanız, sanki safra atar gibi, sanki ajan yakalamış gibi onları eğer ayıklıyorsanız, siz o zaman bu ülkenin bütünlüğünü, bu ülkenin devamını nasıl temin edersiniz.” (Türk Ordusunun başkomutanlık makamı şimdi bu kafaya emanet!)

Beyefendi konuşmasını kafasındaki “Osmanlılık” ve “İkinci Cumhuriyetçilik” kavramlarına övgü düzerek bitiriyor:

“Bu açıdan bu ikinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum.”

VE TAYYİP!

Partisi hakkında Anayasa Mahkemesinde açılan davada ismi baş sırada yer alan, partisini laikliğe karşı bir odak haline getirdiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından vurgulanan Tayyip de, AKP öncesinde çok hızlı arkadaşlardan biri! Sözlerini yine belgeden, “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları Röportajları” isimli kitaptan yayınlıyorum. Bu bir soru cevap. Kendisiyle söyleşi yapılıyor, sorular soruluyor ve yanıt veriyor. Özetliyorum. İlk sözleri Abdullah Gül’le aynı doğrultuda:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine çok kestirme bir biçimde kuşbakışı baktığımızda, rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz.”

Sonra bombayı aniden patlatıyor. Şimdi “Demokrasi” nutukları atan, özgürlüklerden dem vuran Tayyip’in şu sözlerini lütfen çok dikkatle okuyunuz...Çünkü gerçek niyeti burada yatıyor:

“Demokrasi bugüne kadar bazen bir amaç, bazen bir araç olarak görülmüştür. Bize göre demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. (Örneğin şeriat rejimine demokrasiyi araç olarak kullanarak gideceksiniz!) Eğer halk totaliter bir rejim istiyorsa buna SAYGI duymalıyız.” (Evet, aynen böyle diyor.)

Sonra sıra hukuk, Kemalizm ve dine geliyor:

“Hukuk halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı vesaire. Hatta Türkiye din konusunda kendisine din olarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir. (İnsaf, insaf, bunları söylerken Allah’tan kork, kuldan utan.) Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizmin kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir.” (Gün geldi, Başbakan olup yetkileri ele geçirdi. Şimdi neler yaptığının, neyin peşinde koştuğunun kanıtlarını işte bu sözleri ile veriyor.)

Peki ama Tayyip nasıl bir devlet kavramının peşinde? Bu soruya da yanıt veriyor:

“İslamın devlet planı içinde düşünüyorum. Biz müslümanlar için din İslamdır. En üst belirleyici İslamın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” (İşte gerçek Tayyip bu. Şimdi belli yerlere geldiği için bu kadar açık konuşamıyor...Ve hakkında dava açıldığında entel-liboş-dönek-şeriatçı korosu yaygarayı koparıyor.)

Konumuzun biraz dışında olacak ama, Tayyip bu söyleşide Hristiyan ülkelere acayip biçimde bindiriyor:

“Bizim açımızdan önemli bir başka konu da, ‘büyük abi’ ailesini oluşturan devletlerin tamamının Hristiyan olmalarıdır ve ısrarla Müslüman ülkelerde istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır.” (Şimdi Tayyip, o zaman suçladığı Hristiyan ülkelerin, ABD ve AB’nin güdümüne girmiş, yasaları onların istediği doğrultuda değiştiriyor, yenilerini aynı istem doğrultusunda çıkarıyor, onlardan direktif almaktan sıkılmıyor. O halde hangi Tayyip? Geçmişte bu sözleri söyleyen mi, bugün bunları yapan mı? Bu çelişkisini anlatacak yüreğe sahip mi? Elbette değil.)

ŞİMDİ KONUŞSUNLAR BAKALIM!

Size geçmişte Abdullah Gül ve Tayyip’in sözlerinden örnekler verdim. Hem de belgelerden, kitaplardan. Bunlardan biri bugün Cumhurbaşkanı, öteki ise Başbakan. Türkiye’yi bu iki kafa yönetiyor. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti bunların eline geçti.

Yargıtay Başsavcısı bunların da isimlerinin başrolde olduğu bir iddianame hazırladı ve Anayasa Mahkemesinde dava açtı.

Şimdi bu şahıslardan beklenen üç ayrı seçenek var:

l- Açıklama yapar ve derler ki “Biz o zaman öyle düşünüyorduk, laiklik ilkesine, Atatürkçülüğe falan karşı çıkıyorduk, din devleti istiyorduk ama şimdi değiştik. Artık öyle düşünmüyoruz.” (Belki birileri inanır!)

2- Açıklama yapar ve derler ki “Evet, bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. O sözlerimizin arkasındayız. Ancak kaderin cilvesiyle sorumlu yerlere geldiğimiz için bu sözlerimizi artık o kadar açık söyleyemiyoruz. ” (İşte bunu yapamazlar!)

3- Suskun kalırlar...Çünkü bu konuda söyleyecek sözleri yoktur. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık hikayesidir...Ve suskun kalmaya elleri mahkumdur. Hesaplarını Yüce Divan önünde vereceklerdir.

Bir Cumhurbaşkanı düşünün, yakın geçmişte Osmanlılık kavramına, İkinci Cumhuriyet safsatasına bile övgü düzüyor. Atatürk’ü Saddam, Kaddafi gibi katil ve soytarılarla kıyaslıyor. Atatürk’ün ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözünü İLKELLİK olarak tanımlıyor, Cumhuriyet rejimi ve anayasanın vazgeçilmez ilkesi olan laikliğe karşı çıkıyor.

Bir Başbakan düşünün, ‘Bizim için demokrasi bir amaç değil, hangi sistemi istiyorsanız ona gitmek için bir araçtır’ diyebiliyor. Nereye, hangi rejime ulaşmak için araç! Bir Başbakan düşünün, ‘Halk totaliter rejim isterse ona saygı duymalıyız’ diyor ve şimdi demokrasi nutukları atıyor...Ve itiraf ediyor: ‘Ben (Türkiye’yi) İslamın devlet planı içinde düşünüyorum.’

Bunların kafa yapısını kendi sözleriyle belgeliyorum. İnkar edemezler. Zora girdiklerinde herhangi bir açıklama yapamazlar. Dava da açamazlar.

Peki bunlar günümüzde değişti mi? Asla! Kafalar aynı...Ve işin acı yanı, Türkiye’yi şimdi bunlar yönetiyor. Biz bu kafalara emanetiz!

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı davayı boşuna açmadı. Abdurrahman Yalçınkaya haksız mı?

Emin Çölaşan, Gazeteport.com - 20 Mart 2008

Çok yönlü bir rezalet

Türkiye’yi adına özellikle ve bilerek “Başörtüsü” dedikleri bez parçasıyla karıştırmayı başardılar! Bu olay yeni değil. Bu plan yıllardır yapılıyordu. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Kafalarında var olan kavramları hayata geçirmek için en uygun zamanı beklediler ve birkaç hafta önce düğmeye bastılar.
Sevgili Gazeteport okurları, bu sözlerimi size şimdi kanıtlayacağım. 21 Şubat 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan, “AKP’nin YÖK Oyunu” başlıklı yazımı biraz özetleyerek sizlere sunuyorum. O günlerde yine Irak savaşı gündemde, tezkere Meclis’e gelmek üzere. Şöyle yazmışım:
“Dikkat ediniz, Türkiye tam bir savaş kargaşası içinde iken gündeme birdenbire YÖK getiriliyor. YÖK’ü budayacaklar, değiştirecekler ve üniversitelerde gericilik borusunu yeniden öttürmeye başlayacaklar. BUNU YAPMAK İÇİN ANAYASA VE YASALARI DEĞİŞTİRECEKLER.
Türkiye, Irak ve savaş gündemini yaşarken, ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet yöntemiyle işi bitirecekler. (Taktik beş yıl sonra da aynı!)
Erkan Mumcu isimli Milli Eğitim Bakanı bu amaçla yapılan çalışmalara YÖK’ün katılmadığını söylüyor. YÖK niye katılsın?..Niye kendini oyuncak etsin? Bütün hikaye AKP iktidarı ile ters düşen YÖK’ü bitirmek. Günümüzün YÖK’ü üniversitelerde türbanı yasakladı, irticayı sokmadı, gerici kadrolaşmaya geçit vermedi.
Önceki yıllarda Mehmet Sağlam isimli bir YÖK Başkanı vardı. (2008 yılında AKP milletvekili.) Onun döneminde üniversiteler irtica yuvasına dönmüştü. Mısır, Afganistan, Suudi Arabistan, İran üniversitelerinde öğrencileri okutmak için ikili anlaşmalar yapılmıştı. YÖK bunları laik eğitim veren kurumlarla bir tutmuş, diplomalarını onamış, Türkiye’deki okullarda öğretmen olmalarına izin vermişti. Kemal Gürüz dönemiyle birlikte bu tavra son verildi. Üniforma olarak kullanılan türban olayına göz yumulmadı. Üniversitelerde irticai faaliyette bulunan öğretim üyeleri uzaklaştırıldı...
Anayasa ve yasalar ne acıdır ki AKP iktidarının oyuncağı oldu. Meclis’te gerekli kelle sayısını buldular, oyunlarını oynuyorlar.”
Bundan tam beş yıl önce çıkan yazımı aynen şöyle sürdürüyorum:
“Şimdi AKP’nin yeni YÖK oyunu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversite ve yüksek okulları yeniden gericiliğin eline verilecek, karanlık güçlere peşkeş çekilecek. İrtica takımı tam kadro geri dönecek. Türban serbest olacak. Yani amaç ortada...Üniversiteleri iç siyasetin ve din bezirganlarının eline teslim etmek...”

KALELER DÜŞÜRÜLÜYOR
2003 yılı şubat ayında yazdıklarım beş yıl sonra aynen gerçekleşti. Niçin beş yıl sonra?..Çünkü fırsat ellerine henüz geçti. Sezer’in yerine kendi adamları Çankaya’ya çıkarıldı ve Çankaya Noterliği görevine hızla başladı.
Dahası, bu olayla ilgili bütün kaleler tek tek düşürüldü. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına Haşim Kılıç seçildi. Hem de oraya Sezer tarafından getirilen bazı Mahkeme üyeleri tarafından! Çankaya Noteri, YÖK Başkanlığına da kendi adamları olan Yusuf Ziya’yı oturttu. Kaleler tek tek ele geçirilince, Meclis çoğunluğu da ellerinin altında hazır olunca, beş yıl önce yazdıklarımızı hayata geçirme zamanının geldiğini gördüler ve işe giriştiler.
Yusuf Ziya isimli YÖK Başkanı önceki gün bir bildiri yayınladı. Şu cümlesine dikkat ediniz: “Cumhuriyet’in nitelikleri, özgürlükleri sınırlamak için gerekçe olamaz.” Bu kafalar yakın gelecekte belki de başka söylemlerle ortaya çıkacaktır: “Devrim Yasaları kaldırılsın. Laiklik ilkesi Anayasadan çıkarılsın. Tekke ve zaviyeler, medreseler açılsın. Sıkmabaşta olduğu gibi takke, sarık, cüppe de serbest bırakılsın. Halifelik makamını geri getirelim. Türkiye’nin bölünmesini istemek ve bu doğrultuda yayın yapmak da serbest olsun. İstanbul’u başkent yapalım. Bunları istemek Cumhuriyet’in ilkeleriyle ters düşse bile özgürlüktür ve sınırlanamaz.”

O KAZIK ÇIKMAZ
Bütün bunlara bir de AKP iktidarının stepnesi, koltuk değneği ve kurtarıcısı olmayı içine sindiren “Milliyetçi!’” MHP’yi ekleyin. MHP şimdi ağlaşıyor. AKP’den yediği kazığı içinden çıkarmaya çalışıyor ama çıkmaz. Biz onları defalarca uyardık. Bu işe girmelerinin yanlış olduğunu, yakışmadığını, eğer üniversitelerde sıkmabaş olayı serbest bırakılırsa, bunun meyvesini MHP’nin değil AKP’nin yiyeceğini bağıra bağıra söyledik. Dinlemediler, anlamak istemediler ve AKP’den yedikleri kazıkla baş başa kaldılar.
AKP şimdi açıkça vurguluyor: “Üniversitelerde sıkmabaş serbestliği için MHP ile birlikte yaptığımız Anayasa değişikliği yeterlidir. YÖK yasasında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek yoktur.”
Hani YÖK Yasasında değişiklik yapılacaktı!..Hani adına “başörtüsü” dedikleri nesne ancak çenenin altından bağlanırsa serbest olacaktı!..Bunlar MHP’ye iktidar partisi tarafından yutturulan uyuşturucu ilacın reçetesinde yazıyordu! MHP ilacı yuttu, derin uykuya daldı, Anayasa değişikliğine oy verip kabul etti. Ama şimdi uyuşturucunun etkisi geçti! MHP gerçekleri görüp ayıldı. Fakat iş işten geçtikten sonra!
Bu konuda dandik-düzmece-göstermelik muhalefet yapan Doğan Grubu sıkmabaş olayını çoktan unuttu. İktidarla kayıkçı kavgası sona erdi. Önceden de yazdım, zaten başka türlüsü olamazdı. Yazılı ve görsel medyanın büyük çoğunluğunu elinde bulunduran kartelin iktidarla bir sürü işi var. Türban veya sıkmabaş uğruna niçin hükümeti karşısına alıp çıkarlarını çiğnesin, kendi ayağına kurşun sıksın! Değer mi!

CİNGÖZCE TAKTİK
Son olarak bir de bu Anayasa değişikliğinin Çankaya Noteri Bay Abdullah Gül tarafından ne zaman onaylandığına bakalım. Üç satırlık değişikliği tam 11 gün boyunca önünde tuttu mu? Tuttu. Türk ordusunun Irak harekatının ne zaman başlayacağını biliyor muydu? Biliyordu. Anayasa değişikliğini imzaladığı zaman Türkiye’nin gerileceğini biliyor muydu? Onu da biliyordu.
O halde ne yaptı? Konuyu gündemden düşürmek için cingözce bir taktik uyguladı. Ordumuzun Irak’a girme gününü bekledi. O gün geldi. Operasyonda şehitler veriyorduk. Cuma akşamı saat 19.00 haberleri televizyonlarda başlamıştı. Konu baştan sona Irak harekatı. Tam saat 19.10’da ekranlara bir “Son Dakika” haberi düştü: “Gül, Anayasa değişikliğini onayladı!” Zamanlaması ve medyaya verilişi sadece gün değil, dakika olarak bile muhteşemdi! Böylece onay işlemini özellikle harekatın ve şehitlerimizin arkasına sığınarak yaptı ki, kamuoyunda fazla gürültü çıkmasın. Çok ince hesap işi!
Evet, perşembenin gelişi çarşambadan belliymiş. Sıkmabaş konusunda olacakları aynen beş yıl önceki yazımda, yine Irak savaşı zamanında yazmışım. Şimdi bize elbirliği ile yaşattıkları şu curcunaya bakınız! Durup dururken ülkemizi birbirine düşürdüler. Üniversite kapılarında olaylar çıkıyor. Parti ve oy hesaplarının böylesine öne çıkarıldığı, şehitlerin bile ardına gizlendiği bu ülkede biz kime saygı duyacağız? Çankaya Noteri’ne mi, Tayyip’e mi, iktidarın işbirlikçisi Devlet Bahçeli ve partisine mi, YÖK’ün ve üniversitelerin başına atanan AKP’nin memuru Yusuf Ziya’ya mı? Kime, hangisine?

Emin Çölaşan, Gazeteport - 28 Şubat 2008

19 Mart 2008

Nalıncı Keseri

YARGITAY Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası açtı...

*

Bunu duyan Başbakan Erdoğan, hukuka büyük saygısı olduğu için, "Yargıya intikal eden konular üzerinde konuşmamız yanlış olur" dedi.

Meclis Başkanı Toptan da, devleti temsil eden, sorumlu bir siyasetçi olduğunu kanıtlayıp, "Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi'nin en doğru kararı vereceğine inanıyorum, herkes hukuka güvensin, müsterih olsun" dedi.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, her zamanki gibi mantıklı ve olgundu, "Adalet Bakanı olarak, yargıya intikal eden bir konu hakkında yorum yapmam uygun olmaz, ancak şunu söyleyebilirim ki, siyasilerin kendilerini, davranış biçimlerini çek etmelerinde fayda var" dedi.

Eski Adalet Bakanı ve şimdiki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise, dayanamadı, vatandaşın duymak istediği en doğru cümleleri kullandı, "Hizmet için seçilenler, kavga çıkması, gerginlik olması için olaylara adeta çanak tutuyorlar, çok net iddia ediyorum, partinin kapatılmasını en çok siyasiler istiyor, yoksa bu kadar ahmakça politika güdülemezdi" dedi.

*

Ama ne zaman dediler bunları?

DTP için dava açıldığında!

*

Şimdi ne diyorlar?

"Garabet..."

"Yüz karası..."

"Halkı da kapatın bari!"

"Görülmemiş utanç..."

"Savcı yargılansın!"

"Savcı da ölümü tadacak!"

*


Zaten anlatmaya çalıştığımız bu...

Hukuk, bir gün herkese lazım!

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 18 Mart 2008

15 Mart 2008

Hayata Dönüş Operasyonu

Ankara kulislerinde konuşulan, Yalçın Küçük tarafından dillendirilen şey gerçek oldu.

Ve uzun süredir beklenen, Ankara kulislerinde konuşulan, Yalçın Küçük tarafından dillendirilen şey gerçek oldu. Borsanın da kapanması beklenerek, AKP için kapatma davası açıldı.

Bu gelişmeye Başbakan Erdoğan’ın sık kullandığı deyimle, “Hayırlara vesile olur inşallah” mı demeli? Yoksa AKP’nin dudağına kondurulan bir hayat öpücüğü, ekonomi başta olmak üzere gelen kötü sinyallerle inişe geçen ve asabı bozulan parti önderliği için “hayata dönüş operasyonu” olarak mı bakmalı? Asıl mesele burada.

AKP’nin sözcüleri ne derlerse desinler, ekonomideki kötü gidiş örtülemiyor, saklanamıyorken, YÖK’ten türban konusuna, sosyal güvenlikten özelleştirmeye, kadrolaşmadan emekli maaşlarına dek hemen her şey AKP’nin eline, ayağına dolanıyorken atılan bu adım, bahane arayışında olan Başbakanı ve diğer AKP kadrolarını hayli rahatlattı besbelli.

ABD’nin en büyük 20 bankasından birinin battığı hafta içinde, Beyaz Saray’dakilerin, AKP yönetiminden tasfiye edilen Cüneyt Zapsu’nun deyimiyle, AKP liderini “deliğe süpürmeyip, kullandıkları” bir dönemde, tam da ABD’den kaynaklanan ama önlenemeyen küresel krizin öncü dalgaları, Boğaz’ın kıyılarına vurmuşken bu adım atıldı. Bu nedenle insanın aklına, aynen Başbakanın bir zamanlar hapse atılması gibi “Atlantik’teki büyük patronla oynanan bir ortaoyunu mu, yeni bir danışıklı dövüş mü” sorusu geliyor.

Boğaziçi’nin büyük patronlarının, onların birkaç aydır hükümetle arası açık olan üyesinin yani en büyük medya patronunun ve de bu büyük patronun zenginler kulübü başkanı olan kızının hükümete yüklendikleri bir ortamda bu dava açıldı. Bu kadarı da tesadüf mü?

Gelelim yakın gelecekte olabileceklere. AKP mağdur ve mazlum edebiyatına sarılır, “biz herşeyi çok iyi yönetiyorduk, Türkiye’de ortam güllük gülistanlıktı” demeye başlar ve siyaset masasından, kendi yaptıklarının bedelini ödemeden kalkar. Yani hesabı ödemeden masayı terk eder. AKP’nin tüm beceriksizliği ve olumsuzlukları unutulur, belleği zayıf olan insanlar da AKP’yi mağdur olmuş dürüst delikanlı olarak anımsar dururlar. AKP’nin bir süre önce küstüğü liberallerden büyük iş çevrelerine kadar hemen herkes ve her kesim, AKP’yi desteklemeye başlar yeniden.

Cumhurbaşkanı ve başbakan da dahil parti yöneticilerine beş yıl yasak gelince, “dürüst, özelleştirmeye karşı mırın kırın eden, Nazım Hikmet seven ve Mülkiye mezunu AKP’li” yani Abdüllatif Şener ortaya çıkar. Neden tekrar aday olmadığına ve hangi konularda AKP’nin lideriyle ters düştüğüne ilişkin uzun açıklamalar yapar ve “yeni bir yüz, yeni bir ses, yeni bir soluk” olarak ABD, sermaye, medya işbirliğiyle piyasaya sürülür.

Sonuç mu? Türkiye, IMF ve Dünya Bankası’nı sorgulamadan, NATO, ABD ve AB’yi sorgulamadan, kamucu, toplumcu, halkçı siyasetleri gündemine almadan, başındaki çuvalı çıkarmadan demokrasi ve serbest piyasa oyunu oynamaya devam eder. Taa ki yeni bir krizle sarsılana kadar.

Kaynak: Gerçek Gündem

11 Mart 2008

AKP-Erbil-Bağdat Hattı...

Öyle anlaşılıyor ki 5 Kasım 2007'de Washington'da kabaca bir hat çizildi.

- ABD, kendi üretip geliştirdiği PKK'ye karşı bir dizginleme işine girecekti.

- Türkiye'ye sınır ötesi "sınırlı harekât için" izin verecekti.

- AKP hükümeti, PKK'nin biraz hırpalanması karşılığında Talabani ve Barzani ile siyasi ve iktisadi işbirliğini ileri götürecekti.

- Türk kamuoyunda ABD'ye karşı olan (yüzde 90) oranı böylece biraz geri çekilecekti.

- Ankara BOP'a, hükümeti ve askeri ile biraz daha bağlanmış olacaktı.

ABD, "AKP, Talabani (Bağdat), Barzani (Erbil) ve PKK (DTP) dörtgeni içinde" istediği amaçlar doğrultusunda ilerliyor. Geri çekilme sabahı olan 22 Şubat Cuma günü Cumhuriyet'te çıkan yazımda , "sınırlı askeri harekât karşılığında Kürdistan projesinde siyasi ilerleme sağlayacaklarını" madde madde anlattım.

Talabani'nin Ankara'ya, hem de Çankaya'ya gelişi ile 5 Kasım 2007'nin ikinci adımı da atıldı. PKK'nin TSK tarafından askeri olarak biraz yıpratılması karşılığında, Kürdistan projesinde ABD siyasi ilerleme sağladı.

AKP, ABD ile hangi konularda anlaştı? Ne Meclis ne de kamuoyu biliyor.

- Talabani (Bağdat) ve Barzani (Erbil) ile yakınlaşarak yeni bir zemin hazırlıyor.

- Talabani, Barzani ve PKK bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Onları birleştiren dış güç ABD ve AB'dir. Talabani'nin Çankaya'da onurlandırılması, Bağdat, Erbil, PKK (DTP) ve Washington çevreleri tarafından olumlu karşılandı.

- AKP alıştıra alıştıra, ABD'nin BOP'taki ilk Kürdistan adımını resmen atmış oldu.

Sonuçlara bakalım...

Olayın sonuçlarını geniş bir pencereden değerlendirmek gerekir. Son birkaç haftanın "askeri operasyon karesine" sıkıştığımız zaman tuzağa düşeriz, bir şey anlaşılmaz.

5 Kasım 2007'den sonra neler oldu? Kimler ne elde ettiler?

1)Türkiye'de AKP hükümeti kamuoyuna, "Meclis'te karar aldık, siyasi irade gösterdik, PKK'yi inine kadar izledik ve gerekeni yaptık" diyerek başarı kazanmış oldu.

2) TSK, en zor kış koşullarında, kısa süre için de olsa, başarılı bir kara harekâtını, "ABD'nin de bilgi desteği ile" başardı.

3) PKK'nin Irak'ın iç kesimlerine rahatlıkla kaçırılan ve saklanan geniş kesimi dışında kalan 250 dolayındaki terörist etkisiz hale getirildi.

4) ABD, "PKK'nin küçük bir bölümünü feda etme karşılığında" AKP'den Talabani ve Barzani ile işbirliği güvencesi aldı.

5) Geniş bir reform ve teröriste af paketi için güvence sağlandı. Hatta, Washington'a bazı taahhütlerde bulunulduğu ve bir "reform paketi sunulduğu" ortaya çıktı.

6) Amerika "Türk kamuoyunda rahatladı".

7) Türk-Kürt federasyonunu kamuoyunda tartışacak bir altyapının temelleri atıldı. Kimi yazarlar hemen işe koyuldular. ABD ve AB çevreleri, "siyasal çözüm taleplerini" sunmaya başladılar.

8) Siyasal çözüm adı altında, bireysel haklar yerine, "toplumsal haklar" gündeme getiriliyor.

9) Ve en önemlisi, asker ile CHP ve MHP'nin arası açıldı. ABD, AKP ve DTP açısından bundan iyi bir beklenti olur mu? Dün AKP ile liberaller çatışmaya başlamıştı; bugün, asker ile Meclis'teki muhalefet karşı karşıya getirildi.

ABD 5 Kasım'da kurguladığı oyunu adım adım sürdürüyor. Gates , "eski bir CIA başkanı olarak" çok başarılı bir oyun sergiledi.

Kazananlar; ABD, AKP ve DTP. Kaybedenler ise, Türkiye'nin geri kalanı. İşin en ilginç yanı, "tuzağa düşenler, yerdeki mayınları göre göre üzerine bastılar".

BOP yürüyor...

ABD ve AB'nin Büyük Ortadoğu Projesi AKP'nin de desteği ile adım adım yürütülüyor. Projeye Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri karşı çıkıyorlar. Rusya, Çin ve Hindistan önlemler alıyorlar.

Bölgemizde Türkiye, İran ve komşu Arap ülkeleri projenin hedef ülkeleri arasındalar. Türkiye ve Irak'ta, "ABD'nin desteği ile" işbaşına gelen yönetimler BOP'un bir parçası olmuşlar. En çelişkili ülke Türkiye.

- Görünürde, biçimsel bir demokrasi var. Açık bir rejim, her şey yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor.

- Ama uygulamalar Türk halkının değil, bölgeyi sömüren Batı emperyalizminin işine yarıyor.

- Dinci ve sermayeci oligarşi işbaşında ve onların denetiminde.

- Sistem, "dinci ve büyük sermaye oligarşisi tarafından" kilitlenmiş durumda.

- Emperyalizme karşı Türkiye'nin tarafında durması gereken örgütler ve kurumlar birbirlerine düşmüşler. İnsanın kendi kendine yumruk atması gibi bir şey...

Türkiye bu kaostan çıkmak zorunda. Kendimizle ve emperyalizmle yüzleşmek zorundayız...

Erol Manisalı, Cumhuriyet - 10 Mart 2008

İslamcı İktidar, Kürtçü Muhalefet Oyunu ve GAP

ABD ve AB, Türkiye üzerinde "İslam ve Kürt kartlarını" oynuyorlar. Her iki kart " hem rakip ve alternatif hem de tamamlaşma halinde". Çelişkili gibi görülen bu durum, AKP iktidarı ile birlikte çok güzel oynanmaya başladı.

Güneydoğu'daki 22 Temmuz seçim sonuçlarını ve ileriye yönelik beklentileri alalım:

1) Güneydoğu'da hem AKP-DTP çatışması hem de örtüşmesi ile karşı karşıyayız. Biri İslamcı, diğeri Kürtçü (ayrılıkçı). Ortak noktaları ne? Cumhuriyetin değerlerine ve Lozan'a mesafeli (ve karşı) durmaları.

Her ikisi de bu nedenle, ABD ve AB'nin Türkiye üzerindeki hesapları (ve talepleri) ile örtüşüyorlar.

2) AKP iktidar partisi (ve iktidar); DTP ise muhalefet olarak sergilenmiş durumda. CHP ve MHP, ABD ve AB karşısında "ortaya net ve stratejik tavır koyamadıkları için" gerçek bir muhalefet olamıyorlar. Üstelik MHP'nin Abdullah Gül' ün Köşk'e çıkışına verdiği destek, AKP'nin iktidar koltuğunu sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.

İktidar ve muhalefet adeta AKP ile DTP arasında bölüştürülmüş durumda. ABD, AB ve İsrail'in AKP üzerinden yürüttüğü plan başarılı bir biçimde işliyor. CHP kendi iç iktidar ve muhalefet kavgası içine itilmiş; MHP, AKP'nin yerini sağlamlaştırmasına yardım eder bir görünümde.

- AKP'nin İslamcı iktidarına karşılık,

- DTP Kürtçü (ve bölücü) muhalefeti oynuyor. ABD ve AB, iktidardan da muhalefetten de çok memnun. İşbirliği yapsalar Batı kazanıyor; çatışsalar da Batı'nın sonuçta kaybettiği bir şey olmayacak. İktidar da muhalefet de "Batıcı" olduğu için emperyalizm her iki durumda da kaybetmiyor.

İslamcı Kürtçü uzlaşması mı?
Acaba ABD (ve AB) önce biraz kapıştırıp sonuçta her iki tarafı da kendine muhtaç hale getirecek bir süreç mi başlattı? Öyle ya, her iki taraf da onların denetiminde, ipleri Batı'nın elinde.

"İşbirlikçi bir İslamcı Kürtçü yapılanma" en ideali olurdu. Batı emperyalizminin BOP içindeki hedeflerine büyük katkı sağlardı.

Biraz geriye dönüp Batı'nın Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) üzerindeki engellemelerini anımsamakta yarar var.

GAP, BOP'un alternatifiydi
Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projesi (GAP), dünyanın sayılı bölgesel kalkınma girişimlerinden birisiydi ve halen de bu potansiyeli vardır. GAP neydi?

- GAP, Güneydoğu Anadolu'da yalnız sulama ve elektrik enerjisi projesi değildir; çok geniş kapsamlı iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal bir projedir. Sosyal devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya elini uzatıp onu kucaklaması projesidir.

- İktisadi alanda tarıma dayalı sanayiden imalat ve enerji sanayii dallarına; ulaştırmadan iletişime çok geniş ve kapsamlı bir projedir.

- Yalnız Türkiye için değildir. İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün'e de etkisi vardır. Böylelikle, "bölge ülkeleri arasında iktisadi işbirliği için bir öncü proje niteliğindedir". Türkiye ve bölge ülkeleri arasında iktisadi (ve siyasi) işbirliğinin öncüsü olacak konumdaydı.

- Devlet ilk yıllarda, "kişi başına yatırım olarak", en büyük altyapı yatırımlarını GAP çerçevesinde buraya yapmaya başladı.

- ABD, AB ve İsrail, GAP projesini sabote etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. PKK terör örgütü Batı tarafından, GAP'ın önünü kesmek ve BOP'un yolunu açmak için başlatıldı.

Batı, kredi ve yatırım konusunda GAP'a tamamen uzak durdu, projenin yürümesini istemedi. Ankara'nın isteğine rağmen teknik yardım vermedi.

Çok ilginçtir, GAP'ın Ankara tarafından başlatılması ile PKK'nin silahlı eylemlere yönelmesi aynı tarihlere rastlar.

- PKK terörü, ABD ve AB tarafından desteklenmese ve GAP Ankara hükümetleri tarafından planlandığı gibi yürütülmüş olsa, "sosyal devlet Güneydoğu'da etkili ve başarılı olacaktı".

Ancak ne Türkiye'de sosyal devletin gelişimi ne de komşu ülkeler ile bölgesel işbirliği ABD, AB ve İsrail tarafından hiç istenmedi ve engellendi. Batı desteği ile Ankara'ya taşınan kimi hükümetler, Güneydoğu'ya Washington ve Brüksel'in gözü ile bakmaya başladılar. Sosyal devleti etkisiz hale getirirken GAP'ı da bir kenara ittiler.

- AKP hükümeti, Güneydoğu'da sosyal devlet ve iktisadi kalkınma yerine "kömür ve yiyecek dağıtarak" işini yürüttü. "Balık tutmayı öğretmek yerine" balık vererek amacına ulaştı. Aynen Marshall Yardımı ile ABD'nin bizim tesislerimizi kapattırıp askeri malzeme vermesi gibi.

Yazımın başında AKP ve DTP'nin bugün Güneydoğu'da "iktidar ve muhalefet sandalyelerinde" yarıştığını söylemiştim.

Bu süreç, ABD ve AB'nin BOP operasyonunun bir parçasıdır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti'nin planladığı GAP, BOP'un önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi.

Batı emperyalizmi, GAP'ın önünü kesti. İşleri piyasaya havale ettirdi. Şimdi BOP'u uygulamaya çalışıyorlar. Bölgede bugün GAP yerine İsrailliler, Amerikalılar ve Hıristiyan misyonerler oyunlarını oynuyorlar. Hem de hepimizin gözleri önünde...

5 Kasım ertesinde ve Abdullah Gül'ün Amerika ziyaretinden sonra neyi konuşuyoruz? Amerika PKK'yi geri çekecek ve AKP hükümeti buna karşılık onun Ortadoğu politikasına fiilen katılacak. Kısacası, "Küçük belanın rafa kaldırılması karşılığında başımıza büyük bela, BOP sarılacak". Amerika, PKK şantajından sonuç almış görünüyor. Ya da AKP ile Washington arasında oynanan bir oyun bu... Hem de Türkiye üzerinden...

Erol Manisalı, Cumhuriyet, 11 Ocak 2008

10 Mart 2008

Hâlâ Yeni Zelanda’ya kaçılabilir mi?

Dün, bizim gazetenin magazin sayfasında Neslihan Yargıcı’nın bir açıklaması vardı. Zamanında Fransa’da yaşayan modacı, Türkiye’ye dönmesinin sebebini açıklamış yıllar sonra. Bana kalırsa magazin servisi bu haberi mizah gibi yazmış ama aslında son derece ilginç, haberin diline inat ciddiye alınması gereken bir açıklama.

“Fransa’da yeni çalışmalar yapıyordum. Ülke kaos içindeydi. Ama rahmetli Turgut Özal’ı çok tatlı buldum” demiş Neslihan Yargıcı, “Başbakan çıkmış elinde kalem bir şeyler anlatıyordu, çok hoşuma gitmişti. Ben de Türkiye’ye dönme zamanımın geldiğine inandım. Madem Türkiye bir yerlere geliyor, ben de bunun içinde olayım istedim.”

Habere bir de Özal’ın şortlu fotoğrafı iliştirilmiş ki, işte bunun simgesel değeri gerçekten büyük. O kare değişim Türkiye’sinin de özeti gibi... Kendi ülkenizden bezmiş, uzak kalmış, buranın kapalılığından sıtkınız sıyrılmış bir şekilde gönülllü sürgündeyseniz bir ülkenin liderinin şortla askeri birlik denetlediğini görmek Türkiye’yle ilgili algılarınızı da yeniden değerlendirmenize sebep olur...

Ancak sadece simgesel değişimler de yaşamadı Özal Türkiye’si. Mehmet Barlas’ın Soner Yalçın-Mehmet Ali Birand imzalı “The Özal” kitabına anlattıklarından dinleyelim:

“Renkli televizyon yoktu, yasaktı. (...) 1984’ten önce otomatik telefon yoktu. Şehirlerarası aramak isterseniz santrala yazdırırdınız, beklerdiniz bir saat-iki saat. (...) Özal’dan önce Türkiye’de karayolu kavramı yoktu. (...) Özal’dan önce bir dolar bulundurmak yasaktı. Özal’dan önce sigara, içki, bunların hepsi suç maddesiydi. (...) Yabanccı araba ithal etmek, imkansız derecede zordu. (...) Özal’dan önce bir Türk şirketinin dışarıdan borç alması mümkün değildi. (...) Özal, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul ettiği için şu anda Türk yargıçları haksız karar verdikleri zaman Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanıyor.”

Bugün elinde kalemle televizyonda konuşan kimse yok. Şort da siyasi hayatımızdan çoktan çıktı. Şimdi devlet erkanının eşi tesettür defilelerinde türbanlarıyla boy gösteriyor. Artık içki yasak değil mesela, ama yüzde 200-300’e varan vergilerle almak herkesin harcı değil...

Türkiye elimizin altından kayıyor...

Bırakın yurtdışından buraya bakıp “Bir şeyler değişiyor, parçası olmalıyım” diye vatanına dönecekleri, içinde yaşayanlar bile derin bir umutsuzluğun pençesinde. Peki bugün Türkiye heyecan vermiyorsa, acaba bu ülkenin yarattığı sıkıntılarla boğuşmanın çözümü acaba gerçekten kaçmak mı?

Aslında “kaçmak” bu topraklarda yeni bir fikir değil... Ta 1898’de bir grup aydın, Osmanlı’nın dünyadaki değişimlere adapte olamamasından bıkkın ve umutsuzdu. Kendilerine bir kurtuluş yolu arıyorlardı...

O dönem Servet-i Fünun dergisinde yazan Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat’ın ortak özelliği Padişah’a muhalif olmalarıydı.

Soner Yalçın, 3 Haziran 2007’de Hürriyet’teki sayfasında beş aydının “alıp başını gitme özlemini” anlatıyor:

“Bir misafirlik günü... Mehmet Rauf elinde tuttuğu bir broşürle geldi. Bu broşür, konaktaki sohbetlerin seyrini değiştirecekti... Broşür İngilizce’ydi. Mehmet Rauf hem okuyor hem de Türkçe’ye çeviriyordu: ‘Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda adalarına göçmen götürüyormuş. Göçmenlere yüzlerce dönüm parasız toprak veriliyormuş...’ Önce Yeni Zelanda’nın nerede olduğunu konuştular. Ardından broşürün de yardımıyla, bu adanın iklimini, toprakların verimliliğini vs. öğrendiler. Ve: Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitme teklifini ortaya att?. Heyecanlandılar.”

Sosyalist bir cemaat fikri ortaya atıldı, planlar yapıldı. Yeni Zelanda projesinin en ilginç tatışmalarından biri temelli mi gidileceği, yoksa II. Abdülhamid ölene kadar mı kalınacağıydı.

Tevfik Fikret bir daha dönmeme taraftarıydı, tartışmaya son noktayı da o koymuştu: “Hele bir gidelim, o zaman düşünürüz...”

Ancak çeşitli sebeplerden dolayı bu ütopya gerçekleşmedi...

Dün, o küçücük magazin haberini okurken Yeni Zelanda ütopyasının günümüzde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini düşündüm. Malum, bugünkü Türkiye doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve hayal ettiğimiz bir ülke değil artık. “Sığmakta” güçlük çektiğimiz, istenmediğimiz de ortada...

Peki temelli mi, bir süreliğine mi?

Oray Eğin - Akşam, 6 Mart 2008

Cumhuriyet Gazetesi reklam filmi (2)

Cumhuriyet Gazetesi reklam filmi (1)

11 Şubat 2008

AKP’nin tesettüre girme hikáyeleri

Deniliyor ki: Örtülü eşleri AKP’lilere "türban yasasını hemen çıkarın" diye evde baskı yaptı! Peki, AKP’lilere baskı yapan örtülü eşler, ne zaman, nasıl örtündü? Aile, mahalle, koca baskısı gördüler mi? Mesleklerini bırakıp "ev kadını" olmaya mecbur mu edildiler? Hepsi aynı sosyal sınıftan mı geliyor?


İşte onların, isim isim örtünme hikáyeleri...

EMİNE ERDOĞAN


Emine Gülbaran
15 yaşında intihar etmeyi düşündü. Yıl 1970’ti. Mithatpaşa Akşam Sanat Okulu’nun öğrencisiydi.

Romantik bir kişiliği vardı. Cep romanları okuyor. Artistlerin kartpostallarını biriktiriyordu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’ı beğeniyordu. Bir de sinemaya gitmeyi.

Ziya amcalarının eski Amerikan otomobilinde ilk kez direksiyona geçti; otomobil kullanmak istiyordu. Giyinmeyi çok seviyordu. Dikiş dergisi Burda’nın patronlarından kalıp çıkarıp, kendine elbise dikiyordu. İlk diktiği giysi ise çift taraflı bir pelerin oldu. Bir tarafı uçuk bir eflatun, diğer tarafı uçuk griydi.

Ağabeyi Hüseyin Gülbaran kendisinden bir yaş büyüktü. Kız kardeşi Emine’ye artık örtünmesi gerektiğini söyledi. Emine Erdoğan, yıllar sonra "Nasıl Örtündüler?" kitabının yazarı Gülay Atasoy’a o günü anlattı:

"Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Nasıl olur da örtünürdüm! Çevremde bir tane örneği yoktu. Köy gibi bir yerde olsam neyse... Orada dikkati çekmezdim. Ama burada (İstanbul’da) olamazdı. Bu karışık duygular içindeyken, bir vesileyle Şule Yüksel Şenler’le tanıştım. Bu tanışma beni çok etkiledi. Böylelikle bir Müslüman hanımın hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm."

Emine Gülbaran
15 yaşında örtündü.

Okuldan ayrıldı.


HAYRÜNNİSA GÜL


Abdullah Gül’ün annesi Adviye Hanım, gelini olmasını istediği Hayrünnisa’yı Kayseri’de bir akraba düğününde gördü.

Hayrünnisa 14 yaşındaydı. İstanbul’da Çemberlitaş Ortaokulu’nu yeni bitirmişti. Takdirname almıştı. Liseye başlayacaktı.

Abdullah Gül 29 yaşındaydı. Sakarya Üniversitesi’nde asistandı. Gül Ailesi, Özyurt Ailesi’ne görücüye gidip Hayrünnisa’yı istedi.

Aileler anlaştı. Ama ortada sorun vardı. Medeni Kanun, 14 yaşında bir kızın evlenmesine izin vermiyordu. Hayrünnisa’nın 15’ini doldurması beklenecekti.

18 Ağustos 1980.

O gün Hayrünnisa’nın yaş günüydü.

O gün yasal engel kalktı.

O gün 30 yaşındaki Abdullah Gül ile 15 yaşındaki Hayrünnisa Özyurt evlendi.

Ve o güne kadar başı açık olan Hayrünnisa, işte o gün, evlendiği gün tesettüre girdi.

Okuldan ayrıldı. Artık ev kadınıydı.

ZEYNEP BABACAN

Hacettepe Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi.

İleride eşi olacak Ali Babacan’ın üç kız kardeşi Betül, Tuğba ve Merve ile yakın arkadaştı.

Ali Babacan öğrenimini tamamlayıp ABD’den döndü.

Babası Hilmi Babacan, oğlu Ali’nin evliliğini şöyle anlattı:

"Amerika’dan dönünce Ali’nin kız kardeşleri, kendi arkadaşlarının arasından birini belirledi ve ’Ağabeyciğim, şu kız (Zeynep Yurter) senin için uygundur’ dediler. Biz de Allah’ın emriyle istedik. İstediğimiz gün de kabul edildi. Kız kardeşleri, Ali’nin kendi karakterini ve nasıl birini istediğini bildikleri için mevcutların içinde sana bu uygun dediler. Biz de görücü usulüyle gittik, baktık ve beğendik."

Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyacağı söylenen genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın evliliği görücü usulüyle böyle gerçekleşti.

Evlenmesiyle birlikte Zeynep Yurter örtündü.

Ev hanımı oldu.

Uzatmayayım...

Hayati Yazıcı’nın eşi Selma; Hüseyin Çelik’in eşi Şahsenem; Mehdi Eker’in eşi Yasemin; Faruk Çelik’in eşi Beyhan...

Liste uzayıp gidiyor.

AKP çevresi diyor ki; kızlarımız-kadınlarımız tesettüre girmeye kendileri karar veriyor!

Ne yazık ki türbanı "özgürlük sorunu" olarak gören entellerimiz de öyle düşünüyor.

Ama hayat öyle demiyor işte.

AHSEN UNAKITAN

Edirneliydi ailesi; merkeze bağlı Musabeyliği Köyü’nden. Orta halli Eral Ailesi’nin kızıydı. Mandolin ve piyano çalmayı küçük yaşta öğrendi. Tenis oynamayı seviyordu.

Öğrenim hayatında hep başarılıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

Avukatlık yapmaya başladı. Solcuydu. 1971 yılında Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı olarak çalışan Kemal Unakıtan ile evlendi. Edirne’den çocukluk arkadaşıydılar. Bir gün...

Yolda gördüğü bir işportacıdan eşarp aldı.

Örtündü.

Avukatlığı bıraktı. Ev hanımı oldu.

Eşi bakan olunca, örtünme modelini değiştirdi; türbanı kulaklarının arkasından bağlayarak kendi tarzını yarattı.

Türban, Eral Ailesi’ni böldü.

Bugün Eral Ailesi’nin çoğu hálá solcu.

MÜNEVVER ARINÇ

Yıl 1978.

Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Giyim Bölümü’nden, 5 üzerinden 4.5’la mezun oldu. Okulun en başarılı öğrencisiydi.

Münevver Tay, üniversite yıllarında modern giyimiyle dikkat çeken biriydi. Bir de yardımseverliğiyle tanınıyordu. Kırşehir Kaman’da öğretmenlik yapmaya başladı.

Manisa MSP İl Başkanı Avukat Bülent Arınç, hemşerisi Münevver Öğretmen’i partisinin önde gelen isimlerinden İsmail Tay’dan istedi. Münevver Tay öğretmenliği seviyordu. Evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu.

Ancak...

Babasının ısrarına fazla karşı koyamadı. Ve evlendi. Damat Bülent Arınç 31, gelin Münevver Tay ise 22 yaşındaydı. Öğretmen Münevver Tay evlenince ev hanımı oldu; tesettüre girdi.

Öğretmenliği bıraktı. Çok sevdiği öğretmenliği ancak bir yıl yapabilmişti.

SEMİHA YILDIRIM

O da öğretmendi.

Eşi; Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Erzincan Refahiye İlçesi Kayı Köyü’nden akrabasıydı.

Görücü usulüyle evlendiler.

Evlenince o da öğretmenliği bıraktı.

Örtündü.

Ev hanımı oldu.

GÜLTEN ÇİÇEK

Ailesi Yozgatlıydı. Yozgat ile Yerköy arasındaki Saray İlçesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Cemil Çiçek ise Yozgat’ta avukattı. Görücü usulüyle evlendiler.

Gülten Hanım’ın öğretmenliği sadece beş yıl sürdü. Örtündü. Ev hanımı oldu.

FATMA Ş. AKDAĞ

Fatma Şeyda, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi.

Babası subaydı.

Başı açıktı.

Nesrin Akdağ, müstakbel gelinini Erzurum’da bir toplantıda görüp beğendi.

Oğlu Recep Akdağ, Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; üniversitede kariyer yapmıştı. Bekárdı.

Akdağ Ailesi, Ordu’ya gidip Fatma Şeyda Hanım’ı ailesinden istedi.

Evlendiler.

Fatma Akdağ, okulu yarım bıraktı.

Tesettüre girdi.

Ev hanımı oldu.

MEHTAP GÜLER

CHP Muğla Milletvekili Hasan Fehmi İlter’in kızıydı. Annesi Sevilay İlter ressamdı. DSP’li, eski Dışişleri Bakanı Sina Şükrü Gürel ile kuzendiler.

Hilmi Güler, ODTÜ’den Metalürji Mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans, doktora yaptı. TAŞ-TUSAŞ, MKEK, ETİBANK, İGDAŞ kurumlarında üst düzey görevler aldı. 33 yaşındaydı. Mehtap İlter ile tanıştı. Flört ederek, 1981 yılında evlendiler.

Babası Hasan Fehmi İlter bu mutlu olaya şahit olamadı; çünkü üç yıl önce vefat etmişti. Mehtap Güler evlenince örtündü. Çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.

SANİYE ŞAHİN

Mehmet Ali Şahin ile Saniye Şahin teyze çocuklarıydı.

Mehmet Ali Şahin, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşıydı.

Memleketi, Karabük’ün Ovacık İlçesi’ne bağlı Ekincik Köyü’nde 1.5 yıl imamlık yaptı.

Teyzesinin kızı Saniye ile evlendi.

Bu akraba evliliğinden midir bilinmez; oğulları Fatih Şahin zihinsel engelli doğdu.

Mehmet Ali Şahin sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirme başarısını gösterdi.

Sonra siyasetin merdivenlerini hızla tırmandı.

En büyük destekçisi ise eşi; ev hanımı Saniye Şahin’di.

Politikacıların üniversite bitiren kızları neden çalışmıyor

BÜYÜK olasılıkla, üniversitelerde türban serbest olacak. Herkes merakla bekliyor, sonra ne olacak?

Deniliyor ki, "mahalle baskısı" gibi üniversitelerde "türban baskısı" olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek.

Bu olabilir mi? Evet olur. Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var:

Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim:

Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak?

Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar!

Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye’yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi’ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan’ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!

Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın kızları; Elif Bilkent Üniversitesini bitirdi, Zeynep ise ODTÜ’yü. Üstelik "başları açık okudular" diye parti içinde muhalif sesler çıkmıştı. Peki, bugün çalışıyorlar mı; hayır! Evlendiler, çocuk yaptılar. Yani ev hanımı oldular.

Enerji Bakanı Hilmi Güler’in kızı Ayşe Şeyma da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü bitirir bitirmez, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu İsmail ile evlendirildi.

Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızı İclal’i hemen evlendirdi.

Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın kızı Büşrah...

Listeyi uzatmaya gerek var mı?

Çok merak ediyorsanız; daha yaşları küçük olan Büşra Şahin, Zişan Güler, Büşra Çelik’i medyadan takip ediniz. Onlar da ablaları gibi üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirecekler ve sonra hemen evlendirilecekler.

Niye?

Bu gencecik kızlarımız üniversiteyi bitirir bitirmez, çalışmalarına fırsat verilmeden neden hemen evlendiriliyor?

Şimdi derler ki, "Sana ne, bu da bir özgürlük sorunu".

Öyle ya...

Aslında tüm bunlar; özgürlüğün tesettüre sokulması değil mi?

Soner Yalçın - Hürriyet, 10 Şubat 2008
Related Posts with Thumbnails