17 Ağustos 2007

Gülen'e göre kuraklığın nedeni "günahlarımız"

Fethullah Gülen kuraklığı küresel ısınmaya bağlayanlara karşı çıktı.

Gülen'e göre insanoğlunun inanç tashihine ihtiyacı var. Herkesi günahlarından arınma adına samimi şekilde tevbe etmeye çağırdı.

Gülen, yağmur duasının ihlaslı, içten ve gösterişten uzak yapılmasının önemli olduğunu söyledi.

Toplumu muhasebeye çağıran Gülen, kuraklığa karşı yol haritasını şöyle çizdi:
1- Kaç tane mümin, yüreği hoplayarak "çoluk çocuğumuzu, hayvanlarımızı da yanımıza alalım.. bir hafta sürekli, güneş doğarken çıkıp yağmur duasında bulunalım" dedi? Kaç tane insan bu mevzuda müftülükleri zorladı?

2- Bugün dünyanın pek çok bölgesinde (buna İslam ülkeleri de dahil) İmam Gazali Hazretleri'nin İhya'sında mühlikat (helake sebep olan günahlar) faslı içinde ele aldığı mesavinin bütünü işleniyor.

3- Bence meseleyi götürüp de eriyen buzullara, küresel ısınmaya fatura etmemeli. Evvela fatura edilecek bizler varız, maalesef gaflet içindeyiz. Bin türlü günah işleniyor; ama biz tevbe etmeyi düşünmüyoruz.

4- Bir itikad tashihine ihtiyacımız var. Allah'a inananların Allah'a doğru dürüst inanması lazım. Hele gelin Allah'a bir miktar inanalım, yeniden inanalım. Şu şeklî, sûrî babadan görme, babadan alma inancımızı bir daha gözden geçirelim.

Kaynak: HaberTürk
Ayrıntılı haber: Zaman Gazetesi

Bu sözlerin, 17 Ağustos depreminden sonra, "7.4 yetmedi mi?" diyen yobaz zihniyetten ne farkı var?

16 Ağustos 2007

Bekir Coşkun: Sırada ben varım...

Emin Çölaşan’ın Hürriyet Gazetesinde işine son verilmesinin ardından istifa edeceği öne sürülen Hürriyet yazarı Bekir Coşkun, "Ben istifa etmem. Ama sıramı bekliyorum. Ben ikinci sıradayım. Beni de atarlarsa sıra Tufan Türenç ve Yalçın Bayer'e gelecek. Yeni arkadaş Yılmaz Özdil de pek rahat durmayacağa benziyor. O da 5'inci sıradan potaya girer. Böylelikle atılanların sayısı 5'e çıkar" dedi.

Coşkun, tatilini geçirdiği Cunda adasında GAZETEPORT'un sorularını cevaplandırdı. Emin Çölaşan ile bugün kısa bir görüşme yaptıklarını ve daha uzun konuşacaklarını belirten Coşkun "Kendisinin sıkıntısı yeni değil. Dünkü, ondan önceki günkü yazısı ile falan da konunun alakası yok. Aydın beyle ve yönetimle uzun süredir bazı konularda problemleri oldu. Taviz vermedi vermez de. Sonuç da böyle oldu" dedi.

"SIRADA BEN VARIM"
Coşkun "Çölaşan'ın bu gelişmeye yorumu ne oldu?" sorusuna ise "Bir yorum yapmadı; kısa süre görüştük. İşten çıkarılan adam ne yorumu yapsın?" dedi. Coşkun Çölaşan’ın bundan sonra da gazetecilik hayatına devam etme kararlığında olduğunu vurguladı ve "Yeni bir iş bulur" dedi. Coşkun, kendisinin de istifa edeceği iddiaları için ise şöyle dedi: "Ben istifayı düşünmüyorum. Ama bana da atılma sırası gelebilir. Çünkü ben ikinci sıradayım. Benden sonra Tufan Türenç sonra da Yalçın Bayer var. Bizi de hallederlerse 5'inci sırada da potaya o yeni arkadaş, Yılmaz Özdil girer. Çünkü o arkadaş da pek rahat duracağa benzemiyor"

"GÜL'Ü SEÇTİK YA…"
Coşkun, kendisinin yazıları konusunda bir baskı olup olmadığı sorusuna ise "Ben bildiğimi, inandığımı yazarım. Bundan sonra da yazarım. Ama bana sıra gelirse ne yapayım. Beni de kovacaklarsa kovsunlar. Okuyucumla bildiğim istikamette buluşurum. Ama en göze batan ve 2. sırada ben varım" dedi. Bekir Coşkun, "Yani yazılarınızdan ve yazılarınıza yansıttığınız düşüncelerinizden bir taviz vermeden aynen devam edeceksiniz" yorumu için de "Evet aynen öyle. Zaten toplum olarak yeterli taviz verdik. Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Bu yetmez mi?" dedi.

Emin Özgönül - Gazeteport, 15 Ağustos 2007

15 Ağustos 2007

Basında tasfiye dönemi

Eskiden "Dinci basın" veya "Takkeli" diye nitelenen bazı kalemlere bundan böyle çok dikkatle bakmamız gerekiyor. Çünkü, onlar galipleri oynuyorlar. Mesleğimizin onurlu yazarlarını hedef alıyorlar. Adeta medya patronlarına ve yöneticilerine çağrı yapıyorlar. AKP yeniden ve oy farkıyla iktidar olunca, Laik ve Demokratik Cumhuriyet yanlısı kalemlerin tasfiye edilmeleri gerektiğini ısrarla gündeme getiriyorlar.

Bu satırları tahmini verilere bakarak değil, bilerek yazıyorum.
Yeni yıla kadar dediklerimin büyük bölümü olacaktır. Göreceksiniz.
Pek yakında ünlü yazarlara, "Ben seni severim" diyen büyük medya patronlarının, sevdikleri yazarları kapı önüne bırakabileceklerini tahmin ediyorum.
Hazırlıkları duyuyorum, seziyorum.
Bu tahminleri, iktidar yanlısı kalemlerin baskısından değil, iktidarın yapısından geleceğini bekliyorum.

Boşuna mı yazıyorum? Hayır, bilerek yazdığımı bir kez daha vurguluyorum.

İsmet Solak - Gazeteport.com, 8 Ağustos 2007

Yazının tümüne http://www.gazeteport.com.tr/NEWS/GP_051032 adresinden ulaşabilirsiniz.

Vay vay vay!..

ELİMDE İstanbul’da haftalık yayınlanan bir İslamcı dergi var. Seçim sonrasındaki iki ayrı kapağını burada görüyorsunuz. İlkinde Anıtkabir’e kilit vurulmuş ve altı ok, Atatürk’ün mezarından ceset halinde çıkarılıyor.

Bir sonraki kapakta ise altı ok şöyle tanımlanıyor: (Aslında Cumhuriyet rejimine küfrediliyor!)

"Dinsizlik, Halk Düşmanlığı, Fahişelik-İbnelik, Ayyaşlık-Hırsızlık, Batıcılık-Hayvanlık, Vatan Hainliği."

* * *

Derginin Anıtkabir kapaklı sayısında, 19. sayfada bir haber. Bunları sizlerden özür dileyerek aynen veriyorum ki, herkes pisliğin boyutunu görsün. Haberin başlığı: "Dayılanan pezevenge kurşun yağdı."

"Kayseri’de seks dükkanı açarak Müslüman halkımıza meydan okuyan pezevengin kerhanesi kurşunlandı. Kayserili Müslümanlar bu orospu çocuğunun açtığı seks dükkanına giderek ’Ananın porno filmi var mı, eğer gelirse biz satın alacağız. Ananın donunu da dükkanın girişine as’ dediler.

Şimdi biz laiklerden öğrendiğimiz yöntemlerle para kazamayı öğrenen bu orospu çocuğunun anasının filminin vizyona giriş haberini bekliyoruz.

Müslüman Kayseri halkı bizi yanıltmadı ve pezevengin işyeri kurşunlandı. Onları tebrik ediyoruz.

Gün geçmiyor ki Laik Cumhuriyet’in Allahsız ve ahlaksız rejiminin pislikleri görülmesin. Cumhuriyet kazanımları!

’İlke ve inkılapların’ oluşturduğu bu manzara karşısında biz intikam yemini ettik.

Tek tek ve topyekun, hesabını bu dünyada görmek üzere Allah’tan memuriyet diliyoruz."

Bu yayınlar (hem de "Müslümanlık" adına) İstanbul’da Valiliğin, Savcılığın, Emniyet ve öteki ilgili makamların gözleri önünde yapılıyor.

Devlet var mı? Var, var!

Emin Çölaşan - Hürriyet, 14 Ağustos 2007

Not: Eski Hürriyet yazarı demek daha doğru olur. Zira dün itibariyle işine son verildi. Bakalım daha neler göreceğiz...

09 Ağustos 2007

Sarıkamış ve Enver Paşa'nın Torunu

Dünkü Milliyet'te Güneri Cıvaoğlu, Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'in bir 'açıklama'sını yayımladı. Mayatepek, dedesine haksızlık yapıldığı görüşünde. "90 bin askerimiz Allahüekber Dağları'nda bir kurşun bile atmadan donarak öldü" şeklindeki yargıyı talihsiz olarak niteliyor ve bu ifadenin yirmili yıllarda (Kurtuluş Savaşı sırasında) politik düşünme atmosferine hizmet ettiğini vurguluyor. Açıkça, Enver Paşa'nın Anadolu'ya dönmesini istemeyen Mustafa Kemal'in, "90 bin asker öldü abartısı"nı cesaretlendirdiğini öne sürüyor.

Mayatepek'e göre Sarıkamış harekâtında ölen asker sayısı 25 bin-40 bin kadar. Bu rakamlar, birçok veriyle çelişse de Mayatepek şu sorunun cevabını vermiyor: 3'üncü Ordu'nun kaybı bu kadarsa, nasıl oldu da Rus ordusu, Sarıkamış'tan, Erzurum'dan girip Bitlis'ten, Muş'tan çıkabildi?

Asıl vahim olan, Mayatepek'in, Sarıkamış faciasının suçunu, Enver Paşa'nın komutanlarından Hafız Hakkı Paşa'ya yüklemeye çalışması. Ona göre Hafız Hakkı Paşa'nın "çabuk zafer ve ona eşlik edecek ün peşindeki kişisel hırsı" felaketin nedeni olmuş. Hafız Hakkı Paşa, Enver Paşa'nın emirlerini dinlememiş. 100 kilometrelik bir cephe açmış ve 10 binden fazla askerin tifodan yataklara (hangi yataklarsa?) düşmesine yol açmış.

Hafız Hakkı Paşa'nın, en az Enver Paşa kadar ün peşinde bir kişisel 'hırs küpü' olduğu doğrudur. En az Enver Paşa kadar askerlik, strateji ve taktik cahili olduğu da doğrudur. Ama onu, hiçbir deneyimi ve askeri başarısı yokken binbaşılıktan paşalığa yükseltip kolordunun başına geçiren de Enver Paşa'dır. Başkomutan olduğu halde, aynı zamanda, deneyimli komutanları kovup 3'üncü Ordu'nun komutanlığını da üstlenen Enver Paşa... Cephe gerisiyle demiryolu bağlantısı bile olmayan, keçiyolu gibi karayollarından, on binlerce aç, susuz, çıplak askeri Sarıkamış karlı dağlarına süren, Orta Asya-Hindistan fatihi olma rüyalarını gören Enver Paşa... Hezimetten sonra, Hafız Hakkı Paşa'yı, 3'üncü Ordu kalıntılarının başına ordu komutanı olarak bırakan da aynı Enver Paşa'dır. Madem Hafız Hakkı Paşa, Enver Paşa'nın emirlerini dinlemeyen, ün peşinde, hırslı ve başarısız bir paşadır, Enver Paşa, neden onu ordunun başında bırakmıştır?

***

Sarıkamış hezimetinin verdiği zarar anlatmakla bitmez. Ama nedense, son zamanlarda, Sarıkamış'ı bir başarı öyküsü gibi anlatma, onun baş sorumlusu Enver Paşa'yı bir kahraman gibi gösterme modası başladı.

***

Torun Mayatepek bir hata daha yapıyor. Başkomutan olarak Sarıkamış'tan sorumlu tutulan Enver Paşa'nın, yine başkomutan olarak neden Çanakkale zaferi nedeniyle övülmediğini soruyor. Sarıkamış nedeniyle Enver Paşa'yı değil de onun emrindeki bir komutanı sorumlu tutan Mayatepek, nedense, sıra Çanakkale'ye gelince, oradaki bir 'ast komutanı' değil, başkomutanı şeref sahibi yapmaya çalışıyor.

Kaldı ki...

Kimsenin Enver Paşa'yı Çanakkale zaferine ortak yapmaya çalışmamasını tavsiye ederim. Enver Paşa'nın torunu bile olsalar... Çünkü Enver Paşa'nın Çanakkale'de verdiği zararları öğrenince, Çanakkale zaferinin Enver Paşa'ya rağmen kazanıldığını öğrenince çok üzülürler.

Hikmet Bila - Cumhuriyet, 8 Ağustos 2007

30 Temmuz 2007

Gizlenen Amerika Rezaleti (2)

Ve Amerikalılar geldiler
07.09.1950 - Ankara Yenişehir'de oturan Mr. Morris adındaki Amerikalı uzman kapısının önünde bıraktığı motosikletinin çamurluğuna dokunan 11 yaşındaki Turhan adındaki çocuğu evinin penceresinden av tüfeği ile vurdu. Yaralı çocuk hastaneye kaldırıldı. Mr. Morris görevi başında olduğunu söylediğinden polisler dokunamadı. Amerikalı ceza almadı.

03.01 1953 - Amerikan Kongresi üyelerinden Mr. Sonston, Kongrede yaptığı konuşmada Türkiye'deki Amerikalıların sekreter adı altında metres tuttuklarını söyledi.

20.11.1957 - Samsun'da Şehir Gazinosu'nda Amerikalılar Atatürk'ün resmini yırttılar.

1957 yılında Ankara, İzmir ve İstanbul'da yalnız erkek çocukların çalıştırıldığı fuhuş evleri çoğaldığı tespit edildi.

30.09.1955 - Samsun'da içki içen on kadar Amerikan askeri ara sokaklarda nara atarak gezerken kızlara sarkıntılık yaptılar.

Kendilerini önlemeye çalışan ve efendi olmaya davet eden mahalle bekçisini dövdüler.

Olaya vatandaşlar da müdahil oldu.

Amerikalı askerler kendilerini önlemeye gelen jandarmalara da saldırıp bir jandarma eri ve bir bekçiyi ağır yaraladılar.

Çünkü karşılarındaki erler ve bekçiler aldıkları emir nedeniyle Amerikalı askerlere zor kullanama konusunda uyarılmışlardı. Sonunda halk galeyana gelerek Amerikalı askerlerin hepsini dövdü.

28.06.1955 - Bir Amerikalı Hilton Oteli asansöründe görevli kıza tecavüz etmeye kalkıştı. Kızın bağırması üzerine yetişenler kızı kurtardı.

18.03.1959 - Bill adındaki bir Amerikalı 15 yaşındaki bir kıza tecavüz etti.

23.04.1959 - Tuslog'da çalışan Amerikalılar gece kulübünde Türklere çatarak kavga çıkarttılar. Dışarı çıkartılan Amerikalılar burada da nara atarak etrafa küfredince toplanan halk tarafından yuhalandılar. Amerikalılar polis kordonu altında evlerine götürüldüler.

13.08. 1959 - Amerikalı çavuşların yönettiği büyük bir kaçakçılık çetesi yakalandı.

İki Amerikalı general ve iki albaydan oluşan bir heyet Türkiye'ye geldi. Bu heyetten sonra bir başka heyet daha Türkiye'ye gelerek olayın basına yansımaması için uyarıda bulundular. Heyet hükümetten bu işi kapatmasını istedi. Mahkemeye yayın yasağı kondu. İki Amerikalı mahkeme esnasında tanıkların önünde Atatürk'e küfretti. Bütün bu olanlara ve tanıklara rağmen Amerikalılar delil yetersizliği gerekçe gösterilerek bütün suçlardan beraat ettiler.

14.09.1959 - Amerikalı bir çavuşun evini randevu evine çevirdiği tespit edildi 3 Amerikalı fuhuş yaparken yakalandı.

07.11.1959 - tarihi itibariyle Türkiye içerisinde serbestçe çalışan dört Amerikan mahkemesi vardı. Amerikalılar Türkiye'de 300'den fazla suç işlemişlerdi.

15.04.1961 - Amerikalı astsubay Calvin Hubert, yol dışındaki bir çimenlikte uyumakta olan bir erimizi cipiyle kasten çiğneyerek öldürdü. Gelen polislere görevli olduğunu söyleyerek serbest bırakıldı.

18.04.1961 - Amerikalı bir subay biri on iki yaşında olan iki Türk çocuğunu özel arabası ile çiğneyerek öldürdü. Ceza almadı.

15.06.1961 - Evinde fuhuş yaptıran bir Amerikalı karakola gelmeyi reddetmişse de polis kendisini karakola götürüldü. Amerikalının küçük yaştaki kızları çalıştırdığı tespit edildi.

16.07.1961 - Amerikalılar plajda halka ellerinde saldırmalarla hücum ettiler. Gelen polislere ise görevleri başında olduklarını söylediler. Ceza almadılar.

18.03.1962 - Bir Amerikalı çavuş Gebze yolu üzerinde bir Türkü çiğneyerek öldürdü.

7.10.1962 - Amerikalı kadın Binbaşı Miltret Butler bir Türk'ü çiğneyerek öldürdü.

21.10.1962 - Adana İncirlik Üssü Sendika Başkanı Canan Bıçakçı bir açıklama yaparak üste çalışan Türk görevlilere Amerikalıların kötü davrandığını, sürekli hakaret bulunduklarını ve küfür ettiklerini söyledi.

22.10.1962 - Amerikalı Çavuş John, Menemen yolu üzerinde bir Türk'ü çiğneyerek ölümüne sebebiyet verdi.

11.08.1963 - İzmir'de büyük seks partisi. Radar üssünde görev yapan Amerikalılar seks partisi düzenlediler. Camlar açık olduğu için halk ortalıkta dolaşan çırılçıplar kızlar görünce polise haber verdi.

Amerikalılar gelen polislere görev başında olduklarını söyleyince polis müdahale edemedi. 15 kadar küçük kıza tecavüz edildiği halde, Amerikalılara dokunulamadı.

06.05.1964 - Tuslog'da görevli bir Amerikalı yüzbaşı ve çavuş Türk bayrağına hakaret etti.

11.05.1964 - Bayrağımızı yırtan bir Amerikalı Wilburd Martin "Bütün Türkler .... Çocuğudur" diyerek hakaret etti.

13.06.1964 - Bir Amerikalı asker Türk kadınına cebren tecavüz etti.

24.06.1964 - Adana'da John adındaki bir Amerikalı çavuş mahalle bekçisini vurdu. Bekçi Resul ağır yaralı.

28.11.1964 - Bir Amerikalı çavuş zorla bir kızın evine girmek istedi. Mahalle halkı kızın bağırması üzerine olaya engel oldu. Kız sinir krizleri geçirdi.

06.12.1964 - Ankara Amerikalı çavuş Veysel adındaki Türk'ü arabasıyla ezdi.

20.04.1966 - Ankara'da çavuş Glen bütün mahallenin gözü önünde bir bayanın kapısına dayandı ve kırmak istedi vatandaşlar olaya engel oldu.

16.05.1966 - Büyükada’da otuz Amerikan askeri içki içtikten sonra etrafa saldırdı, vatandaşları dövdü, sarhoş Amerikan askerlerine polis müdahale edemedi.

06.08.1966 - Çavuş Keith Esentepe'de Mediha isimli bir kadını ezerek ölümüne sebebiyet verdi.

Aynı tarihte Diyarbakır'a 20 kilometre uzaktaki Pirinçlik hava alanında korumakla görevli Türk birliğinin başındaki subaya Amerikalı subay silah çekti.

Birliğin başındaki Türk teğmenin adı Yılmaz Baysan'dı. Amerikalılar teğmeni silah zoruyla hapsettiler. Türk birliğindeki diğer askerler silahlarını alarak komutanlarını kurtardılar.

16.06.1961 - Amerikalı S.W Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü'nden sedef kakmalı takımları çalarken yakalandı. İfadesinde Türkiye'yi çok sevdiğini amacının hırsızlık değil Türkiye'den anı götürmek olduğunu söyledi.

(Komünist propagandasına malzeme olmasını engellemek amacıyla Amerikalıların Türkiye'de işledikleri suçlara büyük ölçüde sansür uygulanmış, sadece Amerikalıların isimleri değil mağdurların isimleri bile gizli tutulmuştur.)

İnönü: "Sökebilirsen sök!"
Amerikalı uzmanlar, askeri ve sivil devlet kademelerine dolmuşlardı. İsmet İnönü bu konuda şunları söylüyor:

"Daha bağımsız, şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?

Hepsinin etrafında uzman denilen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar.

Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington'a gidiyor. Sonuç memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz bu devleti?

Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derdimize deva tek rapor göstermediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam "avara kasnak" gibi dolaşmıyorlar ya? Elbette kendileri için önemli marifetleri var.

İstiklal Harbi'nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hal ederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar.

Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiğini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edası ile size dünyaları vaat ederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra sökebilirsen sök... Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire bunun yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğinizde başımıza neler geleceğini kestiremem.
"

Kaynak: http://acikistihbarat.com

Gizlenen Amerika Rezaleti (1)

Marshall Yardımı ve NATO görevleri nedeniyle Türkiye'de bulunan Amerikalılar, 1950-1970 yılları arasında Türk bayrağına ve Atatürk'e hakaret başta olmak üzere ırza geçmek, kaçakçılık, adam öldürmek, esrar satmak gibi sayısız suç işlemiş, ancak bu suçların hiç birisinden ceza almamışlar.

Kırmızı Çizgi Dergisi'nin Temmuz sayısında İlhami Yangın imzasıyla yayınlanan araştırmaya göre, Türkiye NATO'ya üye olduktan sonra ülkemizdeki Amerikalı asker ve uzman sayısı 30 bine ulaştı.

İkili anlaşmalar gereğince, Amerikalılar görev başındayken Türk polisi onlara müdahale edemiyordu. Bu ise Amerikalıların cesaretini arttırdı, güpegündüz adam vurdular, sokakta insanlara saldırdılar, bayrağımıza ve Atatürk'e hakaret ettiler. Ayrıca Amerikan asker ve uzmanlarının işledikleri suçların basın organlarında yayınlanmasına da yasak getirilmişti.

Amerika kıtasının asıl sakinlerinin medeni insanlar olduğu vurgulanan haberde, Avrupalıların bu kıtaya akın etmesi ile yeni bir dönem başladığı belirtilerek şöyle deniliyor:

Kristof Kolomb 1492 yılında Amerika'ya ayak bastığında, Türk savaş gemilerini atlatarak Hindistan'a ulaştığını zannedecek düzeyde coğrafya bilgisine sahipti.

1498'deki üçüncü seferinde bile Venezüella sahillerini halen Doğu Hindistan kıyıları, Paria Körfezi'ne dökülen dört nehri de Nil, Fırat, Dicle ve Ganj nehirleri sanıyordu.

1500'de Brezilya'ya ayak basmış olan Cabral'da Hindistan'a geldiğini sanmaktaydı.

Amerika'nın Hindistan olmayıp aslında yeni bir kıta olduğunu 1507'de kıtaya ayak basan Americo Vespuci anlamıştır.

Türklerin deniz ve karadaki önemli ticaret yollarının büyük bölümüne sahip olmaları Avrupalıları tamamen yeni kıtaya sevk etti. Amerika'nın zenginlikleri Avrupalıların dilinden düşmüyordu.

Avrupa'da ne kadar Katil, hırsız, ırz düşmanı, maceraperest, kilisenin aforozundan kurtulmak isteyen dinsiz varsa kısa yoldan zengin olmak için Amerika’ya akın ettiler.

Öyle ki 1500-1550 yıllarında Avrupa altın stokunda 57 misli artma görülmüştür.
İspanya, Portekiz, İngiltere, Galler, İrlanda, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkeleri Amerika'da koloniler oluşturdular.

Haiti Adası beyazlar tarafından keşfedildiğinde nüfusu 500 bin civarındaydı, 22 yıl sonra ise yapılan katliamlar neticesinde 13 bine inmişti.

Sadece Peru'da katledilen Kızılderililerin sayısını araştırmacılar bir milyon olarak vermektedir.

Tarihçilere göre eğer imha edilmeselerdi Kızılderililerin sayısı bugün 500 milyon civarında olacaktı.

Oysa bugün Amerika topraklarında yaşayan Kızılderililerin sayısı ancak binlerle ifade edilmektedir.İspanya'nın desteği ile Peru'yu işgal etmeye giden Pizzaro ve Almagro, İnka kralı tarafından dostlukla kabul edilmişti.

Bu jestine karşılık olarak kralı ateşte kızartmadan önce cennete gitmesi için vaftiz etiler.

Avrupalıların ateşli silahlarının üstünlüğü karşısında kıta sakinleri hiçbir karşılık veremiyorlardı. Amerika'da büyük bir katliam gerçekleştirip bütün topraklara el koyan Avrupalılar bu kez de silahsız savunmasız zencileri zorla köle olarak Amerika'ya götürmeye başladılar.

Barbaros "İstila edelim!"
Karadeniz'den sonra Akdeniz de bir Türk gölü haline gelince donanmalarımız Atlas, Hint ve Pasifik Okyanusu'na yelken açmış, Barbaros'un yeni keşfedilen Amerika'yı istila teklifi devşirme sadrazamlardan Damat İbrahim Paşa tarafından reddedilmişti.
Murat Reis 17. asrın ilk yarısında Manş'ı geçip kuzey Kutup dairesine girmiş, bunu Ali Biçin Reis'in İzlanda seferi izlemiş, ardından Buz Denizi aşılarak New Fouland Adası ve Kanada'nın St. Lawrence Labrador kıyılarına demir atılmıştır. Böylece Amerika kıtasına ulaşılmış hatta daha da güneye inilerek Virginia sahilleri topa tutulmuştu.

Amerikalılarla Türklerin ilk münasebetleri işte böyle gümbürtülü bir şekilde başladı.

1869 yılında Sultan Abdülaziz zamanında Amerika'dan Türkülerimize konu olan 600 bin Martini tüfek ile 114 bin Spingfield tüfeği alındı.

Bu silahlar Amerikan iç savaşından (1861-1865) arta kalan silahlardı. Savaş bittiği için Amerikalılar ellerinde kalan işe yaramaz silahlarını satmak için Türklerle anlaşmıştı.

Amerika ile ikinci münasebetimiz Birinci Cihan Harbi sonrasında oldu.

Amerikalı General James G. Harbourd emrinde 15 asker, 31 sivil 46 kişilik yüksek mütehassıs heyeti ile emrinde Amerika'nın Akdeniz'de üstlenmiş savaş sahnesindeki kuvvetli donanması, o günün değeri 750 bin dolar tahsisatı olduğu halde Türk topraklarına ayak bastı.

Amerikalı General'in görevi Türk topraklarında bir Ermeni devleti oluşturmaktı.
General Harbourd ve yanındaki heyet Doğu Anadolu'yu gezdi, bölge halkıyla görüştü.

20-22 Eylül 1919'da Sivas’ta bulunan Mustafa Kemal Paşa'yla da bir görüşme yaptı. Bu görüşme Türk tarihindeki en önemli görüşmelerden birisidir.

Mustafa Kemal Paşa, Amerikalı meslektaşını Ermeni propagandasına kanmaması için uyardı. Bölgenin tamamen Türklerden müteşekkil olduğunu anlattı.

Görüşme sonrası ikna olan General bir rapor yazarak Anadolu'nun Ermeni propagandasına feda edilmesinin tarihi bir hata olacağını belirtti. Bölgenin tarih boyunca da Türk yerleşimi olduğunu söyleyen General Harbourd, Ermeni devleti kurulması fikrinden vazgeçilmesini istedi.

"Welcome Missouri"
Amerika ile üçüncü önemli münasebetimiz yine bir savaş sonunda oldu.

İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinden Sovyetler Birliği'nin diktatörü Stalin, Kars/Ardahan ve Boğazlarda üs kurma hakkı talep edince, Türkiye 1948'de Marshall yardımı almaya ve 1951 yılında NATO'ya girmeye mecbur kaldı.

Stalin'in üs isteğinden hemen sonrasında Türk-Amerikan diplomatik ilişkileri hızlanmaya başlamıştı.

Türkiye'yi, Sovyetlere kaptırmak istemeyen Amerika, Stalin'in üs talebinin hemen ardından aradığı fırsatı bulmakta gecikmedi.

Washington'da vefat eden Türkiye'nin Amerika Büyükelçisi Münir Ertegün'ün cenazesinin Türkiye'ye gönderilmesi gerekiyordu.

Amerika bunun için donanmasının en gözde zırhlısını Missouri'yi görevlendirdi. Japonya'nın teslim antlaşması da döneminin en büyük zırhlısı olan bu gemide imzalanmıştı.

1 Nisan 1946 günü Missouri zırhlısı Cebelitarık Boğazı'ndan Akdeniz'e girdi. Washington'da ölen Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün'ün cenazesini Türkiye'ye getiriyordu.

Zırhlının süvari kaptanı Rascol H. Hillenkolt'un yanında Truman'ın özel temsilcisi Alexander Weddel vardı.

İstanbul'da ise konukları iyi ağırlamak için hummalı bir çalışma sürmekteydi.

PTT Missouri için seri bir hatıra pulu bastırmış, Tekel ise piyasaya Missouri adında bir sigara çıkartmıştı. Gazeteler bütün sayfalarını Missouri'nin ziyaretine ayırmıştı.

Gemi Dolmabahçeye yanaşacağı için Karaköyden Beşiktaş'a kadar bütün evler aynı renge boyandı.

Taksim alanında ampullerden kocaman bir Missouri maketi yapılmış, geceleri ışıl ışıl yanmaktaydı.

Ayrıca camilerin minarelerine İngilizce "Welcome Missouri" yazan mahyalar asıldı.
Tramvaylar, otobüsler, taksiler gelen emirle yıkanıp temizlendi. Gazetelerde taksiciler, dolmuşçular röportajlar veriyor, dost Amerikan askerlerine bedava hizmet edeceklerini, hiç birinden para almayacaklarını söylüyorlardı.Türkiye'deki bütün genelevler taranarak en güzel kadınlar İstanbul genelevine taşındı.

Ayrıca İstanbul genelevi en seçkin doktorların başkanlığında inceden inceye gözden geçirildi. Bütün kadınların temiz ve güzel elbiseler giyinmesi sağlandı. Missouri zırhlısı gidene kadar Türk erkeklerinin içeriye alınmaması emri verildi.

Esnaflar zabıtalar tarafından tek tek tembih edilerek para vermek istemeyen Amerikan askerlerinin zorlanmaması istendi.

Ayrıca Emniyet Müdürlüğü Amerikan askerlerine yardımcı olmaları ve ihtiyaçlarını karşılamaları konusunda bütün polis ve bekçilere kurs verdi. Amerikan askerlerine kolaylık gösterilecek, kesinlikle kötü davranılmayacaktı.

İstanbul'un hem valisi hem de belediye başkanı olan Lütfü Kırdar, Taksim Belediye Salonu'nda Amerikan Başkanı'nın özel temsilcisi ve gemi komutanları onuruna büyük bir ziyafet düzenlemek için çalışmalar yapıyordu.

Ankara'dan gelen bir emirle konukların Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanması daha daha uygun görülerek hazırlıklar saraya kaydırıldı.

5 Nisan 1946 Cuma sabahı Missouri Zırhlısı Dolmabahçe önünde demirledi.

On binlerce İstanbullu ünlü zırhlıyı ve Amerikan askerlerini görebilmek için Dolmabahçe önüne gelmişti.

Elçi'nin cenazesi kimsenin umurunda olmamıştı. Bu nedenle, ne zaman nasıl çıkartılıp nereye götürüldüğünü kimse göremedi. Ortalık bayram yeri gibiydi. Bu arada Amerikan başkanının özel temsilcisi ve komutanlar zırhlıdan çıkarak onurlarına düzenlenen yemeğe gitti.

Truman'ın özel temsilcisi Weddel, Dolmabahçe Sarayı'ndaki yemekten sonra Milli Şef İsmet İnönü ile görüşmek üzere Ankara'ya hareket etti.

Bu arada binlerce Amerikan askeri İstanbul sokaklarına dökülmüştü.

En kısa zamanda hepsi körkütük sarhoş olmuş, İstanbul tarihinde hiç yaşanmamış garip bir durum çıkmıştı ortaya. Önde sarhoş Amerikan askerleri, onların arkasında onların her istediklerini yerine getirmek için didinen görevliler.

Barların, gece kulüplerinin önlerinde, yollarda "Yes! Yes!" diye bağıran muhabbet tellalları.

Amerikan askerleri güpegündüz yollarda, tramvaylarda, kızlara sarkıntılık emeye başladılar. Karşı koyan, kadın, kız, nişanlı, kardeş Amerikan askerlerinden dayak yemezse de, polisten azar işitiyordu.

Çok zaman geçmedi ki karakollar dolmaya başladı. Ancak karakolları dolduranlar sarkıntılık eden Amerikan askerleri değil, şikâyetçi olan İstanbullulardı .

Polisler her ne olursa olsun Amerikan askerlerinin karakola getirilmemesi için emir almışlardı.

Missouri Zırhlısı 9 Nisan 1946 günü İstanbul'dan ayrıldı. Ancak yapılan anlaşma uyarınca daha fazla sayıda Amerikan askeri, uzmanı ve personeli Türkiye'ye gelecekti. Bu sayı Türkiye'nin NATO'ya üye olmasıyla birlikte 30 bin kişiyi aşacaktı.

Türkiye Teksas'a döndü
Amerikalılar gelmeden kısa bir süre önce gazetelerde Amerika'yı öven Türklere Amerikalıları sevdirmeyi amaçlayan yayınlar yapılmaya başladı.

Gün geçmiyordu ki,

"Amerikalılar Türkiye'de petrol buldular" ,
"zengin olduk",
"zengin maden yataklarımızı gün ışığına çıkacak" ,
"petrol yataklarımız Suudi Arabistan'dan fazla" haberleri çıkmasın.

Kaynak: http://acikistihbarat.com

29 Temmuz 2007

PKK'lı teröristten şok itiraflar

PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarında 3 yıl boyunca silahlı faaliyet yürüten Atatürk Üniversitesi sınıf öğretmenliği mezunu Gül Kırtan, PKK’nın Haftanin Kampı'nda grup sorumlusu olan babası Şükrü Kırtan’ın örgüt tarafından infaz edildiğini öğrenince, kaçarak güvenlik güçlerine teslim oldu. Kırtan, etkin pişmanlıktan yararlandırılarak ceza verilmeden serbest bırakıldı.

Şırnak’ın Silopi ilçesinde 6 ay önce güvenlik güçlerine teslim olduktan sonra tutuklanan 26 yaşındaki ‘Rejne Pir’ kod adlı PKK’lı Gül Kırtan, 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktı. Atatürk Üniversitesi’nde 4 yıl sınıf öğretmenliği öğrenimi gören ve mezun olduktan sonra 3 yıl önce örgüte katılan Gül Kırtan savunmasında, "Babam 1990 yılında PKK’ya katıldı. Haftanin Kampı'nda grup sorumlusuydu. Babamın 1995 yılında bir çatışmada öldüğü bize bildirildi. Ancak atılan bir iftiradan dolayı örgüt tarafından infaz edildiğini Zap Kampı sorumlusu Haki Akçay bana söyledi. Bunu duyunca örgüte kin ve nefretin arttı ve teslim olmaya karar verdim" dedi.

KPSS'YE KATILMIŞ

Kapatılan DEHAP’ın Ankara’daki kongre ve konferanslarına katıldığını, gençlik örgütlenmesi içinde yer aldığını belirten Kırtan şunları anlattı:,

"DEHAP Genel Merkezi'nde gençlik eğitimi aldıktan sonra örgüte katıldım. Asıl amacım babamın akibetini öğrenmekti. Çünkü bana örgüte katılabileceğim yönünde olumlu cevap gelince ben bir süre erteledim. Erteleme sebebim ise okuldan mezun olup, KPSS'ye girmek için önüme bir engel çıkmamasıydı. KPSS için resmi başvurumu yaptıktan sonra örgüte katıldım.

Çünkü geri dönmek üzere gittim. Operasyonları durdurmak için kendilerine ‘canlı kalkan’ adını veren grubun sorumlusu Şevket Yıldız örgüte katılmama yardımcı oldu. Kampta örgüte katılmadan önce, devlet adına terörle mücadelede görev yapmış asker, polis veya MİT mensubu olabilir ‘Kava’ kod adlı örgüt mensubu vardı. Bu kişi Diyarbakırlıydı. Örgüt ajan olabileceği ihtimali nedeniyle bu kişinin kullandığı kod ismine layık olmadığı için adını ‘Zalim Dehak’ olarak değiştirdi. Sonra da Türkçe'de isimsiz anlamına gelen ‘Benav’ adı verildi. Bu şekilde teşhir edilince kaçıp KDP’ye teslim oldu.
"

KAMPTA DENİZ SUBAYI

Kampta daha çok Doğu bloku ülkeleri yapımı silahların tanıtımı ve kullanımı üzerine eğitim aldıklarını ifade eden Gül Kırtan şöyle devam etti:

"Merkezi İstanbul’da bulunan Özgür Halk adlı dergide çalışan ‘Erdem’ kod adlı kişi, örgüt mensubu olan bir kızı sevdiğini açıkça söyleyince, aşırı derecede rencide edilerek teşhir edildi. Erdem kendi silahıyla intihar etti, ilk müdahalesi kasıtlı olarak geç yapılınca öldü. Halen örgütün Botan eyaletinde faaliyet gösteren ‘Çiçek’ kod adlı kadın intihar saldırısı yapmak için örgüte yazılı dilekçe verdi. Ayrıca ‘Ali Kemal’ kod adlı Amasyalı ve aslen Türk olan örgüt mensubu eşiyle birlikte örgüte katıldı. Bu kişi, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı bir subay okulundan mezun olduktan sonra örgüte katılmıştı. Şırnak kırsalında bir süre kaldıktan sonra Kandil ve Zap kamplarına geldi ve şu anda siyasal birim içinde eğitim veriyor. Eşi örgütten kaçtı. Kendisi askeri kanadın disiplin kurulundan sorumludur."

DTP'Lİ YÖNETİCİLER KANDİL'E GELDİ

PKK’dan kaçmak için Özel Kuvvetler eğitmenliğinde sabotaj uzmanlık eğitimi aldığını, çünkü sabotaj eğitimi alanların eylem için şehirlere gönderildiğini belirten Kırtan şunları söyledi:

"PKK’nın DTP’yle doğrudan ilişkisi var. DTP'li üye ve yöneticiler çeşitli dönemlerde Kandil ve Hınere kamplarına gelerek ideolojik eğitim alıyorlar, ardından legal zeminde siyaset yapmak için Türkiye’ye gönderiliyorlar. Ayrıca DTP içerisinde aktif görev alan eş genel başkanlar dahil tüm üyeler, örgüt propagandası ve ajitasyon faaliyeti yürüterek kitleleri etkilemeye yönelik çalışıyorlar. DEHAP’ın Ankara Gençlik örgütlenmesi sorumlusu Mahmut Bilgin de Hınere Kampı'na gelerek sık sık ideolojik eğitim alıyor. Bu kişinin şu anda DTP içinde hangi görevde olduğunu bilmiyorum. PKK’dan kaçan yaklaşık 2 bin civarında kişi var. Bunlar Irak, Suriye ve Avrupa ülkelerine gittiler."

ABD SİLAH VERİYOR

ABD’li askeri ve siyasi temsilcilerin, 28 Haziran 2006 günü Kuzey Irak’taki Hakurk kampındaki dış ilişkiler idare birimi denilen yerde PKK’nın üst düzey yöneticisi Murat Karayılan ile gizli görüşme yaptıklarını belirten Gül Kırtan, örgütün geçen yıl aldığı eylemsizlik kararının da bu görüşme sonrası ABD güdümünde alındığını ileri sürdü.

Gül Kırtan, "Örgütün şu anda KDP, KYB ve Rusya ile diplomatik ilişkileri çok güçlü. Ayrıca örgüt propagandasına yönelik çekimleri yapılan ve oyuncuları dağ kadrosundaki PKK’lılardan oluşan ‘Beritan’ adlı filmin finansörlüğünü de Almanya’dan gelen bir işadamı üstlendi. Fransa ve Yunanistan’dan da birer grup Hınere kampına geldi. PKK, ABD’den silah, KDP ve KYB’den ise erzak alıyor" dedi.

TAK, KARAYILAN'A BAĞLI ÇALIŞIYOR

PKK içerisinde 60 kişilik ‘Ölümsüzler Taburu’ adı verilen intihar komandosu grubu bulunduğunu kaydeden Gül Kırtan itiraflarını şöyle sürdürdü:

"Türkiye metropollerinde eylem yapan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri), örgütün askeri kanadının 3'üncü kongresinde, askeri kanat sorumlusu Bahoz Erdal’ın önerisiyle kuruldu. Bu birim, örgütün meşru savunma stratejisine ters düşen ve metropollerde sivillerin hayatını kaybetmesine neden olan ve ulusrarası devlet, kuruluşlar ile özellikle AB’ye üye ülkelerden tepki toplayan intihar, sabotaj ve suikast eylemlerini sahiplenmektedir. TAK doğrudan Murat Karayılan’a bağlı çalışıyor. Türkiye metropollerine sansasyonel eylem için gönderiliyor. TAK sivil hedeflere yönelik eylem yaptığı için, PKK’dan bağımsız bir yapılanma olduğunu iddia ediyor."

ETKİN PİŞMANLIK TUZAĞI

Devletin çıkarmış olduğu etkin pişmanlık yasasını PKK'nın eylem için kullanacağını belirten Gül Kırtan, "Örgüt yeni bir eylem stratejisi olarak özel kuvvetlerde görev alıp eylem yapacak olanları, teslim olmak için göndermeyi planlıyor. Örgüt, teslim olup yasadan faydalanarak kısa sürede özgürlüğüne kavuşan kişinin, serbest hareket etmenin verdiği avantajla sansasyonel eylemleri daha kolay yapabileceğini düşünüyor. Bu konuda Murat Karayılan’ın öneride bulunduğunu biliyorum. Çünkü bu yasadan çok sayıda kişinin faydalanıp serbest kalması örgüt yönetimini çok tedirgin etti" dedi.

Gül Kırtan'ın bu ifadelerinden sonra duruşmaya kısa ara veren mahkeme, sanığın kendiliğinden örgütten çekilmesi, samimi itiraflarda bulunması nedeniyle TCK’nın 221/2 maddesi uyarınca etkin pişmanlıktan yararlandırılmasına ve bu nedenle hakkında ceza verilmesine yer olmadığına oy birliğiyle karar verdi. Bu karar üzerine Gül Kırtan serbest bırakıldı.

Kaynak: Hürriyet Gazetesi

Nokta Dergisi editöründen, Said Nursi'ye övgüler

Darbe günlükleri iddiaları ile gündeme gelen Nokta Dergisi'nin editörü Alper Görmüş, Hasan Hüseyin Kemal’e, Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında açıklamalarda bulundu. bediuzzaman.net adresinde yayınlanan söyleşiyi aynen aktarıyoruz:

"Yeni Asya gazetesi yazarlarından Hasan Hüseyin Kemal’e konuşana Nokta dergisi editörü Alper Gümüş, Bediüzzaman ve Risale-i Nurla ilgili dikkat çekici tespitlerde bulundu.

Nokta dergisi editörü Görmüş, 16 Ocak 2007 tarihli nüshada yayınlanan röportajda, "Said Nursî’nin eserlerini incelediniz mi?" sorusunu cevaplarken geniş bilgi sahibi olmadığını, yıllar önce Münâzarât isimli eseri okuduğunu söyledi. Ardından Risale-i Nur’la ilgili kanaatini kısaca şöyle ifade etti:
"Bu metinlerde ciddî bir entelektüel emek var, oturup üstüne tartışma yapılabilecek ilginç metinler. Benim okuma planımın bir parçasını oluşturuyor. Böyle bir niyetim var."

Bediüzzaman’ın Türkiye’de görmezden gelinip gelinmediği konusunda yöneltilen soruya Alper Görmüş’ün cevabı şöyle oldu:
"En temeli ‘görmemek daha iyidir’ diyen bir kesim var. Onun dışında Türkiye’de uzun yıllar entelektüellikle, ancak solun düşünülebileceği gibi tuhaf bir inanç vardı. ‘Sağcıdan entelektüel olur mu? İslâmcıdan asla olmaz’ diyen, olayı kafadan red eden düşünceler vardı. Said Nursî’nin ne yazdığını görmeden, ne yazdığını bilmeden ‘Canım ne yazmış olabilir ki?’ diyenler var... Bunların tümü yanlış şeyler. Attila İlhan bir söyleşisinde ‘Kitabı artık muhafazakârlar okuyor, laikler televizyon izliyor’ demişti. Sol eski tarz düşündüğü için, bunun farkında değil. Köprünün altından çok sular geçti. Bir de Risâle-i Nurların dilini anlamayanlar var. Dilinden kaynaklanan bir problem var."

Türkiye’nin değişik problemlerine Risâle-i Nur’da farklı açılardan çözüm getiren yaklaşımlarının varlığıyla ilgili soru üzerine Alper Görmüş şunları söyledi:
"Sonuçta ihtiyaç duymakla ilgili bir durum var. Bir kesim kutuplaşma ihtiyacı duyuyorsa, onu keskinleştiriyorsa, uzlaşmacı görünür olması istenmez. ‘Kutuplaşma olmadan, bu topraklarda herkes birbirine saygı duyarak yaşayabilir. Bu çok daha güzel olabilir’ denildiğinde, bu metinlerin çok daha dikkatle okunacağına ve yeni kültüre hizmet edeceğine inanıyorum. O zaman bu metinler tartışılacaktır. Solcular da okuyacaktır."

Alper Görmüş, ülkemizde Risale-i Nur’a karşı bazı kesimlerin takındıkları olumsuz tavırla ilgili görüşlerini açıklarken "Yırtıcı seni ya görmezden gelir, ya yok eder." deyimine dikkat çekerek, bu kesimlerce görmezden gelmelerinin düşman olarak kabul edilmekten kaynaklandığını, hattâ çoğu zaman bu eserlerin imha çabalarına maruz kaldığını dile getirdi. Bu tespitinin ardından, ümitvar bir yaklaşımla "Türkiye salt kendi içindeki değeriyle bakabilecek duruma geldiğinde, o olacak" tespitinde bulundu.

Görmüş, editörlüğünü üstlendiği Nokta dergisinde yayınlanan Bediüzzaman ve Nazım Hikmet’in Ermeni meselesiyle ilgili görüşleriyle ilgili okurlardan tepkilerle ilgili şunları söyledi:
"Olumlu tepkiler de geldi, olumsuz tepkiler de. ‘Bediüzzaman öyle yazmış olabilir, ama Nazım Hikmet öyle yazmaz’ gibi tepkiler geldi. Biz Bediüzzaman ve Nazım Hikmet’in soykırımı kabul ettiğini söylemedik. Bir de, ‘Nazım Hikmet’le Bediüzzaman’ı neden bir araya getiriyorsunuz’ gibi tepkiler geldi."

Nokta Dergisi'nin editörünün ne özelliği var da Said Nursi hakkında ne düşündüğünü soruyor bu insanlar? Üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Kaynak: http://www.bediuzzaman.net/haber.php?ktg=Medya&nosu=334&id=metin

28 Temmuz 2007

Şeyh Sait Camii

Geçenlerde internette araştırma yaparken, karşıma Siirt Belediye Başkanlığı sitesi çıktı. Sitede geçen bir cümle, kanımı dondurmaya yetti:

"Belediyemiz bakım gerektiren yol ve sokaklara eski Siirt taşı uygulamaları devam etmektedir. Fen İşleri Müdürlüğü bünyesinde çalışan ve havaların iyi seyrettiği şu günlerde Conkbayır mahallesi Şeyh Sait Camii arkası 1.000 metre karelik bir alanda Siirt taşından döşenmektedir..."

Nedense böyle bir yerin varlığına hiçbir kaynakta rastlamadım daha önce. Böyle bir isme belediye nasıl izin vermiş, anlamak mümkün değil. Hadi belediye böylesi bir rezilliğe göz yumdu; devlet buna nasıl izin veriyor? Böyle bir camiden haberi yok mu? Peki, hocanın maaşını kim veriyor? Devletin bu rezillikten haberdar olmadığı düşünülemez bile. Bu duruma en yakın zamanda el atılması gerekiyor.

İlgili yazı için http://www.siirt.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=885&Itemid=107 adresine bakabilirsiniz.

20 Temmuz 2007

Laiklik ve İslam

Atatürk ve dini yönetim üzerine

Ben AKP'ye oy vermem...

MESLEK hayatım boyunca hangi partiye oy vereceğimi, hangisine vermeyeceğimi hiçbir zaman açıklamadım, her görüşteki okurlarıma sevgimden dolayı.

Ayrıca mücadele partiler arasındaydı ve o partiler iyi-kötü "demokrat-laik Türkiye"nin birer ucundan tutmuşlardı.

Bu sefer öyle değil.

Bu sefer AKP ile laik devlet yarışıyor.

Dönüp bakarsanız, çoktandır devletin tüm temel kurumları ve kavramları ile mücadele eder AKP; Anayasası ile, yargısı ile, Türk Silahlı Kuvvetleri ile, üniversiteleri ile, liberal sermayesi ile, sivil toplum örgütleri ile...

Devrim yasaları ile..

Üniter yapısı ile...

Çağdaş eğitimi ile...


Şimdi iki taraf seçime gidiyor:

AKP ve laik devlet...

*

Ben AKP'ye oy vermem...

AKP; Mustafa Kemal'in kurduğu, Müslüman dünyasında tek laik, tek özgürlükçü, tek medeniyet yolunu zorlayan, uygarlık yolunu seçmiş tek devlet ile hesaplaşmaktadır.

Bu seçimler, AKP ile öbür partiler arasında değildir.

Bu seçimler, AKP ile çağdaş Türkiye arasındadır.

*

Bizim aydınlık umutlarımız vardı.

Bizler düşe kalka, günlük sorunların içinde debelene debelene, yine de bir gün olsun "Dağ başını duman almış, yürüyelim..." ideolojisini dilimizden düşürmeden yol aldık.

Biz; son yüz yılda Ortadoğu halkları içinde tek şerefli savaşı kazanan ve bize emanet eden, tek istekleri "muasır medeniyet seviyesi" olan yiğitlere ihaneti hiç düşünmedik.

Bizim; ne dolarla, Euro'yla satılacak, kasalara konulacak, çıkar ile kıyaslanacak, cüzdanlara sığacak kimliğimiz olmalıydı...

Ne de yoksulumuzun makarna-nohut ile satılacak onuru...

Bizim kadınlarımız birer esir, birer sakıncalı, birer suçlu, birer yasaklı gibi yok sayılmamalı...

Bizim çocuklarımız dergáhlarda, tarikat okullarında ortaçağ hurafeleri öğrenerek büyümemeli...

Bizim aydınlık yolumuz vardı...

Biz ışığa doğru yürüyorduk...

Karanlığa değil...

Ben AKP'ye oy vermem...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 19 Temmuz 2007

İstiklal Mahkemeleri



Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan "İstiklal Mahkemeleri"nde kaç kişi hakkında idam kararı verildi?

Son yıllarda bazı yazarlar "30 bin kişinin idam edildiğini" yazıp çizerken hangi belgeye ve hangi araştırmaya dayanıyorlar? Hemen yanıtlayalım: Hiçbir araştırmaya dayanmıyorlar. Bu konudaki yazıların hiçbir kanıt ve belgesi yok.

"İstiklal Mahkemeleri" konusunda bugüne dek yayımlanan en kapsamlı ve doyurucu araştırma İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ergün Aybars tarafından yapılmıştır. Aybars'ın Ankara DTCF'de doktora tezi olarak hazırladığı "İstiklal Mahkemeleri" adlı kitabında bu konuda TBMM arşivlerine dayalı sayılar verilmektedir.

Aybars'ın belgelere dayanarak verdiği listeye göre 1920 - 1922 yılları arasında 59 bin 164 sanık birinci dönem İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmış, bu 59 bin 164 sanıktan 11 bin 744 sanık aklanmış, 41 bin 768 sanık çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 1920 yılı Ocak ayından 1922 yılı Temmuz ayına kadar geçen sürede, çeşitli İstiklal Mehkemeleri'nce verilen idam kararları 1054'tür.

Çeşitli İstiklal Mahkemeleri'nce verilen ve uygulanmayan idam cezası sayısı da 2.827'dir. Bu cezalar genellikle asker kaçakları için verilen ve uygulanmayan kararlardır. İstiklal Mahkemeleri tarafından görülen davalar arasında "casusluk, asker kaçakçılığı, vatana ihanet, komünistlik, düşmanla işbirliği, ayaklanma" gibi suçlar da bulunmaktadır.

Ankara İstikla Mahkemesi tarafından haklarında ölüm cezası verilenlerin 28'i Rum ve Ermeni asıllıdır. Konya İstiklal Mahkemesi, dört eşkıya, beş asker kaçağı, iki casus olmak üzere 12 kişinin idamına karar verdi.

Konya İstiklal Mahkemesi, ayaklanmaya karıştıkları gerekçesi ile 33 kişi hakkında idam kararı verdi. Samsun İstiklal Mahkemesi Rum-Pontus ayaklanması nedeniyle 485 kişiyi ölüm cezası ile cezalandırdı. Yozgat İstiklal Mahkemesi 56 kişi hakkında ölüm cezası verdi. Birinci dönem İstiklal Mahkemeleri - Ankara İstiklal Mahkemesi dışındakiler - 1921 yılı Şubat ayında kaldırıldı. İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri, asker kaçaklarının çoğalması ve kaçak sayısının 39 bin 809'a ulaşması üzerine yeniden kurulup 1921 yılı Ağustos ayında göreve başladılar.

1925 yılındaki "Şeyh Sait Ayaklanması" sanıklarını yargılayan "Şark İstiklal Mahkemesi" 48 kişi hakkında idam cezası verdi. Bu cezalardan 47'si infaz edildi. Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra süren ayaklanmalar nedeniyle, aynı mahkeme, 207 kişi hakkında daha idam kararı verdi. Bu kararlar infaz edildi. Mahkeme 213 işi hakkında da "gıyabi idam" kararı verdi, 2 bin 779 kişi de aklandı.

Atatürk'e karşı düzenlenmek istenen "İzmir suikastı" nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi, İzmir'de 13, Ankara'da da "İttihatçılar Davası" sonunda 4 kişiyi ölüm cezasına çarptırdı. Ankara İstiklal Mahkemesi, soygunculuk, cinayet, ayaklanmaya katılma gibi suç gerekçeleri ile 76 idam kararı verdi.

İstiklal Mahkemeleri "mahkeme" sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratşk "infaz kurulları"dır.

Örneğin Fransa'da 1793 - 1794 arası "Tribunal Revolutionaire" adı verilen İstiklal Mahkemesi, yalnız Paris'te 2774 kişiyi idam cezasına çarptırdı; aynı yıl içinde Fransa'da 17 bin kişi hakkında ölüm cezası verildi, sokak ortasında öldürülenlerle birlikte bu sayı 400 bine ulaştı.

Aynı acımasız çark 2. Dünya Savaşı'nda da döndü. Alman işbirlikçisi "Vichy Hükümeti" Devlet Başkanı Mareşal Philippe Petain ve Başbakan Pierre Laval, General De Gaulle'ün kurduğu "yüce divan" tarafından ölüm cezasına çarptırıldılar. Petain'in cezası, yaşam boyu hapis cezasına dönüştürüldü, Laval idam edildi. Binlerce kişi "işbirlikçilik" suçuyla yargılandı, binlerce kişi sokak ortalarında infaz mangaları tarafından öldürüldü.

Bunlar, demokrasinin ve hukukun anayurdu Fransa'da, hem de 1940'lı yıllarda yaşanan acı olaylardır. Atatürk dönemini bir de Fransa'da yaşanan bu olaylarla karşılaştırmak gerekir.

Kurtuluş Savaşı sırasında işbirlikçilik yapanların bir kısmı 1924 yılında çıkarılan bir yasa ile bağışlanmış, bir kısmı da "150'likler" listesine alınarak sınır dışı edilmişlerdir. Sınır dışı edilen "150'likler"i bağışlamak için de 1938 yılında 3527 sayılı yasa çıkarılmıştır.

"İstiklal Mahkemeleri 30 bin kişiyi ipe çekti" gibi dayanaksız suçlamalar ve yalanlarla da bu dönem ile ilgili yorum yapılamaz. Atatürk dönemini öteki ülkelerde yaşanan olaylarla karşılaştırmak gerekir. Hem bunu yapmak gerekir hem de çok partili düzende neler yapıldığını anımsamak gerekir.

Yalnızca 12 Eylül döneminde 47 kişi terör olaylarına karıştıkları nedeniyle idam edildi. 1961 yılında başbakan, iki bakan; 1963 yılında bir kurmay albay, bir binbaşı; 1972 yılında üç genç ipe çekildiler. Son bir yıl içinde 30'u aşkın insan, güvenlik güçlerince öldürüldü. 12 Eylül öncesinde 5300 kişi terör olaylarında yaşamını yitirdiler. 1984 yılından bu yana Güneydoğu'da öldürülenlerin sayısı ise - güvenlik görevlisi, sivil halk, PKK'lısı - 7000'i aştı.

"Atatürk düşmanları", olayları vicdanlarında bir de bu açılardan değerlendirmelidirler. Tabi eğer vicdan denen duygu kalmışsa!..

Uğur Mumcu - Cumhuriyet, 11 Kasım 1992

18 Temmuz 2007

Fethullah Gülen'den inciler 1

Fethullah Gülen'in basına yansıyan bazı videolarının konuşma metinleri:

"O, Manisa müftüsü vardı. İlhan ARMUTÇU, öyle diyor, “saçlarım beyaz, bıyıklar simsiyah, o zaman Saim efendi ölünce bıyıklarımda beyazlamaya başladı. Kulluğum artmıştı. Yani senin kafanı da mutlaka İsmet Paşa ellemiştir. Çünkü Hızır’ın bastığı yerler yeşerirmiş, deccalın bastığı yerler de kurumuş, yani bir şey var burada. Bu Halkçılar benim başımı İsmet Paşa’nın okşadığını bilseler bana sempati duyarlar... 15-16 yaşında bir çocuktum. Fakat millet hiç sevmiyormuş Erzurum’da. Çünkü çocuklar arabaya binmişler, o gelecekmiş diye, Kamyona, o zaman böyle otobüs filan çok yok, kamyon, kamyonla onu karşılamaya gidiyorlar ve birkaç çocuğu böyle çığırtkan şartlandırmışlar, işte bunlar arabanın içinde bağıracaklar, ya ya ya, şa şa şa, çok meşhurdur bu İsmet Paşa, çok yaşa, hangi sokaktan geçtik ise çocuklar melunu taşa tuttular.”...fakat kamyondaki halkçılar çok kafirdir yani.

...ve Cumhuriyet döneminde ilk kadının asıldığı yerdir Erzurum. Çarşafını çıkarmıyor diye, ilk defa Cumhuriyet Caddesinde asılmış bir kadın.

İyi bir Osmanlı şehridir fakat saffetini koruyamamıştır, biraz bozdu, asker bozdu... asker, subay kadınları açık gezince yeni yetişen nesiller böyle mekteplerde, zor noktalar.

...mesela Erzurum’da ben genelde çarşaflı kadınların yüzlerini açtığı dönemi gördüğümde çok afallamıştım. Allah, bu kadınlar nasıl oluyor böyle yüzlerini açıyorlar diye, çok yadırgamıştım. Peçe, o zaten milli.
"

Kaynak: http://www.belgenet.com/dava/gulendava_06.html

Tüyler Ürpertici Bir Belge...

21 Ağustos 2001 günü gazetelerin birinci sayfalarında Erdoğan 'ın bir konuşması yayımlandı...

Recep Tayyip'in söyledikleri ilginç!..

Madde madde diyor ki:

1) "Laiklik tabii elden gidecek.."

"Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, 'Devlet dine karışır' diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!.."

2) "Laik ve Müslüman olunmaz.."

"Hem laik hem Müslüman olunmaz..

Ya Müslüman olacaksın ya laik.."

3) "Egemenlik Allah'ındır.."

"Ben Müslümanım, diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır."

4) "AB'ye girmeyeceğiz.."

"Avrupa Birliği'ne girmek için koşturuyorlar. Onlar da bizi almamayı düşünüyorlar. Eeee.. biz de girmemeyi düşünüyoruz. AB'nin asıl adı Katolik Hıristiyan Devletler Birliği'dir."

5) "Anayasayı sarhoşlar hazırladı.."

"Kaptıkaçtı maptıkaçtı, (Prof. Orhan Aldıkaçtı) anayasayı hazırlıyorlar, adamlar ayık kafayla hazırlamıyorlar bunu; sonra iki senede deliniyor."

6) "Ümmetçilik tutar.."

"Yahu bu milletin bütünlüğü 'Ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu.

Biz de inanç birliği ile tutacağız."

7) "Terör Meclis'te.."

"Terörü Cudi dağlarında arıyorlar; terör Meclis'in içinde!.. Orada halledilmeli!.."

8) "Doğumları kadın yaptıracak.."

"Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak!.. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var; şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek..."

9) "Hazmettirerek geliyoruz.."

"Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah'ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar."

10) "Kıyam başlayacak.."

"Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor...

Ayağa kalkacağız..

Işıkları göründü, Allah'ın izniyle kıyam başlayacak!.."

**

Bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 1996'da yaptığı bu konuşma, 2001'de tüm gazetelerde yayımlandı; harfi harfine kanıtlanmış bir gerçek belgedir.

Peki, Erdoğan değişti mi?..

Yoksa takıyye mi yapıyor?..

Başbakan'ın tutumuna bakarsanız bir değişiklik olduğu söylenebilir; AB'ye girmek yolunda dönüşüm var; ama, bir taktik mi, zaman kazanmak mı, 'Nasıl olsa bizi almazlar' mantığı mı geçerli?..

Başbakan Recep Tayyip adına kimseye güvence verebilecek konumda değilim; bunu yalakaları yapıyorlar...

Ancak şu söylenebilir:

Erdoğan hiçbir zaman bir özeleştiri yaparak değiştiğini açıklamadı.

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 17 Temmuz 2004

Atatürk Bir Düş müydü?

Herkes Atatürk'ü övüyor, herkes "izindeyiz" diye yırtınıyor, herkes "o en büyük adam" diyor, herkes "Atam neredesin, neden bizi bıraktın" diye ağlıyor, herkes, herkes, herkes Atatürk yolunda safında, ülküsünde, ardında!...

İki Alman öğrencisi gelmiş yurdumuza. Dinlemişler, konuşmuşlar. Herkes Atatürk'ü göklere çıkarıyor, herkes onu babası gibi seviyor. Sonra bir bakmışlar ki herkes Atatürk'ün düşüncelerine, görüşlerine, ilkelerine, ülküsüne ters yolda gitmekte birbiri ile yarışıyor! En sağcısından, kendini en solcu bilene dek! Çıkamamışlar işin içinden. Sonra sormuşlar Türk arkadaşlarına "Neden ölümünden otuz yıl sonra bile O'nu bu kadar seviyorsunuz da O'nun söylediklerine böylesine kulak asmıyorsunuz?"

Batı kafası bunu sorar işte. Hem sormakla da kalmaz yanıtını da bekler. Biz de düşünürüz; ama işimize de gelmez, çıkarımızı bozar diye vazgeçeriz yanıt aramaktan. Yaşar gideriz gündelik hayatımızı. 10 Kasım oldu mu başlarız çığlıklar atmaya, göz yaşları dökmeye, söylevler çekmeye. Evet sıkılmadan yaparız bunu...

1950-1960ların partizan bir valisi, genç devrimcilerin başkaldırışları karşısında şöyle demişti: "Atatürkçüymüşler! Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği kuşak bizleriz, onlar değil." Böyledir, hem Atatürk'ü kimseye kaptırmayacaklar, hem de Atatürk'ü tarih sayfalarından kazıyacaklar. Cumhuriyet yıldönümlerinde Arap harfli sloganlarla geçit törenleri yapılacak. Politikanın çirkin kişileri oy uğruna "Muhammed-i düzen" getireceklerini söyleyecek. Yobaz gazeteleri Atatürkçülüğü gavurluğun eşi sayacak. Kendini aşırı solcu sayan romancılar, bilim adamları sinsi sinsi Atatürk'ten kalan kemikleri kemirecek... Sonra ölüm günü geldi mi söylevler! Ne zamana dek, o günün akşamına dek! Sonra yok, Atatürkçülükleri o kadar işte. Eski yıllarda Atatürk için neler yazmışlar, neler demişler. İşte Bayar ortada "Atatürk seni sevmek ibadettir" özdeyişini o bulmamış mıydı? Söylüyorlar; ama inanmadan, benimsemeden, uygulamak istediğini duymadan...

Öyle günler oluyor ki, öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki, kişi kendi kendine sormadan edemiyor: Bu ülkede Atatürk diye büyük bir adam gerçekten yaşadı mı?

Sanki toplumca bir düş görmüşüz, sonra uyanıvermişiz. Öyle güzel bir düşten sonra uyanmak, gerçek bir kabus. Atatürk bir düş müydü sahi? Çevreme bakıyorum, düş değil, bir zamanların gerçeği. Düş değilse de bir zamanların gerçeği ancak. Geçmiş, gitmiş, unutulmuş. Adı kalmış o kadar. Ne ilkeleri, ne inancı, ne de arkadaşları!

Bayramlar, söylevler, törenler, demeçler... Bunlar bir şey değil. Temel sorunlara inmeden, Atatürkçülüğü bir fikir ve inanç bütünü, bir öğreti, bir toplum düzeni olarak ele almadan ne dense yararsızdır. İçi boş kalıplardır bunlar. O kalıpları doldurmak, Atatürkçülüğün özünü korumak gerek. Atatürkçülüğü ödüncülerden, rötuşçulardan, inkarcılardan, Ulu hakancılardan, kendilerini sol sayıp en gerici düşünce ve davranışlardan kaçınmayanların elinden çekip almak gerek. Atatürkçülüğü düş olmaktan korumak gerek...

Oktay AKBAL
Atatürk Yaşadı mı? - Cumhuriyet Yayınları

Yunan gazetesinin iftiraları

Rıza Nur’un Atatürk hakkındaki iftiraları, dış basın ve Türk düşmanları tarafından da kullanılmıştı. İşte 1 Mart 1996 yılında, Yunan gazetesi Hronos’da yayımlanan yazının (http://img345.imageshack.us/img345/7796/18ph.jpg) Türkçe çevirisi:

Diktatör ve Türkiye'nin reformcusu Kemal Atatürk'ün babası belli değildi. Kemal'in kişisel ve yakın dostu Rıza Nur öyle diyordu. (Rıza Nur, İsmet İnönü'yle birlikte Türkiye adına 1923 Lozan Antlaşması'nı imzalamıştır.) Rıza Nur bu gerçeği ortaya çıkardıktan sonra Kemal tarafından sürgün edildi ve hakkında öldürülme emri verildi. Ancak Rıza Nur, Paris'e kaçıp kurtuldu ve anılarını yayımladı. Hemen ardından Londra'daki bir dergi tarafından bu anılar İngilizce olarak yayımlanmaya başladığında, bu dergiye yayımını durdurmazsa bombalanacağı tehditleri (büyük olasılıkla Türk şövenistler tarafından) gelmeye başladı.

Rıza Nur'un anıları içinde, Kemal'in askeri eğitim gördüğü okul kayıtları var olup burada babası bilinmiyor olarak yer almaktadır. Türkler konunun yok edilerek unutulması amacıyla bu nüfus kayıtlarını ortadan kaldırdılar. Kemal'in annesi olan Zübeyde, Selanik'teki gümrük memuru olan ve Türklerce Mustafa'nın resmi babası olarak gösterilen Ali Rıza'yla ilk evliliğini yaptığında küçük bir bebekti. Gerçek babasıyla ilgili iki yorum vardır:

(1) Genç Zübeyde'nin ilişki içerisinde olduğu Yenişehir (Larissa) mutassarıfı Abduş Ağa,

(2) Kimliği bilinmeyen Selanik'li bir Yahudi dönmesi.

(Öldüğünde camiye götürülmemişti.) Ali Rıza öldüğü zaman, Zübeyde, zengin bir aileye sahip bir Türk Paşasıyla evlendi. Bu arada Kemal reşit olduğu zaman Paşa'dan miras istediğinde "h.s...tir p.ç" yanıtını almıştır.

Kemal askeri okuldan mezun olduğunda Manastır'daki bir Yunan kızına âşık oldu. Doğal olarak bu genç kızın ailesi, kızlarının bir Türk, aynı zamanda bir askerle olan ilişkilerini benimsemedi. Araya Manastır metropoliti girerek durumu sultana şikayet etti ve Kemal, buyrukla Libya çöllerine sürüldü. Kemal'in Yunanlılara ve Ruhban sınıfına hıncı buradan kaynaklanmaktadır. Kemal'in 1923-1938 yılları arasındaki Türkiye diktatörü olarak yapmış olduğu çılgınlıklarla ilgili olarak, New York'ta 1973 yılında gazeteci Noel Barbier tarafından yayımlanmış olan "The Sultanss" adlı tarih kitabını okumanızı öneriyoruz. Kemal'in p.ç soyuyla ilgili Rıza Nur'un anılarını bulup okumamızın olanağı yoktur. Çünkü bu yayın Türkiye'de yasaklanmıştır.

Selanik'te Kemal'in evi olduğu öne sürülen eve gelince, Yunan Devleti'nce Türkiye denen kültürsüz, vahşi ve doyumsuz canavarın saldırganlığının bir parça önünün kesilmesi amacıyla iyi komşuluk göstergesi olarak, "Kemal'in (Anadolu'daki Helenizm'i yok eden ) doğduğu ev" denerek bir eski ev verildi. Bu armağan, komşularımız saldırgan ve obur seslerini yükseltmesinler, diye verildi. (Bununla Atina'daki hıyarlar, Şekspir'in Otello adlı eserinde "Lanetli Irk" olarak isimlendirildiği Asya canavarını durdurabileceklerini sandılar.) Doğal olarak o eski evin gerçekten Kemal'in evi olduğu ya da onunla herhangi bir ilişkisi olduğu yönünde herhangi bir gerçek kanıt yoktur.


Hronos Gazetesi, sık sık Türklere saldırıları ile bilinen, aşırı sağcı bir gazetedir. Görüldüğü gibi saldırıları da yalan ve iftiralar üzerine kurulu. Daha ilk kelime bile yazının gerisinin yalan ve iftiralarla dolu olduğunun ipucunu veriyor. Atatürk’ün diktatör olduğu safsatasını bir kenara bırakıp diğer iftiraları cevaplandıralım:

Önceki yazımızda da detaylı bir şekilde anlattığımız gibi, Rıza Nur, kitabını 1928 yılında yazmaya başlamış, 67 yılında ilk kez Türkiye’de yayımlanmıştır. Ancak Hronos’un verdiği bilgiler, Rıza Nur’un, bu bilgileri Atatürk’ün sağlığında açıkladığı ve bu nedenle Atatürk tarafından cezalandırıldığı doğrultusundadır. Doğru bilgileri, bir önceki yazımızda okuyabilirsiniz.

Diğer bir iftira da, askeri eğitim gördüğü okulların kayıtlarında babasının bilinmediği yazılmasıdır. Atatürk düşmanları, bu iftiralarını daha gerçekçi kılmak için düzmece bir belge de hazırlamış (http://cundullah.com/mkemal/delil.gif); ancak bazı önemli detayları gözden kaçırmışlardır. Belgede yazanlar şunlardır:

"SELANİK ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

İlâm karar numarası: Adet/451

Abduş'un ölümünden sonra Zübeyde Abduş'un karısı olduğunu ve oğlu da Abduş'un oğlu olduğu iddiası ile açmış olduğu miras davasında Abduş'un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddianâmede Zübeyde'nin Abduş'un karısı olmadığını ve umumhâneden (genelevinden) odalık aldığını ve oğlu Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş'un bilaveled öldüğünü iddiaları ile keyfiyetin umumhâneden sorulmasını talepleri üzerine umumhâneye yazılan tezkerin cevabında, "Zübeyde'nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297'de umumhânemize dühul edip, Yenişehir'li Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298'de umumhânemizden hüruc etmiştir (çıkmıştır)!". Bu yazıya istinaden Zübeyde'nin davasının reddine karar verilmiştir.

22 Kanunî-Evvel 1298, 20 kuruşluk pul, Hakim Aza Aza, Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi, Mühür Mühür Mühür
"

Bu konuda yazı hazırlayan Taha Akyol, şu yanlışlıklara dikkat çekmiştir:

…EVVELA, Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi böyle bir "ilam" (karar) vermiş olamaz.

Osmanlı'da miras, aile, nesep, nafaka gibi konularda Müslümanlar için Şer'iye mahkemeleri, Hıristiyanlar için kiliseler görevli idi.

Zübeyde Hanım bir miras davası açmış ve bu sebeple Mustafa Kemal'in babası mahkemece araştırılmış olsaydı, bu işe "Selanik Asliye Mahkemesi" değil, "Selanik Şer'iye Mahkemesi" bakacak ve "ilam" (karar) verecekti!


…Sözde 'belge'de bir de 20 kuruşluk pul vardır. O yıllarda buğdayın kilosu 0.66 kuruştu! (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları, sf. 133)

Yazının tamamına http://www.milliyet.com.tr/1999/06/03/yazar/akyol.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Bir diğer iddia da, Atatürk’ün babasının, kimliğinin bilinmeyen, Selanikli Yahudi bir dönmesi olduğudur. Bu iddia da şu soruyu aklımıza getiriyor: Kimliği bilinmeyen bir kişinin, Selanikli bir Yahudi dönmesi olduğu nasıl bilinebilir?

Bir sonraki paragrafta iddia edilen Atatürk’ün Yunanlılara olan nefreti ise tamamen uydurmadır. Tam tersine, Kurtuluş Savaşı sonrasında, Yunan Başbakanı Venizelos ile dostluk kurmuş ve bizzat Venizelos tarafından da Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Ayrıca Atatürk, sık sık Türk olmaktan gurur duyduğunu dile getirse de, hiçbir zaman ırkçı bir tutum içinde bulunmamıştır. Bu nedenle de Yunanlılara düşman gözüyle baktığı iddiasının yalan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Aynı paragrafta bulunan Yunan kızı ve Mustafa Kemal aşkı, gerçektir. Ancak sürgünle sonuçlanmamıştır. Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan kitabının ikinci cildinde (S. 26-27), bu serüven şöyle anlatılmaktadır:

…Manastır askeri idadisinin yatılı öğrencisi Mustafa Kemal, tatilde Selanik’e döndüğünde on sekiz yaşının doyumsuz ve gürbüz heyecanlarına tatlı tatlı karşılık veren, ak tenli, güzel bir Rum kızına tutuldu… Yalnız, kendi mahallesinde oturan bu güzel kızla onu birbirinden ayıran aşılmaz gelenek uçurumları vardı. Ne var ki, Mustafa Kemal de genç kız da bunları ayırt edebilecek durumda değildi…

…Evet, bütün geleneklere, göreneklere ve bütün dünyaya meydan okuyarak, bu subay adayı Türk genciyle Rum kızı evlenecekti. Bir akşam, bir kuytuda, en ateşli antlarla kararlarını vermişlerdi. Mustafa Kemal, kızı manastıra kaçıracak, orada evleneceklerdi… Türk-Rum bütün mahalleliler bu serüveni biliyor ve sonucunu ilgiyle bekliyorlardı. Hele Zübeyde Hanımla Ragıp Bey* ve Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa, bu kaçış hikayesi üzerinde titizlikle duruyor ve tetikte bulunuyorlardı. Mustafa Kemal’in dayısı, genç kızın evine gidip kaçış işini açtı ve bunu engellemek birlikte tedbir almalarını istedi…


*Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi.

Bu serüven, kızın, Mustafa Kemal ile birlikte kaçacakları trene gelmemesi ile son bulmuştur.

Görüldüğü gibi bu hikaye de tamamen çarpıtılmıştır.

Selanik’teki ev konusuna geçmeden önce, yukarıda bahsi geçen belge konusu ortaya çıktığında, basınımız tarafından yapılan yorumlardan da birkaç örnek vermek istiyorum:

- Kağıdın rengi bozulmamış, yazılar hasar görmemiş, 110 yıllık belgede bu olanaklı değildir.
- O dönemin kararlarında pul yoktur. Bu düzmece kağıtlarda pul var.
- Kararda, imzası bulunan yargıçların adlarının ve kıdemlerinin yazılı olması gerekir. Yok.
- Annesi genelevde çalışmış olan ve üstelik bu durumu mahkeme kararıyla belgelenmiş birisini, Osmanlı ordusunda askeri okullarla alıyorlar mıydı?
- Annesinin ikinci evliliğine bile, küçük yaşına rağmen, katlanamayan bir Mustafa Kemal, annesinin böyle bir durumu olsa onu reddetmez miydi? Böyle bir anneye ölümüne dek bakar mıydı?
- Böyle bir durum olsaydı, Mustafa Kemal'in muhalifleri, o yıllarda ve sonrasında, M. Kemal'i öldürme girişimleri yerine, bu durumu kullanmazlar mıydı?
- Böyle bir durum olsaydı, Padişah Vahdettin, M. Kemal'e kızıyla evlenmesini önerir miydi?
- Karşı taraftan "Bu durum o zamanlar bilinmiyordu." sesleri geliyor. Bu olanaklı mı? Selanik gibi herkesin birbirini tanıdığı, özellikle Türk'lerin birbirlerini yakından tanıdıkları bir kentte böyle bir durum gizli kalabilir mi? M. Kemal'in çocukluk arkadaşları var, okul arkadaşları var, sonrasında Selanik'te görev yapan asker arkadaşları var. Bunların içinde sonradan muhalifi olanlar var. Bunlar, böyle bir şey olsa duymazlar mıydı?

Bunlara ek olarak, Hürriyet Gazetesi, bu belgenin, Kara Ses olarak bilinen Cemalettin Kaplan ve yandaşları tarafından hazırlandığının anlaşıldığını iddia etmiştir(http://img266.imageshack.us/img266/5974/26kz.jpg).

Sadece bu soru ve yorumlar bile, bu belgenin asılsız olduğunu ispatlar niteliktedir.

Selanik’teki evin, Ali Rıza Efendi’ye ait olmadığı iddiası da yalandır. 1870 yılından önce Rodoslu Müderris Hacı Mehmet Vakfı tarafından inşa edilen evin ilk sahibi, İbrahim Zühdü’dür. Ev, daha sonra Selanik halkından Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüm’e satılmıştır ve kayıtlara göre de 1878 yılında Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi tarafından kiralanmıştır.

Görüldüğü gibi Rıza Nur, sadece Türkiye’deki Atatürk düşmanlarına değil, Yunanistan’daki Atatürk düşmanlarına da kaynaklık etmiştir. Atatürk’ün adını karalama amacıyla iftiralar atan Nur, Türk milletinin ve Atatürk’ün, Yunanlılar tarafından aşağılanmasına da neden olmuştur.

Yazıya son verirken, iki resim ve bir belge sunarak, Ali Rıza Efendi’nin Atatürk’ün babası olmadığını iddia edenlere son bir cevap daha vermek istiyorum:

http://img137.imageshack.us/img137/2848/knyedefteri0wt.jpg

Bu belge, Atatürk’ün, Askeri Harp Okulu Künye Defteri sayfasındandır. Bu belgede şu ifadeler yer alıyor:

“Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük Memurlarından müteveffa (vefat etmiş) Ali Rıza Efendi'nin mahdumu (oğlu) uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96”

Bu belgeyle birlikte, Rıza Nur’un anılarında söylediği, Mustafa Kemal’in öğrenim gördüğü askeri okul kayıtlarında “babası bilinmiyor” yazdığı yalanı da çürütülmüş oluyor.

http://img248.imageshack.us/img248/38/babas2qe.jpg
http://img137.imageshack.us/img137/2120/kendisi5sf.jpg

Bu iki resim ise, Atatürk ve Ali Rıza Efendi’nindir. Aralarındaki benzerliği sanırım hiç kimse inkar edemez.

17 Temmuz 2007

Rıza Nur’u tanıyalım

Atatürk’e saldırılarda bulunanların değişmez kaynağı olan Rıza Nur kimdir?

30 Ağustos 1879 Sinop doğumlu olan Rıza Nur, ilköğrenimini Sinop’ta gördükten sonra İstanbul’a gelerek eğitimini burada devam ettirdi. Tıp Lisesi ve Askeri Tıp Okulu’nu tabip yüzbaşı olarak bitirdi. Askeri Tıp Akademisi’nde staj yaparken Alman hocaların ilgisini çekerek orada asistanlığa başladı. Dr. Deike Paşa’nın yanında bir süre çalıştıktan sonra cerrahi bölümüne geçti ve Prof. Dr. Wietin Paşa’nın yanında çalışarak operatör oldu. 1903'te Rumeli Zibefçe gümrük kapısına bakteriyolog olarak atanan Rıza Nur, 1905'te Gülhane'ye yardımcı öğretmen, 1907'de Askeri Tıbbiye'ye cerrahi hocası oldu.

II. Meşrutiyet’in ardından yapılan seçimlerde Sinop’tan milletvekili seçilen Rıza Nur, İttihatçılara yönelik ağır eleştirileri nedeniyle Askeri Tıbbiye’deki profesörlük görevinden alındı. Daha sonra binbaşı rütbeleri de sökülmesine rağmen eleştirilerine devam etmesi nedeniyle üç ay hapis yattı. Ardından da Cemal Paşa’nın emriyle sürgüne yollandı.

1. ve 2. TBMM döneminde de Sinop milletvekilliği yapan Rıza Nur, 1926 yılına kadar bu görevini fiilen devam ettirir. Bu dönemde Eğitim Bakanlığı da yapan Nur, 1926 yılında hem hastalığı, hem de Mustafa Kemal Atatürk ile arasının açılması nedeniyle Paris’e yerleşti. Oradan Mısır’a geçip 12 yıl İskenderiye’de kaldı. 1938 yılında Atatürk’ün vefatı üzerine Türkiye’ye dönen Nur, 8 Eylül 1942’de öldü.

Buraya kadar, sürgünleri saymazsak, normal bir hayat sürmüş gibi gözüken Rıza Nur, göründüğü gibi masum değildir. Atatürk'ün, Ekim 1927 yılında okuduğu Nutuk’ta; Rıza Nur’un, Balkan Savaşları sırasında Arnavutları isyana teşvik ettiğini açıklaması nedeniyle, 1928 yılında “Hayatım ve Hatıralarım” kitabını yazmaya başlar. Amacı, hainliğinin üstünü iftiralarla örtmekti. Affınıza sığınarak, bu iftiralardan birkaç örnek vermek istiyorum. Daha sonra yazacağımız, Rıza Nur’un, kendisi ve eşi için yazdığı kısımları incelerken de bu iftiralarla bağlantı kuracağız.

"...Ali Fuad'la bir akşam ikimiz baş başa konuşuyoruz. Mustafa Kemal'in fuhuş hikâyelerinden bahsediyoruz. Dedi ki: "Ayol onun erkekliği yok. Mektepde iken, Selanik'de iken beraber çapkınlığa giderdik. Kadınlarla uğraşırdı, bir şey yapamazdı." Hayretimi mucip oldu. Bilmezdim. Çünkü fuhuşa çok düşkün. Bu sözü sonra bir binbaşının hareminden de işittim. Mustafa Kemal bir aralık buna dadanmıştı. Herkesin ağzındaydı. Kadın hasta olmuş, bana müracaat etti. Pek güzel bir hanım. Mustafa Kemal ile olan macerasını ne yapıp söylettim. Dedi ki: "O kadına çok düşkündür. Ama bir şey yapamaz. Kalkmaz. Uğraşır sürüştürür. Sonunda dışına akıtır, işte bu kadar." Bu söz Ali Fuad'ı teyit etti. Derken Mustafa Kemal Latife ile evlendi. Latife haremimle ahbap idi. Ona Mustafa Kemal'in kocalık yapamadığından şikayet etmiş. O da bana söyledi. Latife bu şikayeti Fethi Bey'in refikası Galibe hanıma da yapmış. Fethi'den işittim. Demek ki Ali Fuad'ın sözü tamammış. Demek bu adam i*nedir. Ve bu hali gençliğinden beridir."
(3. Cilt, 153. sayfa)

"…Anlaşıldığına göre boşanma vakasından iki-üç gün evvel Latife kardeşi İsmail ile haremi Süreyya Paşa'nın kızı Melahat Ankara'ya gitmişlerdi. Çankaya'da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal'in yanında katip sıfatıyla Halit Ziya'nın oğlu Vedad vardı. Güzel, tüysüz bir çocuk. Bir akşamüzeri karanlık çökerken İsmail, Melahat balkona çıkmışlar. Bakmışlar Vedad Mustafa Kemal'i ağacın dibinde yapıyor. Latife'yi çağırmışlar. O da görmüş. Bir kıyamettir kopmuş. Latife Mustafa Kemal'e "Her şeyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artık buna edemem" demiş. Gazi savuşmuş, İsmet'in evine gitmiş. "Bu karıyı şimdi boşayacağım" demiş. İsmet sabahleyin erkenden Hey'et-i Vekile'yi toplamış. Talaka (boşanmaya) karar vermişler. Latife'yi İsmet alıp trene koymuş. Trende teselli etmek istemiş, Latife ona "Sus, sus! İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen ona bir gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Hep aleti sensin." demiş."
(Sayfa 314-315)

"...Ankara'ya geldiğimin ikinci günü Dar'ul Muallimat Müdiresi Şahende Hanım geldi. Bir vaka anlattı. Meğerse biz Rusya'da iken pek çirkin bir vaka olmuş. Diyor ki: "Bir gece yarısı bir otomobille Mustafa Kemal, yaveri Salih, mektebin kapısına geldiler. Talebeden bir kızı alıp götürdüler. Ertesi günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'e gidip şikayet ettim. Bu çocukların babası o demektir. Ama 'Ne yapalım, olur ya. Kızı sevmiş, almış.' dedi. Hayret içinde kaldım. Sizi hatırladım. 'O olsaydı kıyameti koparırdı' dedim.

Mebuslara sordum. Bu iş Meclis'te gürültüye mucip olmuş. İstizah yapmak istemişler. Mustafa Kemal korkup kızı birkaç gün istimalden (kullandıktan) sonra yaverlerinden bir zabite nikahla vermiş, o da almış. Sonra zabiti terfi ettirmiş. Bu vaka çok çirkin ve namussuzca bir iştir. Devlet ve milletin ırzına geçmiş ve onun hayat ve namusunu kurtarmak için çalıştığını iddia eden şu adam, mektepten milletin masum kızlarını cebren alıp fiili şen'i (kötü fiil) yapıyor. Kız kaçırıyor, eşkıyalık ediyor. Bu iş, grubu epeyce vahdete getirmiş."
(Sayfa 182)

"...Artık bir balo ve dans devridir açıldı. Güya medeni ve asri olmuşuz. Dava bu... Bu zevk ve sefaları Kara Kaplı'ya uyduruyorlar, meşru göstermek lazım!.. Artık Ankara'da mükellef balolar veriliyor. Bu balolarda müthiş rezaletler de oluyor. Hatta kavga, dövüş de var. Mustafa Kemal geliyor. Zil zurna oluyor, kadınlara tasallut ediyor. Bir defa dans ederken Fransız Sefiri'nin kızının memesini sıkmış; kız kaçmış, babasıyla beraber balodan gitmişler. Bir defa Mustafa Kemal kadın yerine tüysüz bir zabitle dans etmiş, çocuğu öpmüş. Kadınlardan bir kaçı Gazi(!)'ye "biz burada iken bu olmaz" demişler, herif keyiflenmiş. Bir adam karısını, yani Mübarek Bey'ın kızını onlarla dans ettirmek istemediğinden Salih ve avanesi adamcağızı öyle dövmüşler ki, biçare sedye ile hastaneye götürülmüş. Avrupa'da balolarda böyle şey asla olamaz. Bunlar baloyu da tulumbacı koğuşu yaptılar. Zaten Meclis'leri, Hükümetleri de o... Demek seviyeleri bu kadar.

Mustafa Kemal bu rezaleti çok ilerı götürmüş. Bir baloda herkesin içinde İsmet Paşa'nın karısını da öpmüş. Yanındakiler "yapmamalıydın" demişler. O vakit "Niye bana haber vermediniz" demiş. Güya mazaret!.. İsmet de orada imiş. Hiç bir şey dememiş. Namuslu bir erkek olsaydı derhal Mustafa Kemal'i vururdu. Bunun diğer tafsilatını Robert Kolej'deki Hüseyin'in karısı Mihre'den dinledik. Evvelce de dedim ya, Mevhibe namuslu ve dindardır. Kocası ne kadar namussuz ise, O, o kadar namusludur. Derhal ağlıya ağlıya eve gitmiş. Mihre onlara misafir imiş. Ağlıyarak ona anlatmış. Arkasından İsmet gelmiş, karısına "Ne ağlıyorsun? Bir şey değil ki... Hem, o senin kardeşin" demiş. Eee... Tamdır. İsmet'e layıkdır, o bunların hepsine katlanır. Tek mevkide dursun... Duruyor, demek ahlakı, milli, idari, siyasi böyle nelere katlanıyor... iştirak veya aletlik ediyor, hesab edilsin..."
(Sayfa 318-319)

İftiralar bunlarla sınırlı değil elbet; ancak bunları yazmak bile utanç verirken, daha fazla devam edemem. Bunlar ve bunlar gibi iftiralarla, Atatürk düşmanı kişilerin yazılarında ve sitelerin de sık sık karşılaşmışsınızdır. Bunların dışında, Atatürk’ün annesinin genelevde çalıştığı ve bu nedenle de babasının belli olmadığı, kendisinin de mason, Yahudi, kızlara düşkün, din düşmanı, İngiliz ajanı vs. olduğu iftiraları da Atatürk düşmanları tarafından söylenmektedir. Biz yine konumuza dönelim.

Rıza Nur kitabını tamamladıktan sonra 1935 yılında, “1960 yılına kadar yayımlanmaması şartı” ile British Museum’a teslim eder. 1967-68 yıllarında Altındağ Yayınevi tarafından dört cilt olarak Türkiye’de yayımlanan anıları, Atatürk düşmanlarının bir numaralı kaynakları(!) haline gelir. 1992 yılında da Abdurrahman Dilipak’ın katkılarıyla, İşaret Yayınları tarafından tekrar basılmıştır. Atatürk’e iftiralar attığı cildinden alıntılar yapmayı seven Atatürk düşmanları, nedense, Rıza Nur’un kendisi hakkında yazdıklarından oluşan cildi görmezden geliyor ve bu ciltten yapılan alıntıların yalan olduğunu iddia ediyorlar. Gelelim kendisi hakkında yazdıklarına:

“Karımdan şu mektubu aldım: 'Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkan bırakmıyorum.' Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı” (s.1785). “Galiba bu işte (M. Kemal'in) ve İsmet'in (İnönü) de parmağı var”
(s.1786)

”(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor”
(s.1346)

”Bir Rus doktor, zampara mı zampara. Karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış”
(s.1410)

”Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım”
(s.7)

”Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana, 'Çöz! Yoksa öldürürüm!' dedi... Boğuşma başladı... Nihayet bayılıp kalmışım... Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu”
(s.84)

”Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım... Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde heyecan duyuyordum... Anladım ki bu çocuğa aşık olmuştum... Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir”
(s.22)

”Kadın, erkekten aşağı bir mahluktur”
(s.1530)

"Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar, iğrendiğim şeylerdir”
(s.1531)

"Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir” (s.378) “Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir”
(s.1305)

"Ahlak ve temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke mecbur oldum. Yalan da söyledim”
(s.105)

Görüldüğü gibi, Atatürk’e erkeklerden hoşlanma yakıştırmasında bulunan Rıza Nur, kendi anılarında bir erkeğe aşık olduğunu ve bu aşkın sonunun cinsel ilişki olduğunu itiraf etmiştir. Bu da Rıza Nur'un kendi istek ve fantezilerini, Atatürk'ü karalamak için kullandığını ispatlar niteliktedir. Ayrıca, gençliğinde bir kere tecavüze, bir kere de tacize uğraması da (Kendisi itiraf etmiştir.) psikolojik sorunlarının nedenleri arasında gösterilebilir. Kadın olmak istediğini belirtmesi de durumunun ne kadar ileri aşamalara ulaştığının göstergesidir.

Rıza Nur, yukarıda da görüldüğü gibi, hastalıklı bir kişidir. Kendi durumu için şizofreni tanısında bulunan ("Kuşkusuz ki ben nevrastenik idim") Nur için, Turgut Özakman’ın “Dr. Rıza Nur Dosyası” (Bilgi Yayınevi) kitabında da Dr. Hasan Behçet Tokol, şu tanılarda bulunmuştur:

“Bu kişide bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık var. Teşhisim; psikopatik bir zemin üzerinde paranoit reaksiyon, yani çok ağır bir ruhsal bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zeka fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa olumlu işler yapabilirler. Anılarını; son duygu, düşünce ve yargılarına göre değiştirerek, geriye dönüp yeniden kurgulayarak, sanki gerçekmiş gibi aktarmış ki, bu tutum, bu tür hastalara özgü bir telafi ve tatmin yoludur. Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben olanaklı değildir.”

“Doktorun, Rıza Nur'da belirlediği hastalık adları da şöyle: İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), depresyon (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), homoseksüel eğilimli, Obsesif- kompülsiv sendrom (toz, mikrop korkusu), depersonelizasyon (aşağılık duygusu), agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), psikopat (kişilik bozukluğu), mitomani (yalan söyleme), fabulasyon (masal uydurma, hayali hikayeci), fanteziler (hayal ettiği olayları gerçek sanma), megalomani (büyüklük fikirleri), narsisizm (kendine hayran olma), paranoid reaksiyon (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantirizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur).”

Turgut Özakman da Rıza Nur’u şöyle tanımlamıştır:

“Rıza Nur, bir uçtan bir uca sürekli gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşı'nda Arnavutları ayaklandırır, Kurtuluş Savaşı'nda milliyetçidir, anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında hem sultanlık ile halifeliği kaldırmış olmakla övünür; hem de hazırladığı parti programında halifeliği yeniden kurmak ister. "Türk Tarihi" adlı kitabında Mustafa Kemal'in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olamayacağını belirtir. Anılarındaysa Mustafa Kemal'e olmadık iftiralar atar.”

Bu tanıma ve Rıza Nur’un ifadelerine bakarak, Dr. Tokol’un tanılarının ne kadar yerinde olduğunu görebiliriz.

Son olarak, Turgut Özakman’ın bahsettiği parti programındaki komik ve anlamsız maddelere de göz atalım:

* İdare sistemi laik ve sosyaldir. Fakat devletin resmi dini vardır.
* Eski yazıya dönülecek ve Latin harfi ile ikisi beraber yürüyecek.
* M. Kemal'in Nutuk'u toplattırılıp, imha edilecek .
* Partiye mistik bir şekil verilip, üyeleri Türkçülük hususunda tarikat ve dervişlik gibi ilahi bir ideal ve gayrete sahip olacaktır.
* Halveti tarikatına müsaade etmeli.
* Hilafetin yeniden tesisi hayati bir ihtiyaçtır.
* Başbakanlığa bağlı bir ırk müdürlüğü kurulacak, Türk olmayanlar memurluktan çıkarılacak.
* Kadını erkekle eşit saymak, ona memuriyet vermekten büyük hata olamaz. Kadın çocuk makinesidir.
* Dans yasaklanacak.
* Kalıtsal hastalığı olanlar kısırlaştırılacak.

Atatürk düşmanlarının sürekli alıntılar yaptığı ve henüz bilgileri tam oturmamış insanların kafalarının karışmasına neden olan Rıza Nur, işte böyle bir kişidir.

28 Haziran 2007

MOSSAD ve Barzani


Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.
Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir.

MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür.

Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?


Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi.

Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor.

CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars: A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta sergileniyor.

Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.

Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

* * *

Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.

1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.

Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.

MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor.

Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç:

Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329)

Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

* * *

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu?

Kitaba göre sürüyor.

“Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521)

Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor.

MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.

Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.

Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...

Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...

İlgi belli...

İlişki de belli...

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?

Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?

Uğur Mumcu - Cumhuriyet, 7 Ocak 1993


Dip Not: Uğur Mumcu, bu yazıyı yazdıktan 17 gün sonra, 24 Ocak 1993 tarihinde, öldürüldü.
Related Posts with Thumbnails