17 Temmuz 2007

Rıza Nur’u tanıyalım

Atatürk’e saldırılarda bulunanların değişmez kaynağı olan Rıza Nur kimdir?

30 Ağustos 1879 Sinop doğumlu olan Rıza Nur, ilköğrenimini Sinop’ta gördükten sonra İstanbul’a gelerek eğitimini burada devam ettirdi. Tıp Lisesi ve Askeri Tıp Okulu’nu tabip yüzbaşı olarak bitirdi. Askeri Tıp Akademisi’nde staj yaparken Alman hocaların ilgisini çekerek orada asistanlığa başladı. Dr. Deike Paşa’nın yanında bir süre çalıştıktan sonra cerrahi bölümüne geçti ve Prof. Dr. Wietin Paşa’nın yanında çalışarak operatör oldu. 1903'te Rumeli Zibefçe gümrük kapısına bakteriyolog olarak atanan Rıza Nur, 1905'te Gülhane'ye yardımcı öğretmen, 1907'de Askeri Tıbbiye'ye cerrahi hocası oldu.

II. Meşrutiyet’in ardından yapılan seçimlerde Sinop’tan milletvekili seçilen Rıza Nur, İttihatçılara yönelik ağır eleştirileri nedeniyle Askeri Tıbbiye’deki profesörlük görevinden alındı. Daha sonra binbaşı rütbeleri de sökülmesine rağmen eleştirilerine devam etmesi nedeniyle üç ay hapis yattı. Ardından da Cemal Paşa’nın emriyle sürgüne yollandı.

1. ve 2. TBMM döneminde de Sinop milletvekilliği yapan Rıza Nur, 1926 yılına kadar bu görevini fiilen devam ettirir. Bu dönemde Eğitim Bakanlığı da yapan Nur, 1926 yılında hem hastalığı, hem de Mustafa Kemal Atatürk ile arasının açılması nedeniyle Paris’e yerleşti. Oradan Mısır’a geçip 12 yıl İskenderiye’de kaldı. 1938 yılında Atatürk’ün vefatı üzerine Türkiye’ye dönen Nur, 8 Eylül 1942’de öldü.

Buraya kadar, sürgünleri saymazsak, normal bir hayat sürmüş gibi gözüken Rıza Nur, göründüğü gibi masum değildir. Atatürk'ün, Ekim 1927 yılında okuduğu Nutuk’ta; Rıza Nur’un, Balkan Savaşları sırasında Arnavutları isyana teşvik ettiğini açıklaması nedeniyle, 1928 yılında “Hayatım ve Hatıralarım” kitabını yazmaya başlar. Amacı, hainliğinin üstünü iftiralarla örtmekti. Affınıza sığınarak, bu iftiralardan birkaç örnek vermek istiyorum. Daha sonra yazacağımız, Rıza Nur’un, kendisi ve eşi için yazdığı kısımları incelerken de bu iftiralarla bağlantı kuracağız.

"...Ali Fuad'la bir akşam ikimiz baş başa konuşuyoruz. Mustafa Kemal'in fuhuş hikâyelerinden bahsediyoruz. Dedi ki: "Ayol onun erkekliği yok. Mektepde iken, Selanik'de iken beraber çapkınlığa giderdik. Kadınlarla uğraşırdı, bir şey yapamazdı." Hayretimi mucip oldu. Bilmezdim. Çünkü fuhuşa çok düşkün. Bu sözü sonra bir binbaşının hareminden de işittim. Mustafa Kemal bir aralık buna dadanmıştı. Herkesin ağzındaydı. Kadın hasta olmuş, bana müracaat etti. Pek güzel bir hanım. Mustafa Kemal ile olan macerasını ne yapıp söylettim. Dedi ki: "O kadına çok düşkündür. Ama bir şey yapamaz. Kalkmaz. Uğraşır sürüştürür. Sonunda dışına akıtır, işte bu kadar." Bu söz Ali Fuad'ı teyit etti. Derken Mustafa Kemal Latife ile evlendi. Latife haremimle ahbap idi. Ona Mustafa Kemal'in kocalık yapamadığından şikayet etmiş. O da bana söyledi. Latife bu şikayeti Fethi Bey'in refikası Galibe hanıma da yapmış. Fethi'den işittim. Demek ki Ali Fuad'ın sözü tamammış. Demek bu adam i*nedir. Ve bu hali gençliğinden beridir."
(3. Cilt, 153. sayfa)

"…Anlaşıldığına göre boşanma vakasından iki-üç gün evvel Latife kardeşi İsmail ile haremi Süreyya Paşa'nın kızı Melahat Ankara'ya gitmişlerdi. Çankaya'da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal'in yanında katip sıfatıyla Halit Ziya'nın oğlu Vedad vardı. Güzel, tüysüz bir çocuk. Bir akşamüzeri karanlık çökerken İsmail, Melahat balkona çıkmışlar. Bakmışlar Vedad Mustafa Kemal'i ağacın dibinde yapıyor. Latife'yi çağırmışlar. O da görmüş. Bir kıyamettir kopmuş. Latife Mustafa Kemal'e "Her şeyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artık buna edemem" demiş. Gazi savuşmuş, İsmet'in evine gitmiş. "Bu karıyı şimdi boşayacağım" demiş. İsmet sabahleyin erkenden Hey'et-i Vekile'yi toplamış. Talaka (boşanmaya) karar vermişler. Latife'yi İsmet alıp trene koymuş. Trende teselli etmek istemiş, Latife ona "Sus, sus! İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen ona bir gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Hep aleti sensin." demiş."
(Sayfa 314-315)

"...Ankara'ya geldiğimin ikinci günü Dar'ul Muallimat Müdiresi Şahende Hanım geldi. Bir vaka anlattı. Meğerse biz Rusya'da iken pek çirkin bir vaka olmuş. Diyor ki: "Bir gece yarısı bir otomobille Mustafa Kemal, yaveri Salih, mektebin kapısına geldiler. Talebeden bir kızı alıp götürdüler. Ertesi günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'e gidip şikayet ettim. Bu çocukların babası o demektir. Ama 'Ne yapalım, olur ya. Kızı sevmiş, almış.' dedi. Hayret içinde kaldım. Sizi hatırladım. 'O olsaydı kıyameti koparırdı' dedim.

Mebuslara sordum. Bu iş Meclis'te gürültüye mucip olmuş. İstizah yapmak istemişler. Mustafa Kemal korkup kızı birkaç gün istimalden (kullandıktan) sonra yaverlerinden bir zabite nikahla vermiş, o da almış. Sonra zabiti terfi ettirmiş. Bu vaka çok çirkin ve namussuzca bir iştir. Devlet ve milletin ırzına geçmiş ve onun hayat ve namusunu kurtarmak için çalıştığını iddia eden şu adam, mektepten milletin masum kızlarını cebren alıp fiili şen'i (kötü fiil) yapıyor. Kız kaçırıyor, eşkıyalık ediyor. Bu iş, grubu epeyce vahdete getirmiş."
(Sayfa 182)

"...Artık bir balo ve dans devridir açıldı. Güya medeni ve asri olmuşuz. Dava bu... Bu zevk ve sefaları Kara Kaplı'ya uyduruyorlar, meşru göstermek lazım!.. Artık Ankara'da mükellef balolar veriliyor. Bu balolarda müthiş rezaletler de oluyor. Hatta kavga, dövüş de var. Mustafa Kemal geliyor. Zil zurna oluyor, kadınlara tasallut ediyor. Bir defa dans ederken Fransız Sefiri'nin kızının memesini sıkmış; kız kaçmış, babasıyla beraber balodan gitmişler. Bir defa Mustafa Kemal kadın yerine tüysüz bir zabitle dans etmiş, çocuğu öpmüş. Kadınlardan bir kaçı Gazi(!)'ye "biz burada iken bu olmaz" demişler, herif keyiflenmiş. Bir adam karısını, yani Mübarek Bey'ın kızını onlarla dans ettirmek istemediğinden Salih ve avanesi adamcağızı öyle dövmüşler ki, biçare sedye ile hastaneye götürülmüş. Avrupa'da balolarda böyle şey asla olamaz. Bunlar baloyu da tulumbacı koğuşu yaptılar. Zaten Meclis'leri, Hükümetleri de o... Demek seviyeleri bu kadar.

Mustafa Kemal bu rezaleti çok ilerı götürmüş. Bir baloda herkesin içinde İsmet Paşa'nın karısını da öpmüş. Yanındakiler "yapmamalıydın" demişler. O vakit "Niye bana haber vermediniz" demiş. Güya mazaret!.. İsmet de orada imiş. Hiç bir şey dememiş. Namuslu bir erkek olsaydı derhal Mustafa Kemal'i vururdu. Bunun diğer tafsilatını Robert Kolej'deki Hüseyin'in karısı Mihre'den dinledik. Evvelce de dedim ya, Mevhibe namuslu ve dindardır. Kocası ne kadar namussuz ise, O, o kadar namusludur. Derhal ağlıya ağlıya eve gitmiş. Mihre onlara misafir imiş. Ağlıyarak ona anlatmış. Arkasından İsmet gelmiş, karısına "Ne ağlıyorsun? Bir şey değil ki... Hem, o senin kardeşin" demiş. Eee... Tamdır. İsmet'e layıkdır, o bunların hepsine katlanır. Tek mevkide dursun... Duruyor, demek ahlakı, milli, idari, siyasi böyle nelere katlanıyor... iştirak veya aletlik ediyor, hesab edilsin..."
(Sayfa 318-319)

İftiralar bunlarla sınırlı değil elbet; ancak bunları yazmak bile utanç verirken, daha fazla devam edemem. Bunlar ve bunlar gibi iftiralarla, Atatürk düşmanı kişilerin yazılarında ve sitelerin de sık sık karşılaşmışsınızdır. Bunların dışında, Atatürk’ün annesinin genelevde çalıştığı ve bu nedenle de babasının belli olmadığı, kendisinin de mason, Yahudi, kızlara düşkün, din düşmanı, İngiliz ajanı vs. olduğu iftiraları da Atatürk düşmanları tarafından söylenmektedir. Biz yine konumuza dönelim.

Rıza Nur kitabını tamamladıktan sonra 1935 yılında, “1960 yılına kadar yayımlanmaması şartı” ile British Museum’a teslim eder. 1967-68 yıllarında Altındağ Yayınevi tarafından dört cilt olarak Türkiye’de yayımlanan anıları, Atatürk düşmanlarının bir numaralı kaynakları(!) haline gelir. 1992 yılında da Abdurrahman Dilipak’ın katkılarıyla, İşaret Yayınları tarafından tekrar basılmıştır. Atatürk’e iftiralar attığı cildinden alıntılar yapmayı seven Atatürk düşmanları, nedense, Rıza Nur’un kendisi hakkında yazdıklarından oluşan cildi görmezden geliyor ve bu ciltten yapılan alıntıların yalan olduğunu iddia ediyorlar. Gelelim kendisi hakkında yazdıklarına:

“Karımdan şu mektubu aldım: 'Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkan bırakmıyorum.' Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı” (s.1785). “Galiba bu işte (M. Kemal'in) ve İsmet'in (İnönü) de parmağı var”
(s.1786)

”(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor”
(s.1346)

”Bir Rus doktor, zampara mı zampara. Karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış”
(s.1410)

”Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım”
(s.7)

”Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana, 'Çöz! Yoksa öldürürüm!' dedi... Boğuşma başladı... Nihayet bayılıp kalmışım... Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu”
(s.84)

”Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım... Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde heyecan duyuyordum... Anladım ki bu çocuğa aşık olmuştum... Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir”
(s.22)

”Kadın, erkekten aşağı bir mahluktur”
(s.1530)

"Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar, iğrendiğim şeylerdir”
(s.1531)

"Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir” (s.378) “Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir”
(s.1305)

"Ahlak ve temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke mecbur oldum. Yalan da söyledim”
(s.105)

Görüldüğü gibi, Atatürk’e erkeklerden hoşlanma yakıştırmasında bulunan Rıza Nur, kendi anılarında bir erkeğe aşık olduğunu ve bu aşkın sonunun cinsel ilişki olduğunu itiraf etmiştir. Bu da Rıza Nur'un kendi istek ve fantezilerini, Atatürk'ü karalamak için kullandığını ispatlar niteliktedir. Ayrıca, gençliğinde bir kere tecavüze, bir kere de tacize uğraması da (Kendisi itiraf etmiştir.) psikolojik sorunlarının nedenleri arasında gösterilebilir. Kadın olmak istediğini belirtmesi de durumunun ne kadar ileri aşamalara ulaştığının göstergesidir.

Rıza Nur, yukarıda da görüldüğü gibi, hastalıklı bir kişidir. Kendi durumu için şizofreni tanısında bulunan ("Kuşkusuz ki ben nevrastenik idim") Nur için, Turgut Özakman’ın “Dr. Rıza Nur Dosyası” (Bilgi Yayınevi) kitabında da Dr. Hasan Behçet Tokol, şu tanılarda bulunmuştur:

“Bu kişide bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık var. Teşhisim; psikopatik bir zemin üzerinde paranoit reaksiyon, yani çok ağır bir ruhsal bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zeka fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa olumlu işler yapabilirler. Anılarını; son duygu, düşünce ve yargılarına göre değiştirerek, geriye dönüp yeniden kurgulayarak, sanki gerçekmiş gibi aktarmış ki, bu tutum, bu tür hastalara özgü bir telafi ve tatmin yoludur. Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben olanaklı değildir.”

“Doktorun, Rıza Nur'da belirlediği hastalık adları da şöyle: İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), depresyon (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), homoseksüel eğilimli, Obsesif- kompülsiv sendrom (toz, mikrop korkusu), depersonelizasyon (aşağılık duygusu), agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), psikopat (kişilik bozukluğu), mitomani (yalan söyleme), fabulasyon (masal uydurma, hayali hikayeci), fanteziler (hayal ettiği olayları gerçek sanma), megalomani (büyüklük fikirleri), narsisizm (kendine hayran olma), paranoid reaksiyon (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantirizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur).”

Turgut Özakman da Rıza Nur’u şöyle tanımlamıştır:

“Rıza Nur, bir uçtan bir uca sürekli gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşı'nda Arnavutları ayaklandırır, Kurtuluş Savaşı'nda milliyetçidir, anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında hem sultanlık ile halifeliği kaldırmış olmakla övünür; hem de hazırladığı parti programında halifeliği yeniden kurmak ister. "Türk Tarihi" adlı kitabında Mustafa Kemal'in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olamayacağını belirtir. Anılarındaysa Mustafa Kemal'e olmadık iftiralar atar.”

Bu tanıma ve Rıza Nur’un ifadelerine bakarak, Dr. Tokol’un tanılarının ne kadar yerinde olduğunu görebiliriz.

Son olarak, Turgut Özakman’ın bahsettiği parti programındaki komik ve anlamsız maddelere de göz atalım:

* İdare sistemi laik ve sosyaldir. Fakat devletin resmi dini vardır.
* Eski yazıya dönülecek ve Latin harfi ile ikisi beraber yürüyecek.
* M. Kemal'in Nutuk'u toplattırılıp, imha edilecek .
* Partiye mistik bir şekil verilip, üyeleri Türkçülük hususunda tarikat ve dervişlik gibi ilahi bir ideal ve gayrete sahip olacaktır.
* Halveti tarikatına müsaade etmeli.
* Hilafetin yeniden tesisi hayati bir ihtiyaçtır.
* Başbakanlığa bağlı bir ırk müdürlüğü kurulacak, Türk olmayanlar memurluktan çıkarılacak.
* Kadını erkekle eşit saymak, ona memuriyet vermekten büyük hata olamaz. Kadın çocuk makinesidir.
* Dans yasaklanacak.
* Kalıtsal hastalığı olanlar kısırlaştırılacak.

Atatürk düşmanlarının sürekli alıntılar yaptığı ve henüz bilgileri tam oturmamış insanların kafalarının karışmasına neden olan Rıza Nur, işte böyle bir kişidir.

14 yorum:

Adsız dedi ki...

Rıza Nur, Mustafa Kemalin ve İsmet İnönünün çok yakınındaki bir kişi idi, gördüklerini duyduklarını kaleme almış yüksek eğitimli bir kişiyi neden yalancılıkla suçlayalım. Ya doğru ise dedikleri o zaman siz iftira etmiş olursunuz. Ayrıca o dönem ırkçılık teorilerinin Avrupa tarafından uygulandığı bir dönem bundan etkilenmek çok uç bir şey değil. Önerdiği yapı kralın olmasıdır. Bügün kraliyet sistemi İngiltere ve İspanyada hala başarı ile vardır.

|KRONDOR| dedi ki...

Yakından tanıyor olması ve yüksek eğitim alması bir şeyi değiştirmez. Yazılarımda da belirttiğim gibi, kitabın üçüncü cildini kendine ayırmış ve kendi hastalıklarını, cinsel isteklerini açık açık yazmış birinden bahsediyoruz. Erkeklere yönelik cinsel arzu duyduğunu da açıkça belirtiyor. Belli ki bu arzularını, Atatürk'ün üzerinden hikayeleştirerek, fantazileştirmiş. Bu hikayeler sadece Atatürk ile sınırlı kalmamış, çevresindeki diğer insanları da bu fantazilere dahil etmiştir.

Eşinin yeni bir hayat arkadaşı bulması konusunda da Atatürk'ü ve İnönü'yü suçlaması da bu kişilere karşı duyduğu derin nefretin sonucudur. Tüm bunlar, bu iftiraları ciddiye almamamız için yeterli sebeptir. Eğer bu söylenenleri ciddiye alacaksanız, kendisi hakkında yazdıklarını da ciddiye almak zorundasınız ki, bu da kendi içinde çelişen iddiaları ciddiye almak anlamına geleceğinden pek sağlıklı sonuçlar doğurmaz.

Saydığınız ülkelerin hangisinde kral fiilen ülke yönetiminde söz sahibidir?

cem ertem dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Umut dedi ki...

Rıza Nur hakikaten Atatürk düşmanlarının sarıldığı bir kişiliktir. Hatta öyle ki okullarda aldığımız tarih derslerinde bize yanlış tarihi anlattıklarını asıl tarihin Rıza Nur'un yasaklanan kitaplarında yazılanlar olduğunu söyleyenler var. Tabi zaten yabancı kaynaklara bakılınca bize öğretilenlerin doğruluğunu görebiliyoruz.
Fakat benim anlamadığım nokta şu, madem bu adam bu kadar bariz hasta neden ono Lozan görüşmelerinde İsmet Paşanın arkasında 2. adam olarak görevlendirdiler. Hem de böylesine önemli bir konferansta. Aklımı tek kurcalayan şey bu. Bu bulanıklığı giderirseniz sevinirim

|KRONDOR| dedi ki...

Cem Ertem, fazlasıyla geç bir cevap olacak, kusura bakma. Öncelikle yorumun için teşekkürler. Söylediğin kişiyi araştırdım; ancak yeterince bilgi edinemedim ne yazık ki. Yeterli bilgi edinebilirsem, bu konuya da değinirim.

Umut; Rıza Nur, Ankara'ya gitmeden önce de tanınan biriydi. Bunun yanısıra eğitimli ve kültürlüydü de. Ankara hükümeti de bu özelliklerini değerlendirdi. Ancak Rıza Nur'un Ankara'ya geliş sebebi ilginçtir; Osmanlı tarafından, Ankara Hükümeti'ni boyun eğmeye ikna amacıyla gönderilen heyettedir. Ankara'ya ulaştıktan sonra Atatürk ile görüşmüş, hatıralarında da Atatürk'ün boyun eğmeyi kabul etmediğini söylemiştir. Ardından da onların tarafına katılmıştır zaten.

Anladığım kadarıyla, karakteri dolayısıyla önplanda olmayı isteyen Rıza Nur, Atatürk'ün gölgesinde kalmayı kabullenememişti. Saldırılarının bir nedeni de bu olsa gerek. Kendi iddialarına bakınca da, sanırım destekleniyor bu sav: Padişahlığı ben kaldırdım, Laikliği ben getirdim, Cumhuriyet'i ben kurdum... Lozan öncesi bu denli sorunları olduğunu sanmıyorum, en azından hiçbir kaynakta bunu destekleyecek bir bulguya rastlamadım.

Umut dedi ki...

Krondor zaman ayırıp cevap yazdığın için çok teşekkür ederm. Sana sorduğum bu soruyu lisedeki tarih hocama sordum. Onun ve senin cevabını toplayınca kafada hiç bir bulanık kalmıyor. Mailden ilgili yerleri yazayım..Belk benim gibi araştırma yapmak isteyenler olur bu cevapları görsünler..

Bu adam II. meşrutiyet döneminden beri millet vekili olan biri ( Sinop ). Yani son Osmanlı Mebusan Meclisinde de vardı, I. ve II. meclislerde de.
Bu gün Türk Milliyetçiliğinin referans isimlerinden sayılır. "Ne mutlu Türküm diyene" sözünü özümseyememiş bir fanatik milliyetçidir, ırkıçıdır. Askeri tıp okulunu bitirerek, tabip Yüzbaşı olarak göreve başlamıştır. Alman Profesörlerin dikkatini çekerek onlarla uzun zaman çalışmıştır. Belki de faşist damarı onlardan almış olabilir.
Bu adamın ilk dikkat çekici yanı daha son Osmanlı Mebusan Meclisindeyken İttihatçıları çok ağır dille eleştirmiş olmasıdır. Nitekim bu yüzden görevden alınmış, eleştirilerini sürdürmesi üzerine hapis yatmış, hatta idam edilmesi beklenirken meşhur Cemal Paşa'nın emriyle sürgüne gönderilmiş ( Mısır ) ve idamdan kurtulmuştur.

İlk TBMM'de ülkenin ilk maarif vekilidir ( yani eğitim bakanıdır ) ve senin de söylediğin gibi Lozan görüşmelerine dahi katılmıştır.

Ancak her ne olduysa 1926 yılında Atatürk ile arası açılmış, halen millet vekili olduğu halde Fransa'ya gitmiş, oradan Mısır'a geçmiş toplam 12 yıl yurtdışında kalmıştır.
1938 yılının sonunda Atatürk ölünce İstanbul'a gelmiş, Taksim de kiraladığı üç odalı bir dairede 8 Eylül 1942 yılına dek yaşamıştır. Anılarında İsmet Paşa için "kürttür", Renda'ya "arnavuttur", Orbay'a "kafkas kökenlidir" noktalarından hareketle hakarete dek varan sözleri vardır. Yani sadece Atatürk'e değil, o dönemde bilinen pek çok önemli isme sataşmıştır.

Bu adam, zaten son Osmanlı Meclisinde mebus olduğu için I. TBMM'ye otomatikman katılmıştır. Bu hak aynı durumdaki herkes için geçerlidir.
Öte yandan hem doktor hem subay hem de İttihatçılara karşı bir kişilik olması onun grup içinde öne çıkmasına yardım etmiş gözükmektedir.
Aşırı milliyetçi bir kişilik olarak vatanın düşmandan temizlenmesi noktasında herkesle aynı noktaya vuracağı, bu konuda bir aykırılık çizmeyeceği de basitçe anlaşılabilir. Çünkü o dönemde herkes tek yumruk haldeydi ve vatanın kurtuluşunu düşünüyordu.

Lozan antlaşmasına gelene kadar o hengame ve koşturmaca içinde, sadece milliyetçi fikirleriyle ön planda gözüken bu adam, olsa olsa "adam yokluğunda" bu heyete katılmış olsa gerek. Çünkü çok ciddi şekilde diplomat sorunu yaşanıyordu. Rauf Orbay daha önce Mondros ateşkesinde imzası olduğu için, Bekir Sami bey Londra konferansında yaptığı hatalar yüzünden seçenek olamazdı. Atatürk'te yurt dışına güvenlik gerekçeleriyle çıkamadığı için Mudanya görüşmelerinde başarılı bulunan İsmet Paşa liderliğinde bir heyet oluşturuldu ve dediğim gibi, etiketi ve o anki durum gereği sıkıntılı bir çizgisi görünmediği için Rıza Nur'da heyete katıldı.

Rıza Nur'un bu heyette olması aslında çok da büyütülecek bir konu değildir. Heyetin başkanı olan İsmet Paşa tüm işleyişteki tek sorumludur ve onun bile imza yetkisi yoktur. Anlaşma metni oluşup da imza vakti geldiğinde kendisine bu yetki gönderilmiştir. Yani Rıza Nur ve diğerleri adeta figürasyondur. Etkileri, yetkileri yoktur.

Umut dedi ki...

*Yazının devamı;

Şimdi tutup da adam yokluğunda ilk mecliste bakan olan, lozan'a dahi gönderilmiş olan bir kişiyi, bu noktalardan hareketle "inanılmaz önemli ve güvenilir" bir kaynak olarak göstermek çok safdillik olur.
Ona bakılırsa Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy başta olmak üzere, Rıza Nur'dan çok çok daha önemli hizmetleri bulunan kişiler de Atatürk ile ayrı düşmüşler hatta süikast iddiasıyla yargılanmışlardır.
Bu önemli kişiler sonrasında Atatürk için hiç atıp tutmazken, Rıza Nur tek başına nasıl olur da referans alınabilir?
O dönemin şartlarında "dengesiz" kişiliği farkedilmemiş olabilir, ya da dengesi sonradan bozulmuş da olabilir. Ayrıca Lozan'dan sonra yeni Türk devletinin faşizan bir çizgiye oturtulmamasından rahatsızlık duyarak uzaklaşmış da olabilir. vb. vs.

Sonuçta, sadece Atatürk hakkında değil, milli mücadele döneminde hizmetleri dokunan bir sürü insan hakkında iftiralar atan bu adamın sözleri, bu noktada ciddiye alınamaz, alınmamalıdır.

Kendisinin bir mason olduğu da ayrıca çok net bilinmektedir.

Yakın ya da uzak geçmiş içerisinde hayatı en ayrıntılı incelenen, yaşananların gün gün hatta saat saat bilindiği dönem Atatürk'ün dönemidir. Bu dönemle ilgili herkes ortalama aynı şeyler söylerken, aykırı bir tarafı işaret eden Rıza Nur'un sözleri zaten bilimsel olarak da ciddiye alınamaz.

Daha Atatürk'ün sağlığındayken, sırf Atatürk'ü karalamak, Türk ve Dünya kamuoyunda küçük düşürmek için, İngiliz H. C. Armstrong tarafından kastılı kaleme alınan "Bozkurt" adlı kitapta bile yazar, elinde olmayarak Atatürk'e hakkını vermek, onu yereceğim derken, bir liderin, bir dahinin özelliklerini anlatmak zorunda kalmıştır.
Onca yaşanan olay, onca bilinen belge içinde Rıza Nur ve sözleri zurnanın son deliği bile değildir...

|KRONDOR| dedi ki...

Yorumun için teşekkürler. Yazımızdaki eksiklikleri gidermek açısından oldukça faydalı olmuş. Daha önce cevap yazamadığım için de kusura bakma.

Rıza Nur'un faşistliğinin derecesini görmek için, arkadaşlarına bakmak da yeterli. Türkiye'ye dönüşünde kendisini karşılayan kişi, tüm dünya devletlerini/uluslarını Türk düşmanı olarak kabul eden, Nihal Atsız'dır. Rıza Nur hakkında yazdığı makalelerde de, Rıza Nur'un kitaplarından alıntılar yaparak, kendisini ne kadar ciddiye aldığını göstermiştir. Rıza Nur'un Mussolini hayranı olması da faşistliğine örnek olarak gösterilebilir.

Hocanın da belirttiği gibi, Rıza Nur'un saldırdığı kişilerin sınırı yok gibi: Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Celal Bayar, Fethi Okyar, Hamdullah Suphi, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras, Recep Peker, Abdülhak Hamit Tarhan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Emin Yurdakul... Bunlara ek olarak, Lozan heyetindekiler de hakaretlerinden/saldırılarından paylarını almışlardır. Genelde saldırdığı kişiyi cahillikle, korkaklıkla ve aklının kıt olmasıyla suçlaması da başarılı kişileri çekemediğinin göstergesi olarak kabul edilebilir sanırım.

Aslında söylenecek o kadar şey var ki, birkaç yazı bile yetmez bunları anlatmaya. Fırsatım olursa, yorumlardaki bilgileri derleyip yeni bir yazı hazırlayabilirim.

Adsız dedi ki...

cumhuriyet dusmanlarinin ipine saridigi adamlardan birisi.

ya teroristler ya hahamlar ya da boyleleri.

Adsız dedi ki...

Rıza Nur bu ülke tarihinin en dengesiz şahsiyetidir :) Adam kendine zaten arızalı teşhisi koymuş. Ama islamcılar pek ciddiye alır malumunuz makyevalizm diz boyu onlarda.

Unknown dedi ki...

krondor nihal atsıza faşist demişin ama faşist olmadığını atsızın yolların sonu adlı şiir kitabındaki davetiye şiirini mussoliniye yazdığını biliyorum türkçü bir şairdir nazizm ve faşizme karşı çıkmıştır rıza nurun manevi oğludur ya aslında şuan kafam çok karışık rıza nuru karşılamaya gittiğini söyledin rıza nurun şizofreni hastası olduğunu sinan meydanın programındada izledim yani kısa senden öğrenmek istediğim nihal atsız kimdir ve onu neye göre kötülüyosun bunun kaynaklarını açıklarmısın

|KRONDOR| dedi ki...

Nihal Atsız'ın kimliği hakkında uzun uzun yazı yazabilecek kadar bilgim yok ne yazık ki. Ancak Atsız için faşist tanımı doğru değil, zaten ben de kendisine faşist demedim. Ancak Türk ırkçısı olduğu kesindir. Bunu, dönemin şartlarına bağlayıp normal görebiliriz aslında; hakaret veya kötüleme olarak kullanmak doğru olmaz. Sanırım Rıza Nur'u da görüşlerine yakın olduğu için benimsemiştir (Ya da Rıza Nur, Nihal Atsız'ı benimsedi.). Bu nedenle çok da bir şey yazmaya gerek yok aslında.

Adsız dedi ki...

rıza nur hakikaten kırıkmış...

Adsız dedi ki...

Kimse iftira etmis olmaz cunku kimse ona kendi soyledikleri disinda birseyi itham etmiyor. Yaziyi okuyun. Anladiginiz bukadar ise yorum yapmayin. Adam hasta ruhlu oldugunu kendisi yazmis. Daha ne bilmek istiyorsunuz?

Related Posts with Thumbnails