30 Mayıs 2008

Diyanet

DÜN gece bir film vardı; Batı ülkelerinden birisinde polislerin terfi töreninde İncil okundu ve ben düşündüm ki onlar açısından huzur verici olmalı.

Bizde niçin olmuyor?

Çünkü oralarda din ile devlet barışık.

Dinin, devleti ele geçirme ya da ülkeyi yönetmeye kalkma iddiası yok. Kimse dini siyasette ya da ticarette kullanmıyor.

Dahası din ile çağdaşlık uyumlu...

Din ile medeniyet çelişmiyor...

*

Bizler Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan hep bunu bekledik:

Dinin yüceliğini korumasını... Dini kirli çıkarlarına alet edenlere tepki göstermesini...

Eğer inançlar, kirli siyasi ve ticari işlerin arasında yara alıyorsa, din çıkarlar yüzünden kirletiliyorsa, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın buna izin vermemesini umduk.

Boşuna...

*

Üstelik tersi oluyor.

Dünkü gazetelerde vardı; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine göre flört zina...

Parfüm; edepsizlik...

Bir kadın erkekle tek başına kalırsa; günahkar...

Buna göre anlaşarak evlenenlerin hepsi zinacı... Bizim çalışma arkadaşlarımızın hepsi asansörlerden dolayı cehennemlik...

Parfüm süren tüm kadınlarımız; edepsiz...

*

Çağa ve medeniyete karşı duran hiçbir şey varlığını sürdüremez.

Din bile...

İşte; dinin kirli ellerde malzeme olması yüzünden son zamanlarda ne kadar insan inancından uzaklaştı ve kitleler nasıl dilim dilim bölündü, gören var mı?..

Dört bakanlığın toplam bütçesi kadar bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için mi orada?..

Din tacirlerine çanak tutsun diye mi?..

Din gibi insanların en yüce duygularının emanet edildiği kurum böyle mi olmalı?..

Bizler tam tersine; Diyanet İşleri Başkanı’nın bir gün çıkıp dini siyasette ve ticarette kullananlara "İnançları kullanmayın" demesini beklerken...

Böyle olacaksa...

Ben helal etmem Dinayet’e giden vergimi...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Protestan İslamı...

Prof. Dr. Şerif Mardin, laikliği, Kemalizmi beğenmez, aşağılar...

Bir süre önce “mahalle baskısı” terimini ortaya atmıştı...

Aynı şeyleri yıllardır yineler durur...

Şerif Mardin, öteden beri gizli açık Nurculuğu, Nakşiliği savunur, “cemaat kavramını” irdeler...

Muhteremin her konuşması bazı gazetelere manşet olur, “İrtica var mı, yok mu” tartışması başlar...

Dinci-tarikatçı örgütlenme 2008 yılında doruğa ulaştı mı, ulaşmadı mı?

Eğitim sistemi tarikat şeyhlerine teslim edildi mi, edilmedi mi? Dinci bir sermaye gücü yaratıldı mı, yaratılmadı mı?

Daha sayayım mı?

Mardin gibi düşünenler, Türkiye’de serbest piyasa düzeninin Allah’ın mantığının önüne geçtiğini söylüyorlar Washington’daki bir toplantıda...

Konuşmacı Prof. Dr. Hakan Yavuz...

Hayli ilginç konulara değiniyor:

“İleride daha laik bir Türkiye görebiliriz. Fethullah Gülen cemaati, Protestan bir İslamı temsil ediyor. AKP’nin, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, Milli Eğitim’in ve Türkiye’de polisin İslamlaştırılmaya çalışılması, türban konusu, alkolün yasaklanması gibi bir dizi hatası oldu...”

Hakan Yavuz’a göre AKP’nin kusurları var sadece...

Bilinçli bir biçimde yapılan devlet içindeki dinci örgütlenme kusur sayılabilir mi?

Demek AKP suç işlemiyor, kusur işliyor...

Kusurun bağışlanması gerekiyor...

Şerif Mardin de “Kemalizm iyiyi, doğruyu, güzeli topluma veremedi” deyip öğretmen-imam karşılaştırması yapıyor:

“İmam, öğretmeni yendi...”

***

Şerif Mardin ve Hakan Yavuz...

İkisi de ABD’yi çok iyi tanıyor...

Hakan Yavuz, Wilson Center’da “Türkiye’nin demokrasisi daha güvenli olabilir mi?” konulu toplantıda bazı gerçekleri, Şerif Mardin’den daha açık söyleyebiliyor:

“AKP büyük olasılıkla kapatılacak. Ancak bu ortamdan bir uzlaşıyla çıkılmalı. Türkiye’nin AB’deki görüntüsü, İslamcı devlet modeli. İslama yakın olan AKP’nin de bunda etkisi var. Türkiye ulus devlet yapısının zarar görmemesi için son derece dikkatli davranmalı. Laik kesimin korkusu bu. Cemaatler polis gücüne, eğitim sistemine girerse, devletin bugünkü yapısı bozulur. Laik çevrelerin bu konudaki endişeleri anlaşılabilir.”

Hakan Yavuz bile devletin duyarlı kurumlarının “dinci kuşatma” altında olduğunu söylerken, Şerif Mardin hâlâ “Kemalizm laikliği netleştiremedi” diyebiliyor.

Peki, 1950’den sonra işbaşına gelen sağ iktidarlar, onların temsilcilerinin yobazlara, dincilere, tarikat şeyhlerine verdikleri ödün nereye konulacak?

Aydınlanma Devrimi’nin üstü açık ve kapalı düşmanları nerede yetiştirildi, Fethullah Gülen son 30 yılda neden bu denli güçlendi?

Şöyle 27 yıl önceye gidelim...

1983 yılında ANAP iktidar oldu...

Başbakan Turgut Özal, Fethullahçıları, Nakşileri, Süleymancıları kucakladı, onların önündeki engelleri kaldırdı...

İlk engeli “en baba Atatürkçü” Kenan Evren Paşa yapmıştı, 12 Eylül askeri darbesinden sonra. Özel okullara izin verildi, ABD’nin isteği doğrultusunda...

***

1990’da Sovyetler Birliği çöktü...

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk adımını attı...

Başbakanlık Konutu’na tarikat şeyhlerinin iftar yemeğine çağrılması Erbakan Hoca’yı siyaset sahnesinden indirme amaçlı mıydı? ABD, bu planı önceden yapıp Tayyip Bey ve Abdullah Bey’le görüşmüş müydü “Ilımlı İslam Modeli”ni?

Türkiye sıkıştıkça birileri çıkıp 1923’lerden başlayarak Kemalizmi, laikliği yerden yere vuruyor, Atatürk’e saldırıyor...

Halkevleri, Köy Enstitüleri, tarım kooperatifleri niçin kurulmuştu? Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun işlevi neydi?

Bunları neden konuşup tartışmıyoruz?..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Geçmişi Anımsamak

Öyle sessiz gelmediler..

Gümbür gümbür geldiler...

Medya patronları, işadamları, gazeteciler, kimi sözde aydınlar alkış tuttular onlara, yere göğe sığdıramadılar...

1994 yerel seçimleriydi...

Medya bombardımanı SHP’ye vurdu, Nurettin Sözen’i, Murat Karayalçın’ı, Yüksel Çakmur’u yıktı, yerle bir etti...

Sola olan düşmanlık giderek arttı...

Anımsayın o günleri!..

Çünkü unutkan bir toplumuz!..

O yıllar “Milli Görüş” gömleğini, şapkasını, bayrağını sallayarak geldiler...

İstanbul ve Ankara’yı kaptılar, İzmir’de Burhan Özfatura’ya kaptırdılar...

Kuşatma böyle başladı...

İngiliz, ABD pasaportu taşıyan Pakistanlı köktendinciler İstanbul’u mesken tuttuklarında Tayyip Bey Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı...

Nurettin Sözen’in kurduğu televizyon kanalı bir gecede “Milli Görüş”e teslim edildi...

İstanbul’un varoşlarını da almışlardı...

Unutmayın yıl 1994...

Özel otoların arkasına baktığınızda ne görüyordunuz?

Dedim ya.. unutmuşsunuz?

“Tek Yol İslam!”

Belediyeler onların, laik medya ise destekçisi...

İşler tıkır tıkır yürüyordu...

Seçimlerden bir iki gün önce ya da sonra.. bir gazetenin binasından canlı yayın yapılıyordu...

Konuk Tayyip Bey, bir ara söyleşiyi yapan muhabire sinirlenip kükredi:

“Biliyor musunuz, bu bina kaçak!”

Muhabir sus-pus oldu...

Tayyip Bey’i hiç kızdırmadı...

Programın ondan sonraki bölümü güle oynaya geçti...

Medya patronları mutluydu...

“Milli Görüş” İstanbul’u kuşatınca, bir patron 100, öteki 90 araç hibe etti belediyelere...

Veren de mutluydu, alan da...

***

1995 genel seçimlerinde CHP kıl payı geçti yüzde 10 engelini...

REFAHYOL iktidar oldu...

Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’dı...

6 Kasım 1996’da devlet içinde örgütlü çete Susurluk’taki trafik kazasında ortaya çıktı...

Toplumun sivil demokratik dinamikleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ayağa kalktı...

“Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık!”

Anımsayın o günleri!..

Solcular, sosyalistler, demokratlar, yurtseverler el ele, omuz omuzaydı...

Erbakan Hoca konuştu:

“Gulu gulu dansı yapıyorlar...”

Adalet Bakanı Şevket Kazan seslendi:

“Mum söndü oynuyorlar!”

Tansu Çiller gürledi:

“Devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir!”

Nazlı Ilıcak, HBB televizyonunda Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı Haluk Kırcı’yı programa bağlamıştı telefonla...

Güvenlik güçlerinin aradığı Bahçelievler Katliamı sanığı Kırcı, çetelere övgü düzüyordu...

Nazlı Hanım da demokrasi ve özgürlükler için Haluk Kırcı’ya, Susurluk’ta ortaya dökülen devlet içindeki çeteye alkış tutuyordu...

Haluk Kırcı 12 Eylül 1980 askeri darbe sonrasında da korunup kollanmıştı; REFAHYOL döneminde de...

Polis, Kırcı’yı İstanbul’da yakalayıp gözaltına almıştı 1990’lı yılların başında...

Gözaltındaki Kırcı, kaçıp kayıplara karışmıştı.

Tüm bunlar olurken, camilerden çıkan müminler tekbir getirerek gösteri yapmaya başlamışlardı...

Yeşil holdingler o yıllarda kuruldu.. Almanya’daki “Milli Görüş”, komisyon karşılığı milyonlarca markı camilerde topladı...

Kimileri Esenboğa Havaalanı’nda altınla, markla yakalandı...

Sonuç?

Onlar şimdi AKP’nin kanatları altındalar...

***

Öyle koşa koşa gelmediler...

Darmadağın olmuş sol partilerin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, yargının, medyanın gözlerinin içine baka baka geldiler...

28 Şubat yıkmadı onları, daha da güçlendirdi...

Demek ki siyasi parti kapatmakla düzelmiyor işler!..

ABD ve AB şimdi onların arkalarında...

Laikliği bile AB’ye teslim ettiler!..

Ekonomi batıyor, üretici kesimi soluk alamıyor...

İşçi, memur, esnaf perişan!..

Birileri ise küplerini dolduruyor...

Varsıl kendi ıkarı peşinde, yoksul erzak çuvalı kuyruğunda...

Birey olmak, ulus olmak öyle kolay değil!..

Dönekliğin, dalkavukluğun, ikiyüzlülüğün, zibidiliğin, soygunculuğun, talancılığın prim yaptığı bir dönemden geçiyoruz...

İşimiz zor!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

GAP Eylen Planı

Başbakan Erdoğan’ın “GAP Eylem Planı”nı açıklamak üzere çıktığı Diyarbakır seferi gerçekten şöyle özetlenebilir:

GAP Eylen Planı!

Sanki AKP iktidara geleli 2 ay kadar olmuş! Sanki AKP iktidar koltuğuna oturmadan önce bir güzel GAP çalışıp plan hazırlamış... Sanki Erdoğan kendisini iktidara taşıyan seçmene “İlk icraatım GAP olacak” sözü vermiş...

Erdoğan bu duygularla örülü bir GAP iklimi yaratmaya çalıştı. Verdiği sözlerden birkaçını aktaralım:

- 3.8 milyon kişinin istihdamı sağlanacak.

- Kişi başına düşen gelir yüzde 209 artacak.

- 1.8 milyon hektar alan sulamaya açılacak.

- Ürün çeşitliliği sağlanacak.

- GAP’ın yönetimi Güneydoğu’ya taşınacak.

Oysa AKP 6 yıla yakın süredir iktidarda ve GAP’a bir çivi çakmadığı gibi, sökmedik çivi bırakmadı.

Şimdi tutmuş, GAP için 4 yıllık 12 milyar dolarlık eylem planı açıklıyor. Üstelik şahitler huzurunda:

12 bakan, 50’yi aşkın milletvekili...

Başbakan bunca yatırımın kaynağını da bulmuş:

İşsizlik Sigortası Fonu ve özelleştirme gelirleri.

İşsizlik Fonu ile istihdam sağlamak mı! Nasreddin Hoca’nın tellere takılan yünleri bundan daha gerçekçidir.

Özelleştirme paralarını yatırıma aktarmaya gelince... Önce bir soru:

Bugüne kadar hangi özelleştirmenin gelirini hangi yatırıma aktardınız?

Ülkenin bütün varlıklarını özelleştirirken, gerçekte yabancılaştırırken, ben bunun paralarını bu ülkede yatırım yapmak için harcayacağım derseniz adama sorarlar:

O zaman niye özelleştiriyorsunuz?

***

Başbakan Diyarbakır konuşmasında bu bölgede ekilecek adalet tohumlarının tüm Türkiye’de yeşereceğini söyledi.

Anlaşılan Ankara’da kuruttuğu adaleti Diyarbakır’da anımsadı!

Erdoğan, konuşması sık sık “Vur vur inlesin Deniz Baykal dinlesin” diye kesilince araya girdi:

“Başka dinlemesi gerekenler yok mu? Onlar da dinlesin.”

Başbakan’ın bölge gezisi seçim kokuyor ve DTP’nin ağırlığını tümüyle ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu bir siyasi parti için elbette hedef olarak seçilebilecek bir konudur. Ancak AKP’nin DTP’yi silip yerine ümmetçi bir mantığı etkin kılma girişimi bizde şu soruyu da çağrıştırdı:

Acaba bu BOP ödevleri arasında mı?

***

Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) kökenleri Atatürk’ün 1936’daki şu işaretine kadar dayanıyor:

Fırat Havzası’nı projelendirin!

O gün bugün gelen her iktidar bölgeyle ilgili, projeyle ilgili az çok bir şeyler yaptı. En az ilgilenenler arasında AKP geliyor!

Güneydoğu’da toprağa ve suya yapılacak yatırımın yanında bir kesimi daha ihmal etmemek gerekiyor:

İnsana yatırım!

AKP insana yatırım denince sadece seçimi düşündüğü için bu konuda yaptıklarını yeterli görüyor.

Oysa GAP dünden bugüne devletin devamlılığı ilkesiyle bütün hükümetler tarafından duyarlılıkla sürdürülseydi, bugün GAP’ın yanına 2-3 proje daha koymuş olurduk.

Şimdi GAP’ın yarısına yaklaştık, kalanına bakıyoruz.

Rastlantıya bakın ki, Başbakan’ın GAP planı hazırladığı gün Irak Su Kaynakları Bakanı Abdüllatif Raşit Ankara’daydı. Raşit, Ankara’dan Türkiye’nin Dicle ve Fırat’ta planladığı yatırımlarla ilgili kendisine bilgi vermesini istedi, ardından şunu istedi:

“Su garantisi.”

Saddam döneminde olmayan, ABD işgaliyle kurulan Su Bakanlığı, bölgeyi bekleyen yeni sorunların habercisi.

Erdoğan, bütün bunlardan öte GAP’ı bir seçim malzemesi olarak almış, yıllar önce saptanmış hedefleri tazeleştirmiş, halka yutturmaya çalışıyor.

Ne demişler:

Türk’ün aklına ya kaçarken gelir...

Ya da seçerken!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz

TÜRK siyasetçilerin, gazete yazıcılarının, üniversite elemanlarının yanlışlarını düzeltmek zorunda kalmamız yetmezmiş gibi şimdilerde bir de Avrupa Birliği şövalyeleri ile uğraşmak zorunda kalıyoruz.

Sabah Gazetesi iftiharla sunuyor: "Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz" demiş.

Barroso hazretlerine laikliğin zorla dayatılması gerektiğini kanıtlamadan önce, hazretin bu inciyi yumurtladığı bağlamı sunalım:

KİBARLIK GEREKSİZ!

"AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için, Türkiye’de tam demokrasi ve ’demokratik laikliğin’ olması gerektiğini belirterek, ’Laiklik zorla dayatılmaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır’ dedi." (Sabah, 09.05.08) Bu, yanlışlığın değil deli saçmasının neresini düzeltelim?

Türkiye’de okuldan çok cami var. Okullardaki sınıflarda öğrenciler yer bulamazken birden fazla camisi olan küçücük köyler var. Halk iki dini bayramında yılda toplam en azından 10 gün tatil yapıyor. Kurban kesiyor. Sosyetesi bile hacca ve umreye gidiyor. Milli voleybolcusu genç kız tesettüre giriyor. Ülkede 300’den fazla imam hatip okulu, neredeyse her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, bütçesi üç bakanlığa bedel Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce Kuran kursu, tarikatlar tarafından yönetilen gene binlerce öğrenci yurdu, yüzlerce İslamcı gazete, dergi, yayınevi, radyo, onlarca televizyon kanalı var. Bankalar ve holdingler var. Kimsenin namazına, niyazına karışılmıyor. Yani herkes özel yaşamında inançlarını özgürce kullanıp uyguluyor. Daha uzatmaya gerek yok. Bu ülkede mi laiklik zorla dayatılıyor!? Kibarlığın hiç gereği yok: Çüş artık!

’ZORLAMA’NIN FERİŞTAHI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazmaktadır. Ve bu madde Anayasa’nın 4. maddesine göre, değiştirilmesi bir yana değiştirilmesi teklif bile edilemez.

İşte size zorlama’nın feriştahı!

Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri, Asli Kurucu (Demokratik) İktidar’ın tercihini yansıtmakta ve dayatmaktadır. Bu iki maddeyi Tali Kurucu İktidar (Türevsel İktidar) da değiştiremez. (Yani AKP’nin egemen olduğu TBMM bile.)

Bu iki madde ancak İslamcı bir ihtilal ile, monokratik ve teokratik bir iktidar biçimi ile değişebilir.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik bir devlet düzeni ve ilkesi olarak kendini zorlayabilir. Bu bir!

İkincisi: Bu iki maddeden hoşnut olmamak, laikliği yeniden tanımlama hevesleri, fırsat kollayan, geleceğe dönük şiddeti içermektedir. Bu nedenle AKP’nin kapatılma davası Venedik Kriterleri ile kesinlikle çelişmez.

Bir şair ancak bu kadar hukuk ve Anayasa hukuku dersi verebilir! Jose Manuel Barroso ve dostlarına ve AKP milletvekillerine, dostum Erdoğan Teziç’in "Anayasa Hukuku" kitabını okumalarını tavsiye ederim. Okusunlar ki yakında bazı önerilerim olacak!

Özdemir İnce - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Bu Gidişle

Anayasa Mahkemesi içeriden dışarıdan baskı altında.

İktidarın devlet kadrolarını kendi amaçlarına yatkın, tarikatçı kişilerle doldurmasına ses çıkarılmıyor; şimdilik ordu dışında hemen her çevreyi laiklik karşıtı kişilerin işgal etmesine karşın bu gelişmeler eleştiri konusu yapılmıyor.

Batı, kendi dünyasında yargının tarafsız ve yansız olmasına fevkalade özen gösteriyor. Lakin bir türlü kendilerinden sayamadıkları Türkiye’de yaşananları irdelemeye geldi mi, AB’den ABD’ye kadar hemen bütün Batı dünyası AKP’yi kapatma kararı çıkmasını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni baskı altında tutuyor ve... Tarafsız olması gereken Anayasa Mahkememizin başta başkan ve kimi üyelerinin kafa yapısı itibarıyla AKP’nin yüksek yargı içinde temsilcileri olduğuna değinmiyorlar.

Örneğin Batılı çevreler Yüksek Mahkeme Başkanlığı’na seçilen Haşim Kılıç’ın dinci AKP’ye yakın durduğunu bal gibi biliyorlar.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, yazılarıyla kitaplarındaki bölümlerle (örneğin son kez ‘AKP Çoktan Kapatılmalıydı’ başlıklı yapıtıyla) “Haşim Kılıç olayını” içimizdeki, dışımızdaki çevrelere, başta laiklik, dinci kadrolaşmaya karşı çıkan partilere (örneğin CHP’ye) anlatmaya çalıştı.

Ne çare uyarılarına kulak asan olmadı. Bir kez de biz deneyelim. Laik rejimin olmakla olmamak arasında kaldığı bu süreçte Haşim Kılıç’ı kamuoyuna bir kez daha tanıtmaya çalışalım.

Neden mi? Zira, Anayasa Mahkemesi’nin vazgeçilmez laiklik ilkesine karşı yasal girişimlere ve laiklik karşıtlığının odak noktası haline gelen AKP’nin kapatılması davasına bakacağı sırada bu konularda taraflı olduğu bilinen Haşim Kılıç hâlâ koltuğunda oturuyor.

***

Haşim Kılıç’ı tartışmaya açan açıklamaların tarihi Erdal İnönü’nün parti genel başkanlığına kadar uzanıyor. Sayıştay Yasası anayasaya aykırı biçimde değiştiriliyor. Böylece Sayıştay Genel Kurulu’nun aday gösterdiği üç kişiden biri Haşim Kılıç.

Kim bu Haşim Kılıç? Anayasa Mahkemesi’ne üye olacak hukuksal bilgi birikimi olan birisi mi? Yüksek ticaret mezunu olması soruyu yanıtlamaya yeter de artar bile.

Anayasa Mahkemesi Sayıştay Yasası’nı iptal ediyor; fakat Yüksek Mahkeme iptal kararları geriye yürümez diyor ve... Kılıç anayasaya aykırı bir yasayla geldiği Anayasa Mahkemesi’ne üye.

***

Kılıç’ın cemaziyülevveli kamuoyuna yansıyor. Gazetelerde yazılar: Nakşibendi tarikatından Haşim Kılıç’ı, Nakşibendi tarikatından Cumhurbaşkanı Turgut Özal Anayasa Mahkemesi’ne atadı!

Üyeliğe seçildiği günün ertesi bir gazeteci soruyor Kılıç’a: “Siz laik misiniz?” Laikim diyemiyor Kılıç, “Polemiğe girmeyelim” gibi kaçamak bir yanıtla soruyu karşılıyor.

23 Nisan 2003. TBMM Başkanı Arınç’ın bayram vesilesiyle türbanlı eşiyle düzenlediği resmi kabule Cumhurbaşkanı Sezer başta, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar katılmıyorlar.

Haşim Kılıç, “…Devletimden değil ama devlet adamlarımızdan utanıyorum…” diyor.

Eşi de türbanlı. Laikliğe karşı olan tavrını bu vesileyle sergiliyor.

Oysa, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu hakkındaki yasanın 47. maddesi gereğince “Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin dava açılmadan veya iş mahkemeye gelmeden önce mevcut olduğu iddiasıyla reddolunabilir”.

***

Tabii Kılıç, görevinden ayrılmayı düşünmediği gibi ayrılmasını isteyene de rastlanmıyor. Vural Savaş’ın yazdığı gibi: Ne yazık ki, Anayasa Mahkememizin Cumhuriyetimizin yaşamsal önemde iki kararında Haşim Kılıç (ve bir iki arkadaşının) oyu ve oyları belirleyici olacaktır.

Haşim Kılıç, kimliğini açığa çıkaran son iki davranışıyla dikkat çekti.

Türbanı serbest bırakan AKP anayasa değişikliğini incelemek üzere, yüksek mahkemede görevli 20’den fazla raportör arasında cımbızla seçtiği ve laikliğe karşı yazılarıyla tanınan ve türban konusunda peşin hükme sahip raportör Osman Can’ı görevlendirdi.

Bu tavrını sürdürdü. AKP kapatma davasını inceleme görevini yine aynı kişiye raportör Osman Can’a verdi.

AKP böylece devlet kadrolarını kendine uygun olanlardan seçme çabasını yüksek mahkemede de yandaşlar kazanarak sürdürüyor.

RTE’ye yasak gelirse siyaseti bağımsız olarak sürdürebileceğini, böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, ortada fol yok yumurta yokken Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın da açıklayınca…

AKP sayesinde hâlâ yargıya siyaset, hatta dini anlayışla siyasetin bulaşmadığı söylenebilir mi?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 21 Mayıs 2008

Yanıtsız Sorular

Siyasal çevreler henüz konuşmuyor. Medyamız ise başlıklarında Çankaya’nın yargı ile hükümet arasındaki gerginliğe çare olacağını sandığı açıklamayı “11’inci devreye girdi” diye yorumluyor.

İnce eleyip sık dokumadan yapılan yorumların uygulamada vereceği olası sonuçlardan söz edilmiyor. Ya da yazılıp önüne konulan açıklamadan kaynaklanan sorulara verdiği kimileri kaçamak yanıtlara bakarak Çankaya’daki AKP’linin ne şiş yansın ne de kebap diyen üslubu eleştirilmiyor.

11’incinin medya ile karşılaşarak açıklamalar yapmaktan özenle kaçındığını Çankaya’daki Doğru ve Güzel Türkçe Kullanımı ödül törenine katılan gazeteciler yazıyor.

Çankaya’daki AKP’li, yine AKP’li olduğunu unutmayarak, yine “kardeşini” koruyarak “ancak meslektaşlarımızın ısrarından kurtulamayacağını anlayınca… mümkün olduğunca az konuşmayı yeğleyerek” soruları yanıtlamış.

Açıklamasında yargıdan ve hükümet başkanından “…adap ve usule özen göstermelerini” istemiş ve görüşlerini açıkladıktan sonra ilk olarak Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’i kabul etmiş.

Yargıtay Başkanı’ndan “adap ve usule özen göstermesini” istemiş olamaz. Zira ağzı bozuk olan, adap ve usulden nasibini almayan konuşmalar yapan “kardeşi” RTE!

***

Gazeteci soruyor: “Açıklamanızda ‘adap’tan söz ediyorsunuz? Kastınız nedir?”

Yanıt? Yok!

Oysa, Çankaya’dakinin herkesten önce RTE’yi çağırıp yasa değişiklikleriyle yargıyı sürekli tehdit etmekten vazgeçmesini söylemesi gerekirken; garipsenecek bir tutum sergiliyor. Adap ve usul eğitimine Yargıtay’dan başlıyor.

Gazeteci soruyor: “Başbakan’la görüşecek misiniz?” Yanıt: “Başbakan’la zaten görüşüyoruz”.

Her hafta perşembeleri, evet, görüşüyorlar. Demek ki Çankaya’daki AKP’li mutat görüşmelerin dışında kalması gereken, özelliği ve ayrıcalığı olan bu konuyu, öncelikle gerilimin gerçek sahibi olan RTE ile görüşme gereğini duymuyor.

Soru: “Görüşmelerinizdeki amaç nedir? Ne söyleyeceksiniz?” Yanıt: “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum.”

Konuşmak istemiyor. Nedeni polemiğe falan girmek değil. Bu soruya arkasından saldırgan üslubuyla adap ve usulü bozan kişinin “kardeşi” olup olmadığına değinen olası sorunun gelmesinden çekiniyor. Böyle soruları yanıtlamak… Bir AKP’linin AKP hükümetini yargılaması gibi yuvaya ters düşen bir tavır almak... 11’incinin işine gelmez.

Gazeteci soruyor: “CHP, sizin de AKP’nin kapatılması davasında taraf olduğunuzu, bu nedenle devreye giremeyeceğinizi öne sürdü...” Yanıt: “Herkes konuşuyor. Bu konuda konuşmak istemiyorum”.

Oysa geçenlerde gazetelere manşet oldu; kapatma davasında suçlu bulunmasından korkuyor. Ne yapacak, istifa etmesi mi gerekecek?

Böyle bir koltuk bir daha ele geçer mi? Üstelik RTE, AKP kapatılır, kurdurduğu parti yine iktidara gelirse zaten yukarı çıkmasına karşı olduğu “kardeşini” Çankaya’ya sırtında neden taşısın?

***

Son soru, ama görmemişliği bir kez daha, kimi insanlarda ihtirasın sınır tanımadığını kanıtlayan olaylara ışık tutan bir soru:

“Eşiniz Hayrünissa Hanım’ın Köşk’e saraylardan, Osmanlı dönemine ait eserler ve eşyalar getirmek istediği yolunda haberler çıktı, ne diyorsunuz?”

Yanıt sorudan kaçmak, içeriğinden kaçınmak zorunda kalan bir siyasetçinin yanıtı:

“Onu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne sorun. Konuyu o biliyor”.

Hayrünnisa Hanım’ın Çankaya’daki AKP’liye danışmadan, iznini almadan saraylara gidip beğendiği eşya ve eserlerin resmini çekebilir mi? Şayet 11’inciden izin almadı ise Hayrünnisa Hanım; Köşk’te ailevi sorunlar yaşanıyor veya yaşanacak demektir.

Çankaya’dakiler geçmişte yaşadığım bir olayı çağrıştırdı.

Askeri dönemde Köşk’te, asker cumhurbaşkanına ekonomi ve maliye danışmanlığı yapan eski gelirler genel müdürünün Maliye Bakanlığı’na atandığı günlerdi. Bir gece Köşk’teki konutunda özgeçmişini yazmak için buluştuk. Konuşurken sık sık araya giren eşi bir ara “Ben çok gençtim. Evlenmemizin nedenini biliyor musunuz?” diye sordu ve soruyu kısa boylu vücut ve yüz çizgileri beğeniden uzak eşini göstererek yanıtladı: “Çünkü Maliye Bakanı olmasını şart koştum”.

Çankaya’daki AKP’li; artık kamuoyunda konuşmaları, giysileri ve Köşk’teki davranışlarıyla tartışmalı hale gelen, 15 yaşında iken evlendiği Hayrünnisa Hanım’ın isteklerine karşı çıkmıyor. Acaba neden?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

21 Mayıs 2008

19 Mayıs’ta; Siyasal ve Bedensel ‘Arızalar’

19 Mayıs; toplumsal gelişmelerden en az yüzyıl geride kalan dine bağımlı Osmanlı Devleti’nden bağımsız laik Cumhuriyete ilk adımın atıldığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı savaşı başlattığı gün.

19 Mayıs, her yıl Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı adı altında düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor.

Bugünlere gelmelerine olanak sağlayan Atatürk’ü anma gününde Çankaya’daki AKP’li ile Başbakanlık’taki “kardeşi”nin yayımladıkları mesajlarda günün gerçek anlamına değinen ifadelere rastlanmıyor.

Atatürk’ü anma gününde gericiliğin üstünü örten ve Atatürk’ün onca yol gösterici sözleri arasında herhangi bir sırada olan “Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine” ulaştırmayı amaçlayan tek bir cümlesini yineliyorlar.

Çankaya’daki ve Başbakanlık’taki ikili, Cumhuriyet’in ilk adımı olan 19 Mayıs günü açıklanan mesajlarında Atatürk gençliğine, onun içerden ve dışardan gelen her türlü vaade, her girişime karşın tam bağımsızlığı korumayı öngören öğütlerini anlatmaya yanaşmıyorlar.

19 Mayıs günü Atatürk’e ait tek bir cümleyle yetiniyor, üstü kapalı biçimde AKP propagandası yapıyorlar.

***

İkinci, üçüncü sıradaki AKP yetkililerinden bilgisizlikten kaynaklanan acayip yorumlar geliyor.

Örneğin Başbakan Yardımcılığından Adalet Bakanlığı’na gönderilen Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken sadece cumhurbaşkanının, Genelkurmay başkanının ve Diyanet İşleri başkanının makam aracı olduğunu ve bu durumun “halkın dine olan ihtiyacına böylesine önem verildiğini” vurgulamak için söylüyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarını bırakalım bir yana; oysa, Şahin biraz olsun kitap karıştırabilir, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada ABD’ye Türkiye’nin sahip olduğu değerleri açıklayan büyükelçilik raporlarında ülkemizde ancak 200-300 otomobil olduğunun yazıldığını görebilirdi.

Şahin, Çankaya’daki AKP’liden ve RTE’den farklı konuşmuyor. Konuşması da beklenemez. 19 Mayıs’ın kendi yaşamından başlayarak ulusun yazgısını değiştireceğini anlatacağı yerde, bu tarihsel günde tabii dinci parti AKP’ye yakışır içerikte dincilik satıyor.

***

1 Mayıs’ta Kayseri’de, 18 Mayıs’ta Eskişehir’de halka konuşan RTE’nin ne gözünde ne de vücudunda herhangi bir arıza yok.

Bu illerde yaptığı son konuşmalarda da; ekonomik ve sosyal çalkantılardan bunalan halka karşı başarısızlıklarını örtmeye çabalıyor, sanki başarısızlıklarına neden parti lideri Baykal’mış gibi sürekli CHP’ye yükleniyor.

18 Mayıs gecesi 23.40’ta Başbakanlık’tan yapılan bir açıklama “gözünde beliren sağlık sorunu nedeniyle” 19 Mayıs törenlerine katılamayacağını bildirdi.

Acaba gözündeki arızaya, giderek gözüne batan CHP’deki toparlanma, kıpırdanma mı neden oldu?

Yoksa Emine Hanım’ın kraliçenin yaş günü kutlamalarında İngiltere Sefareti bahçesinde sık sık görüştüğü kimi hanımlara söyledikleri, -ne olduğu açıklanmayan- gözdeki rahatsızlığı başlatan gerçek neden mi?

RTE’nin eşi, şöyle diyor: “Bugünlerde psikolojik olarak da bedenen de çok yorgunuz.”

Kısa ama çok dikkat çekici bir cümle.

Bu, sıkıntıları dışarıya yansıtmamak için her türlü çareye başvuran bir siyasetçinin evdeki ruhsal ve bedensel durumunu yansıtan bir cümle.

Enflasyon, her gün artan fiyatlar karşısında geliri sabit kalan bireylerden gelen eleştiriler bir yandan. Diğer yandan iç politikadaki zikzaklarıyla kimi sorunları daha da karmaşık duruma getiren politikaların önüne getirdiği, partinin kapatılması olasılığından, siyaseten yasaklanırsa ne yapacağını, ne olacağını bilememekten kaynaklanan sorunlar…

...Gözde de, bedende de birden sıkıntılar çıkmasına, hatta varsa ülser gibi, sara gibi rahatsızlıkların birden canlanmasına veya yeni rahatsızlıkların başlamasına yol açabilir.

Siyasal ve kişisel olasılıklardan kaynaklanan RTE’deki bunalımı ABD ve AB’den gelen kimi sesler özetliyor:

“…Geçen yaz elde ettiği önemli siyasi sermayeyi çarçur etti…”

Boşuna söylenmemiş: “Haydan gelen huya gider” diye!

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 20 Mayıs 2008

19 Mayıs 2008

AKP Tuzu da Kokutuyor!

Demokrasimizin bugünkü görünümünü en iyi anlatan deyimlerden biri şu olsa gerek:

Tuz kokarsa!

Demokrasilerin “tuzu” hukuktur.

Hukuk yara alırsa, tedirginleşirse, baskı altına alınırsa, orada ne adaletten söz edebilirsiniz, ne sağlıklı yönetimden.

AKP yelpazesi, altı yıl boyunca yaptıklarını iyi bildiği için kapatma davasının nasıl seyredeceğini herkesten iyi biliyor. O nedenle de bu süreci yıpratmak, satranç tahtasını sallayıp her şeyin karmakarışık hale gelmesini sağlamak için her şeyi yapıyor.

Bu hafta içinde yargı kurumlarının çevresinde dolaşan haberlere baktığımızda; yargının, önemli kısmının hâlâ su yüzünde olmayan ciddi bir baskı altında olduğunu görüyoruz.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün izlenme gözaltısının ardından yaptığı açıklamalar, şu soruları öne çıkarıyor:

1- Mahkeme üyelerinin tümü böyle bir takip altında mı?

2- Mahkeme üyeleriyle ilgili yapılan kulis yorumlarında, 7 ya da 9 üyenin mahkeme geleneklerine dayalı oy vereceği konuşuluyor. Amaç salt onları yıldırmak mı?

3- Dava en erken önümüzdeki sonbaharda bitebilir. O güne dek mahkeme üyelerine yönelik yeni sürprizler var mı?

***

Soruların ikinci şıkkını ayrıca sütuna yatıralım... Davanın gündeme alınması oybirliğiyle, davanın içine Gül’ün de katılması 4’e karşı 7 oyla kabul edildi. Bu oylama elbette sonucu bağlamaz ama, yorum yapma hakkı verir!

7 üyeye karar aşamasında 1 ya da 2 üyenin daha katılabileceği konuşuluyor. Katılacak kişi ya da kişiler arasında Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın olmayacağı öngörülüyor.

Kılıç, hem kapatma davalarına farklı bakıyor, hem AKP ile görevi gereği de ilişki içinde!

Öyle anlaşılıyor ki 7-9 üyeyle ilgili ne yapılabilir sorusu iktidar çevrelerinin başlıca gündemi...

Kılıç’ın davranış biçimiyle ilgili somut örnek, son dönemdeki davalarda görevlendirilen raportör... Hem türban davasına hem kapatma davasına aynı kişi raportör tayin edildi...

Görevlendirmeyi kim yaptı?

Kılıç...

Türban raporunu 80 günde yazan Osman Can, görüşlerini kamuoyundan da saklamayan bir kişi. Son iki yıl içinde yayımlanan yazılarında şu tür konuları işliyor:

- Anayasa değişikliğinde AKP pasif davranıyor...

- Bürokratik seçkinlerin iktidarı yitirdiği bir dönemden geçiyoruz...

- Askerlik zorunlu olmaktan çıkarılmasa bile en azından vicdani ret tartışılmalı...

Elimizde Can’ın değişik zamanlarda yayımlanmış 30 sayfaya yakın yazısı var. Can, her konuda istediği gibi düşünebilir, düşüncesini açıklayabilir. Ama Anayasa Mahkemesi raportörünün en azından kurumuna saygılı olması gerekir.

***

Dün Danıştay saldırısının ikinci yıldönümüydü. Saldırıda yaşamını yitiren Mustafa Yücel Özbilgin anılırken Adalet Bakanı’nın bulunmaması yadırgatıcı bir durum değil!

Danıştay Başkanvekili Gönül Önbilgin’in, anma töreninde “yargıya saldırılardan” söz etmek durumunda kalması da içinden geçtiğimiz sürecin fotoğrafı...

AKP, yargı kurumlarını zayıflatarak hukuku esir alabileceğini düşünüyor ama, hem ülkesel hem küresel bellek diyor ki:

Adalet gücünü elinde tutan kişileri zayıflatarak hukuku ortadan kaldıramazsınız!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008

18 Mayıs 2008

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi

Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.

Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...

Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...

Ahmed dedesinin adını taşıyordu...

Tarih 6 Mayıs 1876.

Yer Selanik.

Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu’na götürdüler.

Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami’de toplandılar.

Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin’in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.

Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.

Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.

Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...

Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; "Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?"

Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geride kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

Üstelik hamileydi...

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.

Atatürk’ün doğumuna ilişkin belirsizlikler

Hangi tarihte doğdu?

Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.

Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.

Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.

Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.

İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."

Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.

Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.

Pembe Ev’de mi doğdu?

Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe Ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu.

Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.

Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.

Pembe Ev’in sahibi kim?

Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.

Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı.

Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.

Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi’yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev’e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.

Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.

Sonuçta:

Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk’ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk’ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.

Not:

Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:

Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.

Oysa:

Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir’ler saltanatçı seçkinlerdi.

Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı ok’undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:

Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?

Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?

Soner Yalçın - Hürriyet, 18 Mayıs 2008

Hakan Yavuz Neden Korkuyor?

Prof. Dr. Hakan Yavuz on yıldır ABD’de çalışıyor. Yavuz, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersleri veriyor. Hakan Yavuz’un eski eşi Edibe Sözen ise AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili...

Hakan Yavuz, bunca yıl Fethullah Gülen hareketini savunmuş bir kişiydi...

Bir de baktım ki şimdilerde içini bir korku sarmış Fethullahçı hareketin Türkiye’yi kuşatmaya başladığına tanık olunca...

Ne denir? Günaydın!..

New York Times’tan sonra İngiltere merkezli uluslararası haber ajansı Reuters’in deneyimli muhabiri Alexandre Hudson, Türkiye’ye gelmiş, Fethullahçılarla konuşmuş...

Fethullahçı Zaman gazetesi bakın haberi nasıl vermiş manşetten:

“Reuters’in Gülen yorumu: Modern hayata kök salan İslam’ın savunucusu...”

Oysa, Reuters’in başlığı şuydu:

“Türk-İslam Vaizi: Tehdit mi, hayırsever mi?”

Reuters’in tüm dünyaya geçtiği haberde, daha düne dek Fethullah Gülen’e övgüler yağdıran, onları yere göğe sığdıramayan, yazıları Zaman gazetesinde çıkan Hakan Yavuz sanki incir ağacından baş üstü düşmüş...

Hakan Yavuz’un Reuters ajansı muhabirine söyledikleri şu İngilizce metinde:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

***

Yıllardır bu köşede Fethullah Gülen hareketinin “siyasal” olduğunu yazdım; devletin duyarlı kurumlarında nasıl örgütlendiklerini kanıtlarıyla ortaya koydum...

Fethullahçıların “maskelerini” indirdikçe medyanın sözde demokrat yazarları, sağ ve sol yelpazedeki politikacılar “Hocaefendi” diye sahip çıktılar...

Fethullahçılar devletin duyarlı kurumları olan Milli Eğitim, emniyet teşkilatında, yargı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde F tipi örgütlenmeye 1983 seçimlerinden sonra Turgut Özal döneminde başladılar.

Yıl 2008 ve işlem bitmiştir!..

Reuters ajansının geçtiği haberde Hakan Yavuz her şeyi açıkça söylüyor. Ancak, Fethullahçı gazeteler ve internet siteleri Hakan Yavuz’un konuşmasındaki işlerine gelmeyen bölümleri makaslayıp, iki satır veriyorlar:

“Türkiye’yi dini dünyanın merkezi yapmak için elit bir sınıf meydana getirmek istiyorlar. Toplumda onları dengeleyebilecek başka bir hareket yok.”

Peki, Fethullahçıların devlet kurumlarında güçlenmelerini; bu güçlenmeden korktuğunu, eylemlerinin siyasal olduğunu söylemiyor mu Hakan Yavuz?

Söylüyor!..

TV kanallarında gazetecilik etiğinden sık sık söz eden Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Hakan Yavuz’un şu sözlerini niçin sansürlüyor?

“Medyada, Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor...”

Hakan Yavuz yıllar önce Zaman gazetesinde (1 Eylül 2002) ne diyordu:

“Seçim telaşı içinde olan Türkiye’nin dini haritası değişiyor. Bir yanda Fethullah Gülen ile diğer yanda başörtülü kızlarla uğraşan ve sivil dini oluşumları düşman olarak gören Türkiye ne yazık ki her açıdan çöküntü içinde. Çöken sadece Türk ekonomisi değil. Asıl çöküntü ahlaki yapıda. Kısacası, modern insana kendi kutsalını inşa etme imkânı sunamayan Türkiye bari o hakkı tanımalı. Yoksa, harita ummadığımız şekilde değişecektir. Dışarıdan Türkiye’deki dinsel haritadaki kıpırdanmaları izleyen biri olarak gördüğüm şu: Yavaş ama derin şekilde Türkiye’nin dinsel haritası değişiyor. Türkiye gerçekçi anlamda laikliğin tohumlarını ekiyor. Dinsel çoğulculuğun arttığı Türkiye’de inananlar devletin kutsal alandan çekilmesini istiyorlar.”

Bir de Hakan Yavuz’un ABD’de yapılan Gülen Sempozyumu’nun kitaplaştırılan yayınında yer alan makalesinden bir bölümü aynen aktaralım:

“İstikrarlı bir Türkiye için İslami değerlerle Kemalist siyasi sistem arasında bir denge gerekir. Gülen hareketi bu dengeye bir ulaşma yolu sunuyor...”

***

Yıllardır Fethullah Gülen hareketinin “siyasal amaçlı” olduğunu yazmaktan yoruldum...

Gerçekler bir bir ortaya çıkarken bizim aydınlarımız, solcularımız olup bitenleri görmezden geliyorlar...

Hakan Yavuz, Fethullah hareketinden korkuyor... Yavuz 6-7 yıl önce korkmuyordu...

Hakan Yavuz’un bir yanıtı olmalı korkularına ilişkin...

Öyle değil mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 17 Mayıs 2008

14 Mayıs 2008

Fethullah Artık Dön

Fethullah Gülen, ABD’den neden dönmüyor?..

Dönecekti ama birden vazgeçti!..

Dönüş tarihi 8 ya da 11 Nisan’dı

...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Fethullahçıların tüm planlarını bozdu...

Daha önceleri yazdım...

Fethullahçılar Güneydoğu’yu kuşattılar tam anlamıyla...

Diyarbakır’da “Işık Odaları” açılıyor; Batman, Malatya, Van, Gaziantep, Şanlıurfa gibi kentler “Fethullahçılar” tarafından kuşatılıyor.

Ben Fethullah’ın ABD’den Türkiye’ye hemen dönmesini istiyorum...

Hoca, 10 yıldır yurt özlemi çekiyor...

Hemen İstanbul’a gelsin, Altunizade’deki konutuna yerleşsin; Hakan Şükür’le öpüşüp koklaşsın; işlerini buradan yönetsin!..

Fethullah, ABD’den dönerse, Ergenekon olayı da açıklık kazanır. Belki bizim bilmediğimiz gerçekler ortaya çıkar...

Sahi şu Ergenekon’a ilişkin ayrıntılar nedir, iddianame ne zaman hazırlanacak, çok merak ediyorum...

Benim Ergenekon’a bakışım çok açık, daha önce yazdım, yineleyeyim:

“Bu işin sonuna dek gidilmeli, karanlıkta hiçbir şey kalmamalı!..”

Ergenekon’da ilk gözaltı ve tutuklamalar on ay önce olmadı mı? Oldu! Ardından ikincisi geldi, sonra üçüncüsü!..

Peki iddianame neden hazırlanmıyor?

Bilmiyorum!..

12 Eylül 1980 sonrası sıkıyönetim döneminde 2 bin 500 sanıklı DİSK davasının iddianamesi 15-16 ayda bitirilmişti.

Fethullahçılar, dinciler, Soros’un çocukları, Amerikan mızıkacıları, yobaz-hokkabaz takımı şimdilerde “laikçi faşist” sloganıyla TV ekranlarında boy gösteriyorlar...

Arkalarında ise Avrupalı destekçileri...

***

Olli Rehn, Joost Lagendijk, Javier Solana, Cem Özdemir, Dimitrij Rupel...

Bu beyler AKP’ye, Fethullahçılara koşulsuz destek veriyorlar... Bu ülkenin yurtseverlerini, demokratlarını, gerçek aydınlarını “laik faşistler” olarak görüyorlar...

CHP ve Deniz Baykal ise hedefte...

İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek gözaltına alındıklarında dilleri tutulan bu beyler, “sıkmabaş”, “Tayyip - AKP” gündeme geldiğinde bülbül gibi şakıyorlar.

Damat Lagendijk, Fethullahçıların Avrupa’daki işlerini izleyen Cem Özdemir...

Yaptıkları açıklamaları alt alta koyup okuyun, şaşıracaksınız...

Bunlar Türkiye’yi yönetiyor, yargıya kafa tutuyorlar...

Lagendijk, Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan hakaret etme yürekliliğini kimden alıyor, söyler misiniz?

Cumhuriyet mitinglerine katılan milyonlarca aydınlık yüzlü, laik demokrat insanımızı “Ergenekon çetesi” olarak gösteren düşünce, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu CHP’yi de “darbeci, baskıcı, ulusalcı” olarak değerlendiriyor.

Bu bir oyundur!..

İnsanları “darbeci - çeteci - laik faşist” diye suçlamak Fethullahçıların ortaya attığı bir slogandır...

Para gücü Fethullahçılardadır bugün. Sabah ve atv olayını eşelediğinizde Fethullahçı gücü görebilirsiniz.

Burada Deniz Baykal ve CHP’ye de bir çift sözüm olacak...

İç çekişmeler bitmeli, kısır döngü çatışmaları durmalıdır. CHP, demokrat ve solcu kimliğini ortaya koymalıdır.

Gün “sol”da birleşme, dayanışma, kardeşlik günü olmalıdır...

Dinci ve tarikatçı yapılanma Türkiye’yi kuşatıyor...

***

Türkiye’yi yönetmeye kalkışan, tarikatçıları - Fethullahçıları, AKP’yi “demokrasinin ve özgürlüklerin simgesi” olarak gören, Anayasa Mahkemesi’ne hakaretler yağdıran Olli Rehn, Joost Lagendijk neden bu ülkeyi işgal eden “Çokuluslu Altın Avcıları”na karşı tepki koymazlar...

Kaz Dağları’nı, Tunceli’yi, Erzincan’ı, Kaçkarlar’ı, Eşme Kışladağı’nı, Madra Dağları’nı işgal eden, çevreyi kirleten, zehirleyen “Çokuluslu Altın Avcıları”nı bağırlarına basarlar...

Çünkü tarikatçı - Fethullahçı sermaye onların sağ koludur Türkiye’de...

Bu öykü biraz uzundur...

Sırası geldikçe anlatacağım!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 13 Mayıs 2008

11 Mayıs 2008

Kürt Sorunu Denilen ve Dayatılan Şey

Bugün "Kürt Sorunu" denilen veya dayatılan şeyin ne olduğunu ortaya koyabilmek için öncelikli olarak PKK'nın, nasıl ve ne amaçla kurulduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini, kronolojik, sosyolojik ve psikolojik olarak incelemek gerekiyor.

Bilindiği gibi, 1970'lerin başında Ankara'da üniversite öğrenimi gören Abdullah Öcalan, ilk olarak sempati duyduğu dinci ve milliyetçi (Türk) akımlara yönelmiş, toplantı ve eylemlerine katılmış, bilahare nasıl oluyorsa tam karşıtı sol gruplar ile ilişkiye geçmiş, sonuçta da 1975 yılı içerisinde bir grup arkadaşıyla birlikte Dikmen'de gerçekleştirilen bir toplantıyla "Apocular" adı verilen örgütünü kurmuştur.

Marksist ve Leninist ideolojiyi temel alarak, "Özgür ve Komünist Kürdistan" hedefi ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde faaliyetlerine başlayan "Apocular" örgütü, örgüt içerisinde "Apocular" ismine karşı oluşan muhalefetin giderek artması neticesinde Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ismini almış, 1985 yılı itibariyle bölgede gerçekleştirdikleri son derece kanlı katliamlarla da ismini duyurmaya başlamıştır.

Köy baskınları gerçekleştiren, kundaktaki bebekleri dahi acımasızca öldüren, terörist eleman temini anlamında zavallı Kürt gençlerini zorla dağa kaldıran örgüt, bölge insanı tarafından "Öcü" olarak görülmüş, uzunca bir süre korku ile karışık örgüte karşı yoğun bir kin duyulmuştur.

Ancak, zaman içerisinde, güvenlik güçleri ile girilen çatışmalarda ölen örgüt mensuplarının cenazelerinin köylere getirilerek defnedilmesi, bölge halkınca örgüte karşı duyulan kini başlangıçta arttırsa da, sonuçta çocuklarının Türk askeri tarafından çıkan çatışmalarda öldürülmüş olması, Devlete bağlılık anlamındaki tavrın az da olsa değişmesine sebebiyet vermiştir.

Ayrıca, zorla kaçırılan gençlerin, siyasi bir eğitim verilmesiyle kafalarının yıkanarak, örgüt tarafından planlı bir biçimde kendi köylerine sıklıkla gönderilmesi, örgüt yanlısı ve devlet aleyhtarı propagandaların bilinçli bir şekilde yaptırılması da, bölge insanının örgüte olan yoğun kininin az da olsa zamanla azalmasına yol açmıştır.

Başlangıçta, yani 1975 yılı itibariyle "Sosyalist ve bağımsız bir Kürdistan" hedefi ile yola çıkan örgüt, bölge insanının oldukça muhafazakâr yapısı nedeniyle hedefine ulaşamayacağını anlamış, 1990'lı yılların başı itibariyle bu sefer, sadece "Kürt Kimliği" üzerinden siyaset yaparak "Özgür ve bağımsız bir Kürdistan" söylemini gündeme yerleştirmeye çalışmıştır.

Bu süreç ve hedef, Apo'nun yakalandığı 1999'a kadar devam etmiş, başlayan İmralı süreci ile birlikte, örgütün, daha doğrusu Apo'nun siyasi sözcüleri tarafından, "Kürt kimliği ve kültürünün tanınması, barış, demokrasi, insan hakları" gibi sözde masum isteklerin gündemleştirilmeye çalışıldığı yeni bir sürece girilmiştir.

Sürekli değişen bu süreçte son olarak, "üniter devlet yapısı içinde demokratik bir Türkiye, demokratik özerk bir idari yapı ve Kürt kimliği, kültürü ve ana dilinin anayasal güvenceye alınması" talepleri öne sürülmeye başlanmıştır.

Son sürecin diğerlerine göre tek ve en önemli farkı, "Kürdistan ve bağımsızlık" gibi ifadelere yer verilmemiş olmasındadır.

Apo'nun sözcüleri, buna özellikle dikkat çekerek, "Biz, Türkiye'nin parçalanmasını istemiyoruz, ayrı bir Kürdistan istemiyoruz"u sürekli dillendirmeye çalışıyorlar.

Özetleyelim; önce "Marksist ve Leninist Apocular ve Sosyalist bir Kürdistan", sonra "Marksist ve Leninist PKK ve Sosyalist bir Kürdistan" daha sonra "Etnik milliyetçi Bağımsız bir Kürdistan" ve nihayet "Üniter devlet yapısı içinde demokratik bir Türkiye ve demokratik özerk bir idari yapı".

Devam edelim; önce "Apocular", sonra "PKK", daha sonra "KADEK" ve nihayet "KONGRA-GEL".

Görüldüğü gibi, temelinde, hedefinde ve stratejisinde belli aralıklarla sürekli değişkenlik gösteren bir örgüt, siyasi manevraları doğrultusunda isim değişikliğine dahi zaman zaman gidiyor, bu sayede de muhtemelen izini kaybettirmeye veya hedef şaşırtmaya gayret sarf ediyor!!!

Dikkat edilirse, en başlangıcından Apo'nun yakalanışına kadar geçen 24 yıllık süreç içerisinde, bir kez olsun "Kürt kimliği ve kültürünün tanınarak, anayasal güvenceye kavuşturulması ve anadilde eğitim hakkı" gibi masum gösterilmeye çalışılan istekler hiç görülmüyor, duyulmuyor.

Peki, Apo'nun yakalandığı 1999 yılından buyana geçen 9 yıllık bir süreç içerisinde, sürekli dillendirdikleri ve sözde verilmediğini düşündükleri özellikle "anadil" konusunda gerçekten çok mu samimiler?

Eğer samimilerse, Şam'da krallar gibi uzunca bir süre saltanat hayatı yaşamış olan lider Öcalan'ın, oldukça geniş bir zaman ve fırsata sahipken, bilmediği anadili Kürtçeyi, birkaç basit kelime dışında öğrenmemiş olması nasıl açıklanabilir!!!

Kaynak: http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7645

Fethullah Hareketi Neden Tartışılmaz?

"Türk medyası" Fethullah Gülen hareketini masaya yatırıp enine boyuna tartışabilmiş midir?

Hayır!..

"Türk medyası"nın patronları "Fethullah Gülen" hareketini tartıştırmazlar; kıyısından, köşesinden tartıştırır gibi yaptırırlar, üstüne gidenleri de sustururlar!..

Mustafa Balbay, Fethullah Gülen’in ne yapmak istediğini çok açık bir biçimde köşesinde (12 Nisan 2008) yazdı...

Ben yıllardır yazıyorum...

Şöyle bir hesap yaptım, 35 yıldır Fethullah Gülen hareketini yakından izliyorum...

Fethullah Gülen’in amacı nedir, ne yapmak istiyor?

Fethullah Gülen hareketi "İslam"a değil, ABD’ye yakın. Balbay’ın saptamasıyla "Hz. Muhammed’siz ve Kuran’sız bir İslam hareketi."

Saptama doğru!..

Fethullah Gülen hareketinin ne olduğunu Kerimov gördü ilk kez ve Özbekistan’daki tüm "Nurcu okulları"nı kapattı.

Rusya daha sonraları ayrımına vardı ve okulları devletleştirdi...

Bu okullar "Türk okulları" olarak biliniyor. Doğru değil. ABD güdümünde İngilizce eğitim veren "Nur okulları"dır bunlar. Okulların amacı Afrika ülkelerinden, Orta Asya Cumhuriyetlerine dek yayılmaktır.

Fethullahçılar tüm ülkelerde ABD desteğinde açıyor bu okulları. Kimi emekli paşalar bu okulların düzenlenmesinde görev alıyorlar.

Türkiye’ye gelince...

Okullar, yurtlar, Işıkevleri, dershaneler, hastaneler...

Asya Bank onların!.. Tekstil onların elinde...

Türkiye’de 2500 dershanenin 2 bini Fethullahçıların...

Medyada çok etkinler...

İçlerinde en demokrat görünenleri 1 Mayıs’ı "komünist bayramı" olarak görürler...

***

Michael Rubin, ABD’nin Ortadoğu ve İran uzmanıdır...

Beyaz Saray yönetiminin neo-con (yeni muhafazakâr) çizgisinin düşünce kuruluşlarından "American Enterprise Institute"de araştırmacı olan Rubin, "Middle East Quarterly" dergisinin de editörüdür.

Rubin, Fethullah’ı kime benzetiyor?

Humeyni’ye!..

Rubin, AKP iktidarını, AKP medyasını da sert bir dille eleştirirken şöyle diyor:

"Erdoğan çekişmeyi körüklerken, onun ve Gülen’in, Türk köşe yazarları ve yorumcuları arasındaki destekçileri İslamcılığı demokrasiyle, laikliği faşizmle özdeşleştiriyor; çok sayıdaki Batılı diplomatın, ‘ılımlı İslam’ kabulüyle kucaklanmasına hoşgörü göstermeye hevesli olduğu bir çizgi bu. Erdoğan’ın kendisi, Hitler’in yolunu açanın laiklik olduğunu, İslamcılığın asla böyle bir sonuç üretmeyeceğini söyledi."

Rubin, Türkiye’de laik eğitim sistemine yönelik saldırıların kurnazca ama etkili biçimde yürütüldüğünü ise iki yıl önce yazdı...

Ne diyordu Rubin:

"Öğrencilerin önünde üç seçenek mevcut: İmam hatip liselerine yazılıp imam olabilir; ticaret veya meslek okullarına girebilir ya da laik liselere kaydolup, daha sonra üniversiteye gidip kariyer yapabilirler. Erdoğan bu sistemi değiştirdi; imam hatip diplomalarını lise diplomalarıyla eş tutarak İslamcı öğrencilerin üniversiteye girmesi ve devlet görevlerine başvurmasına olanak sağladı. Denetim ve ayar mekanizmalarını da by-pass etmeye girişti. Rektörlerden oluşan YÖK, üniversiteleri siyasi İslama daha davetkâr kılacak taleplerini reddedince AKP ağırlıklı parlamento 15 yeni üniversite kurma önerisinde bulundu.

Erdoğan, diplomatlara amacının eğitimi güçlendirmek olduğunu söylese de Türk akademisyenler bu hamleyle dilediği rektörleri seçip YÖK’ü yandaşlarıyla dolduracağını söylüyor.

Böylesi taktikler artık sıradanlaştı. Pek çok laik şahsiyetin itirazlarına rağmen Erdoğan’ın ısrarıyla AKP teknokratların zorunlu emeklilik yaşını indiren bir karar da geçirdi.

Bu, 9 bin yargıcın neredeyse 4 bininin değiştirilmesi manasına geliyor.

Türkler AKP’nin yargı bağımsızlığını tırpanlama peşinde olduğundan şüphe ediyor. Mayıs 2005’te AKP’li Meclis Başkanı Bülent Arınç, yargıçlar çıkarılan yasaları engellemeye devam ederse AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ni kapatabileceği uyarısında bulundu."

***

Rubin’in iki makalesinden iki örnek verdim...

Fethullah Gülen 8 ya da 12 Nisan 2008’de Türkiye’ye dönecekti ABD’den...

Dönemedi!..

Çünkü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Fethullah’ın aklanmasını öngören Yargıtay Dokuzuncu Dairesi kararına itiraz etmiş; Gülen’in çalışmalarının “cürüm işlemek üzere çete oluşturmak” kapsamında değerlendirilmesini istemişti...

Bitmedi, devamı salı gününe kaldı...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 10 Mayıs 2008

AKP’nin A ve B Planı: AB

Avrupa Birliği’nden gelen haberlerle AKP’nin verdiği mesajlar arasında çok ciddi bir paralellik dikkati çekiyor. Bunda elbette şaşılacak bir durum yok, ama bu gelişmeler önümüzdeki günlerde atılabilecek kimi adımların da habercisi...

Başbakan Erdoğan, partisini tek parça halinde tutabilmek için her yöntemi deniyor, denemeye devam edecek. Kamuoyuna çok seçenek varmış gibi görüntü verse de özünde AKP’nin A ve B planlarını toplayıp yan yana getirdiğimizde şu çıkıyor:

AB!

Avrupa’dan Mart sonundan beri gelen yorumların dozu giderek ağırlaşıyor. Bu gidişle doz aşımına az kaldı!

Geçen hafta müthiş bir koro vardı. AB-Türkiye Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk İzmir’den seslendi:

“AKP kapatılacak, yerine kurulacak parti daha güçlü gelecek... AKP’yi türbanda daha sessiz ve sakin hareket etmesi için uyardık, dinlemediler...”

Aynı gün AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn Oxford’dan yetişti:

“Türkiye’deki kırılma, aşırı laiklerle Müslüman demokratlar arasında...”

***

Bu iki orta düzey AB temsilcisinin tamamlayıcısı, “üstleri” oldu. AB’nin bir anlamda başbakanı olarak tanımlanan Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso hafta başından bu yana ilginç açıklamalar yapıyor. Arkadaş dedi ki:

“Bakalım, Müslüman bir ülkede laiklikle demokrasi ne kadar bağdaşacak? Türkiye’de zamanla göreceğiz.”

Bu demecin Türkçesi şudur:

“Türkiye’yi bir laboratuvar olarak kullanacağız. Asıl olan bizim kullanma kapasitemiz... Bakalım, laikliği dinci siyaset kıskacına aldığımızda ne kadar yaşayacak...”

Barroso durmuyor... Önceki gün de Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da, 11. AB Forumu’nda Türkiye yorumunda bulundu:

“Laiklik zorla dayatılamaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalı. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin gerçek bir demokrasiye dönüşüp dönüşemeyeceği çok önemli bir konu. Henüz dünyada böyle bir örnek yok. Türkiye bunu gerçekleştirebilirse, tüm dünyada demokrasi isteyenler için büyük bir teşvik olacak.”

Barroso hem laikliğe dayatma gözüyle bakıyor hem de Türkiye’deki tartışmanın seyrine bakıyor!

Mademki dayatmalar yapılamaz, AB niye Türkiye’ye kendi kurallarını dayatıyor?

Barroso’nun ya Türkiye’nin gelişimi hakkında hiç bilgisi yok ya da başka niyetleri var!

***

AKP’nin kapatma davasına verdiği “cevapname”yi dün işlemiştik. AKP’nin cevapname dışındaki başlıca çalışması, başlıkta vurguladığımız planı yaşama geçirmeye dönük. Dün Yargıtay’dan AKP’ye şöyle bir sitem geldi:

“Yargıda yapılması gereken değişiklikler bizden önce AB’ye bildiriliyor...”

Yerinde bir sitem... Erdoğan, AB’ye hangi konularda değişiklik yapacaklarını “dosya halinde” bildirdi. AB temsilcileri bunlardan hangisi ne işe yarar, çalışmaya başladı bile!

Ama bizim haberimiz yok!

AKP, AB planına “C” ekleyebilir miyim diye soruyor. Yani Türkiye’de tam yandaş bir “cephe” kurabilir miyim?

Zor görünüyor...

O zaman “D” ekleyebilir miyim, diyor:

ABD...

O da zor görünüyor...

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 10 Mayıs 2008

Sağlık reformu!

Size kötü bir haberim var...

Milletvekillerimiz hasta.

*

2007 yılında, sadece 1 yıl içinde...

"18 bin 784 kez" doktora gitmişler!

*

Evet... 18 bin 784 kez.

*

Elimde, TBMM Baştabiplik Polikliniği’nin "hasta sayısı"nı döküm döküm gösteren istatistik raporu var.

Göz doktoruna 412 kez...

Dişçiye 643 kez...

Kulak burun boğaza 784 kez...

Dahiliyeciye 1.013 kez...

Dermatoloğa 1.470 kez...

Pratisyene 11.256 kez gitmişler.

351 kez röntgen çektirip...

2.393 kez tahlil yaptırmışlar.

*

İşin hazin tarafı...

Eşleri ve çocukları da hasta.

*

Milletvekillerimizin eşleri ve çocukları, "19 bin 716 kez" doktora gitmişler!

*

Daha hazin tarafı...

Meclis’in personeli ve emekli milletvekillerimiz de hasta...

Onlar da, sadece 1 yıl içinde, "94 bin 441 kez" doktora gitmişler!

*

Fatura?

56 trilyon 535 milyar liracık.

*

Üstelik, iyileşemiyorlar...

Çünkü, 2006 faturası ne?

52 trilyon 611 milyar liracık.

*

Siz seçtiğiniz ve parasını da siz ödediğiniz için, belki bilmek istersiniz diye düşündüm... Cümleten geçmiş olsun.

Vatan sağolsun!

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 10 Mayıs 2008

09 Mayıs 2008

AKP’nin, Türkiye’nin Geleceğini Kapatma Girişimi!

AKP’nin, kapatma davasına verdiği karşılık şöyle özetlenebilir:

Türkiye’nin geleceğini kapatma girişimi!

AKP giderse istikrar da gidecekmiş!

Neden?

Efendim, istikrarla AKP öylesine iyi anlaşmışlar ki, ayrılamıyorlar... AKP gitti mi, istikrarın kimyası da bozuluyor. O yüzden AKP hep iktidarda kalmalı ki istikrar da kalsın!

Neydi o türkü?

Ülkenin ne önemi var, mühim olan istikrar!

Kara mizah bir yana, AKP’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın hazırladığı iddianameye verdiği karşılık, daha adından ne olduğunu belli ediyor:

İddianameye cevaplarımız!

Arkadaşlar savunma yapmıyor, iddianameye karşılık cevapname hazırlıyor!

Salt bu durum bile, AKP’nin sisteme yönelik densizliğinin net bir göstergesi. Evrensel kuraldır:

Bir yasa yürürlükte olduğu sürece, yanlış olduğunu bile düşünseniz, uymanız gerekir. İktidar gücü elinizde olsa bile o yasayı değiştirmediğiniz sürece sizi bağlar!

AKP hem iktidar gücüne sahip, hem yasaları değiştirme gücüne sahip, hem de yasalara saygısız!

***

Cevapnamenin adından içeriğine girersek, durum şu:

1- AKP bugüne kadar hiç yanlış yapmadı. Ne dediyse doğrudur. Eğer AKP’nin söylemleriyle yasalar arasında bir çelişki varsa, suçlu olan yasalar ve kurallardır.

2- AKP bu davaya değil savunma göndermek, dava olarak dahi tanımamaktadır. Yapılması gereken davanın derhal yok sayılmasıdır.

3- AKP, yüzde 47 oy almış bir parti olduğuna göre, tek başına iktidar olduğuna göre, milli iradeyi de temsil etmektedir. Böyle bir partiye dava açılmaz.

4- Laiklik konusunda yanlış olan AKP değil, davayı açanlar ve yürürlükteki yasalardır.

5- AKP’nin iddianameye giren kimi davranışlarını Demirel, Özal, Ecevit, Çiller, Yılmaz gibi liderlerde de görmekteyiz. Bu durumda AKP suçlanamaz.

Yukarıda sıraladığımız maddelerin tümü AKP cevapnamesinin içinde değişik biçimlerde yer alıyor. Bu cevapname hukuk fakültelerinde ders kitabı olarak okutulacak nitelikte! Bunlar öğrencilere okutulmalı ki hukuksuzluk nedir öğrensinler!

Cevapnamede Erdoğan’ın 1990’lı yıllarda söylediklerinin çok geride kaldığı vurgulandıktan sonra, Demirel’in 80’li yıllarda söylediklerinden örnekler verilmesi, arkadaşların zaman kavramına da ne kadar demokratik baktıklarını gösteriyor!

***

İddianameye şaşı bakan AKP, geleceğe nasıl bakıyor?

Tabii ki aynı şekilde...

Erdoğan’ın döne döne AKP’li milletvekilleriyle akşam yemekleri yemesi, sabah kahvaltıları yapması şu korkuya dayanıyor:

Aman parti parçalanmasın!

Bunun başlıca yolu şuradan geçiyor:

Ne olursa olsun, Erdoğan’ın partinin başında kalması!

Dava kapatmayla sonuçlanır da Erdoğan ve odak arkadaşları yasaklı hale gelirse ne olacak?

AKP’liler öyle planlar yapıyorlar ki akla zarar!

Örneğin, Erdoğan ve seçtikleri bağımsız seçilecek... Yasaksız olanlar AKP yerine başka bir parti kuracak... Erdoğan bağımsız olarak onların başına geçecek... Partinin üyesi olmadığı için siyasi yasağı devam ediyor gibi olacak, ama fiilen partinin başında görünecek!

Bu tablo, AKP’nin Türkiye’nin geleceğini kapatma girişimidir!

Demokrasi sözlüğünde olmayan deyimlerden biri şudur:

Seçeneğimiz yok!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 9 Mayıs 2008

Erzak, Şarap, AKP

Yolsuzluk ve yoksulluk Türkiye'nin alın yazısı mıdır?

AKP altı yıldır iktidarda. Bu süreçte yoksulluk giderek artarken yolsuzluk haberleri gazetelerin manşetlerinden düşmedi...

Bakan çocuklarının "gemicikleri"nden tutun da "mısırcığa" dek bir dizi yolsuzluk savı kulaktan kulağa dolaşıyor...

Dini siyasette araç olarak kullanan düşünce, yerel yönetimler aracılığıyla İstanbul ve Ankara'da "erzak torbaları" dağıtırken, imar planlarında yapılan değişikliklerden havuzlara para aktarılıyor...

Ege'de şarap firmaları çığlık çığlığa, üzüm üreticileri perişan, Antalya'da yaş sebze, Niğde ve Fethiye'de elma, Datça'da badem üreticileri...

İddiaya göre AKP'li bakanın oğlu Çin'e kükürt ihraç etmeye başlamış "Nur" adlı şirket aracılığıyla...

2007 yılında bir torba (50 kg) kükürt 12 YTL iken, 2008 yılında 65 YTL'ye çıkmış...

Kükürt, üzüm bağlarında mantara karşı koruyucu tarım ilacı...

Bakan oğlu, iç tüketime de el atmış. İşleri tıkırındaymış. Her yıl değişik yöntemler izlermiş. Kuş gribi filan olunca yeni planlarını uygularmış...

Şarap sektörünün başına gelenleri anlatmaya gerek yok. Bu konuya en az on kere değindim.

Meral Tamer'in (29 Nisan 2008- Milliyet) "Şarap reklamlarına yasak geliyor!" yazısını okuyunca, Egeli şarap sektörünün çığlığını duyar gibi oldum...

Türkiye'de üretilen üç şişe şaraptan ikisi kayıt dışı...

Nedeni belli: Verginin yüksek oluşu...

Türkiye'yi kalitesiz şarap üretmeye zorlayan AKP, ithalata ödün veriyor...

Marketlerde Şili, Bulgaristan şarabı ucuza satılıyor...

Kaliteli şarap üreten firmalara ise göz açtırılmıyor...

Darbe üstüne darbe!..

Ucuz şarap her yerde üretilir. Önemli olan kaliteli şarap üretmek. Dünya devleriyle yarışmak.

***

AKP iktidara geldiği günden beri alkollü içeceklere karşı linç girişiminde bulunuyor.

Başta da belirttiğim gibi, vergiler yüzde 200 oranında arttırıldı. İnternetten alkollü içki satışı yasaklandı. Yargıdan dönen yasaklama kararı AKP'ye vız geliyor.

Bu 19 Mayıs'ı bekliyorum...

19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nın meşalesini Samsun'da yaktığı gündür...

Peki, 19 Mayıs 2008'de ne olacak?

Meral Tamer anlatıyor:

"... Son olarak da her türlü alkol ve tütün reklamlarının 19 Mayıs'tan itibaren gider gösterilemeyeceği karara bağlandı. Televizyonda, radyolarda ve açık havada alkollü içecek reklamı yapmak zaten yasak. Kutman'a göre 'bu son kararla, gazeteler ve internet üzerinden yapılan reklamlara da' yasak geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü pazarlama iletişime ayırdığımız bütçeler belli, markaların tanıtımı için yapılan reklamlar ister istemez azalacak."

Milliyet'te Tayyip Bey'in özel danışmanlığını yapan bazı eski dostları, Meral Tamer'in değindiği bu önemli konuyu görmezden geliyorlar...

Yoksulluk, yolsuzluk ve devletin tüm kurum ve kuruluşlarında "dinci örgütlenme" onlara "demokrasi-özgürlük", Tayyip Bey'e destek vermeyi engellemiyor...

Yazdıkları şu:

"Türkiye geriliyor, kutuplaşıyor!.."

Yıllardır tavrım bellidir:

"Demokrasilerde parti kapatılmaz!"

Kapatılmaz da, "demokrasicilik oynayan AKP"nin gerçek yüzünü bizim liberal tosuncuklar hâlâ neden görmüyorlar...

Bizim dini bezirgânları, liberal tosuncuklar Soros'un Çocukları ne "gemicikleri" ne de "mısırcıkları" yazarlar...

Varsa yoksa sıkmabaş!..

Eski AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez yolsuzluk belgelerini tek tek ortaya koyunca ne oldu?

AKP'den ihraç edildi!..

***

Bilinçli yurttaş, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin ayırdında...

Bir ilginç pankart:

"Senin çocuğuna gemicik, benim çocuğuma 65 yaş... Vekile gazi kıyağı, asile AKP kazığı... YÖK Başkanı'na yüzde 30, emekli yurttaşa yüzde 2... Benim tanrım adil ol diyor, ya seninki?.."

Bakın nereden nereye geldim...

Biliyorum sevgili okur yine kafanızı karıştırdım...

Kafanın karışması iyidir!..

Çünkü çok iyi bilinen bilmeceyi çözmeye yardımcı olur!..

Yazımın başlığı erzak, şarap ve AKP'ydi...

AKP'nin gerçek yüzünü görmeyenler için daldan dala kondum bugün...

Anadolu'da 4 bin şirket kuruldu, 6 bin şirket kapandı... Borcu döviz olan işletmeler bunalımda...

Riskleri büyük!..

Sonuç: Özgüven olmayan toplumlarda, demokrasi demokratik olmayan bir insan kimliğine oturup Türkiye'de sol AKP'yi sandıkta ezebilir mi?

Haydi bakalım yanıt verin!

CHP'yi, DSP'yi, SHP'yi, ÖDP'yi, İP'yi ve TKP'yi ondan sonra eleştirin...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 8 Mayıs 2008

06 Mayıs 2008

2009 Başına Kim Hazır?

AKP Anayasa Mahkemesi'ne savurmasını, affedersiniz savunmasını tanınan süreden 2 gün önce verdi. Hem acelecilik hem içerik, AKP'nin "kimi kararlar" aldığını ortaya koyuyor.

AKP istese savunma için ek süre alabilir ve zamanı uzatabilirdi. Yapmadı!

Neden?

Başbakan'ın verdiği yanıt şu:

İstikrarı bozmamak için!

Bu açıklamayı Türkçeye çevirirsek, Başbakan şunu demek istiyor:

AKP iktidarını sürekli kılmamız gerekiyor. Bu süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, biz devamına bakalım ve yine iktidarda kalalım!

AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk'ın "AKP kapatılacak, onun yerine kurulacak parti daha güçlü olarak iktidara gelecek" sözleriyle, AKP'nin davaya ilişkin tutumunu birleştirince ortaya şu soru çıkıyor:

AKP davası sonuna kim hazır?

Bu davanın 2008 sonunda biteceği hesaplanırsa, 2009 başına kim hazır?

Gözlemimiz o ki; en ciddi hazırlıklar yine AKP iktidarı çevresinden geliyor. Türkiye'de değil bir yılın sonu bir haftanın sonunu görmek bile zor ama, "o güne" ilişkin biletlerin satılmaya başlandığını görüyoruz!

***

AKP savunması henüz yayın organlarına tümüyle yansımadı. AKP'nin tam resmi yayın organı olarak Yani Şafak gazetesinin savunmanın içeriğine ilişkin haberleri dikkate alınırsa şunlar söylenebilir:

1- AKP, Anayasa Mahkemesi'ne verdiği metni "savunma" olarak nitelemiyor. Yanıt verme, tarihe not düşme gibi tanımlamalar kullanıyorlar. Bu yaklaşımın Türkçesi şudur:

Davayı ve mahkemeyi takmıyoruz!

2- AKP, kendi deyimiyle tarihe not düşerken fazla not düşmüş. Sızan haberlere bakılırsa, dipnotlar ana metinden fazla yer tutmuş olabilir. Notların içinde Demirel, Özal, Ecevit, Baykal'ın kimi ziyaretleri, demeçleri ve tavırları da yer alıyor. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı'nın rutin bir ziyareti bile metne girmiş. AKP bir yandan davayı yok sayarken öte yandan siyasal sistemin unsurlarına sarılıyor. AKP'sel bir çelişki!

3- Her mahkemede "iyi hal" diye bir durum vardır. Ağır suç işlemiş bir kişi bile mahkeme önünde yargıçları etkileyecek ölçüde iyi halde ise verilen ceza en alt sınır olur. AKP, bu sınırı almış. Değil iyi hal, mahkemeye ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na saygı bile gözetilmemiş. Bu durum sonucun şimdiden kabullenildiği anlamına da gelebilir!

***

Yeniden altını çizelim, yukarıdaki saptamalar AKP'nin yeminli medya müşavirlerinin haber ve yorumlarında yer alan "AKP savunması" içeriğine dayanıyor. Metnin tümünü gördüğümüzde ayrıca değerlendiririz.

Yazının başındaki soruya dönersek...

Demokrasisi rayına oturmuş bir ülkede en önemli unsurlardan biri sistemin seçenek üretebilmesidir. Sistem içinde seçenek varsa, kimsenin aklına "sistem dışı" bir şey gelmez.

Yoksa her şey gelir!

AKP'lilerin 5 yıl siyaset yasağı "parti üyeliğine" dayalı yasak... Biz bağımsız adaylık üstünden bunu da deleriz gibi "seçenek" üretme arayışları, en hafif anlatımla mevcut siyasal yapıya saygısızlık!

Önümüzdeki dönem çağdaş, demokratik, laik Türkiye'nin gerçek gücü seçenek üretme gücüyle ölçülecek!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 5 Mayıs 2008

05 Mayıs 2008

AB-AKP Birliği Türkiye'ye Karşı

Bu sütunlarda şu saptamayı çok kullandık:

AKP ile AB, Türkiye'ye karşı anlaştı!

Belki de kimi okurlar bu saptamamızı "ileri" buldular!

Ancak AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ile AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn'in dünkü demeçleri, bizim saptamamızın tam yerinde olduğunu ortaya koydu.

Lagendijk İzmir'den bildiriyor:

"AKP kapatılacak. Bu yönde işaretler alıyoruz. AKP, MHP'nin tuzağına düşerek türban konusunda stratejik hata yaptı. Oysa biz türbanda sessiz ve yavaş olun demiştik. Avrupa'da kimse yüzde 47 oy alan bir partinin kapatılmasını anlamıyor. AKP'nin yerine kurulacak yeni parti daha güçlü gelecek. AKP, anayasayı değiştirip böyle bir şeyin olmasını engelleyemedi."

Lagendijk CHP'yi de yerden yere vuruyor:

"CHP bir felaket... Avrupa'daki sosyal demokratlar CHP'den utanç duyuyor."

Lagendijk, AKP'ye ne yapması gerektiğine ilişkin akıl verirken, MHP'yi "tuzakçı", CHP'yi de "felaket" olarak niteliyor.

CHP ve MHP'nin politikalarını eleştirebilirsiniz; ama bu sözler eleştiriden çok hakaret kokuyor...

AKP'ye de önerimiz şu:

Lagendijk'i AKP eşbaşkanı yapın!

***

Gelelim Olli Rehn'e...

Arkadaş Oxford Üniversitesi'ndeki konferansta Türkiye analizleri yapıyor:

"Türkiye'de aşırı laiklerle Müslüman demokratlar arasında çatışma var. Ülkenin geleceğine ilişkin farklı vizyonların yarattığı bir gerilim yaşanıyor... Sosyal kırılmanın ana unsuru; büyük kentlerdeki iş dünyası elitleri ile Anadolu'nun dindar orta sınıfı arasında... Liberal demokrasi ile ulusalcı otokrasi çatışıyor... Türkiye'deki milliyetçilerle Sırp ve Rus radikaller Avrupa karşıtlığında birleşiyor..."

Türkiye'ye yönelik bu saplamaların, affedersiniz, saptamaların neresini düzeltmeli?

Olli Rehn, seçtiği sözcüklerle kendi duruşunu ortaya koyuyor. Laikler aşırı, Müslümanlar demokrat! Ve ikisi arasında çatışma var!

Diyelim ki var; bunu kim körükledi?

Kendileri...

AKP'nin her yaptığına reform deyip, kendi isteklerinin yanına AKP'nin çekirdek tabanının özlemlerini de koyup, "AB süreci iyi gidiyor" diyen kim?

Kendileri...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) türban konusunda Türkiye'nin halen yürürlükte olan yasalarına hak verdiği halde, AKP'nin yanında tavır alan kim?

Kendileri...

Önce Türkiye'nin kendi içinde fay hatlarının oluşmasını körükleyeceksiniz, sonra Türkiye'de çatışma var diyeceksiniz...

Çok yüzlülüğün bu kadarına pes... Olli Rehn'in her yanı "AB"es!

***

AKP'nin 1 Mayıs Taksim bozgunundan sonra doğrusu şu sorunun yanıtını arıyordum:

Bakalım AB'den nasıl bir tepki gelecek?

Biz 1 Mayıs'a ilişkin görüş beklerken, yukarıda sıraladıklarımız geldi!

Yanlış anlaşılmasın, 1 Mayıs'la ilgili AB'den bir beklentimiz yok... Ama, böyle bir saldırı örneğin Diyarbakır'daki bir eyleme olsaydı, arkadaşlar anında orada biterdi! Bu ikileme dikkat çekmek istedik.

Avrupa Parlamentosu'ndan birkaç kişisel değerlendirme dışında dün akşam saatlerine kadar AB'den 1 Mayıs'a ilişkin ses yoktu!

Türkiye, AKP'ye ilişkin kapatma davasıyla birlikte yeni bir yol ayrımında... Bu ayrımda, tek sağlıklı çıkış var:

Kendi gücümüze güvenmek!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 4 Mayıs 2008
Related Posts with Thumbnails