13 Ocak 2009
Neo-Ergenekon örgütünün medya şemasını açıklıyorum
1. Ali Bayramoğlu
Magazin dünyası onu Sezen Aksu'yla yaşadığı aşktan tanıyor, entelektüel kesimde de yıllardır tutarlı bir şekilde sürdürdüğü ordu düşmanlığıyla adından söz ettiriyor. 28 Şubat mağdurluğunu ranta çevirip İslami kesime yanaşan, Fehmi Koru'yla dostluğu sayesinde o çevrelerde iktidar sahibi olan biri. AKP iktidarından beri gün onun günü. Merkez medyadan uzaklaştırılmıştı, bu hükümet döneminde yıldızı yeniden parladı.
Fransa'da eğitim görmüş. Sosyal bilimci olmasına rağmen beyni müthiş bir statükoya teslim. Geçen hafta katıldığı bir programda kendi görüşlerine uymayan makaleleri okunmasını eleştirmişti, programın sunucusu Ruşen Çakır da kibarca 'Biz de seni yayına aldığımız için kimileri bizi eleştirebilir' diye düz mantıkla bir yanıt vermişti. Beyni bu basit olayda bile iki tarafı göremeyecek kadar dar görüşlü.
Aynı programda 'Ordu'yu savunan insanları' da eleştiriyordu, Nuray Mert de ona 'Ordu'yu da savunabilen insanların olabileceğini' hatırlattı. İşine gelmeyen şeyleri duyunca yüzü bozuluyor, susuyor, işi gargaraya getirip konuyu değiştirmeye uğraşıyor.
Çünkü 'dediğim dedik, astığım astık' tavırlara fazla alışmış. Belli ki bu iktidar döneminde böyle bir özgüven edinmiş: Her şeyi o biliyor, kendinden çok emin, düşünce sistematiğinde 'Acaba, yoksa' gibi kuşkulara yer yok.
Peki bunları nereden biliyor? 11. Dalga'da kimlerin alınacağını nasıl bu kadar kolay söyleyebiliyor?
En yakın arkadaşı, The Marmara Cafe'de kahve saatlerini paylaştığı Fehmi Koru bu fişleme işlerine bakardı, yoksa kendi üzerinden dikkatleri dağıtmak için artık ona mı servis ediyor gizli bilgileri? Eskiden Koru'nun işaret ettiği isimler gözaltına alınıyordu, şimdi gözaltıları önceden tahmin etme görevi Ali Bayramoğlu'nda mı?
2. Mahmut Övür
Geniş kesimlerce tanınmıyor. Kendi yazdığı Sabah gazetesinde bile bir köşeye atılmış, bir kenarda tutuluyor. Haber merkezi yöneticiliğinden dergi genel müdürlüğüne kadar çeşitli görevlerde bulundu, hiçbirini beceremedi. O gün bugündür bir köşede belediye haberleriyle emeklilik için gün dolduruyordu.
1994 yılında kurşunlandı. Bu kurşunlanma hiçbir zaman aydınlanmadı. Ona sorarsanız 'Çatlı'nın görüntülerini yayınladığı' için ama o dönemde hangi kirli ilişkilere girdiği, kimlerlerle ne gibi bir bağ kurduğu, nasıl bir 'network'ün parçası olduğu üzerinde hiç durulmadı. Bu konu kapatıldı. Hala merak ediliyor: O gün neden kurşunlandı?
Kendi gazetesinin bile itibar etmediği bu adama Taraf gazetesi koca bir sayfa ayırmış, o da gazetecilik açısından tüyler ürperten bir itirafta bulunuyor.
Neşe Düzel soruyor: 'Siz Ergenekon'un son operasyonundan kısa bir süre önce 'Dalan nerede' diye bir yazı yazdınız. Operasyonun olacağını biliyor muydunuz?'
Bakın Övür ne diyor: 'Evet. Tahmin ediyordum yani... Çünkü hem polis çevresinde hem de İstanbul'un kulislerinde 'Dalan yok, Dalan nerede, Dalan kaçtı mı? Operasyon yapılacak' denmeye başlanmıştı. Hatta Dalan Amerika'ya gitmeden önce yakın çevresine sıkışmaya başladığını söylemiş. Elimde belge olmadığı için ben bunu siyasi bir kulis gibi yazdım. 'Yerel seçimler yaklaştı, Dalan niye ortada yok' dedim. Dalan o yazıdan sonra beni telefonla aradı. 'Aday olmam için çok baskı var. O yüzden sıkıldım, yurtdışına çıktım' dedi. Oysa iddianamenin satır aralarından okuduğum kadarıyla Dalan, Ergenekon'un siyasi kolunun önemli bir ismi.'
Bu tetikçiye sorulacak iki soru var: Bir kere operasyonu nereden biliyordun, nasıl tahmin ediyordun? İkincisi, elindeki haberi başka bir şekilde çarpıtarak yayınlamak, hedef göstermek hangi meslek etik'ine uygun? Gazetecilikle bağdaşıyor mu bu? Bu çarpıtma yazıyla hedef gösterilmiş olmuyor mu?
Bu cevabı, gazeteciliği şaibeli işlere ve ilişkilere alet ettiğinin kanıtı. Görev yapma izni elinden alınmalı ve gazetecilik dışı ilişkileri sorgulanmalı.
Fehmi Koru'nun İlhan Selçuk'u yazdığın gün Selçuk'un gözaltına alınmasına benzer bir oyunun parçası belli ki.
3. Tamer Korkmaz
Yeni Şafak'ta yazıyor. Tıpkı Tuncay Güney gibi Ertuğrul Özkök'ü hedef gösteriyor. Amacı Doğan Grubu'nu bir şekilde Ergenekon'a iliştirmek. Eskiden ima ediyorlardı, son operasyondan sonra belli ki güç aldılar artık isimleri açık açık telaffuz ediyorlar. Tamer Korkmaz, Zaman'dan koptuktan sonra Fehmi Koru'nun himayesi altına girdi ve kimi yayın organlarına tavsiye edildi.
4. Ekrem Dumanlı
Dershane hocasıydı, şimdi gazete yönetiyor. Fethullah Gülen Cemaati'nin gazetecisi. Zaman'daki yazısında 'Medyada Ergenekon'u gizlemek isteyenlerin olduğunu' yazıyor.
5. Mümtaz'er Türköne
Eşi AKP milletvekili. Susurluk'u savunan Çiller hükümetinin danışmanıydı. Tıpkı zamanında İbrahim Şahin'i aklayan Nazlı Ilıcak gibi o da eskiden yaptıklarını unuttu, üzerini örttü, şimdi en büyük Ergenekon düşmanı. O da Hürriyet'i işaret ediyor, kimi yazarların operasyonu 'önemsizleştirmeye' çalıştığını söylüyor...
6. Ahmet Altan
Bir süredir Ahmet Altan'ın Taraf gazetesindeki kimi tetikçilerde de Ergenekon'u Doğan Grubu'na bağlama telaşı göze çarpıyordu. Asla açık değil, imayla tabii ki! Ne ilginç ki Ahmet Altan'ın kızına, damadına ve babasına Aydın Doğan bakıyor, onun verdiği parayla geçiniyorlar.
Yönettiği gazete ilk günden beri yalan ve servis edilen haberlerle yanlı yayınlar yapıyor ve psikolojik harbin en önemli silahlarından biri.
Neşe Düzel röportajlarındaki ortak desen
Neşe Düzel'in Taraf gazetesindeki röportaj arşivine girdiğinizde ortaya çok ilginç bir şablon çıkıyor. Sırf röportajların başlıklarından bile Neşe Düzel'in konuştuğu insanları neden seçtiğini, ağızlarından hangi cümleyi cımbızladığı ve bu röportajların neye hizmet ettiği ortada. Önceden planlanmış bir model ekseninde yapıldığı izlenimi oluşturuyor bu röportajlar. Başlıklar kendini ele veriyor.
İşte bazı örnekler:
* 'Bizi askeri harcama fakirleştiriyor.'
* 'Asker kendi Kürt politikasını AKP'ye uygulatıyor.'
* 'PKK'sız bir barış artık olamaz.'
* 'Sorumlular divan-ı harbe verilmeli.'
* 'Askeri devlet kurmak istiyorlar.'
* 'AKP uzlaşırsa siyasette biter.'
* 'Solun önceliği darbeyle mücadeledir.'
* 'Kürtler Ergenekon'a tarafsız kalamaz.'
* 'Darbe toplantılarına gazeteciler katıldı.'
Peki bütün bunlar tesadüf mü?
Dünün gazetelerinde servis edilmiş gibi duran bu 'ortak düşünceler' medyadaki kimi isimleri Ergenekon'a bağlama amacı taşıyor. Kendilerince şemalar çıkartıyorlar, örgüt planları yapıyorlar.
Bunun adı medyada cadı avı. Kimi insanlar hedef gösteriliyor, birileri fişleniyor, birilerinin kapısına çarpı atılıyor. İlgisiz insanlarla bağlantı kuruluyor.
Oysa bunu yazanlar kendi kendi kendilerini başka bir şekilde ele veriyor: Adeta bir alternatif örgütün mensubu olduklarına dair el kaldırıp 'Burada!' diyorlar.
Bu alternatif örgütün adı 'Neo-Ergenekon' ve amacı Birinci Cumhuriyeti yıkmak.
Bu isimler Neo-Ergenekon örgütünün medyadaki ayağını mı oluşturuyorlar? Başkalarını 'Ergenekoncu' diye kolayca etiketleyen, hedef gösteren isimler yoksa 'Neo-Ergenekon' diye bir başka isim altında örgütlenmiş olmasınlar?
Onlar nasıl şemalar çıkartıyorlarsa, kendileri de kolaylıkla belli tablolarda yer alabilecek durumdalar.
Bu isimlerin neye hizmet ettiği, nereden emir aldıkları, nasıl oluyor da 'tesadüfen' aynı düşünceleri ayın anda söyledikleri üzerinde durulmalı.
Oray Eğin - Akşam, 13 Ocak 2009
11. Dalgada Kimler Gözaltına Alınacak?
Sanki kamuoyunu hazırlama çalışmaları başlatılmıştı..
İşte neyin ne olacağını açıkça yazanlar...
Varan 1) Sabah Gazetesi’ne röportaj veren Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu -nereden biliyorsa- uzmanı olduğu Ergenekon Örgütü’nün şemasını anlattı. Bayramoğlu, Ergenekon’un bir ayağının medya içinde olduğunu şu sözlerle gösterdi: “İkincisi ise basın ayağı. 2004'ün en önemli olayı kamuoyu seferberliği etrafında yapılan basın organizasyonudur. Bu dönemde belli çizgideki TV kanalları pıtırak gibi ortaya çıktı. Bunların hangisinin kendiliğinden yayına başladığı, hangisinin de bu sistem için üretildiğini bilmek mümkün değil. Bir gazetenin yapılanması var; eskiden MİT'le, jandarma teşkilatıyla bağlantılı isimler burada birikti. Bu medya organizasyonun önemli bir ayağı da Cumhuriyet gazetesi. Bu işin merkezi.”
Varan 2) Taraf Gazetesi’ne röportaj veren Sabah Gazetesi yazarı Mahmut Övür ise “kulağıma yeni çalınanlar” diyerek önümüzdeki dönem Ergenekon operasyonundaki gelişmeleri anlattı. Sabah Yazarı Mahmut Övür bir dahaki dalganın medyanın önemli isimlerini hedef alacağını, gözaltına alınanlar arasında eski bir Genelkurmay Başkanı'nın da olacağını söyledi. Mahmut Övür operasyon için şu ifadeyi kullandı: “Ergenekon’un medyada elemanları var. İddianameye ve örgüt şemasına baktığınızda medyada Ergenekon’la bağlantılı olduğu ileri sürülen çok üst düzeyde isimler var. Kimi halen genel yayın yönetmeni ve yönetici pozisyonunda bunların. Zaten Ergenekon kulislerinde konuşulanlara bakılırsa, önümüzdeki günlerde siyasileri ve medyayı içine alan yeni bir Ergenekon operasyonu daha bekleniyor.”
Bunların dışında Mahmut Övür, Ergenekon Operasyonu’nun ABD sayesinde yapıldığını, ABD’nin gönderdiği dosyalar sayesinde davanın yürütüldüğünü söyledi. Mahmut Övür son operasyon öncesinde de “Bedrettin Dalan nerede?” başlığı ile bir yazı yazmıştı. Bu da operasyonu Övür’ün önceden bildiği yorumlarına neden olmuştu.
Varan 3) Ergenekon hakkında söyledikleriyle sürekli yandaş medyanın gündeminde olan Tuncay Güney bu kez Show TV televizyonuna konuştu. Ve Güney bu kez Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü işaret etti. Tuncay Güney, Ertuğrul Özkök’ün de gözaltına alınması gerektiğini söyledi.
Varan 4) Yeni Şafak gazetesi yazarı Tamer Korkmaz ise bugün “Hürriyet’in Korkusu” başlığı ile yazdığı yazıda Hürriyet gazetesinin Ergenekoncu olduğunu ve operasyonun büyümesi ile Hürriyet’e de dokunacağını iddia etti. Korkmaz’a göre Hürriyet gazetesi Ergenekoncu olduğu için soruşturmayı gölgeliyordu. Korkmaz şu ifadeleri kullandı: “Ergenekon örgütünün üzerine kararlılıkla gidildikçe Hürriyet'in, yayın yönetmeninin ve yazarlarının paçaları tutuşuyor. Günümüzde Ergenekon için “fasa fiso” diyenlerin başında “Hürriyet'in Kaptanı” geliyor. Hürriyet yazarları “Ergenekon Balonu” dedikçe topraktan “Ergenekon Bombaları” fışkırıyor!”
Varan 5) Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da medyada Ergenekon'u saklamaya çalışan birilerinin olduğunu yazdı.
Varan 6) Zaman Gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne, Hürriyet Gazetesi'ni işaret ederek, gazetenin bazı yazarlarının Ergenekon operasyonunu önemsizleştirmeye çalıştığını belirtti.
Peki, tüm bunlar tesadüf mü?
Daha önce yazılanların tesadüf olmadığını gördük.
Yani birilerini düğmeye bastı ve 11.operasyonunun ilk hamlesi, psikolojik savaş başlatıldı.
Barış Terkoğlu - Odatv.com
Ergenekon'un Kitabını Bir Amerikalı Yazdı
Amerika’nın korkulu rüyası bu.
Geçtiğimiz yıl içinde Amerika’nın dış siyasetini belirlemede en önemli kurumlardan biri olan neo-con Brookings Enstitüsü tarafından yayınlanan Winning Turkey, Türkiye’yi Kazanmak kitabında bu uyarı yapılıyor.
Kitabın yazarları Philip H. Gordon ve yakından tanıdığımız isim Ömer Taşpınar, doğru adımlar atılmadığı takdirde Amerika’nın Türkiye’yi kaybedeceği görüşünde.
Akıllarına gelen en korkunç senaryo da bu: “Bağımsız Türkiye”.
NATO’dan çıkma, Amerika-İsrail yerine Rusya, Çin ve İran gibi bölgesel güçlerle bağ kurma bugün Ergenekoncu diye tanıtılan paşaların, aydınların savunduğu yoldu.
Ergenekon Operasyonu gerçekten bir darbeye mi karşı, “Bağımsız Türkiye” idealine mi?
Amerika’nın Türkiye’de darbelerle bir sorunu olmadığını biliyoruz. 1980 darbesindeki rolleri, “Our boys did it!”, “Bizim çocuklar başardı!” yollu konuşmalarını hiçbirimiz unutmadık.
Sorunun yanıtı açık değil mi?
Söz konusu kitabın yazarlarını da tanıyalım. Philip H. Gordon; ABD’li bir akademisyen, Brookings Enstitüsü’nün Dış Politika Çalışmaları bölümü görevlisi ve Ulusal Güvenlik Konseyi eski Avrupa İşleri Direktörü. Ve vurgulanması gereken asıl önemli nokta; Gordon, ABD’nin yeni başkanı Obama’nın danışmanı. Philip H. Gordon ayrıca, Obama’nın dışişleri bakanlığı görevine atadığı Hillary Clinton’ın ekibinde de yer vereceği bir isim. Türkiye ve Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla biliniyor.
Ömer Taşpınar ise, Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü olarak görev yapıyor. Radikal’de, Zaman’da yazılar kaleme aldı. Halen Sabah gazetesinde yazıyor. Johns Hopkins üniversitesinde öğretim üyeliği görevini yürütüyor.
Deniz Hakyemez - Odatv.com
Názım Hikmet'in vatandaşlığa alınmasıyla Ergenekon'un ne ilgisi var
İlk bakışta birbirinden farklı iki olay gibi görünüyor. Acaba öyle mi? Büyük şairin neden vatandaşlıktan çıkarıldığını biliyor musunuz? Ya yurtdışına neden kaçtığını? Süreç Názım Hikmet'in 28 yıla mahkûm edilmesiyle başladı. Bu mahkemenin gerekçesi neydi biliyor musunuz? "Darbeye teşebbüs!" Peki delil neydi? Hayır, telefon kayıtları değildi! Gelin usta şairin -ilginçtir- Silivri açıklarına demirlemiş Erkin gemisinde yargılanmasına neden olan olaylar dizisine göz atalım.
TARİH: 17 Ocak 1938.
Yer: İstanbul.
Emniyet görevlileri akşam saatlerinde Nişantaşı'ndaki İpek Film Stüdyosu'nu bastı. Bir süredir orada çalışan Názım Hikmet'i sordu.
İpek Film Stüdyosu'nun sahibi -rahmetli İsmail Cem'in babası- ve aynı zamanda Názım Hikmet'in yakın arkadaşı İhsan İpekçi, biraz önce çıktığını söyledi.
Polisler stüdyoda arama yaptı. Názım Hikmet'e ait bazı defter ve kitaplara el koydular.
Sonra İhsan İpekçi'yi de yanlarına alarak birkaç sokak ötedeki Názım Hikmet'in evine gittiler.
Kapıyı Názım Hikmet'in eşi Piraye açtı. Názım Hikmet evde yoktu. Polisler, odalarında uyuyan iki çocuğu -Memet Fuat ve Suzan'ı- uyandırmamaya çalışarak, evde arama yaptı. Bazı yazılara ve kitaplara el koydu.
Bu arada Názım Hikmet'in nerede olduğunu öğrendiler; halasının oğlu gazeteci-yazar Celalettin Ezine'nin Beyoğlu'ndaki evindeydi.
Paris Üniversitesi mezunu hala oğlu Celalettin Ezine, yakın arkadaşı İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Hilmi Ziya Ülken ile birlikte bir düşün dergisi çıkarmak istiyordu. Yayın hayatındaki tecrübesinden dolayı Názım Hikmet'in fikrini almak için yemeğe davet etmişlerdi.
Eve baskın yapılınca şaşırdılar. Polisler, Názım Hikmet'i alıp gittiler.
Şair ne ile suçlandığını henüz bilmiyordu.
Oysa her şey altı ay önce başlamıştı...
Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz
Názım Hikmet ilk kez 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı. Bunu diğer davalar takip etti. Davalar genellikle gazetelere yazdığı makaleler yüzünden açılıyordu.
Son olarak 30 Aralık 1936'da gözaltına alınmış ve bu davadan 21 Haziran 1937'de tahliye edilmişti. Ancak karar Yargıtay aşamasındaydı. Bu nedenle çok dikkatli davranıyordu. Artık 35 yaşındaydı. Evliydi; Piraye'nin iki çocuğuna babalık yapıyordu. Muhsin Ertuğrul sayesinde İpek Film Stüdyosu'nda iş bulmuştu. Makalelerini bile artık takma isimle yazıyordu.
Fakat...
1937 yılının bir ağustos günü İpek Sineması holünde karşısına çıkan bir kişi yaşamını altüst etti. Bu kişi, Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz'di.
Názım Hikmet'e hayran olduğunu, gazetelerdeki yazılarını hep okuduğu, Harp Okulu'ndaki arkadaşlarının da kendisini çok takdir ettiğini söyledi.
Üzerinde askeri üniforması olan genç birinin bu derece kendine yakınlık göstermesi Názım Hikmet'i şüphelendirdi. Teşekkür edip, işini bahane ederek uzaklaştı. Ancak canı sıkılmıştı. Telefon rehberinden Emniyet Müdürlüğü'nün telefonunu buldu; 1. Şube'den Başkomiser Salih Tanyeri'yle konuştu:
"Benim her şeyim ortada; nerde oturduğum, nerde çalıştığım, ne yazdığım, kimlerle konuştuğum. Hiçbir gizli saklım yok. Asker kılığında polisler gönderip beni rahatsız etmeyin. Herkesin gözü önünde evimin ekmeğini kazanmaya çalışıyorum. Benden ne istiyorsunuz?.."
Názım Hikmet, meselenin kapandığını sandı.
Oysa polis, "Bunda bir iş var" deyip, Ankara'yı uyardı ve Ömer Deniz takibe alındı.
Aradan günler geçti...
Ömer Deniz bu kez üzerinde askeri üniformasıyla 3 Aralık 1937'de Názım Hikmet'in Nişantaşı'ndaki evine geldi. Názım ve Piraye evde yoktu. Kapıyı evin emektarı Nine Hanım açtı. Ömer Deniz, Názım Hikmet'e not yazmak için sofadaki sandalyeye oturdu. Tam sırada Názım ile Piraye geldi.
Názım Hikmet karşısında Ömer Deniz'i görünce sinirlendi. "Evime bir hileyle nasıl girersiniz" diye bağırdı. Piraye eşini sakinleştirdi. Ömer Deniz özür diledi, sadece bir iki küçük sorusu olduğunu söyledi. Názım Hikmet sakinleşti, "Ne istiyorsun" dedi.
İlk sorusu, "Subay çıkınca erlere ne öğretelim" oldu. Názım Hikmet, "Talimatlarınızda ne yazıyorsa onu öğreteceksiniz. Anayasamızdaki altı oku öğretin, Atatürk milliyetçiliği dışına çıkmayın" deyip kestirip attı. Ömer Deniz'in bu kez Marx ve Engels ile ilgili soru sormak istemesi üzerine, "Bunları ansiklopedilerde bulabilirsiniz, ben bilgin değilim" diyerek zorunlu konuğunu evden çıkardı.
Genç idealist Ömer Deniz, polis tarafından izlendiğinin ve farkına varmadan hayranı olduğu büyük şairin başına ne belalar açtığının farkında bile değildi.
Harp Okulu'nda arama
Hala oğlunun evinde gözaltına alınan Názım Hikmet, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde fazla kalmadı.
Apar topar Ankara'ya götürüldü.
Ankara'ya götürülmesinin nedeni, Harp Okulu'ndaki başlayan soruşturmayla ilgiliydi.
Okulda arama yapılmış ve bazı öğrencilerin dolaplarında Názım Hikmet'in; 835 Satır, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Şeyh Bedreddin Destanı gibi şiir kitapları bulunmuştu. Ayrıca bazı askeri öğrencilerin yataklarının altından; İşçi Sınıfı İhtilali, Bolşeviklik Alemi, Stalin'in Hayatı, Puşkin'in Hayatı gibi eserler çıkmıştı.
Öğrenciler; 5409 yaka numaralı Ömer Deniz, 5271 İbrahim Abdülkadir Meriçboyu (Şair A. Kadir), 5408 Şadi Alkılıç (Yazar, nám-ı diğer Şadi Baba), 5227 Necati Çelik, 5202 Naci Fişek, 5362 Orhan Alkaya, 1132 Galip Arda, 5273 İsmail Özdemir'di.
Sosyalizme inanan 20'li yaşlarındaki bu askeri öğrenciler gizlice örgütlenmişti. Liderleri Ömer Deniz'di.
Soruşturmayı yürütenlere göre, fikri lider Názım Hikmet'ti. Ömer Deniz'in İstanbul'da evine gitmesi bunun en önemli kanıtıydı!
Darbe teşebbüsü iddiası
Názım Hikmet, Ankara'ya geldiği gün sorgulandı. Harp Okulu öğrencilerini kışkırtarak darbe yapmak iddiasıyla gözaltına alınmıştı. İddiaları reddetti.
Ankara Merkez Komutanlığı'ndaki cezaevinin tek kişilik hücresine konuldu.
24 Mart 1938'de hákim karşısına çıktı.
Askeri Usul Yasası'na göre sanıkları savunacak avukatları "Adli Amir"in onaylaması gerekiyordu. Názım Hikmet'in avukatı İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmemişti.
Ankara'dan Fuat Ömer Keskinoğlu ve Saffet Nezihi Bölükbaşı bulundu.
Názım Hikmet mahkemede şöyle dedi:
"Hapishanede 67 gündür haksız yere ve delili olmayan ağır bir ithamla yatmanın azabı içindeyim. Ben Cumhuriyet'in, Mustafa Kemal'in Türkiye'ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğu idrakı içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşa'ya saygı duymama, Anayasa'daki altı ilkeye sahip çıkmama máni değildir, yazılarım bunun delilidir.
Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizmi tavsiye etmem aklın alamayacağı bir yakıştırmadır. Ömer Deniz'e ordu içinde görev vermem de mümkün değildir."
Sanık Ömer Deniz de Názım Hikmet'i doğruladı. Şairin öyle bir telkini, tavsiyesi, direktifi olmamıştı.
Bu sözler üzerine Názım Hikmet rahatladı.
Mahkeme, karar vermek için duruşmayı 29 Mart'a erteledi.
Avukatlarına göre şair "yüzde bin beş yüz" beraat edecekti.
Ve Askeri Hákim Kazım Yalman kararı açıkladı:
"Ordu içinde kışkırtma çıkarmak isteyen Názım Hikmet, Askeri Ceza Kanunu'nun 94. maddesine göre 15 yıla mahkûm edilmiştir!"
Názım Hikmet dondu kaldı.
Ömer Deniz 9 yıla mahkûm edilmişti, ancak yaşı 21'den küçük olduğu için cezası 7.5 yıla indirildi. (Ömer Deniz cezasını çekip cezaevinden çıktıktan sonra oyuncakçı dükkánı açtı. Bu dükkándaki çırağı kimdi dersiniz; Müjdat Gezen!)
Názım Hikmet davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlamıştı. Yoksa hayatında iki kez gördüğü ve üstelik ajan sanıp polise bildirdiği biriyle konuştuğu için nasıl 15 yıl ceza alabilirdi?
Gazeteci Falih Rıfkı Atay, yıllar sonra TBMM'de Kazım Özalp'ten duyduğu sözleri yazdı: "Vesika yokmuş ha? Delil bulunamazmış ha? Biz onu Divani Harbe mahkûm ettirelim de gününü görsün." (Dünya Gazetesi, 2 Mayıs 1965)
Názım Hikmet, İstanbul'a yakın İmralı Cezaevi'ne nakledilmesini talep etti, ancak aniden İstanbul'a götürüldü. Yargıtay, Názım Hikmet'in 21 Haziran 1937'de tahliye olduğu bir önceki davanın kararını bozmuştu. Dava yeni baştan görülecekti. Fakat Názım Hikmet'i İstanbul'da bir sürpriz dava daha bekliyordu.
Erkin gemisinin özel olarak hazırlanmış duruşma salonunda görülecek bu davanın konusu neydi dersiniz; kitap okutarak donanma personelini darbeye teşvik etmek!
Názım Hikmet'ten Atatürk'e mektup
"CUMHURREİSİ Atatürk'ün Yüksek Katına,
Türk Ordusunu 'isyana teşvik' ettiğim iddiasıyla 'on beş yıl ağır hapis' cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını 'isyana teşvik etmekle' suçlanıyorum.
Türk inkılabına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım açıktır.
Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat ve gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Deli, serseri, mürteci, satılmış; inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu 'inkılap askerini isyana teşvik' damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.
Kemalizm ve senden adalet istiyorum.
Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum."
Bu mektup Atatürk'e ulaşamadı.
Atatürk ağır hastaydı.
Názım Hikmet'in akrabası Ali Fuat Cebesoy'un çabaları da yetmedi. Cebesoy okul yıllarından beri arkadaşı olan Atatürk'e olayı ancak hasta yatağında iletebildi, Atatürk, "Görüyorsun ne durumdayım, Mareşal'i darıltmadan siz bir çözüm bulun" dedi.
Mareşal; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fevzi Çakmak'tı. Davalarla özel olarak ilgilenmişti. Her taşın altında komünist aramıştı.
Ne ilginçtir, yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığı'ndan alınınca bunu kabul edemedi, politikaya atıldı; İnsan Hakları Derneği'ni kurdu ve bu nedenle komünist olmakla itham edildi!
Diyeceksiniz ki mesele sadece komünizmin tehlikeli görülmesi sonucu Názım Hikmet başta olmak üzere onlarca kişinin cezaevlerine tıkılması mıydı?
Eğer ortada hukuk yoksa biliniz ki siyasal bir çekişme vardır. Örneğin, Mustafa Kemal hasta yatağında iken siyasetin gündeminde "milli şefin" kim olacağı sorusu vardı. Bir yanda Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras gibi Sovyetler Birliği ile yakın dış politika yürütenler, öbür yanda diğerleri...
Eh komünistler orduyu kışkırtıyorsa Kaya ve Aras'ın "milli şef" olmasına olanak yoktu.
Zaten sonra ikisi de tasfiye edildiler.
Demem o ki meselelere daha geniş açıdan bakmakta hep yarar var.
Názım Hikmet de Silivri'de yargılandı
NÁZIM Hikmet, Ankara'dan İstanbul'a getirilerek Sultanahmet Cezaevi'ne kondu. Ancak burada uzun kalmadı, haziran ayının son günü Donanma Komutanlığı'na bağlı askerler tarafından Erkin gemisine götürüldü. Önce tuvalete, sonra da ambara hapsedildi. Sürekli seyir halindeki gemide 40 gün kaldı.
Yargılama 10 Ağustos'ta gemide yapıldı. Gemi Silivri açıklarına demir atmıştı.
Peki, dava konusu neydi: Kitap okumak!
Yavuz gemisinde görevli bazı astsubay ve erlerin kitap okudukları istihbaratı alınmıştı. Kitaplar bir "kaynaktan" geliyordu.
Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve eşi Fatma Nudiye Yalçı, "Kıvılcım Kütüphanesi" adında bir yayınevi kurmuşlardı. Buraya gidip gelen 20 yaşındaki (Yazar) Kerim Korcan, arkadaşlarıyla birlikte "Kitap Sevenler Derneği" diye bir topluluk oluşturmuştu. Kerim Korcan'ın ağabeyi Haydar Korcan, askerliğini Yavuz zırhlısında yapıyordu. Hafta sonları gelip buradan kitap alıyor, okuyup geri veriyordu. Zamanla gemideki diğer astsubay ve erler de kitap okumaya başlamıştı.
Buraya kadar her şey normaldi. Ancak Ankara Harp Okulu'ndaki gelişmeler, gözleri bir anda Yavuz zırhlısına çevirmişti. Gemide gizli bir örgütlenme filan yoktu ama sol yayınları okuyanların ileride ne yapacağı belli olmazdı.
Donanma personelini kitap okutup kışkırtarak darbe yapmayı düşünenler olabilirdi
O halde...
25 Nisan 1938'de operasyon başladı.
Hikmet Kıvılcımlı, eşi ve Kerim Korcan gözaltına alındı. Bir ay emniyette işkence gördüler. Gözaltına alınan sanık sayısı 28 kişi oldu.
Soruşturma, ağır baskılar altında kışkırtıcı muhbirler kullanılarak sürdürüldü.
Bu muhbirlerden Astsubay Hamdi Alevtaş'a göre, dört yıl önce tanıştığı Názım Hikmet kendisinden, erlerin mektuplarını okuyup yoksul olanların adreslerini bildirmesini istemişti! Öyle ya, komünistler yoksul bulmakta zorlanıyorlardı!
Soruşturmayı yürüten Savcı Haluk Şehsuvaroğlu davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlayarak istifa etti. Üstelik bu durum kendisini çok rahatsız etti, yargıçlıktan ayrıldı.
Okunan kitapların yasak olmadığı Adalet Bakanlığı tarafından mahkemeye bildirilmesi üzerine Savcı Şerif Budak'ın ettiği söz tarihe geçti: "Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz."
Davada adaleti hakim kılmak isteyen hákimler de vardı. Mahkeme Başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer, "Ortada hiçbir şey yok, bu çocuklara yazık ediyorsunuz. Bu yaptığınız donanmaya kötülüktür" diyerek istifasını verdi.
10 Ağustos'ta başlayan duruşmalar 29 Ağustos'ta bitti.
Ve ne yazık ki Názım Hikmet bu davadan da 13 yıl ceza aldı. Toplam cezası 28 yıl olmuştu.
Açıkça görülüyor ki Názım Hikmet hukukun ölçülerine göre değil, siyasal eğilimlerine göre mahkûm ettirilmişti.
Sonrasını biliyorsunuz:
Názım Hikmet İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. 1950 yılında çıkarılan afla serbest kaldı.
Ancak çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. Artık adalete inancı kalmamıştı çünkü.
25 Temmuz 1951 tarihinde DP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
Ve Názım Hikmet'e geçen hafta yeniden vatandaşlık hakkı verildi.
Bir yanda dün hukuksuzluk sonucu yurtdışına çıkmak zorunda kalan Názım Hikmet'in vatandaşlığı geri veriliyor, diğer yanda bugün hukuk ihlalleriyle insanlarımızın hayatlarının darmadağın olması sadece seyrediliyor.
Soner Yalçın - Hürriyet, 11 Ocak 2009
09 Ocak 2009
Ergenekon Yalakaları
- Koskoca emekli Yargıtay Başsavcısı’nın evini aradıklarına göre, herhalde bir şeyler var, diyebiliyor.
Bu denli insan haysiyetinden, bu denli demokrasi fikrinden, bu denli hukuk nosyonundan, bu denli aydın namusundan yoksun bir çıkış olabilir mi?
Bir soruşturmayı başlat, çamur at, bunun gibi kakavanlar ortaya çıksınlar, daha yargı yapılmadan, yargıya gerek kalmadan, hemen işin içinde bir suç olduğuna karar verilsin.
Doğrusu bunlar hödüklük katalizörü olarak, yargının yerine kaim olup, hüküm verecek ve kamuoyunu yönlendireceklerse adalete ne gerek var ki?..
Adam güya hukukçu ve de Bakan olmuş, Ergenekon soruşturması ile ilgili olarak,
- Olay siyasi değil, her şey hukukidir, diyebiliyor.
Adam güya hukukçu ama hukuktan nasibini alamamış, herhangi bir tasarrufun siyasi olmayıp, hukuki olabilmesi, hukuken geçerli sonuçlar doğurabilmesi için yalnızca hâkim veya savcılar tarafından yapılmış olmaları yetmez, aynı zamanda kurallara, hukukun öngördüğü hususlara da uygun olması gerekir.
Savcının ya da hâkimin cinayeti, salt bunlar hukuk adamı diye, hukuken meşru olamaz.
Vural Savaş, Ergenekon soruşturması sırasında hukukun nasıl çiğnendiğini anlatıyor. Vural Savaş dün “Kanal Biz”de haykırıyor, bu soruşturmada ve davada hukuk kurallarının çiğnendiğini, “olay yargıya intikal etmiştir” diye susmanın yanlış olduğunu söylüyordu.
Ergenekon soruşturmasının ne olduğunu bilmek için, son dalgayı beklemeye gerek yoktu. Son dalgada gözaltına alınan isimlere bir bakın! tabii İbrahim Şahin gibi Susurluk sosu olsun diye katılan isimleri bir yana bırakın, ortak noktaları nelerdir diye bir sorun kendinize, bu olayın ne olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz.
Gözaltına alınan ve evi aranan toplumca bilinen muteber kişilerin ortak noktası, hepsinin de, AKP’nin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, laikliğin, hukukun, yargı bağımsızlığının esamisinin okunmadığı, sosyal devletin yerini, sadaka sistemine bıraktığı bir İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürmeye çalışan sivil darbesine karşı olmalarıdır. Zaten Ergenekon soruşturması, bugüne kadar tıkır tıkır yürütülen sivil darbenin bir parçasıdır.
Bugün artık, sorulması gereken soru, iktidarın meşruiyetini yitirip yitirmediğidir.
Bu sorunun gündeme gelmiş olmasının sorumlusu bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.
Bu gerçekler artık herkesçe bilindiği için Ergenekon’un ne olup ne olmadığı üzerinde durmak yerine, Ergenekon yalakalarına bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Ergenekon çerçevesinde gelişen olaylardan duyduğu endişeyi ve rejim hakkındaki haklı kaygılarını dile getiren CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a karşı, Ergenekon yalakaları (Tayyip yalakalarıyla eşanlamlıdır) hemen seslerini yükselttiler:
- Bu yargıya müdahaledir.
Hemen soralım:
- Başbakanın bu davanın savcılığına soyunması yargıya müdahale değil miydi? O zaman nerelerdeydiniz ey Ergenekon yalakaları?
Ergenekon yalakalarının en önemli savlarından biri rejime karşı darbe iddiasıdır.
Bu iddia doğru, fakat yalakaların baktıkları yer yanlıştır. Darbeyi görmek isteyenler, laik rejimi İslami rejime dönüştürmeye çalışanlara bakmalıdırlar.
Onlar da yalakaların baktığı yerde değil, tam aksi yönde durmaktadırlar.
Hadi diyelim ki, bunların sığ kafaları yalnızca, askeri darbeye şartlandırılmıştır.
O zaman da onlara şu söylenebilir:
- Efendi darbe arıyorsan mutasavver darbeden önce, gerçekleşmiş darbeye bak. Lideri Marmaris’te duruyor.
Demokratlıktan dem vuranlara da söylemek gerekir ki;
- Yapılmış darbenin hesabını soramayanlar, yapılacağı ileri sürülen darbenin hesabını hiç soramazlar.
Bunların içinden milletvekili bile olmuş güya hukukçu biri de, buyurmuş:
- Artık dokunulamaz kimse kalmadı…
Yapma yahu!
Kendisine hemen dönüp soralım:
- Senin milletvekillerin ve de Başbakan’ın hırsızlık, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, resmi evrakta sahtekârlık gibi kovuşturmalardan dokunulmazlık zırhının arkasına sığınarak saklanmıyorlar mı? Dokunulmaz değil mi onlar? Onlar orada durdukça, sen hiç utanmadan nasıl ‘kimse dokunulmaz değil artık’ diyebiliyorsun? Sonra kendisine şu husus da anımsatılmalıdır:
- ‘Bizim arkadaşlarımız, yargıya güvenmedikleri için dokunulmazlıkların kaldırılmasını istemiyorlar’ diyen sen değil miydin?
Sizi gidi, Ergenekon yalakaları sizi!..
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 9 Ocak 2009
08 Ocak 2009
‘Laikleri şişe geçireceğim’ diyen adam, Başbakanlık Basın Müşaviri oldu!
“Bakalım bu kez Kanal-7’den hangi isim bu göreve atanacak?”
Yanılmadım... Başbakanlık’ın yeni Basın Müşaviri, Kanal-7 kökenli Kemal Öztürk oldu.
Peki; adı AKP hakkında açılan kapatma davasının iddianamesinde de geçen Kemal Öztürk kimdir?
1969’da Ağrı’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi.
Yazı hayatına 1990 yılında İran Devrimi yanlısı bir yayın politikası olan Girişim ve Selam isimli dergilerde başladı. Bu Meydan, İmza, Nehir, Yeni Zemin, Sözleşme, İstanbullu dergilerinde Mir Mahmut Rıza mahlasıyla laiklik karşıtı yazılar yazdı.
1995’te muhabir olarak Yeni Şafak Gazetesi’ne, 1996’da da belgesel yapımcısı olarak Kanal-7’ye geçti. Hazırladığı “İlk Meclis” belgeseli, laiklik karşıtı bulundu ve RTÜK tarafından yasaklandı.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten bir yıl hapse mahkûm oldu.
1999’da Kanal-7’den ayrılarak, dil ve mesleki eğitim almak üzere Amerika’ya gitti.
Daha sonra Bülent Arınç’a danışmanlık yaptı; ardından AKP Basın Bürosu’nda görev aldı.
Nükte Yayınları’ndan 1994 yılında çıkan ve Mir Mahmut Rıza mahlasıyla yazdığı “Bir Garip Oğlanın Hikâyesi” kitabı mahkeme kararıyla toplatıldı. Bu kitap yüzünden de bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bakın, yeni Başbakanlık Basın Müşaviri, 15 yıl önce yazdığı o kitapta kahramanların ağzıyla neler diyordu:
- “Devlet kimdir? Helvadan yapılmış puttur.”
- “En sonunda beni bir numaralı terörist yapacak bu pez...nkler, bütün laikleri bir bir şişe geçirecem, ondan sonra anlayacaklar laikliğin faziletlerini. Elin o...pusu bile kalkıp ‘Ben laikim, namusumla çalışıyorum, kimse karışamaz’ demeye başladı. Ula ben böyle laikliğin...”
- “Bak bizim sahte Müslümanlar nasıl bölücülük yapıyorlar. Ben bu yüzden bu adamları sallandıralım diyorum. Ayrıcalık yapanın dinde de katli vaciptir çünkü. Ama dinleyen yok!”
- “Herkes, sineğin şıraya yapıştığı gibi laikliğe sarılır ama kimse onun gerçekte ne anlama geldiğini bilmez. Ne kadar da utanmazlar. Rahmetlinin (Atatürk’ü kastediyor) mirasına sahip çıkan mendeburların hiçbiri, laikliğin ne anlama geldiğini ve nereden geldiğini bilmezler.”
- “Eskiden Türkler’in yetiştirdiği ‘marimus öküzü’nün sol arka bacağının uyluk yeri ile işkembesinin ayrıldığı yerde bir et parçası bulunur. İşte tam buraya ‘laik’ denir. Vee bugün kullandığımız kelimenin de aslı buradan gelmektedir.”
İşte; Başbakan’ın yeni Basın Müşaviri böyle biri!
Eminim ki o da, “Canım ben de Sayın Başbakanımız gibi değiştim, öyle düşündüğüm günler geride kaldı” diyecektir!
İyi de Başbakan; hep geçmişte laikliğe küfreden adamları bulup da böyle kritik görevlere getirmek zorunda mı?
GÜNÜN SORUSU
Dünkü şok gözaltılardan Başbakan Erdoğan’ın haberi var mıydı?
Fethullah’ı eleştirdiler Ergenekoncu oldular!
Türkiye dün bir kez daha bilmem kaçıncı dalga Ergenekon gözaltılarına tanık oldu. Evleri aranan ve gözaltına alınan bu çok önemli isimlerin bir ortak özelliği de Fethullah Gülen cemaatinin laiklik karşıtı eylemleri konusunda toplumu uyarmaları...
İşte birkaç örnek:
Gülen davasını sonuna kadar kararlılıkla takip eden Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Ergenekon soruşturmasının sonunun Şemdinli gibi olacağını dile getirmişti. Unutmayın ki; Fethullah Gülen’le bağlantısı olduğu belirtilen ve meslekten ihraç edilen Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya, halen ABD’de bulunuyor.
Bedrettin Dalan, her fırsatta Fethullah Gülen’in okullarının cemaatçi çocuklar yetiştirdiğini ve bunun laiklik için tehdit olduğunu söylemişti.
Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, “Fethullah Gülen’in hedefi şeriat devleti” demişti.
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç ise Fethullah Gülen ve Milli Görüş zihniyetinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını defalarca açıklamıştı.
Ne dersiniz... Bu tavırlarının faturasını ödüyor olabilirler mi?
Mustafa Mutlu - Vatan, 8 Ocak 2009
Yahudi düşmanlığının faturası kime çıkacak?
Ve bu vandallar Beyoğlu'nda eteklerinden tanıyıp fişledikleri İtalyan liseli kız öğrencilerin üzerine saldırır hale gelmişlerdi.
Unutmamışsınızdır umarım.
Bir başka örnek: Eski ev kadını faşist İçişleri Bakanı'nın ağzından dökülen 'Ermeni dölü' sözünün Türkiye'de nasıl insanları birbirine düşürdüğünü hatırlar mısınız? Bu küçük kıvılcım değil miydi giderek büyüyüp Hrant Dink cinayetine kadar varan...
Katil zanlısı polisler tarafından eline bayrak verilerek, sevinçle kameranın önünde 'ağırlanmıştı.'
Yükselen milliyetçilik Türkiye'nin yakın tarihine Trabzon'daki rahip cinayeti gibi yeni kara lekeler ekledi.
Maalesef, Türkler protestoyla provokasyonu çok kolay birbirine karıştıran bir millet. Belki genlerimizde ve kültürümüzde demokrasi olmadığı için eylemler bu topraklarda hiçbir zaman sivil düzeyde kalmıyor. Ne otorite 'sivil' tepki veriyor, ne tepkiciler yeteri kadar 'sivil' davranıyor.
Şimdi her geçen gün İsrail aleyhtarı mitingler düzenleniyor. Cüppeli, sarıklı, çarşaflı insanlar tarafından. Tekbir çekiyorlar, aşırı İslamist sloganlar atıyorlar. Bildiğimiz duyarlı Türk Müslümanları değil bunlar, maalesef sayıları da epey fazla, giderek de çoğalıyorlar.
Onların bu provokatif diline, bir de Başbakan'ın Türkiye'nin stratejik ilişkilerini hiçe sayan üslubu ekleniyor.
Tamam, İsrail'in yaptıkları kabul edilemez. Çok zalim bir devlet politikası uyguluyor. Ama bütün gerçeklik ve akıl 'zavallı Filistin' hamaseti altında yok oluyor. HAMAS'ın bir terör örgütü olduğu, İsraillerin gündelik yaşamlarında ne gibi tehlikeler yaşadığı gerçeği unutuluyor. Sinemaları, cafe'leri, otobüsleri bombalanan, gündelik yaşamda aşırı paranoyak tedbirler almak zorunda kalan da bir İsrail halkı var...
Elbette bütün bunlar Gazze'de saldırılarını meşru kılmıyor.
Tabii ki İsrail'in de eleştirilecek tarafları var.
Ama Türkiye bu işte de dozu kaçırıyor. İş bir provokasyona dönüştü. Ve maalesef bu ölçüsüz tepkilerin sonu 'Yahudi Düşmanlığı'na varıyor.
Türkiye'nin tarihinde, Avrupa'yla kıyasladığımızda Yahudilerle ilişkisinde neredeyse hiçbir pürüz, hiçbir sorun olmamış. İkinci Dünya Savaşı'nda insanlığın en büyük kıyımı yaşanırken Türkiye dahil olmamış. Osmanlı Devleti, Yahudilere ev sahipliği yapmış.
Şimdi bu denge bozuluyor. Birkaç sarıklının önderliğinde toplumsal histeriye kapılmak üzere Türkiye. Hepimiz biliyoruz ki asli amaçları Türkiye'yi dönüştürmek: Laik ve demokratik Cumhuriyet'ten İslam Cumhuriyeti'ne geçişi sağlamak.
İsrail'in Gazze'de yaptıklarıyla insanın özdeşleşmesi zor.
Peki başta Saadet Partisi'nin İsrail karşıtı mitingi olmak üzere, büyük şehirlerde patlak veren bu radikal dincilerle mi özdeşleşeceğiz? Seçeneğimiz bu mu? Onların sunduğu ve üzerinden prim yaptığı düşmanlığa alkış mı tutacağız? Yıllar sonra bu topraklarda bir din savaşının patlamasını mı istiyoruz? Kusura bakmayın, ben bu prostestocularla aynı safta yer almak istemiyorum.
Maksat İsrail devletini protesto etmekse orada tekbirin, sarıklının, cüppelinin ve onlarca başka siyasi simgenin işi ne?
Provokasyona getirilen halk ellerinde görünmez swastika'larıyla şov yapıyor meydanlarımızda. Bu işin nerelere varabileceğini kestirmek zor değil. Ama maalesef Başbakan bile görmezden geliyor.
1 Mayıs mitinglerinde güvenlik gerekçeleriyle solculara saldıran 'gazcı kardeşler', Vali Güler ve Polis Cerrah, radikal dincilerin eylemlerinde herhangi bir tehlike görmüyor mu?
Başka türlü bir Hrant Dink cinayeti tekrarlanırsa sorumluluğu kimin üstleneceğini merak ediyorum.
Oray Eğin - Akşam, 8 Ocak 2009
31 Aralık 2008
Krizin fotoğrafı çekildi
17 Aralık 2008
Özür Bekliyorum!
Özür Bekliyorum kampanyasını destekliyorsanız, imzalarınızı bekliyoruz.
"Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi"
Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk, s.260-261
30 Eylül 2008
Son Buluşma'ya hazırlanın!
Şimdiden duyurayım, sinemalarımızda 24 Ekim’de gösterime girecek olan Son Buluşma adlı belgesel film kendisinden çok söz ettirecek ve yılın en iyi, en anlamlı yapımlarından biri olarak nitelenecek. Daha doğrusu, “normal ve sağlıklı” bir kültürel ortamda böyle olması gerek, böyle olmasını umuyor, diliyorum...
Kardeşim Benim, Züğürt Ağa, Selamsız Bandosu, İmdat ile Zarife gibi başarılı filmleriyle tanınan yönetmen Nesli Çölgeçen’in imza attığı Son Buluşma belgeseli, Ömer Küyük, Veysel Turan ve Yakup Satar adlarında, çok yaşlı üç insanı tanıtıyor. Film çekildiği sırada 108 yaşında olan Küyük ve Turan ile 110 yaşında olan Satar, sıradan birer yaşlı değiller. Onlar, Türkiye’nin bağımsızlığı için binlerce insanın şehit düştüğü Kurtuluş Savaşı’nın son tanıkları, İstiklal Madalyası taşıyan son gaziler...
Günlük yaşamlarından kesitler, Kurtuluş Savaşı’na dair anıları, yakınlarıyla ilişkileri ve Ömer Küyük’ün diğer iki gaziyi ziyaret edip helalleşmeleri çerçevesinde, çok başarılı, çok etkileyici, çok sıcak ve hüzünlü bir anlatımla karşımıza gelen Son Buluşma, en kısa tanımla vatan sevgisinin ve bugünlerde çok söz edilen “şeref”in simgesi niteliğinde gerçek bir sinema olayı.
Utanma sıkılma duymadan “Vatanı bir kadın memesine satarım!” diyen arsız iktidar aydınlarının yüzüne vurulan bir tokat da aynı zamanda...
Çölgeçen, filmin kapanış jeneriğinde “Şimdi Atatürk’ün yanındalar... Sizleri çok özlüyoruz” diyor. Çünkü Ömer Küyük (Nişancı Er Ömer) Ocak 2006, Veysel Turan (Sıhhiyeci Onbaşı Veysel) Mart 2007, Yakup Satar (Süvari Yakup Çavuş) Nisan 2008’de aramızdan ayrıldılar.
Son Buluşma’nın 26 Ekim’de İstanbul’da gerçekleştirilen basın gösteriminde, salondaki sinema yazarı ve basın mensuplarından bir kısmının gözyaşlarını tutamadığını, bazılarının da hüngür hüngür ağladıklarını not düşeyim. Bunca yıldır film seyrederim, böyle bir manzaraya ilk kez tanıklık ettim.
Evet, normal ve sağlıklı bir kültür-sanat atmosferinde Son Buluşma gibi bir çalışmanın ortalığı sallaması, gündem yaratması, gişe rekorları kırması beklenir. Bakalım ne olacak... Kendimizi, Recep İvedik’i bile Bergman ya da Antonioni’nin elinden çıkma bir sanat filmiymiş gibi algılamamıza yol açan, “Beterin de beteri varmış gerçekten” dedirten Süper Ajan K9’a mı, yoksa bağımsızlık savaşımızın son kahramanlarına mı yakın hissedeceğiz, doğrusu çok merak ediyorum.
Kaynak: OdaTV
29 Eylül 2008
Kılıçdaroğlu'nun sitesi hacklendi
İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler....!!!!!!
4:31. Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız
26 Eylül 2008
Maske Düştü Gerçekler Göründü Yüzleri Kızarmıyor
Bir iktidar partisinin ikinci adamı diye anılan siyasetçi, karşıt siyasetçiye ulan diye söz başlıyorsa... bu siyaset adamı işine geldiği için TBMM’yi baş tacı eden söylemlerde bulunuyor ve sonra, muhalifinin TBMM’de düzenlenecek basın toplantısı önerisine “Bu aptalca bir şey” diye demokratik rejimin kalbi parlamentoyu aşağılıyorsa... bu adam ve temsil ettiği partiye olumlu gözle bakılabilir mi?
DMM Fırat, Kemal Kılıçdaroğlu ile “kozunu paylaşmaya” derin terbiye kültürünü sergileyen küfürlerle başladı ve devam ediyor.
Buna karşı Kılıçdaroğlu terbiye seviyesini sergileyen kişiye sadece “baron” diye alaylı bir sözcükle karşılık veriyor.
RTE ile başladı küfürlü saldırılar. Balık baştan koktu. Aşağı düzeylere kadar geldi.
Yüzde 47 değil yüzde 90 oy da alsalar terbiyesiz sıfatı alınlarında bir damga gibi duracak!
***
Yüzlerindeki maske aşağıya düşünce sadece terbiyeden yoksun oldukları mı kanıtlandı? Hayır.
Dinci kadroların ne denli sahtekâr olduklarını kanıtlayan olaylar çorap söküğü gibi birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı.
Ticarette, siyasal amaçlarında dini basit bir araç gibi kullandıklarını sergileyen kimi somut olaylar gündeme girdi.
Köktendinci Vakit gazetesi, CHP’ye Alman Vakfı’ndan büyük para yardımı yapıldığını belgelerle, evet yanlış okumadınız belgelerle manşetlere taşıdı.
Yasalar dış ülkeden para yardımı alan partinin derhal kapatılmasını emrediyor. Sevinç naraları atıldı; CHP kapatılacak!
Bunlar öyle yalancı ki, mumları yatsıdan çok önce sönüyor.
Vakit’in haberini Alman Dışişleri Bakanlığı ve Ankara Büyükelçiliği yalanladı.
Vakit’in yayımladığı belgenin sahte olduğunu vurgulayarak!
Bunlar din taciri, bunlar güya Müslüman… Bunlar sözüm ona İslamın temiz karakterli olmayı emreden kurallarına uygun yaşam sürdüren adamlar ha?
Bunlar usta oldukları din sömürüsüne mütedeyyin, masum insanları alet ediyorlar.
***
AKP’nin temsil ettiği din-siyaset karması siyaset anlayışı -Kılıçdaroğlu’nun belgelerle kanıtladığına göre- noter üçkâğıtçılığına kadar iniyor.
Uluslararası dolandırıcılıktan beş yıl hüküm giyen Mehmet Gürhan Almanya’da cezaevinde yattığı sırada İstanbul’a geliyor. Deniz Feneri’nin Türkiye’deki baş sorumlusu Zekeriya Karaman’a noterden tam vekâlet veriyor.
Dini bütün adamlar bunlar; bir günde iki ayrı ülkede bulunabiliyorlar.
Tam bir hokus pokus olayı. Kanal D’de Mehmet Ali Birand, İstanbul’da noteri buldurdu, konuşturdu.
Almanya’da cezaevinde olan bir insanın İstanbul’da vekâlet vermesini bir türlü açıklayamayan yılışık bir surat ve noterde çalışan sekreterlerin pek çoğu baştan sona tesettürlü!
Bu manzara bile noterin kimlere hizmet verebileceğini kanıtlamaya yetiyor.
***
Namus, dürüstlük… Kendi dışında herkes yalancı. Bu sözcükler Zahid Akman’ın ağzından eksik olmuyor ama Hürriyet tam yedi olayda yedi yalanının listesini veriyor.
Yalanlarına son örnek: NTV’de meydanı bol buldu, atıyor, tutuyor. Ortağı olduğu Hayat Yapı’nın 2003’te Armada’nın yüzde 3.3’ü için 41 bin 416 YTL ödediğini söylüyor. Ancak 24 saat geçmeden avukatı; “hayır, 41 bin değil, tam 905 bin 597 YTL ödediğini” açıklıyor.
Amaca varmak için papaz elbisesi bile giyerim, diyen bir liderin himayesinde olanların yüzleri kızarır mı?
Yüzlerine tükür; yağmur sanıp yarabbi şükür diyecekler!
Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 26 Eylül 2008
21 Eylül 2008
Bir 12 Eylül fotoğrafı!
12 Eylül döneminde hafızalara kazınan pek çok görüntü var. Bir çok acının yaşandığı karanlık dönem, hapisler, acılar ve işkencelerle anılıyor aradan 28 yıl geçmesine rağmen. Cumhuriyet gazetesinin arşivinden çıkan bu fotoğraf ise çok fazla bilinmemesine rağmen, o dönemde yaşanan işkenceleri ve yaşanan acıları anlatması bakımından döneme damgasını vuran fotoğraflardan birisi.
Sorguya çekenin elindeki kemer ve karşısındakilerin yüzündeki korku ifadesi dikkat çekiciydi. Çoğunun yataklarından kaldırılıp getirildiği belli olan bu insanlar fay hattının tam üzerinde yer alıyordu. (Cumhuriyet)

Kaynak: Vatan Gazetesi
18 Eylül 2008
Gül, Gülen'in iftarına katılacak
25 Eylül Perşembe akşamı verilecek iftar yemeğine New York ve New Jersey eyalet senatörlerinin yanı sıra akademik çevrelerden ve sanat dünyasından isimler de davet edildi. Gülen Cemaati'nin geçen yıl da düzenlediği "Dostluk İftarına" New York Senatörü Hillary Clinton ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan katılmıştı.
Cemaat, geçen yılki yemekte Hillary Clinton'ın başkanlık seçim kampanyası için 250.000 dolar bağış toplamıştı.
Kaynak: Vatan Gazetesi
Dincilerin gözdesi Emre Aköz
17 Eylül 2008
Sözde müslümanlar, sözde vatanseverler!

Bu sırada halkı yönlendire bazı kişiler, “Kalenin surlarına çıkıp bayrakları indirelim” dedi. Ancak, gelen resmi ve sivil polisler gerginliği kontrol altına aldı. Tepkilerin artması üzerine Bizans bayrakları surlardan indirildi. 30 kişilik belgesel ekibi malzemelerini toplarken bölgeden uzaklaştı. Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, film ekibinin meydana gelen olayla ilgili şikayetleri bulunmadığını o nedenle gözaltına alınan olmadığını söyledi.
Yönetmen Tanyolaç Türkben, çekim sırasında meydana gelen olay ardından Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şubesi'ne çağrıldı. Çekimlerle ilgili valilikten izin aldıklarını belirten Türkben, polis yetkililerine bundan böyle çekim yapacakları yerler ve saati konusunda bilgi verdiğini, tepkinin organize hareket olmadığını, yoldan geçen kişilerin bir araya gelerek galeyana gelmesi sonucu oluştuğunu bildirdi.
KAYSERİLİ YÖNETMEN NE DEDİ?
Belgeselin Yönetmeni Tanyolaç Türkben, beklemediği bir tepkiyle karşılaştığını söyledi. Türkben, şöyle konuştu:
“Ben de Kayserili'yim ve yaptığım her şeyi Kayseri için yapıyorum. 6 bin yıl öncesinden 7- 8 uygarlığı bu belgeselde işlemeyi düşünüyordum. 15 yıldır bu işi yapıyorum ilk kez böyle bir olayla karşılaştım. Bizans bayraklarını buraya asmamızın nedeni Bizanslılar tarafından yapılan bu kale ile ilgili bilgi vermekti. Daha gerçekçi olması için o bayrağı oraya koymak zorundaydım. 30 kişilik ekiple çalışıyorduk. Sinema tadında bir belgesel olacaktı, diğer illerde de böyle tepki olursa belgeseli çekemeyeceğim. Ben de Müslümanım. İnsanlar bu belgeseli izledikten sonra faydalı bir iş olduğunu anlayacaklar.”
Hunat Camii önünde bir süre bekleyenler polisin uyarısı üzerine dağılmak zorunda kaldı.
Kaynak: Hürriyet
Not: Ülke toprakları, kurumları, limanları vb. yabancılara satılırken gıkını çıkarmayan halkımız(!), belgesel çekimi için kaleye asılan bir bez parçası için galeyana gelebiliyor. Sindirilmiş bir halkın göstergesidir bu...
14 Eylül 2008
Kitap Önerileri - 2
Yazar: Necip Hablemitoğlu
Yayınevi: Pozitif Yayınları

Mustafa Kemal Atatürk
Yıl 2002, Dr. Necip Hablemitoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecin sancılarını yaşıyor" diyerek endişelerini dile getiriyor, bulgularını ortaya koyuyor:
"Yeni bin yılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel kliseleşmiş adı. Mürtecilik yani gerilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor."
"Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor."
"Ben Türküm ve Başka Türkiye yok" diyerek yola çıkmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş gerçek bir aydın olan Necip Hablemitoğlu, "Köstebek" kitabında irtica tehdidini, devlet kademelerindeki örgütlenmelerini kuşkuya yer bırakmadan belgelerle ispatlıyor.
12 Eylül 2008
Taraf'a Uyarı!
Cemil Ertem’in yazısında anlattığı bölüm şöyle:
“12 Eylül günlerinden hatırladığım en belirgin figürlerden birisi de Atatürk’ün doğumunun 100. yılı logosuydu. Bu logo 12 Eylül’ün bir simgesi olarak olur olmaz her yere oturtuluyordu. Üniversitelerin bastığı bütün ders kitaplarının sol üst köşesine bu logonun konması zorunluydu. Belki de zorunlu olmamıştı ama o günün koşulları içinde üniversite yönetimleri kendiliğinden böyle bir uygulamaya gitmişlerdi. Zaten faşizm böyle bir şeydir; ilkönce zorla gelir sonra o zoru herkes kabullenir ve herkes faşizmin kendisi olur; faşizm sıradanlaşır, içselleşir. Bugün herhalde 12 Eylül’le Kemalizm arasında çok güçlü ideolojik bağlar olmadığını düşünen, Atatürk’ün 100. yıl doğum logosunu görünce rahatsız olmayacak çok “solcu” vardır.
Zaten 12 Eylül faşizminin gemleri azıya aldığı dönem 1981’de başlar. Yani Kenan Evren’in “Bunları asmayalım da besleyelim mi” dediği Bursa nutku sanıyorum 1981 kışındaydı. Atatürk’ün 100. doğum yılı yani.
12 Eylül, Kemalizmin o günkü şartlardaki biçimidir. Yani Kenan Evren kendisini birinci dereceden “Atatürkçü” ilan ederken kesinlikle tarihteki benzerleri gibi demagoji yapmıyordu. Çok komik olarak kendisine Atatürk havası vermesi ise benim her zaman takdir ettiğim yegâne davranışı olmuştur.”
İsterseniz yazıyı düzeltmeye başlayalım:
1. Cemil Ertem’in bahsettiği Bursa Nutku, Kenan Evren’in değil Mustafa Kemal Atatürk’ün.
2. Evet Kenan Evren “asmayalım da besleyelim” demiştir ama bunu Bursa’da değil Muş’ta söylemiştir.
3. Kenan Evren asmayalım da besleyelim mi lafını Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981’de değil, 1984’te söylemiştir.
4. Atatürk’ün doğum gününü kesin olarak bilmiyoruz. 12 Eylül generalleri de bilmiyorlar. Cemil Bey’in 81 kışı ifadesi bu nedenle doğrulanmış değil.
5. Cemil Ertem’in söz ettiği logonun zorunlu olduğuna dair hiçbir bilgiye rastlayamıyoruz. Cemil Ertem’de zorunlu dediği logonun zorunlu olmadığını bir sonraki satırda kendisi itiraf ediyor: “Üniversitelerin bastığı bütün ders kitaplarının sol üst köşesine bu logonun konması zorunluydu. Belki de zorunlu olmamıştı…”
6. Cemil Ertem’in Kenan Evren’i her zaman neden takdir ettiğini anlayamadık. Kendisine Atatürk havası vermesi neden Cemil Bey’in hoşuna gitmiştir.
7. 12 Eylül Türkiye’de uzun bir süreçtir ve topluma büyük bir şiddet uygulamıştır. Ancak 1981’in bu şiddette özel bir yıl olduğu doğru değildir. Örneğin 50 idamdan yalnızca 6 tanesi 1981’de gerçekleşmiştir. Üstelik tamamı hazirandan ağustosa yaz aylarında gerçekleşmiş. Cemil Bey’in iddia ettiği gibi kış ayında değil.
Cemil Ertem’in bilgi yanlışları ve çelişkiler ile dolu yazısını Taraf Gazetesi’nin çalışkan editörlerinin fark edememesi oldukça ilginç.
Ancak Odatv.com bunu atlamadı.
Cemil Ertem’in yazısının dayandığı 12 Eylül-Kemalizm paralelliğine ilişkin dayandığı bütün olgular yukarıda ifade ettiğimiz gibi yanlış çıktı.
Taraf’ı bundan sonra daha dikkatli olmaya ve okuyucularını doğru bilgilendirmeye çağırıyoruz.
Kaynak: OdaTV
RTE’nin Davalarla Derdi Ne?..
Başbakan Recep Tayyip Bey iki davanın da içinde...
*
Başbakan Erdoğan kendisini açıkça Ergenekon davasının savcısı ilan etti...
“- Ben Ergenekon davasının savcısıyım...”
Oysa herkes Ergenekon davasının savcısı olarak Zekeriya Öz’ü biliyordu...
Meğer bu davanın asıl savcısı AKP’nin, iktidarın, hükümetin başıymış...
*
Dava sürüyor...
Ama, yine herkes biliyor ki bu davanın ne sorgulaması sorgulamaydı, ne iddianamesi iddianame...
Çünkü Başbakan’ın savcısı olduğu dava hukuki değil, siyasidir...
Zaten Ergenekon davasının ne sorgulaması hukuka ve yasalara uygundur, ne de iddianamesi hukuka ve yasalara uygun...
Başbakan RTE’nin böyle bir davanın savcısı olması ne anlam taşıyor?..
*
Gelelim ikinci davaya..
Deniz Feneri davası..
Başbakan bu davanın da içine cumburlop girdi...
Bu kez RTE davanın savcısı değil, adı dava iddianamesinde geçiyor...
Peki, Deniz Feneri davasının içeriği ne?..
Hortumculuk...
Üstelik Deniz Feneri davası Ergenekon gibi Türkiye’de görülmüyor...
Almanya’da sürüyor...
Almanlar bakmışlar ki İslamcılık tezgâhı kuran birtakım Türkler, saf Türkleri kim vurduya getirmişler...
Olaya el koymuşlar...
*
Ama Başbakan bu işe bozulmuş, Türkiye’de davanın haberlerini yansıtan grubun patronu Aydın Doğan’ı düşman ilan etti...
Erdoğan, Doğan’a diyor ki:
- Gazetelerinde Deniz Feneri davasının haberlerini yayımlamayacaksın!
Açıkçası Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Feneri davasında da hızlı taraf olup çıktı...
Allah aşkına Tayyip Bey neden bu davalara bulaşıyor?..
Niçin Ergenekon’da savcılık, Deniz Feneri davasında avukatlık yapıyor?..
*
Bu sorunun yanıtı pek yakında ortaya çıkabilir...
Herkes de şaşırabilir...
Ergenekon ile Deniz Feneri, Başbakan’ın kişiliğinde bütünleşen tek davaya dönüşüyor...
Bu da hayra alamet değil...
İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 12 Eylül 2008