04 Eylül 2008

Kadere Bak!

Bundan 15 yıl önce.. 1993 yılında.. Demirel Hükümeti’nin Ermenistan politikası konusunda verilen gensoru sırasında Refah Partisi adına Abdullah Gül söz alıyor... Bakınız zabıtlara göre, neler söylüyor:

“Hükümet, bu politikasıyla, geleceğimizi gerçekten ipotek altına almıştır ve öyle ipotek altına almıştır ki, Ermenistan Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanının cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir.

HALİL ORHAN ERGÜDER (İstanbul) Beynelmilel protokol o..

ABDULLAH GÜL (Devamla) ...Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda, sizin şahin gibi davranmayacağınızı bildiği için, yüzünüzün ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir.

Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, kardeşleriniz katledilecek ve onlar katledilirken, ‘Bunun müsebbibi Türkiye’dir’ diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken, ‘Avrupa’nın haritaları bellidir, yerine oturmuştur; fakat Ortadoğu’nun, Asya’nın haritaları nihai şeklini almamıştır’ diye açıklamalar yapacak; Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, bütün bunlardan sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz de elini sıkacaksınız!..”

Evet.. Sayın Gül 15 yıl önce Ermenistan’dan Cumhurbaşkanı’nın değil maç, cenaze için bile Türkiye’ye gelmesini eleştirmiş... Arada değişen bir şey olmadı... Şimdi onun elini sıkmaya Ermenistan’a gidiyor...

Melih Aşık - Milliyet, 4 Ağustos 2008

01 Eylül 2008

Bu iki gazeteye dikkat

Ergenekon davasıyla ilgili bugünlerde yabancı basında da sık sık haberler, yorumlar çıkıyor. Geçenlerde bu yazılardan birini okurken düşündüm; bu gazeteciler nereden besleniyor, haber kaynakları nedir. Elbette bazılarının temsilcisi var. Ama her zaman için birincil kaynak o ülkenin basınıdır. Bir yabancı ajans, Türkiye hakkında haber yapmak için bu ülkenin gazetelerini, dergilerini takip eder. Zannediliyor ki yabancı gazeteciler de bunu yapıyor. Sandığınız gibi değil. Zaten pek çoğu Türkçe bilmiyor. Doğal olarak da Türkçe yayınlardan bilgi alamıyorlar.

Bu noktada İngilizce yayımlanan Türk gazetelerine rağbet ediyorlar. Türkiye’de şu anda sadece iki tane İngilizce gazete var. Doğan Grubu’nun sahibi olduğu Turkish Daily News ve Zaman gazetesinin çıkardığı Today’s Zaman.

Today’s Zaman’ın yayın çizgisi belli. Zaman’dan, Cemaat’in dikte ettirdiğinden farkı yok. Ergenekon’a ve AKP’ye bakışları belli. Bir anlamda yandaş İngilizce gazete... Zaten başyazarları da Fehmi Koru.

Yabancılar kuşkusuz bunu biliyordur. Gazeteyi de o büyüteçten, neye hizmet ettiğini bilerek takip ediyorlardır. Bazılarının mutlaka belli bir rezervi vardır Today’s Zaman’a karşı.

Ama “bağımsız” ve yandaş olmayan haberleri almak isteyenler için yegane kaynak Turkish Daily News. TDN’in herhangi bir Cemaat bağı yok, zaten Aydın Doğan’ın gazetesi. Yayın çizgisinin de bu yüzden merkezde olması beklenir: Tarafsız, objektif ve mesafeli.

Ancak işin garip tarafı, Turkish Daily News herhangi bir Doğan gazetesi gibi değil. Hürriyet’ten de, Milliyet’ten de çok farklı bir eğilimde.

Peki yabancılara yönelik tek tarafsız kaynak olması beklenen bu gazetenin yayın çizgisini kimler belirliyor?

Gelin künyeye bakalım.

TDN’in tepesinde Nuri Çolakoğlu’nun adı geçiyor. Ama o yayına karışmayacak kadar başka işlerle meşgul, zaten titri de CEO.

Gazetenin “executive editor” unvanı ise Eyüp Can Sağlık’a verilmiş. Yani bütün yayın çizgisinden sorumlu, editoryal kadronun en tepesindeki insan.

Eyüp Can, aynı zamanda Doğan Grubu’nun Referans gazetesini çıkartıyor. Ama bir görevi daha var: Grubun Cemaat’le ilişkilerden sorumlu üyesi.

Referans’a transfer edilmeden önce Zaman gazetesinde çalışıyordu, Amerika’da yetiştirildi ve Zaman’ın yenilenme sürecinin mimarlarından oldu.

Eyüp Can’ın da siyasi görüşü ve Ergenekon’a bakışı belli. Zaten bu konularda yazdığı yazılar ortada.

Turkish Daily News’deki Cemaat eğilimi Eyüp Can’la sınırlı değil. Gazetenin yorum sayfasını hazırlayan, yani dışarıdan gelen makaleleri takip eden ve Türk basınından seçkilerden sorumlu ismi de Mustafa Akyol.

Doğan Grubu üst düzeyinden Taha Akyol’un oğlu olan Mustafa Akyol bu görevinin yanı sıra AKP’nin yayın organı Star gazetenin de köşe yazarı. Zaman zaman dış basına AKP yanlısı yazılar da yazıyor. Zaten bunlar o kadar maharetlidir ki hiçbir zaman tek bir görevleri olmaz, tek bir grupta çalışmazlar, koltuklarının altında birden fazla karpuz taşırlar.

Ayrıca Mustafa Akyol’un da Cemaatçi olduğu bilinir. Eskiden Adnan Hoca’cıydı, şimdi Fethullah Gülen’e daha yakın. Hocaefendi’nin Amerika’da kalabilmek için alması gereken Green Card başvurusunda referans gösterdiği isimlerden biri.

Yabancılara sunulan basın seçkisi ve dışarıdan alınan makaleler Akyol’un süzgecinden geçiyor. Bu yüzden de TDN’in yorum sayfasında da genellikle Akyol’un kişisel görüşüne yakın yazılar basılıyor: AKP’ye yakın, Ergenekon’a yandaş medyanınkine benzer tavır alan türden...

Düşünün, Türkiye’yi takip etmek isteyen dünyanın önde gelen isimlerine nasıl yanlı bir haber servisi yapılıyor.

Nasıl ilginç bir operasyon değil mi?

Yabancı basında TSK aleyhinde, Kemalizm’e karşı, AKP’yi öven, İkinci Cumhuriyet’i göklere çıkaran haberler-yorumlar çıkınca herkes şaşırıyordu. Artık hiç kimse şaşırmaz zannediyorum: Operasyon bu kadar gözümüzün içine baka baka yapılıyor.

Kimileri “İngilizce gazete canım, ne kadar satıyor ki” diye küçümserken, dünyanın Türkiye’ye bakışını bu tirajı düşük gazetelerin belirlediğini bilmiyor.

Not: Eskiden Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin İnternet sitesinde İngilizce haber özetleri vardı, Turkish Daily News bünyeye katılınca “Artık yabancı gazetemiz var, onun tirajını düşürmeyelim” diye vazgeçildi. Doğrusu bu fikri de kimin ortaya attığını merak ediyorum.

Oray Eğin - Akşam, 1 Eylül 2008

31 Ağustos 2008

86 Yıllık Turhan Selçuk Şimdi Oldu Turhan Çömez!

AKP medyası, Ergenekon belgelerinin verdiği ilhamla, 86 yıllık Turhan Selçuk’u Turhan Çömez yaptı!

Bu kadarı da olmaz demeyin, oldu…

Ergenekon, sadece bütün karanlık olayları çözmekle kalmıyor, yeni olaylar-ilişkiler üretiyor, insanların kimliklerini tümüyle değiştirebiliyor. Henüz küresel bilim, bu aşamaya gelemedi ama, Ergenekon medyası geldi. Dün Star gazetesinin birinci sayfasının yarısından fazlası İlhan Abi’ye ayrılmıştı. İki sütun da bizim payımıza düşmüş! Habere göre, İlhan Abi, Mustafa Balbay’la konuşurken şöyle bir tümce kullanıyor:

“Az önce Turhan telefon etti, bu partiyi kapatmazlarsa felaket olur dedi…”

İlhan Selçuk, Cumhuriyet’in başyazarı, Yayın Kurulu Başkanı. Mustafa Balbay da Ankara Temsilcisi… Günlük konuları konuşmalarından, değerlendirmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Böyle bir konuşma iddianameye konuyor, geçelim…

İlhan Abi’nin Turhan dediği kişi, kardeşi Turhan Selçuk…

Telefon görüşmelerimizde zaman zaman Turhan Selçuk’un da adı geçer, onun günlük karikatürlerinden söz açılır.

Turhan-İlhan Selçuk kardeşlerin arasındaki imrenilecek ilişkiyi, karşılıklı bağlılığı sadece Cumhuriyet’in içindekiler değil, biraz mürekkep yalamış herkes bilir.

***

Haberi okuduktan sonra İlhan Abi’yi aradım:

- Abi Star’ı okudunuz mu?

“Hayır okumadım… Yine ne var?”

- Abi Turhan Selçuk’u Turhan Çömez yapmışlar…

“Yaparlar abi…”

- Abi aramızdaki telefon konuşmasını yayımlamışlar. Siz az önce Turhan telefon etti, diyorsunuz… Onun Turhan Çömez olduğunu yazmışlar…

“Yazarlar abi…”

- İlhan Abi, bu da oldu…

“Olur abi…”

Telefon görüşmemiz bu akışla devam etti… İlhan Abi artık hiçbir şeye şaşırmıyor!

Olup bitene gülüyor ama, bütün bunların çok basit bir kurgu olmadığını düşünüyor.

İlhan Abi’nin telefonda sözünü ettiği kişi Turhan Selçuk’tu ama, ola ki diye sordum:

- Abi siz hiç Turhan Çömez’le konuştunuz mu?

Çömez, yıllarca Başbakan’ın özel kalem müdürlüğünü yapmış, Balıkesir’den milletvekili seçilmiş, sonra da AKP muhalifi olmuş bir kişi. Konuşabilirdi de, ama hiç konuşmamış…

***

Yalanın bu kadarına ne denebilir?

Yalanın daniskası desek, az gelir! Ergenekon olayının bütünü içinde bulunduğu iddia edilen kimi kirli işlerin ortaya çıkmasını biz de istiyoruz. Ama, olay artık temiz devlet yaratma kaygısından çıktı. Temiz kalmış herkesi kirletme girişimine dönüştü.

Bu medya faşizmine, hukukun da işlemediğini görüyoruz.

Olay “çamur at izi kalsın”ı da geçti:

Çamura at, orada kalsın…

Bu medya kampanyasına AKP kuyrukçularıyla kimi idraksiz solcular dışında kimse de inanmıyor ama, ısrarla sürdürüyorlar.

12 Eylül döneminde 3 kişi bir araya gelirse, gizli örgüt kurmaktan yargılanıyordu.

Bugün, iki kişi bir araya gelip üçüncü bir kişiye selam yollarsa, hemen medya mahkemesinde yargılanıyor ve terörist ilan ediliyor!

Tam Aziz Nesin’lik bir olaylar zinciri ile karşı karşıyayız…

Bizim de aklımıza bir dizi kara mizah anlatımı geliyor ama, zamana yayalım…

Son sözümüz Turhan Selçuk için…

Mesleğinin ilk yılları dahil hiç çömez olmamıştı…

Yaptılar…

Çok kötü bir karikatür!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 31 Ağustos 2008

22 Ağustos 2008

Rap Rap Rap!… Durmak Yok, Yola Devam!

İstanbul Erenköy’deki Galip Paşa Camii’nde televizyon kameralarının gözükmediği ilginç bir cenaze töreni. Cemaat, caminin küçük avlusunu ancak dolduruyordu. Avluda en ünlü sima şüphesiz Nilüfer Bayar Gürsoy’du. Kocası, Demokrat Parti dönemi milletvekillerinden Ahmet İhsan Gürsoy’u kaybetmişti. Nilüfer Hanım kısacık kesilmiş kızıl renkli saçlarıyla, çok hoş giyimi ve vakur tutumu ile başsağlığı dileklerini kabul ediyordu. Başı şöyle emaneten bile örtülü değildi! Cenaze törenlerinde bazı kadınların başları üzerine ‘derbeder’ bir biçimde attıkları “saygı eşarbı” bile takmamıştı!

Törendeki kadınların da genellikle başı açıktı! İlginç olan, avluda tek bir türbanlının bile olmamasıydı! AKP de yoktu orada. Gözlere İsmet Sezgin takılıyordu!

Galip Paşa’yı dolduranların hepsi Cumhuriyet’in, Atatürk’ün çocuklarıydı... Hemen hiçbirinin ne AKP’li köktendinci ideolojiyle, ne Arap ürünü türbanla ne de dayatılan, ancak Kuran’da olmayan siyasal İslamcı yorumlarla ilişkisi vardı! Ama şüphesiz, bu kadro, 1950’lerden sonra devraldıkları ülke yönetiminde Atatürk devrimlerini ilerletememiş, dolayısıyla demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşlarıyla kuramamış, ekonomiyi sürekli dışa bağımlı kılmıştı...

Ve, bu başarısızlıkları nedeniyle de AKP ideolojisini besleyip büyütmüşlerdi! Sonunda iktidarı AKP’ye devrettiler!

AKP’nin Demokrat Parti ve türevlerinin devamı olduğu doğru değildir. Ne siyasi anlayış, ne kadro, ne politika, ne yönetim... Seçimlerde kullandıkları “Menderes-Özal-Erdoğan” imajının, Galip Paşa Camii’nde zerre kadar yankısı yoktu!

AKP, bugünkü politikalarıyla, Cumhuriyet tarihinin en gerici, en bağnaz, en dinci oluşumudur! Bu kısa tarih, en büyük talanların yapıldığı olağanüstü bir dönem olarak anılacaktır!

***

AKP’yi biraz frenleyecek olan ise, giderek daha iyi ortaya çıkıyor ki, karşılaşacağı hukuki, sosyal, ekonomik, politik zorluklar, sorunlar ve daha ötesidir!

Bu nedenle, hemen her alanda AKP’ye karşı en geniş muhalefeti inşa etmek tek çaredir! Ergenekon hava cıvadır! Oradan geriye sadece gerçekten demokrasi düşmanı, çeteciliğini Atatürk ardına saklanarak gerçekleştiren bir avuç kriminal tip kalacaktır! Buradan beklenen genel amaç ise AKP karşısında oluşacak geniş muhalefeti, gerçek demokrasi ve özgürlük cephesini engellemeye yöneliktir!

Bugün AKP izinde kuyruk sallayan solcu eskisi liberallere, CHP Milletvekili Osman Çoşkunoğlu’nun anlattığı bir olguyu ithaf etmek gerekir:

Çoşkunoğlu ABD’de üniversitede hocalık yaptığı dönemde, aynı kürsüde kendisinden daha solda bir İranlı akademisyen ile arkadaştır. Solcular Humeyni ile birlikte Şah’a karşı gösteriler yapıyor. Şah devrilir! İranlı akademisyen, Prof. Çoşkunoğlu’na gelir ve “Bizimkiler İran’da iktidara geldi, beni bir süre idare et, derslerime gir, İran’a gidip geleceğim” der. Çoşkunoğlu, bir daha İranlı arkadaşından haber alamaz...

***

AKP, engelleri bir bir aşarak, her kurumda, kesin ve tek ses iktidarını adım adım kuruyor.. Arkasında dosyaları olan Cumhururbaşkanı Gül, suçdaşı Erbakan’ı affediyor! Ve üniversite rektörlüklerine bir bir adamlarını getiriyor! Rektörler, Gül ve AKP adına pasta kesiyor! Ne arsızlık! Bir rektör de “Biz ülkede devleti yönetiyoruz, hızaya gelirsiniz ya da kötek yersiniz” gibi, ne tür bir diktatörlüğe doğru gittiğimizin işaretini veriyor! Üniversite her türlü baskıya direnmelidir!

Erdoğan, koltuğa ilk oturduğunda “Ne demek, buraya atama yapamayacak mıyız yani” dediği ve özerklik kavramı ile tanıştığı TÜBİTAK’ı, 6 yılın sonunda tek parti yönetiminin kurumu yapmayı gerçekleştiriyor!

Adamlar, özerklikten nefret ediyor! Özerk kurumlara karşı tavırları bile, nasıl bir dikta ve baskı yönetimi anlayışına sahip olduklarının göstergesidir!

AKP engelleri aşarak yürüyor: Durmak yok, yola devam! Başka ne kaldı? Sıradaki gelsin!

Rap rap rap!...

Orhan Bursalı - Cumhuriyet, 21 Ağustos 2008

19 Ağustos 2008

Bay Fuller’in Marifetleri!

Türkiye'nin başına gelenleri Gazeteci Yılmaz Polat’ın "CIA'nın muteber adamı" kitabından öğrenmeyi sürdürelim. Graham Fuller nam muhteremi okuyorduk!.. Bu bey, USA'ya, CIA merkezine dönmüştü ve...

"Fuller, çalışmalarını Müslüman ülkeleri laik sisteme dönüştürerek değil, Türkiye'yi Ilımlı İslam'a çevirip model yapma üzerine yoğunlaştırdı!.."

Ne zaman?.. 1990'lı yılların başında raporunu sunduğunu okuyup bu zamanı tahmin edebiliriz...

Fuller'in "Türkiye'deki İslamcı Akımlar" raporu Türkiye'nin İslami düşünce ve eğilimleri konusunda daha esnek olabileceğini savunuyordu. Proje, AB temelleri üzerine inşa edilecekti; ama Türkiye'nin önünde üyelik için ciddi engeller vardı. Özellikle yaratılan bu sorunların özünde, kemikleşmiş Kemalizm'in yattığı iddia ediliyordu. Fuller, Atatürk İlkeleri arasında yer alan devletçiliğin, bugün, geniş anlamıyla, Türkiye'nin gelişmesinin önünde en büyük engel oluşturduğunu yazdı. TC Anayasası'nın ilk cümlesi olan "Türk Devleti ebedidir" sözünün, Orwell dilini anımsatan daha eski bir dönemi çağrıştırdığını savunuyor, şöyle diyordu: "Liberal olmayan bir düzen, Türkiye'nin demokratik değişimini engellemekte, İslamcılık ve Kürtler gibi iki ana sorunun çözümü de zorlaştırmaktadır. Birincisi din meselesidir. Türkiye laik bir devlet olarak ülkedeki tek ve aynı zamanda en büyük İslamcı partiyi yasaklamaya devam ediyordu. Türkiye laik sistemi sürdürmelidir; ancak bu sistem kilise ve devletin ayrıldığı gibi gerçek laiklik olmalı. Fransız tepeden inmeci anlayışında ve Türkiye'de de olduğu gibi, devletin, din üzerinde kesin bir kontrol uyguladığı bir sistem olmamalı. Türkiye'nin ikinci büyük bir krizi de Kürt sorunu. Homojen bir ulus kurma kaygısı içinde, Kemalist devlet, Türkler dışında hiçbir kimliği tanımamak üzerine inşa edilmiştir.

Fuller'e göre Kemalizm olarak adlandırılan devlet doktrini, sorunun çözmediği gibi, Türkiye'ye çok pahalıya mal oluyordu. Fuller, bir yandan da fikirlerini eyleme dönüştürmek için yakın çalışma arkadaşlarıyla hedef belirliyordu. Türkiye'deki İslamla ilgili fikirleri, Fuller'i, İslamcıların vazgeçilmez konuşmacıları arasına soktu. Sık sık İstanbul'a çağrılıyordu. Fuller de çağrıları yanıtsız bırakmadı; Saidi Nursi konferanslarında boy gösterdi. En gözde konuşmacılar arasına girmeyi başardı. CIA'cı aynı zamanda Amerika’daki Ilımlı İslamcı yanlarını kendi kafasına göre örgütlüyordu. Fuller'in çalışma arkadaşları arasında Türkiye'de doğup büyüyen Washington'a CIA bağlantılı Henry Barkey de vardı; İstanbul'dan Washington'a gelmiş ve Fuller'in asistanı oluvermişti. Barkey artık Fuller'in güvendiği, ona en yakın kişilerden biriydi.

Graham Fuller, Türkiye'nin sorununun Atatürkçülük'ten kaynaklandığı konusunda ısrarcıydı. Üç ayda bir yayınlanan National Interest'de "Atatürk ve Sonrası" başlıklı bir makale yazdı; Atatürk'ün düşüncelerinin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç olduğunu savundu. Fuller'in görüşleri, Türkiye'de İkinci Cumhuriyetçi olduğunu söyleyen bir grup eski komünist, yeni dinci yazar aydın-akademisyen tarafından çabucak benimsenip desteklendi. Bu destek raslantısal değildi. Kapalı kapılar ardında Ilımlı İslam tezi, Kürtçülüğü de içine alarak ağını planlı biçimde örüyordu..."

Polat, Fuller'in bir başka "arkadaşını" daha bize şöyle tanıtıyor:

"Pentagon için hazırlanan 80 sayfalık raporun mimarlarından biri de Profesör Sabri Sayarı. Profesör Sayarı, İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi'nde, Washington'da Georgetown Üniversitesi'nde öğretim üyeliği; RAND'de araştırmacılık ve Washington'da Heath Lowry'den sonra Türk Araştırmaları Enstitüsü'nde başkanlık yaptı. Daha sonra Washington'dan ayrılıp İstanbul'a, Sabancı Üniversitesi’ne geldi...”

Bu kitabı okuyunuz, daha neler var neler!!

Behiç Kılıç

Kaynak: İlk-Kurşun

Yılmaz Polat’ın Kitabı

Gazeteci Yılmaz Polat, 28 yıldır Washington’da, Türk-ABD ilişkilerini izliyor... Polat bu süre içerisinde hem mesleğini, hem kendisini korumayı bildi; söz konusu ilişkiler nedeniyle ruhunu Pentagon’a kiralamadı... Bu yüzden köşeyi dönemedi, ceberutların muteber adamı olarak ülkesi aleyhine kurulan oyunlarda rol almadı, yurtsever bir onurlu kişi olmayı seçti...

Kitap yazıyor...

Yazdığı kitaplarda da, doğruları yansıtıyor... Son kitabı "CIA’nın Muteber Adamı" Ulus Dağı Yayınları tarafından basılıp piyasaya sürüldü. Mutlaka okumalısınız. Ben, lafı uzatmadan kitaptan bazı bölümleri sunacağım.

Polat, kitabında ABD derininin bir "Çalışma dosyasını" şöyle tanıtıyor...

"Siyahla karalanmış sayfalarda, ad verilmeden "16 No'lu ülke" olarak tanıtılan bir ülke vardı. "16 No'lu ülke", Türkiye idi..."

Şimdi bu "16 nolu ülke" ile ilgili olarak, 1992 yılında CIA'nın hazırladığı bir Kürt raporunda "En Muhtemel Senaryo" bölümünden satırlara bakalım...

"Türkiye'deki, Irak'taki ve daha az bir düzeyde de İran'daki Kürtler'in, merkezi hükümetlerden daha çok özerklik ve siyasal olarak tanınma isteklerini sürdürmelerini bekliyoruz. Ancak onlar her üç durumda, özellikle kendi ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarılan, genişledikçe ve birbirlerine bağımlılıkları artıkça, işbirliği yapmaları da daha önemli bir hale gelebilir. Ancak kısa dönemde bunun yapılmasını önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz. Bütün bunlara bakarak, Iraklı Kürtler daha güçlü bir durumda olacaktır. Çekiç Güç'ün varlığı sürdükçe, Bagdat'ta güçlü bir merkezi hükümet kurulsa bile, Kürtler kendi kurdukları yeni kurumları ve oldu bittiye getirdikleri otonomiyi korumayı başaracaklardır."

Rapor tarihi, doksanların başı ve gelinen noktaya dikkat ediniz...

Yılmaz Polat, kitabında, ABD gizli servisi adına Türkiye'de oyun kuran muhteremin adını da veriyor: Graham Fuller. Bakınız bu Bay Fuller kimmiş?..

"Yirmi yıl CIA Ortadoğu bölge sorumlusu oldu. 1964-67 arası Türkiye'deki CIA şefi oldu, ülkesine dönünce CIA'nın Ulusal İstihbarat Kurulu Başkan Yardımcılığı'na kadar yükseldi. Türkiye'ye ilgisi hiçbir zaman azalmadı. Ekmeğini Türkiye'deki Müslümanlıkla oynayarak kazandı. Başının üzeri keldi, yan taraftan uzattığı saçları ve uzun sakalıyla ajanlığını gizlemeye ve kendisine bir entelektüel görünümü vermeye çalıştı. Sakallı hali, Türkiye'deki aşırı dincilerin de hoşuna gitti; Kürt ve İslam uzmanı oldu. Türk-Kürt-İslam sentezini birleştirip Türkiye'nin jeopolitik yapısını irdeledi. CIA'dan emekli olduktan sonra da bağlantısını kesmedi. Merkezi Kaliforniya'da olan Rand Corporation adlı araştırma kurumunda bölge uzmanı olarak çalışmaya başladı ve kendisi iyice Türkiye'deki İslam'a verdi. Yazdığı raporlar, tarikatlar için umut ışığı, Türkiye'de şeriat rejimini görmek isteyenler için yol haritası oldu..."

Bundan sonraki satırlar sizlere "pek tanıdık" gelecektir!..

"Graham Fuller, 1920'lerde Türkiye'nin ayakta kalma mücadelesi sırasında Atatürk'ün tarihsel rolüne çok büyük saygı duyduğunu; ancak George Washington, Nehru, Lenin ve Gandi gibi liderlerin bile sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün vermediğini ve zaman içinde belleklerden silinebileceklerini söylüyordu. Fuller'e göre İncil ve Kur’an kalıcıydı. Liderler ölüyor; önce bedenleri, zaman içinde de düşünceleri yok oluyordu. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyordu.

Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam'ın yaşamımızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikri sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir tepki.

Fuller’in sözleri, soğuk savaş sonrası CIA'nın dikkatlerini Türkiye'ye çevireceğinin önemli işaretiydi. Belli ki yeni çalışmalar, İslam ve Kürtçülük ağırlıklı olacaktı.
Fuller'in iddiasına göre, Türkiye'nin sorunu Atatürkçülük'ten kaynaklanıyordu..."

Kitaba yarın devam edeceğim...

Behiç Kılıç

Kaynak: İlk-Kurşun

13 Ağustos 2008

15 Ağustos 'Zafer Bayramı'ymış!

Emine Ayna şehitlerimizin kemiklerini sızlattı!

DTP Lice İlçe Örgütü'nün düzenlediği “Hakla dayanışma” etkinliği PKK'nın gövde gösterisine dönüştürülmek istendi. Bölücü terör örgütü PKK'nın ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği tarih olan 15 Ağustos'un kutlandığı etkinlikte DTP Eşbaşkanı Emine Ayna ilginç sözler sarf etti.

ANF'nin haberine göre, DTP Lice İlçe Örgütü'nün düzenlediği etkinliğe, DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, DTP milletvekili Gülten Kışanak, DTP Diyarbakır İl Başkanı Necdet Atalay, Lice Belediye Başkanı Şeyhmus Bayhan, Lice Belediyesi eski Başkanı Zeynel Bağır ve DTP İlçe Başkanı Niyazi Erdoğan katıldı.

“Yaşasın 15 Ağustos”, “PKK halktır halk burada” sloganları ile başlayan toplantının açılış konuşmasını yapan DTP Lice İlçe Başkanı Niyazi Erdoğan, katılımcıların '15 Ağustos'unu kutladı ve hain saldırı ile saldırıyı düzenleyeneleri övdü.

"Kürt özgürlük harekatı kendisine dayatılan inkar ve imhaya karşı kurşun sıkarak var oluşunu gün yüzüne çıkarttı. 15 Ağustos yaratıcılarını şahsınızda selamlıyorum." diye konuşan Erdoğan terör saldırısına 'demokrasi mücadelesi' diye tanımladı.

Erdoğan'ın ardından söz alan Emine Ayna ise 15 Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'de gerçekleştirilen hain eylemleri överek, "15 Ağustos Zafer Bayramı'nız kutlu olsun." dedi!

Ayna’nın konuşması sırasında katılımcıların sık sık “Yaşasın 15 Ağustos”, “Gerilla vuruyor Kürdistan’ı kuruyor” şeklinde sloganlar atması dikkat çekti. DTP Eşbaşkanı Ayna ayrıca terör sorununun bitmesi için bölücü örgüt PKK'nın muhatap alınmasını istedi.

Kaynak: Milliyet

12 Ağustos 2008

ABD, Rusya Çin ve biz...

Gürcistan’a askeri yardım vermek, Şota’ya forma vermeye benzemez... Rusya mangalında Amerikan maşasına kömür taşımak da, varoşa kömür taşımaya benzemez.

*

Türkiye’nin başındakiler, Türkiye’nin başını büyük belaya soktu.

Ama bunu yarın yazarız...

*

Şota demişken, hazır...

Spor yazalım bugün.

*

Pekin Olimpiyatı başladı.

5 tane maskotu var.

Beibei.

Jingjing.

Huanhuan.

Yingying.

Nini.


Sevimli çizgi kahramanlar...

Dünya çocuklarının ilgisini çekebilmek için üretildiler. Biri balık, biri panda, biri antilop, biri kırlangıç, biri de alev... Hem 5 kıtayı sembolize ediyorlar, hem olimpiyat ateşini, hem Çin’in en meşhur 4 hayvanını, hem de doğa sevgisi, oyun, dostluk, neşe, iyimserlik gibi kavramları.

*

Çocuklar kolay ezberlesin, akılda kalsın diye, aynı hecenin iki kez tekrar edilmesinden oluşuyor isimleri... Bu isimlerin hecelerini tek tek, yan yana dizdiğinde şu cümle çıkıyor:

"Bei Jing Huan Ying Ni..."

Yani?

"Pekin’e hoş geldiniz..."

*

Çok hoş di mi?

*

Bilimde, teknolojide, eğitimde, sanatta, sporda, kalkınmada dünyaya tur bindiren Çin’in, çocuklarına sunduğu toplam sembol işte bu: "Yaratıcı zeká."

*

Bush oradaydı.

Putin oradaydı.

Aliyev oradaydı.

Bizimki Bitlis’teydi.

*

Geçti kara tahtanın önüne.

Aldı tebeşiri.

Çocuklarımızın geleceği için...

Milli eğitimin sembollerini yazdı:

Oku.

Düşün.

Uygula.

Neticelendir.


*

Baş harflerini yan yana diziyorsun:

ODUN!

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 12 Ağustos 2008

Her Büyük Olay Ona Bağlanıyor

Geçen haftanın en önemli iddialarından biri AKP’nin kapatılmama kararını açıklayan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı görüşmelerdi. Önce Çukurambar’da Kılıç’ın olduğu iddia edildi, yalanlandı. Ardından gelen bir başka iddia ise ortada kaldı: Karardan tam bir hafta önce Kılıç, yanına korumalarını da alarak Fehmi Koru’yu ziyarete gitmiş.

Ne var bunda, denebilecek kadar basit bir şey değil. Çünkü Fehmi Koru sadece bir gazeteci değil, adeta bir hükümet temsilcisi. Gazeteci olarak da Kılıç’ın görüşmesi etik değil elbette. Ama Koru’nun fazladan özelliği kapatılması görüşülecek partinin basındaki propaganda bakanı gibi gönüllü davranan bir figür oluşu. Kılıç gibi kritik koltukta oturan birinin dostluğu ya da ilişkisi olsa bile normal olmayan bir dönemde Koru’yla görüşmesi manidar yorumlanır elbette.

İddia önce odatv.com olmak üzere çeşitli yerlerde patladı, ancak ne Anayasa Mahkemesi’nden ne de Yeni Şafak yazarının ofisinden bir yalanlama geldi.

Koru, “Kulis” köşesinde kendisiyle ilgili başka birtakım iddialar yanıt verirken nedense bu buluşmaya hiç değinmedi. Mesela Çukurambar buluşmasında kendisinin olmadığını açıklamış köşesinde. Ama Kılıç’la görüşüp görüşmediğine dair bir şey yok.

Üzerinden de yaklaşık bir hafta geçti, o zaman doğru mu varsayacağız?

Fehmi Koru bugünlerde önce iddia atıp, sonra yalanlama alan gazetecilerden çok dertli. Halbuki kendisi bütün bir meslek hayatını “kulis haberciliğine” ayırmıştır ve bilir ki kurumlar ve kişiler işlerine gelmeyince hemen yalanlama yayınlar. Bu ortaya atılan iddianın çürütüldüğü anlamına gelmez. Pek çok yalanlanan haber sonradan doğru çıkmıştır.

Belki şimdi bu buluşma iddiası da yalanlanır, önemli değil.

Benim takıldığım başka bir nokta var: Neden son dönemde kritik, tartışmalı, hatta şaibeli birtakım haberlerin ucu hep dönüp dolaşıp Fehmi Koru’ya uzanıyor? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz diye düşünmek doğru mu, emin değilim. Yine de bir şekilde her büyük olay ona bağlanıyor.

Fişleme sanatının en önde gelen icracısı olduğu için belki de. İşin kötüsü o her ne kadar kendi adını temize çıkarmaya çalışıp olaylarla bağı olmadığını kanıtlamak için uğraşsa da, gelişmeler hep aleyhine çalışıyor. Ve biraz daha işin içine dalıyor. İlhan Selçuk’u jurnallediği gün Selçuk’un gözaltına alınmasının tesadüf olduğuna kimseyi inandıramıyor mesela.

Ya da Washinton’da Abdullah Gül’ü Gülen’in onursal başkanı olduğu Rumi Forum’a program dışı bir ziyarette bulunması için ikna etmeye çalıştığı konuşuluyor... Doğru ya da değil, fark etmez, önemli olan bir şekilde bu isimlerle hep onun adı yan yana.

Şimdi de Çukurambar buluşmasında, Kılıç’la görüşmede isminin geçmesi komplo mu, tesadüf mü?

Bence hiçbiri değil. Benim anladığım Fehmi Koru bu iktidar oyununu o kadar çok sevdi ki reklamını yapmaktan da geri duramıyor. Sanırım biraz fazla konuşuyor ve kendi gücü hakkında böbürlenmeyi seviyor.

Daha evvel Ergenekon kapsamında kimlerin gözaltına alınacağını önceden kendi odasında gururla anlatmıştı.

Sanırım bir şekilde kendini her şeyi önceden bilir göstermekten hoşlanıyor. Güç teşhirciliği yapmaktan da. Büyük olaylara bağlanmak, adının oralarda anılmasını istiyor. Belki de bunu gazeteciliği için katma değer olarak görüyor, kim bilir.

Yıllarca marjinal basında, marjinal gazetecilik yapıp bugün iktidara gelince yaşanan bir travma olabilir. Sanki Özal, Demirel gazetecileri gizliden gizliye kıskanılmış, ‘Bir gün onlar gibi olacağım’ diye vakit beklenmiş. İşte o gün geldi: Akrabası devletin üst makamına geçti. Ancak ne Barlas ne Donat ne de Bila bu kadar mesafeyi kaçırmamıştı doğrusu.

Bir kere hiçbiri yakın oldukları liderlerle akraba değildi. Cumhurbaşkanı’nın bir akrabası olan Fehmi Koru karardan bir hafta önce Haşim Kılıç’la buluşursa bu elbette tartışılacaktır. Elbette şaibeli bir buluşmadır bu. Yine AKP’nin propagandasını yapan bir köşe yazarı olarak Koru’nun yazdığı gün yazdığı isim gözaltına alınıyorsa burada da tartışma ve şaibe aramak yerli yerindedir.

Kılıç’ın ikinci Taha vakası

Haşim Kılıç’ın karardan önce görüştüğü isimlerle ilgili spekülasyonlara bir yenisi daha eklendi. İlk defa açıklıyorum. Konuşulanlara göre kararın açıklanmasından tam üç gün önce Doğan Grubu’nun AKP işlerinden sorumlu üyesi gazeteci-yazar Taha Akyol’la buluşmuş. Miliyet’te yazan ve CNN Türk’ü yöneten Akyol, AKP’ye yakın bir gazeteci. Bu buluşma da en az Koru’yla buluşma iddiası kadar şoke edici. Ve tabii her türlü tartışmaya açık.

İşin tuhafı bir de CNN Türk koridorlarında, Taha Akyol’un karar açıklanmadan önce bilirkişi edasıyla “AKP kapatılmayacak, sadece para cezası alacak” demişliği de var. Kapalı kapılar ardında söylenen bu sözler Akyol’un siyasi projeksiyon becerisi mi, yoksa istihbarat mı? İşte bu da çok ilginç bir soru.

Tabii bir de işin Haşim Kılıç yönü var. Kendisi de kimsenin yapamadığını yaptı, ülkenin en yüce yargı organına, hepimizin garantimiz diye gördüğümüz bir kuruma inancımızı sarsmayı başardı.

Oray Eğin - Akşam, 12 Ağustos 2008

11 Ağustos 2008

O çocuğun adı neden Hrant değil?

Hayırlı olsun, geçenlerde Elif Şafak’la Eyüp Can Sağlık’ın bir erkek çocuğu oldu. Bu çiftin ikinci çocuğu. Elif Şafak, eski kelimelere de meraklı bir yazar olduğundan kızına Şehrazat Zelda adını takmıştı. Oğullarına da en sevdiğim erkek isimlerinden Emir demişler; Emir Zahir. Yine sofistike bir isim. Doğrusu Şafak çiftinin çocuklarının adı Cem Uzan’ın Yasmin Paris adlı kızınınkiyle yarışıyor. İddiaysa iddia.

Ancak anladığım kadarıyla bu çift iddialı olmayı çok seviyor. Özellikle de erkek tarafı. Bir süredir yazılarına bakıyorum, Fethullah Hoca’nın eski prensi şimdi Doğan Grubu’nun krema tabakasına oynuyor ve kendini küçük Ertuğrul Özkök gibi lanse etmeye çalışıyor kamuoyuna. Sürekli köşesinde önemli insanlarla yaptığı konuşmalardan bahsediyor, onlara atıfta bulunuyor, bir şekilde kabul görmeye çalışıyor.

Bütün bunlar olurken, eşinin içinden çıktığı entelektüel çevreye de kabul derdinde. Acaba sınıfsal çatışmalardan doğan birlikteliklerin doğal sonucu mu diye düşünmüyor değilim.

Malumunuz, Elif Şafak sadece bir yazar değil aynı zamanda bir aktivist. Pek çok bildirede, toplumsal harekette bir şekilde adı, imzası yer alıyor. 301’den yargılandı, Batı’da zulüm gören yazar olarak anılıyor. Böyle bir kadının kocası olmak da kolay değil. Sıradan bir Fethullah dönmesi olmaz, değil mi?

Eyüp Can da gerek İkinci Cumhuriyetçi arkadaşları, gerek iş dünyasına göz kırpması olsun kendine iddialı bir kimlik yaratmak için yoğun çaba içinde. Kulüp kulüp dolaşıyor, kabul edilmek için.

Geçenlerde elime yönettiği Referans gazetesinden tarihi bir yazısı geçti. Arşivin tozlu raflarında çürümeye bırakılmayacak kadar kıymetli. Yine bahsettiğim iddiadan nasiplenmiş satırlar:

“Bir millet uyanıyor Hrant, ‘Hepimiz Hrant’ız’ diyen, ‘Hepimiz Ermeni, hepimiz Türk, hepimiz Kürt...’ Doğacak çocuklarına Hrant adını vermeyi düşünen anne-babalar görüyorum etrafımda. Biliyorsun bir kızımız oldu, Şehrazat adını birlikte koyduk. Ahdım olsun, eğer bir gün bir oğlum olursa adı Hrant olacak. Öyle senin gibi zorluk yaşamasın diye çift isimli Fırat-Hrant da olmayacak. Ben ve annesi kadar Müslüman, bizim kadar Türk ama senin kadar Hrant!”

Eyüp Can bu yazıyı daha 23 Ocak 2007’de yazmış. Öyle üzerinden çok uzun zaman geçmemiş. Yazıyı yazdıktan bir süre sonra da eşi hamile kalmış zaten.

Peki ben şimdi bir okur olarak hesabını sormak istiyorum: O çocuğun adı neden Hrant değil?

Elbette normalde böyle bir soru sormaya hakkım olamaz. Hiç kimsenin de olamaz. Tıpkı hiç kimsenin Eyüp Can’ın oğlunun adının Hrant olmasını beklemeyeceği gibi. Ama bu kamuoyu önünde verilmiş bir söz, bir taahhüt sonuçta.

“Ahdım olsun” diye yazmış adam, daha ne denir ki?

İşin tuhafı hiç kimse onu oğlunun adını Hrant koymaya zorlamamış, kendi kendine bu iddiayı ortaya atmış. Şimdi de vazgeçmiş. Peki neden?

Doğrusu bunun böylesi kolay geçiştirilebilecek bir kadar olmadığı ortada. Bence bu satırların altında sınıf atlamak isteyen Türk yarı aydınının kodları var. Düşünün, daha bir sene önce yükselen değerlere oynamak için, tribünlere böyle bir şov yapıyor. Üzerinden çok vakit geçmeden de bunu unutturuyor. Hrant Dink artık “moda” değil ya, o da kendi kendine “ahdını” yutuveriyor ve İslami ögeler içeren ismi koyuveriyor oğluna.

Bunların entelektüellikleri de bu kadar işte. Sözleri, iddiaları da sadece dönemsel, rüzgarın yönüne göre. Yarın öbür gün kabul görmek istedikleri kulüp değişirse, iddiaları da o yöne şekillenir.

Hrant Dink’e üzülmek, ölümüne öfke duymak, bunun hesabını sormak başka bir şey. Fanatik bir şekilde, bu davayı sahiplenir gibi görünüp kamuoyuna şov yapmak ise bambaşka.

Bu işin bu kadar basit olduğunu, unutulacağını ve kapatılacağını mı zannediyorlar acaba?

Tekrar aynı iddiayla soruyorum: O çocuğun adı neden Hrant değil?

Oray Eğin - Akşam, 11 Ağustos 2008

Haincik

Zannedersin Cudi’dir.

Adam Karacaahmet’e kurmuş havanı Selimiye Kışlası’na fırlatıyor; Çamlıca’ya doçka yerleştirip aşağıyı taramasına ramak var...

*

Bizimkiler hálá uyarıyor:

“PKK demeyin, reklamı olur.”

*

Ne diyelim mesela?

Terörişko mu diyelim?

*

Güngören’de çoluk çocuk havaya uçuyor; Vali ebelek gübelek diyor, PKK diyemiyor.

*

Kardeşim...

Adını anmıyoruz diye, hayata mı küsecek örgüt? Psikolojik harekát şampiyonu ABD, Bush’un “El Kaide” demesinde sakınca görmüyorsa, bizim PKK dememizde ne sakınca var? Gülmekten mi öldürmeye çalışıyoruz PKK’yı?

*

Hatırlayın...

PKK, terör örgütü listelerinden çıkmak için kıçını yırttı, adını değiştirdi, önce Kadek, sonra Kongra-Gel yaptı, uğraştık, çabaladık, o PKK’nın bu PKK olduğunu kanıtladık, yeniden listeye soktuk...

Şimdi diyorlar ki:

“PKK demeyin.”

*

Ne diyelim?

Gafilcan mı?

Hadisenin vahametini küçültmek için “canlı bombacık yakalandı” mı diyeceğiz bu saatten sonra?

*

“Üç beş çapulcu” dedik, dedik de, ne geçti elimize? PKK’ya PKK dediğimiz için mi, yoksa AB’ye uyum ayaklarıyla şımarttığınız için mi büyüyor PKK?

*

Üstelik...

Mevzu Atatürkçüler olunca kafa göz girmeyi biliyorsunuz; “darbeciler, suikastçılar, ırkçılar, katiller sürüsü” filan... Madem Ergenekon terör örgütüdür, niye habire “Ergenekoncu” diyorsunuz? Onunki reklam olmuyor mu?

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 10 Ağustos 2008

‘Kadife’ Savaş

Romantik isimli ‘devrim’lerden geçilmiyordu... ‘Turuncu devrim’, ‘pembe devrim’, ‘kadife devrim’, ‘gül devrimi’, ‘ayva devrimi’... (Sonuncuyu ben uydurdum.)

Gürcistan’da Saakaşvili’nin liderliğinde ayaklan(dırıl)an halk parlamento binasını basarken, televizyonlar canlı yayınlarla ‘kadife devrimi’ dünyaya yayarken sevinç gözyaşları sel gibi akıyordu. İşte Gürcistan da nihayet ‘özgürlük’ler âlemine romantik bir devrimle yatay geçiş yapıyordu...

Batı dünyası bayram ediyordu.

2003 yılı sonlarıydı...

Gel zaman git zaman Gürcistan’da bir şeyler oldu ama, artık canlı yayınlar yoktu. Saakaşvili’nin, Amerika Başkanı Bush tarafından tutulup kameralar karşısında havaya kaldırılan ‘kadife’ elinin bir demir yumruk gibi indiğini kimse fark etmedi. Bush’un desteğini arkasına alan Saakaşvili, Rusya’ya karşı ‘zafere kadar sürekli devrim’ ilan ederken, NATO’ya üye olmak istediğini açıklarken göklere yükselen alkışların gürültüsü içinde Gürcü halkının sefaletini de kimse görmedi. Yoksulluk ve işsizlik içinde debelenen halkın protesto gösterilerini, ‘kadife devrimciler’in şiddetle bastırdıklarını da kimse izleyemedi.

***

Çünkü ‘kadife devrimciler’, Kafkasya’daki bir stratejik kavganın sadece piyonlarıydılar. Allanıp pullanıp kadifelere sarılmış olmaları bu gerçeği uzun süre gizleyemezdi, gizleyemedi. Sözüm ona halka özgürlük, demokrasi, refah getireceklerdi. Getire getire savaş getirdiler.

Görünen o ki, bunu da çok acemice yaptılar. Ben olsaydım, Güney Osetyalıların üzerine tankları, topları gönderirken, ‘Acaba Rusya işin içine karışır da bu devle savaşa tutuşmak zorunda kalır mıyım?’ diye düşünürdüm. Saakaşvili’nin aklına gelmemiş demek ki... Dalgınlık herhalde... Amerika’ya mı güvendi ne? Belki de Amerika, Irak’ta yaptığı gibi uçak gemilerini, zırhlılarını, füzelerini alıp gelir, Rusya’yı bir temiz döver diye hesap etmiştir...

Dünkü Cumhuriyet’te Güney Osetya krizinin son yirmi yılı özetlenmişti. İş zaten bitmiş. Bu topraklarda yirmi yıldır Gürcü otoritesi yok. Adamlar özerkliklerini çoktan ilan etmişler. Kendi anayasalarını yapmış, güvenlik gücünü oluşturmuş, kendi cumhurbaşkanlarını seçmişler. Hatta bağımsızlık için referandum bile yapmışlar. (Kuzey Irak’ın kulakları çınlasın.) Güney Osetyalıların amacı Kuzey Osetya ile birleşmekmiş...

***

Gücü gücü yetene dünyası. Onun bunun piyonu, tetikçisi oldun mu, paçayı kaptırırsın, belayı da bulursun. Daha beş yıl geçmeden ‘kadife devrim’in bir savaş makinesine dönüşmesi başka nasıl açıklanır ki?.. Halkına barış, huzur, refah getirmek yerine, baskı, şiddet ve savaş getirenlerin sonu hiç de hayırlı olmuyor.

Denebilir ki, ‘Ne yapsın adamcağız, kadife devrimden sonra, Güney Osetya sorunu, Abhazya sorunu hiç yakasını bırakmadı ki’...

Doğrudur ama cevabı da hazırdır: O zaman yaptığın işe devrim demezsin. Kadife devrim hiç demezsin. ‘Kadife devrim’in önünde dörtnala koşarken bu sorunları bilmiyor muydun?

Hikmet Bila - Cumhuriyet, 10 Ağustos 2008

Karasakallılar Her Dönemde Var!

Şu günlerde Abdurrahman Şeref Bey’in “Tarih Söyleşileri”ni okumaktayım.

İlginç bir rastlantı, tam da günümüzde yaşadıklarımıza benzer bir olayla karşılaşmaz mıyım?

Abdülhamit’in saltanat yıllarında geçen oldukça gülünç, aynı zamanda tehlikeli sonuçlar doğuran bir olay!..

Zamanın Romanya Elçisi Mösyö Bratianu, Boğazkesen’de bir ev kiralamış, Beyoğlu’nda cadde üstünde bir ev! Orasını elçilik binası yapmış, dostlarını, arkadaşlarını devletin büyüklerini davet eder ağırlarmış. Yıl 1879!..

Eski Sadrazam Sait Paşa da bu davetlere çağrılırmış, ama elçiliğin bulunduğu yerin yakışıksız olduğunu düşünerek gitmezmiş... Bir gece yarısı sabaha karşı konağın kapısı çalınır, alelacele uyandırılır... Bu vakitsiz saatte gelen Mabeyn ileri gelenlerinden Memduh Paşa’dır. Eski Sadrazam Sait Paşa yaka paça arabaya sokulup Yıldız Sarayı’na götürülür... ‘Ne ver, ne yok, istenen nedir?’ diyemeden Padişah Abdülhamit’in huzuruna çıkarılır. Padişahın yanında karasakallı biri durmaktadır. Padişah, Memduh Paşa’ya dönerek, “Bu akşam beni tahttan indiriyorlarmış...” der. Memduh Paşa, “Efendim kimin haddine” dese de, padişah yanındaki sakallıyı gösterir, “Öyle diyor” der, sonra Memduh Paşa’ya “Siz gidip biraz dinlenin” der. Yanındaki karasakallıya dönüp, “Siz elinizdeki listeyi okuyun” diye buyurur. Sakallı da, hazırladığı listede adı geçenlerin padişahı tahttan indirmek için Romanya Elçiliği’nde sık sık toplandıklarını söyler... Sadrazam Sait Paşa da listede imiş! Sait Paşa sorar: “Dediklerin doğru mu, hangi kanıtların var?” Karasakallının buna verdiği yanıt: “Ben abdestli biriyim, dediklerime Allah şahidimdir.”

Padişah yine de bu karasakallı kışkırtıcının sözlerine kapılarak, Saffet Paşa’yı sadrazamlıktan alır, yerine Hayrettin Paşa’yı tayin eder.

Karasakallı jurnalcinin listesinde eski Sadrazam Sait Paşa’nın da adı olduğu için ne olur ne olmaz diye... Padişah da onu İstanbul’dan uzaklaştırıp Paris Elçiliği’ne gönderir. Uydurma, yakıştırma da olsa karasakallının ileri sürdüğü liste sonuç vermiştir...

***

Günümüzde de bir dava var! Adına Ergenekon diyorlar. Yüze yakın ünlü ünsüz vatandaş bir yıldır hapislerde. Kim bilir hangi “karasakallıların” gizli suçlamalarına uğramışlar! Şimdi bir de ‘gizli tanıklar’ ortaya çıktı. “Sanıklar” bu gizli tanıkların anlattıklarına göre yargılanacakmış. Hiç gizli tanık olur mu? Adı üstünde “tanık” kişinin, kimliği, neyin nesi olduğu anlaşılmalı ki, dediklerine inanılsın...

***

Abdurrahman Şeref Bey’in “Tarih Söyleşileri” yüz elli yıl önce yaşanmış öyküleri anlatmış. Geleceğin tarihçileri de bugünleri yazacak. Karasakallı jurnalcileri, gizli tanıkları, iki bin beş yüz sayfalık iddianameleri!..

Oktay Akbal - Cumhuriyet, 10 Ağustos 2008

Eşref Saati?..

Gazetelere dün göz atarken Vatan’ın sürmanşetini gördüm, seçim yoklaması yapılmış...
Sonuç:
AKP yüzde 41..
CHP 13..
MHP 8.. imiş...
Gerçek mi?..

*

Derken Hürriyet’in 1’inci sayfasından bir haber:
“İmam savaşını cemaat kazandı..”
Ne olmuş?..
İstanbul Müftülüğü Efdelzade Camii’ne bir imam atamış...
Cemaat demiş ki:
- Alın bu imamı, istemiyoruz...
“Selefi cemaati” dediğini de yaptırmış..
Peki, bu ne anlam taşır?..

*

Artık Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler toplumunun dünya görüşü ağır basıyor...
Kuran ve hafız kursları..
Fethullahçı okullar..
Nakşi örgütlenme devleti ele geçirdi, geçirecek...

*

Ortadoğu’da petrol coğrafyası üzerine emperyalizmin hırslarıyla İslamcı, Humeynici, Vahabi, Suudi, Arap, El Kaideci, Şii ve aklınıza ne gelirse dinciliğe dayanan binbir tevatür üzerine, birbirine zıt görünen, ama, bir noktada ve amaçta birleşen güçlerin ortak bir noktası var...
Nedir o?..

*

Bunların tümü, İslam dünyasında Aydınlanma’ya -demek ki Atatürk devrimine- karşıtlıkta buluşuyorlar. Türkiye’de İslamcı devlet için eşref saatinin geldiğine inananların bini bir para...
Avrupa mı?..
Zaten ekonomik açıdan elinin altındaki Türkiye’yi dışlamaktan özel zevk çıkarıyor...
Amerika mı?..
Haydi canım sen de...

*

İslamcılar diyorlar ki:
“- Eşref saati geldi...”
- Peki, ne olacak?..
“- Karşıdevrimi sandıktan çıkarıyoruz...”
- Nasıl?..
“- Karşıdevrimin içeriği antidemokratik, yöntemi demokratik olacak...”
- Ne demek o?..
“- Atatürk devriminin yöntemi antidemokratik, içeriği demokratikti... Biz ılımlı İslamcılar şimdi tersini hayata geçiriyoruz; yöntem demokratik; ama, içerik antidemokratik...”

*

Amerika, Avrupa, İslamcı coğrafya zevkten dört köşe olmuş, tırnaklarını birbirine sürtüyor...
Gerçekten Atatürk’ün Aydınlanma devriminin sonu geldi mi?..
Diyorlar ki:
- Eşref saati geldi...
İslam coğrafyasında nazar boncuğu gibi duran laik Türkiye Cumhuriyeti’nin icabına bakmak için sanki herkes seferber olmuş...
Peki, ne diyelim?..
Diyebiliriz ki:
- Eşref saati ilginç bir saattir, akrebiyle yelkovanıyla kimin için çalıştığı son dakikaya dek pek belli olmaz...
1919’daki olay sakın 21’inci yüzyılda da yinelenmesin?.. 20, 21, 22 derken 23 tazelenip gündeme girmesin?..

*

Biliyorum şimdi Ergenekon savcıları nefeslerini tutmuş, bu satırları okuyorlar...
Boşuna okumasınlar...
Biz “karşıdevrim darbesine karşı” laik Türkiye Cumhuriyeti’nin eşref saatinden söz açıyoruz...
Eşref saati onların değil bizim bileğimizdedir..
Bu bilek bükülemez...

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 10 Ağustos 2008

09 Ağustos 2008

Kemal Sunal Filmlerinden Postmodernizme

Kemal Sunal filmlerinin omurgası, rahmetli ve sevgili aktörün hemen her filminde yarattığı karakterin kendisiydi.

Bu karakter, izleyici karşısına hangi kişilikle çıkarsa çıksın değişmez özellikleri vardı:

Yukardan atmak.

Böbürlenmek.

Efelenmek.

Saçmalamak.

Göz korkutmaya çalışmak.

Azametli görünme taklidi yapmak.

Olur olmaz lafları bir araya getirmek

Ve böylece de soyutla somutun, gerçekle gerçek dışının, ciddiyle gırgırın, olabilecekle olamayacağın, saçmayla hakikinin karman çorman olduğu bir noktada mizahı yakalamak...

Onun mizahının özgünlüğü, bütün bu karşıtlıkların bıçak sırtı dengesindedir.

Üstüne üstlük, saflık ve kurnazlık karışımı, salak taklidi gülüşüyle üst damağını gözler önüne serdiğinde, kahkahayı koyuverirsiniz.

Bildiğimiz, ölçülü, cinasa ve söz ustalığına dayalı, hem yapmak hem anlamak için zekâ gerektiren klasik mizahtan farklı, azıcık zorlayarak adlandıracak olursak, postmodern bir mizahtır bu...

Kendisi, filmlerinde canlandırdığı tipler gibi güldüğünü hiç görmediğim, canı hep sıkılıyormuş gibi duran bir adamdı...

Kemal Sunal’ı sevgiyle, rahmetle anıyorum.

***

Aklına nereden geldi diye soracak olursanız, hemen yanıtlayayım.

Tümünü okumaya zamanım da niyetim de olmayan bir hukuk belgesinin, gazetelerde gördüğüm bazı bölümlerinden...

Herhangi bir kişi ya da kurumu aşağılamak, küçük düşürmek gibi bir kastım bulunmadığını hemen belirteyim.

Amacım, hukuksal olma iddiası da taşısa, eninde sonunda yazılı ve bu anlamda da yazınsal bir metnin, bir yazın (edebiyat) insanı olarak bende uyandırdığı izlenimi dile getirmeye çalışmak... Bunu yaparken irdelemek istediğim şey bu metnin içeriği de değil. Gerçi sonuçta içerikten pek de ayrı düşünülemeyecek olan bir biçim, tarz, üslup ve kurgu olgusu...

Aşağıdaki alıntıyı, zihninizde bir Kemal Sunal filmi canlandırarak okumanızı öneriyorum.

Suçlanan kişinin suçluluğunu kanıtlamak için daha önceki bir gözaltı dönemine ilişkin bir olaydan söz edilerek şöyle denilmekte:

“...gözaltına alındığında yazılı olarak hazırladığı savunmasının içine akrostişler yerleştirmiş olup her tümcenin sondan ikinci sözcüğünün baş harfleri yan yana getirildiğinde ‘işkence altındayım’ ibaresi ortaya çıkmıştır. Bundan şüphelinin ne kadar uyanık ve zeki olduğu anlaşılmıştır...”

Daha sonra, aynı sanığın bu gözaltıyla ilgili olarak yazdığı kitaptan bazı alıntılar yapılıyor: “Sözgelimi kendime soruyorum: ...Korktun mu? Yanıtlıyorum: Korkmaz olur musun!.. Korku insana özgü bir şeydir. Sen de kuşkusuz korktun, ürktün, kimi zaman ürküye (panik) bile kapıldın. Önemli olan korkuyu yenebilmektir...(...) karşımdakilerden değil en çok kendimden korktum. Ya çözülürsem? Ya kişiliğime yakışmayan bir davranışa kayarsam? Ya paçavralaşırsam? Ya gerçekten teslim olursam? Soruların çengeli aklıma takıldıkça yüreğim sıkıştı...”

Alıntıların ardından yorum geliyor:

“...şeklindeki beyanları ile gizli örgütlenmenin en önemli öğesi olan ‘sır vermemek’ yani kendi söylemi ile çözülmemek için elinden gelen her şeyi yaptığını beyan etmiş olup, şüphelinin kişiliğini tanımamız açısından önemli görülmüştür...”

***

Kimilerinin sanığı olduğum 12 Eylül sonrası iddianamelerinde bile bu türden tuhaflıklar; söz konusu iddianamenin görebildiğim bölümlerinde göze çarpan (postmodern edebiyata özgü) kes yapıştır, tıkıştır, keyfince yakıştır yöntemi yoktu...

Bu dikta dönemi iddianamelerinde bile, anımsadığımca, içerikteki safsatayı örtme amacıyla ve salt biçim açısından da olsa, hukuk “teamül”üne, alışılmış üslup, biçim, kurgu özelliklerine aykırı düşmeme çabası vardı...

Yukarıdaki tiratlar ise bir Kemal Sunal filminde ünlü aktörümüzün vurgularıyla dile getirilmiş olsa kahkahalarla gülebilirdik...

Bu bölümlerin de yer aldığı yamalı bohça görünümündeki belge, hukuksal değil de tam anlamıyla yazınsal bir metin, örneğin bir postmodern polisiye olsa, kurgusal tutarlılık bile aramaz, belki yer yer heyecan da duyarak okuyabilirdik...

Ama ne yazık ki ne biri, ne de öteki...

Söz konusu olan bir Sunal komedisi ya da postmodern edebiyat değil, hukuk, gerçek hayat, hayatlarımız...

Böylece ne gülüyor, ne heyecan duyabiliyoruz...

Ataol Behramoğlu - Cumhuriyet, 9 Ağustos 2008

Sadece büyük, çok büyük bir can sıkıntısı...

01 Ağustos 2008

Sadaka

Yatıp kalkıp “Verilmiş sadakamız varmış” diyor başka bir şey demiyor Kemal Öncü. Neden mi? Çünkü şöyle diyor:

“Yatalım kalkalım, şu Ergenekon darbecilerini hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak medyada teşhir eden, yargılayan ve mahkum edenlere dua edelim. Verilmiş sadakamız varmış beyler! Bunlar darbe yapabilseymiş eğer, 12 Martları, 12 Eylülleri mumla arayacakmışız da haberimiz yokmuş. Türkiye, Türkiye olalı böyle darbe görmedi derim de başka bir şeycikler demem. Bir kere ‘darbe’ dediğinin arkasında ABD olur. ABD’nin izni olmadan, parmağı olmadan darbe yapmak kimin haddine? Ama bunlar yapacakmış meğer!

Ne kadar bağlantıları varsa birer birer açıklandı, Atatürk’ten Ahmet Necdet Sezer’e herkes bir şekilde Ergenekon’a bağlandı ama ABD bağlantısı yolunda en ufak bir ima bile yok. Demek ki bunlar ABD’ye rağmen darbe yapacak kadar güçlü bir örgütmüş, Allah razı olsun bunları teşhir edip kendilerini savunma fırsatı bile vermeden infaz edenlerden. Sonra; açıklandı da ben mi görmedim, var mı bu teröristlerin yerli yabancı büyük sermaye bağlantısı? Türkiye’de darbe olacak, arkasında sermaye olmayacak. Arkasında sermaye olmayan darbe ne demek? Sermayeye karşı darbe demek! Bunlar arkalarına ABD’yi almadıkları gibi sermayeyi de almadan yapacaklarmış meğer mahut darbeyi. Şeytan kulağına kurşun...

O ne güçlü bir örgütmüş yarabbi! Benim aklım hâlâ almamakta ama sizinki elbette alır. Baksanıza silahlara ne kadar müthiş; üç el bombası, beş pompalı tüfek, sekiz de bıçak. Her babayiğidin harcı mıdır? Değildir! Askeri birlik yok, zırhlı birlik yok, arkada ABD yok, darbe finansörünün kendi cenazesini kaldıracak parası yok ama ortada yapılacak bir darbe var.

Hani diyorum, asker olmadan on bin kişiye kırmızı kalpak, on bin kişiye kırmızı bere giydirerek mi yapacaklardı acaba darbeyi renkli devrim misali? Bunların George Soros bağlantısı da açıklanmadı ki birader! Allah, bunları derdest edip yargıç karşısına çıkarmadan posalarını çıkaranlardan, ölüme gönderenlerden razı olsun. Böyle medya her memlekete lazım, çok şükür ki bizde var.”

Oral, borcunu çift taraflı ödüyor!

GEÇEN akşam televizyon kanallarından birine çıkan Radikal gazetesi yazarı Oral Çalışlar, Ergenekon iddianamesi üzerine engin görüşlerini sıralarken ilginç laflar da etmiş. Programı seyreden Sıtkı Ergüney anlatıyor:

“Oral iddianameyi savunurken, İlhan Selçuk’un bir sohbet sırasında ‘iyi’ ve ‘kötü’ darbe ayırımı yaptığını büyük bir heyecanla açıkladı ve ‘İnanmazsanız gidip kendisine sorabiliriz’ dedi. Ergenekon’da aynı adı paylaştığı ülkücü teröristle soyadı benzerliğinden başka bir benzerliği olmadığını kamuoyuna açıkladıktan sonra ‘Doğrucu Davut’ rolüne soyunan Oral, böylece bir yandan savcıya yardımcı olmaya çalışan bir yandan da ne kadar güvenilir bir insan olduğunu sergilemekten kendini alamadı. Bu vesile ile iddianamedeki gizli tanıklardan birinin Oral olabileceği yolundaki düşüncelerimiz pekişti. Öteki gizli tanıklar arasında Hasan Cemal’i de görürsek hiç şaşmamak gerek. Meslek yaşamında Başbakan RTE’nin uçağına binebilen ilk ve tek Cumhuriyet yazarı olma payesine erişen Oral, Cumhuriyet’ten ayrılırken yazdığı veda yazısında İlhan Selçuk’tan övgü ile söz etmiş ve kendisine çok şey borçlu olduğunu söylemişti! Demek ki yeni konumuyla birlikte borcunu çift taraflı olarak böyle ödüyor.”

Deniz Som - Cumhuriyet, 31 Temmuz 2008

30 Temmuz 2008

Tanıklar Azılı Tsk Karşıtı

Savcı Zekeriya Öz’ün hazırladığı 2 bin küsur sayfalık iddianamede sanıklara yöneltilen suçlamalarda en dikkat çekici nokta tanıklar. Savcı Öz’ün bulduğu tanıklar aslında, iddianın mahiyetini açıkça ortaya koyuyor. İşte Öz’ün bulduğu tanıklar ve bu tanıkların sicilleri...

Mehmet Eymür, Eski MİT Kontr Terör Merkezi Başkanı. Tescilli bir İşçi Partisi ve Doğu Perinçek düşmanı. Eymür’ün bu düşmanlığı boşa değil. Zira İşçi Partisi ve Perinçek, Eymür ve ekibinin CİA ve MOSSAD bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmıştı. Eymür, MİT’ten uzaklaştırıldı, MİT’e ait gizli bilgileri yurtdışına kaçırmaktan yargılandı. Eymür’ün “Bizi iki kere felce uğrattılar” dediği iki olaysa şunlar. Birincisi Aydınlık’ın 1978-80 arasında yaptığı Türkiye’de devlet içine odaklanmış CIA-MOSSAD bağlantılı unsurlara karşı yürüttüğü aydınlatma faaliyeti. İkincisi, 1987-88 yıllarındaki MİT raporu olayı. Aydınlıkçıların o zaman çıkardığı 2000’e doğru dergisinde Türkiye’yi bölmeye yönelik ayrılıkçı faaliyet ve CIA-MOSSAD bağlantıları, bu faaliyetlerin Türkiye’de devlet içine yerleştirilmiş bazı istihbarat unsurlarının mafya-tarikat bağlantıları hakkındaki yayınlar. Ve arkasından Susurluk’a kadar uzanan bir süreç... Bu yayınlarda Mehmet Eymür ve ustası Hiram Abas’ın yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkileri, Abdullah Çatlı ile irtibatları, bazı adı sol örgütleri nasıl yönettikleri bütün yönleriyle açığa çıkarılmıştı. Hanefi Avcı Susurluk kazası olduğu sırada Emniyet İstihbarat Daire Başkan Vekili’ydi. Kaza sonrası Mehmet Ali Birand’ın 32’nci gün programına çıkarak, Susurluk sonrası ortaya çıkan yapının sorumlusu olarak orduyu göstermiş ve orduya yönelik suçlamalarda bulunmuştu. Avcı daha sonra, MİT ve Genelkurmay'la mahkemelik oldu. Avcı, Genelkurmay'ın suç duyurusu üzerine Ankara DGM’ce tutuklanıp, Ayaş Cezaevi’ne gönderilmişti. Avcı cezaevinden çıktıktan sonra emniyetteki görevine geri dönmüştü. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte yeniden sahneye çıkan Avcı, Emniyet Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire başkanlığı’na terfi ettirilmişti. Avcı, “Ergenekon’da tanıklık yapmak” gibi karanlık işleri sürdürebilmek için merkezden sütre gerisine çekildi. Osman Yıldırım Danıştay cinayeti sanığı ama Öz’e göre tanık. Danıştay saldırısıyla ilgili olarak sorgulamasında sürekli farkı ifadeler verdiği tespit edilmiş ve Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “beyanlarına itibar edilecek biri değildir” denmiş. Mahkeme kararı açıklanırken de “şeriat isterim”, “o İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağım” diyerek mahkeme üyelerini tehdit etmişti... İşte savcı Zekeriya Öz’ün kendi iddialarını doğrulatmak için bulduğu tanıklar...

Kaynak: Haberin Yeri

Gladyo Yine Can Alacak

Ergenekon Tertibiyle tutuklanan İlsever, tutuklu bulunduğu cezaevinde gece yarısı acil servise kaldırıldı, ancak hiçbir müdahelede bulunulmadan sabaha karşı 4'te cezaevine gönderildi.

Akciğerlerinde mandalina büyüklüğünde kist oluşan İlsever'in, iç kanamadan dolayı gözlerinin kanlandığı, burun kanaması geçirdiği, gözle görülür bir kilo kaybına uğradığı haberleri geliyor. Doktor raporları, tedavisinin sağlıklı koşullarda yapılmaması durumunda, hastalığın kansere dönüşme riski olduğunu gösteriyor. Doktor raporlarına ve bilirkişilerin "hapishanede kalamaz" uyarılarına rağmen, yapılan bütün tahliye başvuruları reddedildi. İlsever'in maruz kaldığı uygulama, bir süre önce ölen Kuddisi Okkır'ın durumunu hatırlatıyor.

Kaynak: Haberin Yeri

Aman Dikkatli Olun!

Ergenekon iddianamesindeki garipliklerden kimilerini CHP milletvekili Atilla Kart, Milliyet’ten Melih Aşık’a anlatmış...

İddianamenin en temel ayrıntılarından birisi Danıştay saldırısı... Ergenekon örgütü Cumhuriyet’e ve Danıştay’a yapılan saldırıyı düzenlemiş... Daha açıkçası azmettirmiş...

Atilla Kart diyor ki:

“Eğer gerçekten böyleyse Alparslan Arslan neden Ergenekon davasının dışında? Arslan’ın Ergenekon davası sanığı olması gerekmez mi?”

Hukukçu değilim!..

Ben de aynı soruyu sordum daha önce...

Melih Aşık soruyor milletvekili Kart’a:

“Bunun nedeni Alparslan Arslan’ın bu suçtan ötürü zaten mahkûm olması mıdır?”

CHP’li Kart:

“Hayır olmaz. Çünkü o dava şu anda Yargıtay aşamasında olduğu için henüz hukuken sonuçlanmamıştır. Ergenekon örgütü hiyerarşisi içinde yer almaktan dolayı hakkında dava açılmalıydı!..”

İddianamedeki tuhaflıklara gelince...

CHP’li Atilla Kart, iddianamenin Tuncay Güney’in 2001 yılında dolandırıcılık suçundan göz altına alındıktan sonra polise verdiği ifadelere ve evinde ele geçirilen belgelere dayandırıldığını öne sürüyor...

Evet aynen öyle...

Tuncay Güney’in ifadeleri ve ele geçirilen belgelerin kanıt olarak iddianamede yer alması şu soruyu bir kez daha sormamızı gerektiriyor:

“Tuncay Güney’in anlattıkları doğruysa, niye davanın sanıkları arasında değil? Çünkü Güney’in bırakın sanık olmayı, neden tanık olarak da adı geçmiyor?”

***

Tuncay Güney’in, CHP’li Kart’ın söylediği gibi suça bulaştığı kabul ediliyor; sonuçta ise ne sanık ne de tanık olarak gösteriliyor...

Melih Aşık soruyor:

“Bu iddianameden ciddi bir sonuç çıkar mı?”

CHP’li Kart:

“Hayır. Sadece pek çok insan mağdur olduğuyla kalır; bir iki gerçek suçlu da bu karambolden istifadeyle paçayı sıyırır. Ama bu soruşturmanın amacı suçluları ortaya çıkarmak değil ki. Bu vesileyle toplumu baskı altına alıp sindirmektir. O amaç da büyük ölçüde gerçekleşmiştir.”

Gerçekten de aylardır bir “korku tüneli”nden geçiyor toplum...

Bırakın sıradan insanları, Atatürkçü, yurtsever, solcu, demokrat yurttaşlar, yazarlar, gazeteciler, bilim insanları, aydınlar birbirleriyle telefonda konuşurlarken çekiniyorlar...

Bu ülkede Atatürkçü, yurtsever olmak suç sanki!..

Dinci, tarikatçı, İkinci Cumhuriyetçi olmak ise “demokrat”lık!..

Türkiye böyle bir noktaya geldi...

Kamusal alanda “İslama yer açmayı” görev edinen, kadınlara karşı uyguladığı sinsi ayrımcılığı demokrasi ve özgürlük gibi kavramlarla örtmeye çalışan bir düşünceyi eleştirmek sizi bir anda “terör” ya da “çete” örgütü üyesi yapabilir...

Onun için suya tirit yazılar yazın ya da “tarikat şeyhleri”yle, din bezirgânlarıyla ve baronlarıyla iyi geçinin...

Türkiye’nin giderek dincileştirildiğini, laik eğitim sisteminin bir kıyıya itildiğini görmeyin!..

Örtülü alkol yasaklarına ses çıkartmayın!..

Çokuluslu “altın avcıları”nın Kaz Dağları’ndan Kaçkarlar’a değin “arama ruhsatı” almalarına göz yumun!..

Zorunlu din derslerinin “seçmeli ders” olmasını savunmayın!..

Alevilerin dışlanmalarını “yaşasın özgürlükler” diye savunun!..

“Sıkmabaş”ı sorun yapmayın!..

Harem-selamlık uygulamalara “İşte demokrasi budur” diye yazılar yazın!..

İşte o zaman özgürsünüz; gazetelerde köşe kapıp, televizyonlarda yorumcu başı olur, demokrasinin tadını çıkarırsınız!..

***

Geçmişi “karanlık” ve geçmişi “aydınlık” insanlar “Ergenekon Albümü”nün içindeler...

Olacak iş mi bu!

O zaman şöyle derim ben:

“Gericiliğe de, darbeye de, çetelere de ve AKP’ye de karşı durmak suç mudur: AKP iktidarına karşı, antiemperyalist, özgürlükçü, eşitlikçi, emekçiden yana bir muhalefetin örgütlenmesi için yola çıkmak gerekmez mi?”

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 30 Temmuz 2008
Related Posts with Thumbnails