30 Mayıs 2008

Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz

TÜRK siyasetçilerin, gazete yazıcılarının, üniversite elemanlarının yanlışlarını düzeltmek zorunda kalmamız yetmezmiş gibi şimdilerde bir de Avrupa Birliği şövalyeleri ile uğraşmak zorunda kalıyoruz.

Sabah Gazetesi iftiharla sunuyor: "Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz" demiş.

Barroso hazretlerine laikliğin zorla dayatılması gerektiğini kanıtlamadan önce, hazretin bu inciyi yumurtladığı bağlamı sunalım:

KİBARLIK GEREKSİZ!

"AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için, Türkiye’de tam demokrasi ve ’demokratik laikliğin’ olması gerektiğini belirterek, ’Laiklik zorla dayatılmaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır’ dedi." (Sabah, 09.05.08) Bu, yanlışlığın değil deli saçmasının neresini düzeltelim?

Türkiye’de okuldan çok cami var. Okullardaki sınıflarda öğrenciler yer bulamazken birden fazla camisi olan küçücük köyler var. Halk iki dini bayramında yılda toplam en azından 10 gün tatil yapıyor. Kurban kesiyor. Sosyetesi bile hacca ve umreye gidiyor. Milli voleybolcusu genç kız tesettüre giriyor. Ülkede 300’den fazla imam hatip okulu, neredeyse her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, bütçesi üç bakanlığa bedel Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce Kuran kursu, tarikatlar tarafından yönetilen gene binlerce öğrenci yurdu, yüzlerce İslamcı gazete, dergi, yayınevi, radyo, onlarca televizyon kanalı var. Bankalar ve holdingler var. Kimsenin namazına, niyazına karışılmıyor. Yani herkes özel yaşamında inançlarını özgürce kullanıp uyguluyor. Daha uzatmaya gerek yok. Bu ülkede mi laiklik zorla dayatılıyor!? Kibarlığın hiç gereği yok: Çüş artık!

’ZORLAMA’NIN FERİŞTAHI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazmaktadır. Ve bu madde Anayasa’nın 4. maddesine göre, değiştirilmesi bir yana değiştirilmesi teklif bile edilemez.

İşte size zorlama’nın feriştahı!

Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri, Asli Kurucu (Demokratik) İktidar’ın tercihini yansıtmakta ve dayatmaktadır. Bu iki maddeyi Tali Kurucu İktidar (Türevsel İktidar) da değiştiremez. (Yani AKP’nin egemen olduğu TBMM bile.)

Bu iki madde ancak İslamcı bir ihtilal ile, monokratik ve teokratik bir iktidar biçimi ile değişebilir.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik bir devlet düzeni ve ilkesi olarak kendini zorlayabilir. Bu bir!

İkincisi: Bu iki maddeden hoşnut olmamak, laikliği yeniden tanımlama hevesleri, fırsat kollayan, geleceğe dönük şiddeti içermektedir. Bu nedenle AKP’nin kapatılma davası Venedik Kriterleri ile kesinlikle çelişmez.

Bir şair ancak bu kadar hukuk ve Anayasa hukuku dersi verebilir! Jose Manuel Barroso ve dostlarına ve AKP milletvekillerine, dostum Erdoğan Teziç’in "Anayasa Hukuku" kitabını okumalarını tavsiye ederim. Okusunlar ki yakında bazı önerilerim olacak!

Özdemir İnce - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Bu Gidişle

Anayasa Mahkemesi içeriden dışarıdan baskı altında.

İktidarın devlet kadrolarını kendi amaçlarına yatkın, tarikatçı kişilerle doldurmasına ses çıkarılmıyor; şimdilik ordu dışında hemen her çevreyi laiklik karşıtı kişilerin işgal etmesine karşın bu gelişmeler eleştiri konusu yapılmıyor.

Batı, kendi dünyasında yargının tarafsız ve yansız olmasına fevkalade özen gösteriyor. Lakin bir türlü kendilerinden sayamadıkları Türkiye’de yaşananları irdelemeye geldi mi, AB’den ABD’ye kadar hemen bütün Batı dünyası AKP’yi kapatma kararı çıkmasını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni baskı altında tutuyor ve... Tarafsız olması gereken Anayasa Mahkememizin başta başkan ve kimi üyelerinin kafa yapısı itibarıyla AKP’nin yüksek yargı içinde temsilcileri olduğuna değinmiyorlar.

Örneğin Batılı çevreler Yüksek Mahkeme Başkanlığı’na seçilen Haşim Kılıç’ın dinci AKP’ye yakın durduğunu bal gibi biliyorlar.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, yazılarıyla kitaplarındaki bölümlerle (örneğin son kez ‘AKP Çoktan Kapatılmalıydı’ başlıklı yapıtıyla) “Haşim Kılıç olayını” içimizdeki, dışımızdaki çevrelere, başta laiklik, dinci kadrolaşmaya karşı çıkan partilere (örneğin CHP’ye) anlatmaya çalıştı.

Ne çare uyarılarına kulak asan olmadı. Bir kez de biz deneyelim. Laik rejimin olmakla olmamak arasında kaldığı bu süreçte Haşim Kılıç’ı kamuoyuna bir kez daha tanıtmaya çalışalım.

Neden mi? Zira, Anayasa Mahkemesi’nin vazgeçilmez laiklik ilkesine karşı yasal girişimlere ve laiklik karşıtlığının odak noktası haline gelen AKP’nin kapatılması davasına bakacağı sırada bu konularda taraflı olduğu bilinen Haşim Kılıç hâlâ koltuğunda oturuyor.

***

Haşim Kılıç’ı tartışmaya açan açıklamaların tarihi Erdal İnönü’nün parti genel başkanlığına kadar uzanıyor. Sayıştay Yasası anayasaya aykırı biçimde değiştiriliyor. Böylece Sayıştay Genel Kurulu’nun aday gösterdiği üç kişiden biri Haşim Kılıç.

Kim bu Haşim Kılıç? Anayasa Mahkemesi’ne üye olacak hukuksal bilgi birikimi olan birisi mi? Yüksek ticaret mezunu olması soruyu yanıtlamaya yeter de artar bile.

Anayasa Mahkemesi Sayıştay Yasası’nı iptal ediyor; fakat Yüksek Mahkeme iptal kararları geriye yürümez diyor ve... Kılıç anayasaya aykırı bir yasayla geldiği Anayasa Mahkemesi’ne üye.

***

Kılıç’ın cemaziyülevveli kamuoyuna yansıyor. Gazetelerde yazılar: Nakşibendi tarikatından Haşim Kılıç’ı, Nakşibendi tarikatından Cumhurbaşkanı Turgut Özal Anayasa Mahkemesi’ne atadı!

Üyeliğe seçildiği günün ertesi bir gazeteci soruyor Kılıç’a: “Siz laik misiniz?” Laikim diyemiyor Kılıç, “Polemiğe girmeyelim” gibi kaçamak bir yanıtla soruyu karşılıyor.

23 Nisan 2003. TBMM Başkanı Arınç’ın bayram vesilesiyle türbanlı eşiyle düzenlediği resmi kabule Cumhurbaşkanı Sezer başta, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar katılmıyorlar.

Haşim Kılıç, “…Devletimden değil ama devlet adamlarımızdan utanıyorum…” diyor.

Eşi de türbanlı. Laikliğe karşı olan tavrını bu vesileyle sergiliyor.

Oysa, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu hakkındaki yasanın 47. maddesi gereğince “Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin dava açılmadan veya iş mahkemeye gelmeden önce mevcut olduğu iddiasıyla reddolunabilir”.

***

Tabii Kılıç, görevinden ayrılmayı düşünmediği gibi ayrılmasını isteyene de rastlanmıyor. Vural Savaş’ın yazdığı gibi: Ne yazık ki, Anayasa Mahkememizin Cumhuriyetimizin yaşamsal önemde iki kararında Haşim Kılıç (ve bir iki arkadaşının) oyu ve oyları belirleyici olacaktır.

Haşim Kılıç, kimliğini açığa çıkaran son iki davranışıyla dikkat çekti.

Türbanı serbest bırakan AKP anayasa değişikliğini incelemek üzere, yüksek mahkemede görevli 20’den fazla raportör arasında cımbızla seçtiği ve laikliğe karşı yazılarıyla tanınan ve türban konusunda peşin hükme sahip raportör Osman Can’ı görevlendirdi.

Bu tavrını sürdürdü. AKP kapatma davasını inceleme görevini yine aynı kişiye raportör Osman Can’a verdi.

AKP böylece devlet kadrolarını kendine uygun olanlardan seçme çabasını yüksek mahkemede de yandaşlar kazanarak sürdürüyor.

RTE’ye yasak gelirse siyaseti bağımsız olarak sürdürebileceğini, böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, ortada fol yok yumurta yokken Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın da açıklayınca…

AKP sayesinde hâlâ yargıya siyaset, hatta dini anlayışla siyasetin bulaşmadığı söylenebilir mi?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 21 Mayıs 2008

Yanıtsız Sorular

Siyasal çevreler henüz konuşmuyor. Medyamız ise başlıklarında Çankaya’nın yargı ile hükümet arasındaki gerginliğe çare olacağını sandığı açıklamayı “11’inci devreye girdi” diye yorumluyor.

İnce eleyip sık dokumadan yapılan yorumların uygulamada vereceği olası sonuçlardan söz edilmiyor. Ya da yazılıp önüne konulan açıklamadan kaynaklanan sorulara verdiği kimileri kaçamak yanıtlara bakarak Çankaya’daki AKP’linin ne şiş yansın ne de kebap diyen üslubu eleştirilmiyor.

11’incinin medya ile karşılaşarak açıklamalar yapmaktan özenle kaçındığını Çankaya’daki Doğru ve Güzel Türkçe Kullanımı ödül törenine katılan gazeteciler yazıyor.

Çankaya’daki AKP’li, yine AKP’li olduğunu unutmayarak, yine “kardeşini” koruyarak “ancak meslektaşlarımızın ısrarından kurtulamayacağını anlayınca… mümkün olduğunca az konuşmayı yeğleyerek” soruları yanıtlamış.

Açıklamasında yargıdan ve hükümet başkanından “…adap ve usule özen göstermelerini” istemiş ve görüşlerini açıkladıktan sonra ilk olarak Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’i kabul etmiş.

Yargıtay Başkanı’ndan “adap ve usule özen göstermesini” istemiş olamaz. Zira ağzı bozuk olan, adap ve usulden nasibini almayan konuşmalar yapan “kardeşi” RTE!

***

Gazeteci soruyor: “Açıklamanızda ‘adap’tan söz ediyorsunuz? Kastınız nedir?”

Yanıt? Yok!

Oysa, Çankaya’dakinin herkesten önce RTE’yi çağırıp yasa değişiklikleriyle yargıyı sürekli tehdit etmekten vazgeçmesini söylemesi gerekirken; garipsenecek bir tutum sergiliyor. Adap ve usul eğitimine Yargıtay’dan başlıyor.

Gazeteci soruyor: “Başbakan’la görüşecek misiniz?” Yanıt: “Başbakan’la zaten görüşüyoruz”.

Her hafta perşembeleri, evet, görüşüyorlar. Demek ki Çankaya’daki AKP’li mutat görüşmelerin dışında kalması gereken, özelliği ve ayrıcalığı olan bu konuyu, öncelikle gerilimin gerçek sahibi olan RTE ile görüşme gereğini duymuyor.

Soru: “Görüşmelerinizdeki amaç nedir? Ne söyleyeceksiniz?” Yanıt: “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum.”

Konuşmak istemiyor. Nedeni polemiğe falan girmek değil. Bu soruya arkasından saldırgan üslubuyla adap ve usulü bozan kişinin “kardeşi” olup olmadığına değinen olası sorunun gelmesinden çekiniyor. Böyle soruları yanıtlamak… Bir AKP’linin AKP hükümetini yargılaması gibi yuvaya ters düşen bir tavır almak... 11’incinin işine gelmez.

Gazeteci soruyor: “CHP, sizin de AKP’nin kapatılması davasında taraf olduğunuzu, bu nedenle devreye giremeyeceğinizi öne sürdü...” Yanıt: “Herkes konuşuyor. Bu konuda konuşmak istemiyorum”.

Oysa geçenlerde gazetelere manşet oldu; kapatma davasında suçlu bulunmasından korkuyor. Ne yapacak, istifa etmesi mi gerekecek?

Böyle bir koltuk bir daha ele geçer mi? Üstelik RTE, AKP kapatılır, kurdurduğu parti yine iktidara gelirse zaten yukarı çıkmasına karşı olduğu “kardeşini” Çankaya’ya sırtında neden taşısın?

***

Son soru, ama görmemişliği bir kez daha, kimi insanlarda ihtirasın sınır tanımadığını kanıtlayan olaylara ışık tutan bir soru:

“Eşiniz Hayrünissa Hanım’ın Köşk’e saraylardan, Osmanlı dönemine ait eserler ve eşyalar getirmek istediği yolunda haberler çıktı, ne diyorsunuz?”

Yanıt sorudan kaçmak, içeriğinden kaçınmak zorunda kalan bir siyasetçinin yanıtı:

“Onu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne sorun. Konuyu o biliyor”.

Hayrünnisa Hanım’ın Çankaya’daki AKP’liye danışmadan, iznini almadan saraylara gidip beğendiği eşya ve eserlerin resmini çekebilir mi? Şayet 11’inciden izin almadı ise Hayrünnisa Hanım; Köşk’te ailevi sorunlar yaşanıyor veya yaşanacak demektir.

Çankaya’dakiler geçmişte yaşadığım bir olayı çağrıştırdı.

Askeri dönemde Köşk’te, asker cumhurbaşkanına ekonomi ve maliye danışmanlığı yapan eski gelirler genel müdürünün Maliye Bakanlığı’na atandığı günlerdi. Bir gece Köşk’teki konutunda özgeçmişini yazmak için buluştuk. Konuşurken sık sık araya giren eşi bir ara “Ben çok gençtim. Evlenmemizin nedenini biliyor musunuz?” diye sordu ve soruyu kısa boylu vücut ve yüz çizgileri beğeniden uzak eşini göstererek yanıtladı: “Çünkü Maliye Bakanı olmasını şart koştum”.

Çankaya’daki AKP’li; artık kamuoyunda konuşmaları, giysileri ve Köşk’teki davranışlarıyla tartışmalı hale gelen, 15 yaşında iken evlendiği Hayrünnisa Hanım’ın isteklerine karşı çıkmıyor. Acaba neden?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

21 Mayıs 2008

19 Mayıs’ta; Siyasal ve Bedensel ‘Arızalar’

19 Mayıs; toplumsal gelişmelerden en az yüzyıl geride kalan dine bağımlı Osmanlı Devleti’nden bağımsız laik Cumhuriyete ilk adımın atıldığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı savaşı başlattığı gün.

19 Mayıs, her yıl Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı adı altında düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor.

Bugünlere gelmelerine olanak sağlayan Atatürk’ü anma gününde Çankaya’daki AKP’li ile Başbakanlık’taki “kardeşi”nin yayımladıkları mesajlarda günün gerçek anlamına değinen ifadelere rastlanmıyor.

Atatürk’ü anma gününde gericiliğin üstünü örten ve Atatürk’ün onca yol gösterici sözleri arasında herhangi bir sırada olan “Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine” ulaştırmayı amaçlayan tek bir cümlesini yineliyorlar.

Çankaya’daki ve Başbakanlık’taki ikili, Cumhuriyet’in ilk adımı olan 19 Mayıs günü açıklanan mesajlarında Atatürk gençliğine, onun içerden ve dışardan gelen her türlü vaade, her girişime karşın tam bağımsızlığı korumayı öngören öğütlerini anlatmaya yanaşmıyorlar.

19 Mayıs günü Atatürk’e ait tek bir cümleyle yetiniyor, üstü kapalı biçimde AKP propagandası yapıyorlar.

***

İkinci, üçüncü sıradaki AKP yetkililerinden bilgisizlikten kaynaklanan acayip yorumlar geliyor.

Örneğin Başbakan Yardımcılığından Adalet Bakanlığı’na gönderilen Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken sadece cumhurbaşkanının, Genelkurmay başkanının ve Diyanet İşleri başkanının makam aracı olduğunu ve bu durumun “halkın dine olan ihtiyacına böylesine önem verildiğini” vurgulamak için söylüyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarını bırakalım bir yana; oysa, Şahin biraz olsun kitap karıştırabilir, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada ABD’ye Türkiye’nin sahip olduğu değerleri açıklayan büyükelçilik raporlarında ülkemizde ancak 200-300 otomobil olduğunun yazıldığını görebilirdi.

Şahin, Çankaya’daki AKP’liden ve RTE’den farklı konuşmuyor. Konuşması da beklenemez. 19 Mayıs’ın kendi yaşamından başlayarak ulusun yazgısını değiştireceğini anlatacağı yerde, bu tarihsel günde tabii dinci parti AKP’ye yakışır içerikte dincilik satıyor.

***

1 Mayıs’ta Kayseri’de, 18 Mayıs’ta Eskişehir’de halka konuşan RTE’nin ne gözünde ne de vücudunda herhangi bir arıza yok.

Bu illerde yaptığı son konuşmalarda da; ekonomik ve sosyal çalkantılardan bunalan halka karşı başarısızlıklarını örtmeye çabalıyor, sanki başarısızlıklarına neden parti lideri Baykal’mış gibi sürekli CHP’ye yükleniyor.

18 Mayıs gecesi 23.40’ta Başbakanlık’tan yapılan bir açıklama “gözünde beliren sağlık sorunu nedeniyle” 19 Mayıs törenlerine katılamayacağını bildirdi.

Acaba gözündeki arızaya, giderek gözüne batan CHP’deki toparlanma, kıpırdanma mı neden oldu?

Yoksa Emine Hanım’ın kraliçenin yaş günü kutlamalarında İngiltere Sefareti bahçesinde sık sık görüştüğü kimi hanımlara söyledikleri, -ne olduğu açıklanmayan- gözdeki rahatsızlığı başlatan gerçek neden mi?

RTE’nin eşi, şöyle diyor: “Bugünlerde psikolojik olarak da bedenen de çok yorgunuz.”

Kısa ama çok dikkat çekici bir cümle.

Bu, sıkıntıları dışarıya yansıtmamak için her türlü çareye başvuran bir siyasetçinin evdeki ruhsal ve bedensel durumunu yansıtan bir cümle.

Enflasyon, her gün artan fiyatlar karşısında geliri sabit kalan bireylerden gelen eleştiriler bir yandan. Diğer yandan iç politikadaki zikzaklarıyla kimi sorunları daha da karmaşık duruma getiren politikaların önüne getirdiği, partinin kapatılması olasılığından, siyaseten yasaklanırsa ne yapacağını, ne olacağını bilememekten kaynaklanan sorunlar…

...Gözde de, bedende de birden sıkıntılar çıkmasına, hatta varsa ülser gibi, sara gibi rahatsızlıkların birden canlanmasına veya yeni rahatsızlıkların başlamasına yol açabilir.

Siyasal ve kişisel olasılıklardan kaynaklanan RTE’deki bunalımı ABD ve AB’den gelen kimi sesler özetliyor:

“…Geçen yaz elde ettiği önemli siyasi sermayeyi çarçur etti…”

Boşuna söylenmemiş: “Haydan gelen huya gider” diye!

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 20 Mayıs 2008

19 Mayıs 2008

AKP Tuzu da Kokutuyor!

Demokrasimizin bugünkü görünümünü en iyi anlatan deyimlerden biri şu olsa gerek:

Tuz kokarsa!

Demokrasilerin “tuzu” hukuktur.

Hukuk yara alırsa, tedirginleşirse, baskı altına alınırsa, orada ne adaletten söz edebilirsiniz, ne sağlıklı yönetimden.

AKP yelpazesi, altı yıl boyunca yaptıklarını iyi bildiği için kapatma davasının nasıl seyredeceğini herkesten iyi biliyor. O nedenle de bu süreci yıpratmak, satranç tahtasını sallayıp her şeyin karmakarışık hale gelmesini sağlamak için her şeyi yapıyor.

Bu hafta içinde yargı kurumlarının çevresinde dolaşan haberlere baktığımızda; yargının, önemli kısmının hâlâ su yüzünde olmayan ciddi bir baskı altında olduğunu görüyoruz.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün izlenme gözaltısının ardından yaptığı açıklamalar, şu soruları öne çıkarıyor:

1- Mahkeme üyelerinin tümü böyle bir takip altında mı?

2- Mahkeme üyeleriyle ilgili yapılan kulis yorumlarında, 7 ya da 9 üyenin mahkeme geleneklerine dayalı oy vereceği konuşuluyor. Amaç salt onları yıldırmak mı?

3- Dava en erken önümüzdeki sonbaharda bitebilir. O güne dek mahkeme üyelerine yönelik yeni sürprizler var mı?

***

Soruların ikinci şıkkını ayrıca sütuna yatıralım... Davanın gündeme alınması oybirliğiyle, davanın içine Gül’ün de katılması 4’e karşı 7 oyla kabul edildi. Bu oylama elbette sonucu bağlamaz ama, yorum yapma hakkı verir!

7 üyeye karar aşamasında 1 ya da 2 üyenin daha katılabileceği konuşuluyor. Katılacak kişi ya da kişiler arasında Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın olmayacağı öngörülüyor.

Kılıç, hem kapatma davalarına farklı bakıyor, hem AKP ile görevi gereği de ilişki içinde!

Öyle anlaşılıyor ki 7-9 üyeyle ilgili ne yapılabilir sorusu iktidar çevrelerinin başlıca gündemi...

Kılıç’ın davranış biçimiyle ilgili somut örnek, son dönemdeki davalarda görevlendirilen raportör... Hem türban davasına hem kapatma davasına aynı kişi raportör tayin edildi...

Görevlendirmeyi kim yaptı?

Kılıç...

Türban raporunu 80 günde yazan Osman Can, görüşlerini kamuoyundan da saklamayan bir kişi. Son iki yıl içinde yayımlanan yazılarında şu tür konuları işliyor:

- Anayasa değişikliğinde AKP pasif davranıyor...

- Bürokratik seçkinlerin iktidarı yitirdiği bir dönemden geçiyoruz...

- Askerlik zorunlu olmaktan çıkarılmasa bile en azından vicdani ret tartışılmalı...

Elimizde Can’ın değişik zamanlarda yayımlanmış 30 sayfaya yakın yazısı var. Can, her konuda istediği gibi düşünebilir, düşüncesini açıklayabilir. Ama Anayasa Mahkemesi raportörünün en azından kurumuna saygılı olması gerekir.

***

Dün Danıştay saldırısının ikinci yıldönümüydü. Saldırıda yaşamını yitiren Mustafa Yücel Özbilgin anılırken Adalet Bakanı’nın bulunmaması yadırgatıcı bir durum değil!

Danıştay Başkanvekili Gönül Önbilgin’in, anma töreninde “yargıya saldırılardan” söz etmek durumunda kalması da içinden geçtiğimiz sürecin fotoğrafı...

AKP, yargı kurumlarını zayıflatarak hukuku esir alabileceğini düşünüyor ama, hem ülkesel hem küresel bellek diyor ki:

Adalet gücünü elinde tutan kişileri zayıflatarak hukuku ortadan kaldıramazsınız!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008

18 Mayıs 2008

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi

Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.

Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...

Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...

Ahmed dedesinin adını taşıyordu...

Tarih 6 Mayıs 1876.

Yer Selanik.

Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu’na götürdüler.

Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami’de toplandılar.

Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin’in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.

Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.

Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.

Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...

Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; "Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?"

Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geride kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

Üstelik hamileydi...

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.

Atatürk’ün doğumuna ilişkin belirsizlikler

Hangi tarihte doğdu?

Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.

Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.

Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.

Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.

İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."

Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.

Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.

Pembe Ev’de mi doğdu?

Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe Ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu.

Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.

Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.

Pembe Ev’in sahibi kim?

Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.

Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı.

Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.

Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi’yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev’e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.

Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.

Sonuçta:

Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk’ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk’ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.

Not:

Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:

Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.

Oysa:

Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir’ler saltanatçı seçkinlerdi.

Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı ok’undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:

Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?

Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?

Soner Yalçın - Hürriyet, 18 Mayıs 2008

Hakan Yavuz Neden Korkuyor?

Prof. Dr. Hakan Yavuz on yıldır ABD’de çalışıyor. Yavuz, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersleri veriyor. Hakan Yavuz’un eski eşi Edibe Sözen ise AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili...

Hakan Yavuz, bunca yıl Fethullah Gülen hareketini savunmuş bir kişiydi...

Bir de baktım ki şimdilerde içini bir korku sarmış Fethullahçı hareketin Türkiye’yi kuşatmaya başladığına tanık olunca...

Ne denir? Günaydın!..

New York Times’tan sonra İngiltere merkezli uluslararası haber ajansı Reuters’in deneyimli muhabiri Alexandre Hudson, Türkiye’ye gelmiş, Fethullahçılarla konuşmuş...

Fethullahçı Zaman gazetesi bakın haberi nasıl vermiş manşetten:

“Reuters’in Gülen yorumu: Modern hayata kök salan İslam’ın savunucusu...”

Oysa, Reuters’in başlığı şuydu:

“Türk-İslam Vaizi: Tehdit mi, hayırsever mi?”

Reuters’in tüm dünyaya geçtiği haberde, daha düne dek Fethullah Gülen’e övgüler yağdıran, onları yere göğe sığdıramayan, yazıları Zaman gazetesinde çıkan Hakan Yavuz sanki incir ağacından baş üstü düşmüş...

Hakan Yavuz’un Reuters ajansı muhabirine söyledikleri şu İngilizce metinde:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

***

Yıllardır bu köşede Fethullah Gülen hareketinin “siyasal” olduğunu yazdım; devletin duyarlı kurumlarında nasıl örgütlendiklerini kanıtlarıyla ortaya koydum...

Fethullahçıların “maskelerini” indirdikçe medyanın sözde demokrat yazarları, sağ ve sol yelpazedeki politikacılar “Hocaefendi” diye sahip çıktılar...

Fethullahçılar devletin duyarlı kurumları olan Milli Eğitim, emniyet teşkilatında, yargı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde F tipi örgütlenmeye 1983 seçimlerinden sonra Turgut Özal döneminde başladılar.

Yıl 2008 ve işlem bitmiştir!..

Reuters ajansının geçtiği haberde Hakan Yavuz her şeyi açıkça söylüyor. Ancak, Fethullahçı gazeteler ve internet siteleri Hakan Yavuz’un konuşmasındaki işlerine gelmeyen bölümleri makaslayıp, iki satır veriyorlar:

“Türkiye’yi dini dünyanın merkezi yapmak için elit bir sınıf meydana getirmek istiyorlar. Toplumda onları dengeleyebilecek başka bir hareket yok.”

Peki, Fethullahçıların devlet kurumlarında güçlenmelerini; bu güçlenmeden korktuğunu, eylemlerinin siyasal olduğunu söylemiyor mu Hakan Yavuz?

Söylüyor!..

TV kanallarında gazetecilik etiğinden sık sık söz eden Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Hakan Yavuz’un şu sözlerini niçin sansürlüyor?

“Medyada, Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor...”

Hakan Yavuz yıllar önce Zaman gazetesinde (1 Eylül 2002) ne diyordu:

“Seçim telaşı içinde olan Türkiye’nin dini haritası değişiyor. Bir yanda Fethullah Gülen ile diğer yanda başörtülü kızlarla uğraşan ve sivil dini oluşumları düşman olarak gören Türkiye ne yazık ki her açıdan çöküntü içinde. Çöken sadece Türk ekonomisi değil. Asıl çöküntü ahlaki yapıda. Kısacası, modern insana kendi kutsalını inşa etme imkânı sunamayan Türkiye bari o hakkı tanımalı. Yoksa, harita ummadığımız şekilde değişecektir. Dışarıdan Türkiye’deki dinsel haritadaki kıpırdanmaları izleyen biri olarak gördüğüm şu: Yavaş ama derin şekilde Türkiye’nin dinsel haritası değişiyor. Türkiye gerçekçi anlamda laikliğin tohumlarını ekiyor. Dinsel çoğulculuğun arttığı Türkiye’de inananlar devletin kutsal alandan çekilmesini istiyorlar.”

Bir de Hakan Yavuz’un ABD’de yapılan Gülen Sempozyumu’nun kitaplaştırılan yayınında yer alan makalesinden bir bölümü aynen aktaralım:

“İstikrarlı bir Türkiye için İslami değerlerle Kemalist siyasi sistem arasında bir denge gerekir. Gülen hareketi bu dengeye bir ulaşma yolu sunuyor...”

***

Yıllardır Fethullah Gülen hareketinin “siyasal amaçlı” olduğunu yazmaktan yoruldum...

Gerçekler bir bir ortaya çıkarken bizim aydınlarımız, solcularımız olup bitenleri görmezden geliyorlar...

Hakan Yavuz, Fethullah hareketinden korkuyor... Yavuz 6-7 yıl önce korkmuyordu...

Hakan Yavuz’un bir yanıtı olmalı korkularına ilişkin...

Öyle değil mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 17 Mayıs 2008

14 Mayıs 2008

Fethullah Artık Dön

Fethullah Gülen, ABD’den neden dönmüyor?..

Dönecekti ama birden vazgeçti!..

Dönüş tarihi 8 ya da 11 Nisan’dı

...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Fethullahçıların tüm planlarını bozdu...

Daha önceleri yazdım...

Fethullahçılar Güneydoğu’yu kuşattılar tam anlamıyla...

Diyarbakır’da “Işık Odaları” açılıyor; Batman, Malatya, Van, Gaziantep, Şanlıurfa gibi kentler “Fethullahçılar” tarafından kuşatılıyor.

Ben Fethullah’ın ABD’den Türkiye’ye hemen dönmesini istiyorum...

Hoca, 10 yıldır yurt özlemi çekiyor...

Hemen İstanbul’a gelsin, Altunizade’deki konutuna yerleşsin; Hakan Şükür’le öpüşüp koklaşsın; işlerini buradan yönetsin!..

Fethullah, ABD’den dönerse, Ergenekon olayı da açıklık kazanır. Belki bizim bilmediğimiz gerçekler ortaya çıkar...

Sahi şu Ergenekon’a ilişkin ayrıntılar nedir, iddianame ne zaman hazırlanacak, çok merak ediyorum...

Benim Ergenekon’a bakışım çok açık, daha önce yazdım, yineleyeyim:

“Bu işin sonuna dek gidilmeli, karanlıkta hiçbir şey kalmamalı!..”

Ergenekon’da ilk gözaltı ve tutuklamalar on ay önce olmadı mı? Oldu! Ardından ikincisi geldi, sonra üçüncüsü!..

Peki iddianame neden hazırlanmıyor?

Bilmiyorum!..

12 Eylül 1980 sonrası sıkıyönetim döneminde 2 bin 500 sanıklı DİSK davasının iddianamesi 15-16 ayda bitirilmişti.

Fethullahçılar, dinciler, Soros’un çocukları, Amerikan mızıkacıları, yobaz-hokkabaz takımı şimdilerde “laikçi faşist” sloganıyla TV ekranlarında boy gösteriyorlar...

Arkalarında ise Avrupalı destekçileri...

***

Olli Rehn, Joost Lagendijk, Javier Solana, Cem Özdemir, Dimitrij Rupel...

Bu beyler AKP’ye, Fethullahçılara koşulsuz destek veriyorlar... Bu ülkenin yurtseverlerini, demokratlarını, gerçek aydınlarını “laik faşistler” olarak görüyorlar...

CHP ve Deniz Baykal ise hedefte...

İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek gözaltına alındıklarında dilleri tutulan bu beyler, “sıkmabaş”, “Tayyip - AKP” gündeme geldiğinde bülbül gibi şakıyorlar.

Damat Lagendijk, Fethullahçıların Avrupa’daki işlerini izleyen Cem Özdemir...

Yaptıkları açıklamaları alt alta koyup okuyun, şaşıracaksınız...

Bunlar Türkiye’yi yönetiyor, yargıya kafa tutuyorlar...

Lagendijk, Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan hakaret etme yürekliliğini kimden alıyor, söyler misiniz?

Cumhuriyet mitinglerine katılan milyonlarca aydınlık yüzlü, laik demokrat insanımızı “Ergenekon çetesi” olarak gösteren düşünce, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu CHP’yi de “darbeci, baskıcı, ulusalcı” olarak değerlendiriyor.

Bu bir oyundur!..

İnsanları “darbeci - çeteci - laik faşist” diye suçlamak Fethullahçıların ortaya attığı bir slogandır...

Para gücü Fethullahçılardadır bugün. Sabah ve atv olayını eşelediğinizde Fethullahçı gücü görebilirsiniz.

Burada Deniz Baykal ve CHP’ye de bir çift sözüm olacak...

İç çekişmeler bitmeli, kısır döngü çatışmaları durmalıdır. CHP, demokrat ve solcu kimliğini ortaya koymalıdır.

Gün “sol”da birleşme, dayanışma, kardeşlik günü olmalıdır...

Dinci ve tarikatçı yapılanma Türkiye’yi kuşatıyor...

***

Türkiye’yi yönetmeye kalkışan, tarikatçıları - Fethullahçıları, AKP’yi “demokrasinin ve özgürlüklerin simgesi” olarak gören, Anayasa Mahkemesi’ne hakaretler yağdıran Olli Rehn, Joost Lagendijk neden bu ülkeyi işgal eden “Çokuluslu Altın Avcıları”na karşı tepki koymazlar...

Kaz Dağları’nı, Tunceli’yi, Erzincan’ı, Kaçkarlar’ı, Eşme Kışladağı’nı, Madra Dağları’nı işgal eden, çevreyi kirleten, zehirleyen “Çokuluslu Altın Avcıları”nı bağırlarına basarlar...

Çünkü tarikatçı - Fethullahçı sermaye onların sağ koludur Türkiye’de...

Bu öykü biraz uzundur...

Sırası geldikçe anlatacağım!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 13 Mayıs 2008

11 Mayıs 2008

Kürt Sorunu Denilen ve Dayatılan Şey

Bugün "Kürt Sorunu" denilen veya dayatılan şeyin ne olduğunu ortaya koyabilmek için öncelikli olarak PKK'nın, nasıl ve ne amaçla kurulduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini, kronolojik, sosyolojik ve psikolojik olarak incelemek gerekiyor.

Bilindiği gibi, 1970'lerin başında Ankara'da üniversite öğrenimi gören Abdullah Öcalan, ilk olarak sempati duyduğu dinci ve milliyetçi (Türk) akımlara yönelmiş, toplantı ve eylemlerine katılmış, bilahare nasıl oluyorsa tam karşıtı sol gruplar ile ilişkiye geçmiş, sonuçta da 1975 yılı içerisinde bir grup arkadaşıyla birlikte Dikmen'de gerçekleştirilen bir toplantıyla "Apocular" adı verilen örgütünü kurmuştur.

Marksist ve Leninist ideolojiyi temel alarak, "Özgür ve Komünist Kürdistan" hedefi ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde faaliyetlerine başlayan "Apocular" örgütü, örgüt içerisinde "Apocular" ismine karşı oluşan muhalefetin giderek artması neticesinde Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ismini almış, 1985 yılı itibariyle bölgede gerçekleştirdikleri son derece kanlı katliamlarla da ismini duyurmaya başlamıştır.

Köy baskınları gerçekleştiren, kundaktaki bebekleri dahi acımasızca öldüren, terörist eleman temini anlamında zavallı Kürt gençlerini zorla dağa kaldıran örgüt, bölge insanı tarafından "Öcü" olarak görülmüş, uzunca bir süre korku ile karışık örgüte karşı yoğun bir kin duyulmuştur.

Ancak, zaman içerisinde, güvenlik güçleri ile girilen çatışmalarda ölen örgüt mensuplarının cenazelerinin köylere getirilerek defnedilmesi, bölge halkınca örgüte karşı duyulan kini başlangıçta arttırsa da, sonuçta çocuklarının Türk askeri tarafından çıkan çatışmalarda öldürülmüş olması, Devlete bağlılık anlamındaki tavrın az da olsa değişmesine sebebiyet vermiştir.

Ayrıca, zorla kaçırılan gençlerin, siyasi bir eğitim verilmesiyle kafalarının yıkanarak, örgüt tarafından planlı bir biçimde kendi köylerine sıklıkla gönderilmesi, örgüt yanlısı ve devlet aleyhtarı propagandaların bilinçli bir şekilde yaptırılması da, bölge insanının örgüte olan yoğun kininin az da olsa zamanla azalmasına yol açmıştır.

Başlangıçta, yani 1975 yılı itibariyle "Sosyalist ve bağımsız bir Kürdistan" hedefi ile yola çıkan örgüt, bölge insanının oldukça muhafazakâr yapısı nedeniyle hedefine ulaşamayacağını anlamış, 1990'lı yılların başı itibariyle bu sefer, sadece "Kürt Kimliği" üzerinden siyaset yaparak "Özgür ve bağımsız bir Kürdistan" söylemini gündeme yerleştirmeye çalışmıştır.

Bu süreç ve hedef, Apo'nun yakalandığı 1999'a kadar devam etmiş, başlayan İmralı süreci ile birlikte, örgütün, daha doğrusu Apo'nun siyasi sözcüleri tarafından, "Kürt kimliği ve kültürünün tanınması, barış, demokrasi, insan hakları" gibi sözde masum isteklerin gündemleştirilmeye çalışıldığı yeni bir sürece girilmiştir.

Sürekli değişen bu süreçte son olarak, "üniter devlet yapısı içinde demokratik bir Türkiye, demokratik özerk bir idari yapı ve Kürt kimliği, kültürü ve ana dilinin anayasal güvenceye alınması" talepleri öne sürülmeye başlanmıştır.

Son sürecin diğerlerine göre tek ve en önemli farkı, "Kürdistan ve bağımsızlık" gibi ifadelere yer verilmemiş olmasındadır.

Apo'nun sözcüleri, buna özellikle dikkat çekerek, "Biz, Türkiye'nin parçalanmasını istemiyoruz, ayrı bir Kürdistan istemiyoruz"u sürekli dillendirmeye çalışıyorlar.

Özetleyelim; önce "Marksist ve Leninist Apocular ve Sosyalist bir Kürdistan", sonra "Marksist ve Leninist PKK ve Sosyalist bir Kürdistan" daha sonra "Etnik milliyetçi Bağımsız bir Kürdistan" ve nihayet "Üniter devlet yapısı içinde demokratik bir Türkiye ve demokratik özerk bir idari yapı".

Devam edelim; önce "Apocular", sonra "PKK", daha sonra "KADEK" ve nihayet "KONGRA-GEL".

Görüldüğü gibi, temelinde, hedefinde ve stratejisinde belli aralıklarla sürekli değişkenlik gösteren bir örgüt, siyasi manevraları doğrultusunda isim değişikliğine dahi zaman zaman gidiyor, bu sayede de muhtemelen izini kaybettirmeye veya hedef şaşırtmaya gayret sarf ediyor!!!

Dikkat edilirse, en başlangıcından Apo'nun yakalanışına kadar geçen 24 yıllık süreç içerisinde, bir kez olsun "Kürt kimliği ve kültürünün tanınarak, anayasal güvenceye kavuşturulması ve anadilde eğitim hakkı" gibi masum gösterilmeye çalışılan istekler hiç görülmüyor, duyulmuyor.

Peki, Apo'nun yakalandığı 1999 yılından buyana geçen 9 yıllık bir süreç içerisinde, sürekli dillendirdikleri ve sözde verilmediğini düşündükleri özellikle "anadil" konusunda gerçekten çok mu samimiler?

Eğer samimilerse, Şam'da krallar gibi uzunca bir süre saltanat hayatı yaşamış olan lider Öcalan'ın, oldukça geniş bir zaman ve fırsata sahipken, bilmediği anadili Kürtçeyi, birkaç basit kelime dışında öğrenmemiş olması nasıl açıklanabilir!!!

Kaynak: http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7645

Fethullah Hareketi Neden Tartışılmaz?

"Türk medyası" Fethullah Gülen hareketini masaya yatırıp enine boyuna tartışabilmiş midir?

Hayır!..

"Türk medyası"nın patronları "Fethullah Gülen" hareketini tartıştırmazlar; kıyısından, köşesinden tartıştırır gibi yaptırırlar, üstüne gidenleri de sustururlar!..

Mustafa Balbay, Fethullah Gülen’in ne yapmak istediğini çok açık bir biçimde köşesinde (12 Nisan 2008) yazdı...

Ben yıllardır yazıyorum...

Şöyle bir hesap yaptım, 35 yıldır Fethullah Gülen hareketini yakından izliyorum...

Fethullah Gülen’in amacı nedir, ne yapmak istiyor?

Fethullah Gülen hareketi "İslam"a değil, ABD’ye yakın. Balbay’ın saptamasıyla "Hz. Muhammed’siz ve Kuran’sız bir İslam hareketi."

Saptama doğru!..

Fethullah Gülen hareketinin ne olduğunu Kerimov gördü ilk kez ve Özbekistan’daki tüm "Nurcu okulları"nı kapattı.

Rusya daha sonraları ayrımına vardı ve okulları devletleştirdi...

Bu okullar "Türk okulları" olarak biliniyor. Doğru değil. ABD güdümünde İngilizce eğitim veren "Nur okulları"dır bunlar. Okulların amacı Afrika ülkelerinden, Orta Asya Cumhuriyetlerine dek yayılmaktır.

Fethullahçılar tüm ülkelerde ABD desteğinde açıyor bu okulları. Kimi emekli paşalar bu okulların düzenlenmesinde görev alıyorlar.

Türkiye’ye gelince...

Okullar, yurtlar, Işıkevleri, dershaneler, hastaneler...

Asya Bank onların!.. Tekstil onların elinde...

Türkiye’de 2500 dershanenin 2 bini Fethullahçıların...

Medyada çok etkinler...

İçlerinde en demokrat görünenleri 1 Mayıs’ı "komünist bayramı" olarak görürler...

***

Michael Rubin, ABD’nin Ortadoğu ve İran uzmanıdır...

Beyaz Saray yönetiminin neo-con (yeni muhafazakâr) çizgisinin düşünce kuruluşlarından "American Enterprise Institute"de araştırmacı olan Rubin, "Middle East Quarterly" dergisinin de editörüdür.

Rubin, Fethullah’ı kime benzetiyor?

Humeyni’ye!..

Rubin, AKP iktidarını, AKP medyasını da sert bir dille eleştirirken şöyle diyor:

"Erdoğan çekişmeyi körüklerken, onun ve Gülen’in, Türk köşe yazarları ve yorumcuları arasındaki destekçileri İslamcılığı demokrasiyle, laikliği faşizmle özdeşleştiriyor; çok sayıdaki Batılı diplomatın, ‘ılımlı İslam’ kabulüyle kucaklanmasına hoşgörü göstermeye hevesli olduğu bir çizgi bu. Erdoğan’ın kendisi, Hitler’in yolunu açanın laiklik olduğunu, İslamcılığın asla böyle bir sonuç üretmeyeceğini söyledi."

Rubin, Türkiye’de laik eğitim sistemine yönelik saldırıların kurnazca ama etkili biçimde yürütüldüğünü ise iki yıl önce yazdı...

Ne diyordu Rubin:

"Öğrencilerin önünde üç seçenek mevcut: İmam hatip liselerine yazılıp imam olabilir; ticaret veya meslek okullarına girebilir ya da laik liselere kaydolup, daha sonra üniversiteye gidip kariyer yapabilirler. Erdoğan bu sistemi değiştirdi; imam hatip diplomalarını lise diplomalarıyla eş tutarak İslamcı öğrencilerin üniversiteye girmesi ve devlet görevlerine başvurmasına olanak sağladı. Denetim ve ayar mekanizmalarını da by-pass etmeye girişti. Rektörlerden oluşan YÖK, üniversiteleri siyasi İslama daha davetkâr kılacak taleplerini reddedince AKP ağırlıklı parlamento 15 yeni üniversite kurma önerisinde bulundu.

Erdoğan, diplomatlara amacının eğitimi güçlendirmek olduğunu söylese de Türk akademisyenler bu hamleyle dilediği rektörleri seçip YÖK’ü yandaşlarıyla dolduracağını söylüyor.

Böylesi taktikler artık sıradanlaştı. Pek çok laik şahsiyetin itirazlarına rağmen Erdoğan’ın ısrarıyla AKP teknokratların zorunlu emeklilik yaşını indiren bir karar da geçirdi.

Bu, 9 bin yargıcın neredeyse 4 bininin değiştirilmesi manasına geliyor.

Türkler AKP’nin yargı bağımsızlığını tırpanlama peşinde olduğundan şüphe ediyor. Mayıs 2005’te AKP’li Meclis Başkanı Bülent Arınç, yargıçlar çıkarılan yasaları engellemeye devam ederse AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ni kapatabileceği uyarısında bulundu."

***

Rubin’in iki makalesinden iki örnek verdim...

Fethullah Gülen 8 ya da 12 Nisan 2008’de Türkiye’ye dönecekti ABD’den...

Dönemedi!..

Çünkü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Fethullah’ın aklanmasını öngören Yargıtay Dokuzuncu Dairesi kararına itiraz etmiş; Gülen’in çalışmalarının “cürüm işlemek üzere çete oluşturmak” kapsamında değerlendirilmesini istemişti...

Bitmedi, devamı salı gününe kaldı...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 10 Mayıs 2008

AKP’nin A ve B Planı: AB

Avrupa Birliği’nden gelen haberlerle AKP’nin verdiği mesajlar arasında çok ciddi bir paralellik dikkati çekiyor. Bunda elbette şaşılacak bir durum yok, ama bu gelişmeler önümüzdeki günlerde atılabilecek kimi adımların da habercisi...

Başbakan Erdoğan, partisini tek parça halinde tutabilmek için her yöntemi deniyor, denemeye devam edecek. Kamuoyuna çok seçenek varmış gibi görüntü verse de özünde AKP’nin A ve B planlarını toplayıp yan yana getirdiğimizde şu çıkıyor:

AB!

Avrupa’dan Mart sonundan beri gelen yorumların dozu giderek ağırlaşıyor. Bu gidişle doz aşımına az kaldı!

Geçen hafta müthiş bir koro vardı. AB-Türkiye Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk İzmir’den seslendi:

“AKP kapatılacak, yerine kurulacak parti daha güçlü gelecek... AKP’yi türbanda daha sessiz ve sakin hareket etmesi için uyardık, dinlemediler...”

Aynı gün AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn Oxford’dan yetişti:

“Türkiye’deki kırılma, aşırı laiklerle Müslüman demokratlar arasında...”

***

Bu iki orta düzey AB temsilcisinin tamamlayıcısı, “üstleri” oldu. AB’nin bir anlamda başbakanı olarak tanımlanan Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso hafta başından bu yana ilginç açıklamalar yapıyor. Arkadaş dedi ki:

“Bakalım, Müslüman bir ülkede laiklikle demokrasi ne kadar bağdaşacak? Türkiye’de zamanla göreceğiz.”

Bu demecin Türkçesi şudur:

“Türkiye’yi bir laboratuvar olarak kullanacağız. Asıl olan bizim kullanma kapasitemiz... Bakalım, laikliği dinci siyaset kıskacına aldığımızda ne kadar yaşayacak...”

Barroso durmuyor... Önceki gün de Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da, 11. AB Forumu’nda Türkiye yorumunda bulundu:

“Laiklik zorla dayatılamaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalı. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin gerçek bir demokrasiye dönüşüp dönüşemeyeceği çok önemli bir konu. Henüz dünyada böyle bir örnek yok. Türkiye bunu gerçekleştirebilirse, tüm dünyada demokrasi isteyenler için büyük bir teşvik olacak.”

Barroso hem laikliğe dayatma gözüyle bakıyor hem de Türkiye’deki tartışmanın seyrine bakıyor!

Mademki dayatmalar yapılamaz, AB niye Türkiye’ye kendi kurallarını dayatıyor?

Barroso’nun ya Türkiye’nin gelişimi hakkında hiç bilgisi yok ya da başka niyetleri var!

***

AKP’nin kapatma davasına verdiği “cevapname”yi dün işlemiştik. AKP’nin cevapname dışındaki başlıca çalışması, başlıkta vurguladığımız planı yaşama geçirmeye dönük. Dün Yargıtay’dan AKP’ye şöyle bir sitem geldi:

“Yargıda yapılması gereken değişiklikler bizden önce AB’ye bildiriliyor...”

Yerinde bir sitem... Erdoğan, AB’ye hangi konularda değişiklik yapacaklarını “dosya halinde” bildirdi. AB temsilcileri bunlardan hangisi ne işe yarar, çalışmaya başladı bile!

Ama bizim haberimiz yok!

AKP, AB planına “C” ekleyebilir miyim diye soruyor. Yani Türkiye’de tam yandaş bir “cephe” kurabilir miyim?

Zor görünüyor...

O zaman “D” ekleyebilir miyim, diyor:

ABD...

O da zor görünüyor...

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 10 Mayıs 2008

Sağlık reformu!

Size kötü bir haberim var...

Milletvekillerimiz hasta.

*

2007 yılında, sadece 1 yıl içinde...

"18 bin 784 kez" doktora gitmişler!

*

Evet... 18 bin 784 kez.

*

Elimde, TBMM Baştabiplik Polikliniği’nin "hasta sayısı"nı döküm döküm gösteren istatistik raporu var.

Göz doktoruna 412 kez...

Dişçiye 643 kez...

Kulak burun boğaza 784 kez...

Dahiliyeciye 1.013 kez...

Dermatoloğa 1.470 kez...

Pratisyene 11.256 kez gitmişler.

351 kez röntgen çektirip...

2.393 kez tahlil yaptırmışlar.

*

İşin hazin tarafı...

Eşleri ve çocukları da hasta.

*

Milletvekillerimizin eşleri ve çocukları, "19 bin 716 kez" doktora gitmişler!

*

Daha hazin tarafı...

Meclis’in personeli ve emekli milletvekillerimiz de hasta...

Onlar da, sadece 1 yıl içinde, "94 bin 441 kez" doktora gitmişler!

*

Fatura?

56 trilyon 535 milyar liracık.

*

Üstelik, iyileşemiyorlar...

Çünkü, 2006 faturası ne?

52 trilyon 611 milyar liracık.

*

Siz seçtiğiniz ve parasını da siz ödediğiniz için, belki bilmek istersiniz diye düşündüm... Cümleten geçmiş olsun.

Vatan sağolsun!

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 10 Mayıs 2008

09 Mayıs 2008

AKP’nin, Türkiye’nin Geleceğini Kapatma Girişimi!

AKP’nin, kapatma davasına verdiği karşılık şöyle özetlenebilir:

Türkiye’nin geleceğini kapatma girişimi!

AKP giderse istikrar da gidecekmiş!

Neden?

Efendim, istikrarla AKP öylesine iyi anlaşmışlar ki, ayrılamıyorlar... AKP gitti mi, istikrarın kimyası da bozuluyor. O yüzden AKP hep iktidarda kalmalı ki istikrar da kalsın!

Neydi o türkü?

Ülkenin ne önemi var, mühim olan istikrar!

Kara mizah bir yana, AKP’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın hazırladığı iddianameye verdiği karşılık, daha adından ne olduğunu belli ediyor:

İddianameye cevaplarımız!

Arkadaşlar savunma yapmıyor, iddianameye karşılık cevapname hazırlıyor!

Salt bu durum bile, AKP’nin sisteme yönelik densizliğinin net bir göstergesi. Evrensel kuraldır:

Bir yasa yürürlükte olduğu sürece, yanlış olduğunu bile düşünseniz, uymanız gerekir. İktidar gücü elinizde olsa bile o yasayı değiştirmediğiniz sürece sizi bağlar!

AKP hem iktidar gücüne sahip, hem yasaları değiştirme gücüne sahip, hem de yasalara saygısız!

***

Cevapnamenin adından içeriğine girersek, durum şu:

1- AKP bugüne kadar hiç yanlış yapmadı. Ne dediyse doğrudur. Eğer AKP’nin söylemleriyle yasalar arasında bir çelişki varsa, suçlu olan yasalar ve kurallardır.

2- AKP bu davaya değil savunma göndermek, dava olarak dahi tanımamaktadır. Yapılması gereken davanın derhal yok sayılmasıdır.

3- AKP, yüzde 47 oy almış bir parti olduğuna göre, tek başına iktidar olduğuna göre, milli iradeyi de temsil etmektedir. Böyle bir partiye dava açılmaz.

4- Laiklik konusunda yanlış olan AKP değil, davayı açanlar ve yürürlükteki yasalardır.

5- AKP’nin iddianameye giren kimi davranışlarını Demirel, Özal, Ecevit, Çiller, Yılmaz gibi liderlerde de görmekteyiz. Bu durumda AKP suçlanamaz.

Yukarıda sıraladığımız maddelerin tümü AKP cevapnamesinin içinde değişik biçimlerde yer alıyor. Bu cevapname hukuk fakültelerinde ders kitabı olarak okutulacak nitelikte! Bunlar öğrencilere okutulmalı ki hukuksuzluk nedir öğrensinler!

Cevapnamede Erdoğan’ın 1990’lı yıllarda söylediklerinin çok geride kaldığı vurgulandıktan sonra, Demirel’in 80’li yıllarda söylediklerinden örnekler verilmesi, arkadaşların zaman kavramına da ne kadar demokratik baktıklarını gösteriyor!

***

İddianameye şaşı bakan AKP, geleceğe nasıl bakıyor?

Tabii ki aynı şekilde...

Erdoğan’ın döne döne AKP’li milletvekilleriyle akşam yemekleri yemesi, sabah kahvaltıları yapması şu korkuya dayanıyor:

Aman parti parçalanmasın!

Bunun başlıca yolu şuradan geçiyor:

Ne olursa olsun, Erdoğan’ın partinin başında kalması!

Dava kapatmayla sonuçlanır da Erdoğan ve odak arkadaşları yasaklı hale gelirse ne olacak?

AKP’liler öyle planlar yapıyorlar ki akla zarar!

Örneğin, Erdoğan ve seçtikleri bağımsız seçilecek... Yasaksız olanlar AKP yerine başka bir parti kuracak... Erdoğan bağımsız olarak onların başına geçecek... Partinin üyesi olmadığı için siyasi yasağı devam ediyor gibi olacak, ama fiilen partinin başında görünecek!

Bu tablo, AKP’nin Türkiye’nin geleceğini kapatma girişimidir!

Demokrasi sözlüğünde olmayan deyimlerden biri şudur:

Seçeneğimiz yok!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 9 Mayıs 2008

Erzak, Şarap, AKP

Yolsuzluk ve yoksulluk Türkiye'nin alın yazısı mıdır?

AKP altı yıldır iktidarda. Bu süreçte yoksulluk giderek artarken yolsuzluk haberleri gazetelerin manşetlerinden düşmedi...

Bakan çocuklarının "gemicikleri"nden tutun da "mısırcığa" dek bir dizi yolsuzluk savı kulaktan kulağa dolaşıyor...

Dini siyasette araç olarak kullanan düşünce, yerel yönetimler aracılığıyla İstanbul ve Ankara'da "erzak torbaları" dağıtırken, imar planlarında yapılan değişikliklerden havuzlara para aktarılıyor...

Ege'de şarap firmaları çığlık çığlığa, üzüm üreticileri perişan, Antalya'da yaş sebze, Niğde ve Fethiye'de elma, Datça'da badem üreticileri...

İddiaya göre AKP'li bakanın oğlu Çin'e kükürt ihraç etmeye başlamış "Nur" adlı şirket aracılığıyla...

2007 yılında bir torba (50 kg) kükürt 12 YTL iken, 2008 yılında 65 YTL'ye çıkmış...

Kükürt, üzüm bağlarında mantara karşı koruyucu tarım ilacı...

Bakan oğlu, iç tüketime de el atmış. İşleri tıkırındaymış. Her yıl değişik yöntemler izlermiş. Kuş gribi filan olunca yeni planlarını uygularmış...

Şarap sektörünün başına gelenleri anlatmaya gerek yok. Bu konuya en az on kere değindim.

Meral Tamer'in (29 Nisan 2008- Milliyet) "Şarap reklamlarına yasak geliyor!" yazısını okuyunca, Egeli şarap sektörünün çığlığını duyar gibi oldum...

Türkiye'de üretilen üç şişe şaraptan ikisi kayıt dışı...

Nedeni belli: Verginin yüksek oluşu...

Türkiye'yi kalitesiz şarap üretmeye zorlayan AKP, ithalata ödün veriyor...

Marketlerde Şili, Bulgaristan şarabı ucuza satılıyor...

Kaliteli şarap üreten firmalara ise göz açtırılmıyor...

Darbe üstüne darbe!..

Ucuz şarap her yerde üretilir. Önemli olan kaliteli şarap üretmek. Dünya devleriyle yarışmak.

***

AKP iktidara geldiği günden beri alkollü içeceklere karşı linç girişiminde bulunuyor.

Başta da belirttiğim gibi, vergiler yüzde 200 oranında arttırıldı. İnternetten alkollü içki satışı yasaklandı. Yargıdan dönen yasaklama kararı AKP'ye vız geliyor.

Bu 19 Mayıs'ı bekliyorum...

19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nın meşalesini Samsun'da yaktığı gündür...

Peki, 19 Mayıs 2008'de ne olacak?

Meral Tamer anlatıyor:

"... Son olarak da her türlü alkol ve tütün reklamlarının 19 Mayıs'tan itibaren gider gösterilemeyeceği karara bağlandı. Televizyonda, radyolarda ve açık havada alkollü içecek reklamı yapmak zaten yasak. Kutman'a göre 'bu son kararla, gazeteler ve internet üzerinden yapılan reklamlara da' yasak geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü pazarlama iletişime ayırdığımız bütçeler belli, markaların tanıtımı için yapılan reklamlar ister istemez azalacak."

Milliyet'te Tayyip Bey'in özel danışmanlığını yapan bazı eski dostları, Meral Tamer'in değindiği bu önemli konuyu görmezden geliyorlar...

Yoksulluk, yolsuzluk ve devletin tüm kurum ve kuruluşlarında "dinci örgütlenme" onlara "demokrasi-özgürlük", Tayyip Bey'e destek vermeyi engellemiyor...

Yazdıkları şu:

"Türkiye geriliyor, kutuplaşıyor!.."

Yıllardır tavrım bellidir:

"Demokrasilerde parti kapatılmaz!"

Kapatılmaz da, "demokrasicilik oynayan AKP"nin gerçek yüzünü bizim liberal tosuncuklar hâlâ neden görmüyorlar...

Bizim dini bezirgânları, liberal tosuncuklar Soros'un Çocukları ne "gemicikleri" ne de "mısırcıkları" yazarlar...

Varsa yoksa sıkmabaş!..

Eski AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez yolsuzluk belgelerini tek tek ortaya koyunca ne oldu?

AKP'den ihraç edildi!..

***

Bilinçli yurttaş, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin ayırdında...

Bir ilginç pankart:

"Senin çocuğuna gemicik, benim çocuğuma 65 yaş... Vekile gazi kıyağı, asile AKP kazığı... YÖK Başkanı'na yüzde 30, emekli yurttaşa yüzde 2... Benim tanrım adil ol diyor, ya seninki?.."

Bakın nereden nereye geldim...

Biliyorum sevgili okur yine kafanızı karıştırdım...

Kafanın karışması iyidir!..

Çünkü çok iyi bilinen bilmeceyi çözmeye yardımcı olur!..

Yazımın başlığı erzak, şarap ve AKP'ydi...

AKP'nin gerçek yüzünü görmeyenler için daldan dala kondum bugün...

Anadolu'da 4 bin şirket kuruldu, 6 bin şirket kapandı... Borcu döviz olan işletmeler bunalımda...

Riskleri büyük!..

Sonuç: Özgüven olmayan toplumlarda, demokrasi demokratik olmayan bir insan kimliğine oturup Türkiye'de sol AKP'yi sandıkta ezebilir mi?

Haydi bakalım yanıt verin!

CHP'yi, DSP'yi, SHP'yi, ÖDP'yi, İP'yi ve TKP'yi ondan sonra eleştirin...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 8 Mayıs 2008

06 Mayıs 2008

2009 Başına Kim Hazır?

AKP Anayasa Mahkemesi'ne savurmasını, affedersiniz savunmasını tanınan süreden 2 gün önce verdi. Hem acelecilik hem içerik, AKP'nin "kimi kararlar" aldığını ortaya koyuyor.

AKP istese savunma için ek süre alabilir ve zamanı uzatabilirdi. Yapmadı!

Neden?

Başbakan'ın verdiği yanıt şu:

İstikrarı bozmamak için!

Bu açıklamayı Türkçeye çevirirsek, Başbakan şunu demek istiyor:

AKP iktidarını sürekli kılmamız gerekiyor. Bu süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, biz devamına bakalım ve yine iktidarda kalalım!

AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk'ın "AKP kapatılacak, onun yerine kurulacak parti daha güçlü olarak iktidara gelecek" sözleriyle, AKP'nin davaya ilişkin tutumunu birleştirince ortaya şu soru çıkıyor:

AKP davası sonuna kim hazır?

Bu davanın 2008 sonunda biteceği hesaplanırsa, 2009 başına kim hazır?

Gözlemimiz o ki; en ciddi hazırlıklar yine AKP iktidarı çevresinden geliyor. Türkiye'de değil bir yılın sonu bir haftanın sonunu görmek bile zor ama, "o güne" ilişkin biletlerin satılmaya başlandığını görüyoruz!

***

AKP savunması henüz yayın organlarına tümüyle yansımadı. AKP'nin tam resmi yayın organı olarak Yani Şafak gazetesinin savunmanın içeriğine ilişkin haberleri dikkate alınırsa şunlar söylenebilir:

1- AKP, Anayasa Mahkemesi'ne verdiği metni "savunma" olarak nitelemiyor. Yanıt verme, tarihe not düşme gibi tanımlamalar kullanıyorlar. Bu yaklaşımın Türkçesi şudur:

Davayı ve mahkemeyi takmıyoruz!

2- AKP, kendi deyimiyle tarihe not düşerken fazla not düşmüş. Sızan haberlere bakılırsa, dipnotlar ana metinden fazla yer tutmuş olabilir. Notların içinde Demirel, Özal, Ecevit, Baykal'ın kimi ziyaretleri, demeçleri ve tavırları da yer alıyor. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı'nın rutin bir ziyareti bile metne girmiş. AKP bir yandan davayı yok sayarken öte yandan siyasal sistemin unsurlarına sarılıyor. AKP'sel bir çelişki!

3- Her mahkemede "iyi hal" diye bir durum vardır. Ağır suç işlemiş bir kişi bile mahkeme önünde yargıçları etkileyecek ölçüde iyi halde ise verilen ceza en alt sınır olur. AKP, bu sınırı almış. Değil iyi hal, mahkemeye ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'na saygı bile gözetilmemiş. Bu durum sonucun şimdiden kabullenildiği anlamına da gelebilir!

***

Yeniden altını çizelim, yukarıdaki saptamalar AKP'nin yeminli medya müşavirlerinin haber ve yorumlarında yer alan "AKP savunması" içeriğine dayanıyor. Metnin tümünü gördüğümüzde ayrıca değerlendiririz.

Yazının başındaki soruya dönersek...

Demokrasisi rayına oturmuş bir ülkede en önemli unsurlardan biri sistemin seçenek üretebilmesidir. Sistem içinde seçenek varsa, kimsenin aklına "sistem dışı" bir şey gelmez.

Yoksa her şey gelir!

AKP'lilerin 5 yıl siyaset yasağı "parti üyeliğine" dayalı yasak... Biz bağımsız adaylık üstünden bunu da deleriz gibi "seçenek" üretme arayışları, en hafif anlatımla mevcut siyasal yapıya saygısızlık!

Önümüzdeki dönem çağdaş, demokratik, laik Türkiye'nin gerçek gücü seçenek üretme gücüyle ölçülecek!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 5 Mayıs 2008

05 Mayıs 2008

AB-AKP Birliği Türkiye'ye Karşı

Bu sütunlarda şu saptamayı çok kullandık:

AKP ile AB, Türkiye'ye karşı anlaştı!

Belki de kimi okurlar bu saptamamızı "ileri" buldular!

Ancak AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ile AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn'in dünkü demeçleri, bizim saptamamızın tam yerinde olduğunu ortaya koydu.

Lagendijk İzmir'den bildiriyor:

"AKP kapatılacak. Bu yönde işaretler alıyoruz. AKP, MHP'nin tuzağına düşerek türban konusunda stratejik hata yaptı. Oysa biz türbanda sessiz ve yavaş olun demiştik. Avrupa'da kimse yüzde 47 oy alan bir partinin kapatılmasını anlamıyor. AKP'nin yerine kurulacak yeni parti daha güçlü gelecek. AKP, anayasayı değiştirip böyle bir şeyin olmasını engelleyemedi."

Lagendijk CHP'yi de yerden yere vuruyor:

"CHP bir felaket... Avrupa'daki sosyal demokratlar CHP'den utanç duyuyor."

Lagendijk, AKP'ye ne yapması gerektiğine ilişkin akıl verirken, MHP'yi "tuzakçı", CHP'yi de "felaket" olarak niteliyor.

CHP ve MHP'nin politikalarını eleştirebilirsiniz; ama bu sözler eleştiriden çok hakaret kokuyor...

AKP'ye de önerimiz şu:

Lagendijk'i AKP eşbaşkanı yapın!

***

Gelelim Olli Rehn'e...

Arkadaş Oxford Üniversitesi'ndeki konferansta Türkiye analizleri yapıyor:

"Türkiye'de aşırı laiklerle Müslüman demokratlar arasında çatışma var. Ülkenin geleceğine ilişkin farklı vizyonların yarattığı bir gerilim yaşanıyor... Sosyal kırılmanın ana unsuru; büyük kentlerdeki iş dünyası elitleri ile Anadolu'nun dindar orta sınıfı arasında... Liberal demokrasi ile ulusalcı otokrasi çatışıyor... Türkiye'deki milliyetçilerle Sırp ve Rus radikaller Avrupa karşıtlığında birleşiyor..."

Türkiye'ye yönelik bu saplamaların, affedersiniz, saptamaların neresini düzeltmeli?

Olli Rehn, seçtiği sözcüklerle kendi duruşunu ortaya koyuyor. Laikler aşırı, Müslümanlar demokrat! Ve ikisi arasında çatışma var!

Diyelim ki var; bunu kim körükledi?

Kendileri...

AKP'nin her yaptığına reform deyip, kendi isteklerinin yanına AKP'nin çekirdek tabanının özlemlerini de koyup, "AB süreci iyi gidiyor" diyen kim?

Kendileri...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) türban konusunda Türkiye'nin halen yürürlükte olan yasalarına hak verdiği halde, AKP'nin yanında tavır alan kim?

Kendileri...

Önce Türkiye'nin kendi içinde fay hatlarının oluşmasını körükleyeceksiniz, sonra Türkiye'de çatışma var diyeceksiniz...

Çok yüzlülüğün bu kadarına pes... Olli Rehn'in her yanı "AB"es!

***

AKP'nin 1 Mayıs Taksim bozgunundan sonra doğrusu şu sorunun yanıtını arıyordum:

Bakalım AB'den nasıl bir tepki gelecek?

Biz 1 Mayıs'a ilişkin görüş beklerken, yukarıda sıraladıklarımız geldi!

Yanlış anlaşılmasın, 1 Mayıs'la ilgili AB'den bir beklentimiz yok... Ama, böyle bir saldırı örneğin Diyarbakır'daki bir eyleme olsaydı, arkadaşlar anında orada biterdi! Bu ikileme dikkat çekmek istedik.

Avrupa Parlamentosu'ndan birkaç kişisel değerlendirme dışında dün akşam saatlerine kadar AB'den 1 Mayıs'a ilişkin ses yoktu!

Türkiye, AKP'ye ilişkin kapatma davasıyla birlikte yeni bir yol ayrımında... Bu ayrımda, tek sağlıklı çıkış var:

Kendi gücümüze güvenmek!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 4 Mayıs 2008

02 Mayıs 2008

1 Mayıs

Karanlıkların ince bir sevinçle kapladığı ince güzellikte bir gün müdür 1 Mayıs?..

Öyledir!..

Çünkü işçinin ve emekçinin bayramıdır 1 Mayıs...

İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür...

İç çekişin kanadı, emeğin gücü...

Demokrasinin ve özgürlüklerin yaşam biçimine dönüşmesini bekliyoruz hâlâ...

1 Mayıs'ı yazacağım ama yine karmakarışık duygular içindeyim ve biraz da karamsarım...

Nereden başlasam, neleri anlatsam?

1 Mayıs 1977 günü, Taksim Alanı'nda 37 kişi ölürken ben oradaydım...

31 yıl geçmiş aradan...

O katliamı gerçekleştirenler, topluluğa ateş edenler bu 31 yılda ne bulundu ne de yargılandılar...

Taksim Alanı 31 yıldır emekçilere kapalı...

Tayyip Bey ne demişti bir gün önce:

"1 Mayıs kutlamaları belirlenen alanlarda yapılır; benim partim bile Kazlıçeşme'de yaptı..."

Dün sabah "Şahin" Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin kükredi:

" 'Ben yasa tanımam, yönetmeliği tanımam, ben valiliğin kararını da tanımam, ben bildiğimi okurum' denirse bu açıkça Türkiye'deki mevcut anayasal düzene bir başkaldırı olarak da değerlendirilir... Kimse devlete ve devlet erkini kullanan mercilere meydan okumasın, devlet kendisine meydan okutmaz."

1 Mayıs 1977 katliamıyla yüzleşemeyenler, demokrasi ve özgürlük dersi verip halkı korkutuyor, sendikalara gözdağı veriyor...

O yasakçı kafa "devlet içinde örgütlü silahlı gücü" ortaya çıkarma savıyla, İtalya örneğini vererek şöyle diyor:

"Türkiye'yi gladyodan temizleyeceğiz!"

Galiba bir akıl tutulması yaşıyoruz iktidarıyla, muhalefetiyle, medyasıyla...

***

Hrant Dink cinayeti eşelendikçe tetikçilerin kimlerle ilişki kurdukları ortaya çıkmıyor mu?

İlişkiler zincirinin kanlı halkalarında olanlar çevremizde dolaşıyor, PKK vahşeti Güneydoğu'da yine ortaya çıkıyor, tarikatçı yapılanma Hrant Dink cinayetinde, Malatya katliamında olduğu gibi "tarikat yurtlarında" kendini gösteriyor...

Şehit cenazelerinde gözyaşları ırmak oluyor, çocuklar, anneler, babalar, kardeşler, eşler...

İnanın bir korku tünelinden geçiyoruz toplum olarak..

Aylardır Cumhuriyet gazetesinin iki ayrı köşesinde, iki ayrı polis aracı, resmi ve sivil polisler...

Cumhuriyet gazetesi ve yazarlarına yönelik bir saldırı bekleniyor... Gazete yönetimi güvenlik önlemlerini arttırıyor...

Alman, Fransız, Hollandalı, Belçikalı sosyalist, sosyal demokrat, yeşil milletvekilleri İstanbul-Ankara arasında "mekik dokurken" başyazarımız İlhan Selçuk'un hangi nedenle gözaltına alındığı, Cumhuriyet gazetesi ve yazarlarının niçin tehdit edildiğini öğrenmek zahmetine katlanmıyorlar...

Tek dertleri var bunların:

"Aman AKP kapatılmasın, Türkiye'de darbe olur!"

Kim yapacak darbeyi?

Askerler!..

Halk, "asker darbe yapacak" diye sindiriliyor, köleleştirilmiş medyanın dolarlarla beslenen adı sanı belli olmayan "köşe maskaraları" yeni numaralarını sergiliyor:

"Ergenekon'un karargâhı Cumhuriyet gazetesi..."

Bu gazetenin kıdemli emekçilerinden biri olarak darbecilere, darbe planları yapanlara, mafyaya, çetelere, devlet içinde örgütlü silahlı güçlere hep tavır aldım!..

Bu yalanın dolanın, sahtekârlığın tohumlarını ekenlere kim dur diyecek? Bu aymazlardan, çıkar şebekelerinden kim hesap soracak?

***

Sözü fazla uzatmaya gerek yok!..

Bugün Taksim Alanı'nda neler olup biteceğinin kaygısını taşıyorum...

Merak ettiğim ise Avrupalı sosyalist, sosyal demokrat, yeşil milletvekillerinin "demokrasi ve özgürlüğü" nasıl algıladıkları...

Bayraklara sarılı şehit cenazeleri... Sakarya'da bir saat içinde örgütlenen saldırgan topluluk... Hrant Dink cinayetinde ortaya çıkan derin güçler ve bağlantıları... Çokuluslu altın avcılarına peşkeş çekilen dağlarımız ve ovalarımız...

Benim içimde ise yurtsever olarak bir suçluluk duygusu!..

Acaba nerede yanlış yaptık?..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 1 Mayıs 2008

AKP'nin Taksim'i!

Dünün üç sıcak konusu vardı:

1 Mayıs, 301, AKP'nin içi...

Üç konu ilk bakışta birbirinden ayrıymış gibi görünse de, özü şu:

AKP'nin hep ama hep kendine yontan tutumu ve "devlet benim" anlayışı!

1 Mayıs'tan başlayalım... AKP diyor ki:

"Taksim'de olmaz!"

- Neden?

"Orası yasal olarak miting yeri değil, başka nerede istiyorsanız yapın. Ama orası olmaz!"

- Sendikalar Taksim'in sembolik önemi olduğunu, 31 yıl önce meydana gelen olayda kaybettikleri arkadaşlarını da anmak istediklerini söylüyor...

"Olmaz kardeşim... Kanun var... Kimse kendisini kanunlardan üstün görmesin... Taksim inadı anayasal düzene karşı çıkmak demektir."

Bu tabloya bakan kişi şöyle düşünür:

Vay be, iktidar partisine bak... Yasaları harfi harfine uyguluyor. Milim ödün vermiyor. Demek ki, bu ülkede kurallar çok önemli. Özellikle iktidar bu ilkeyi çok benimsemiş!

Oysa hiç ilgisi yok... Kendisi hakkındaki kapatma davasında yasayı mı değiştirsem, anayasayı mı ikileminde gidip gelen AKP, sendikalara "katı kuralcılık" taslıyor!

Anayasanın tümünü bile değiştirmeyi "özgürlükler" kapsamında ele alıyorsunuz da, işçilerin 2 saatlik eylemi için Taksim'i kullanmasını "özgürlükler" kapsamına alamıyor musunuz?

***

Sendikalara kanun-hukuk dersi veren hükümet, kendi içinde kapatma davasına nereden saldırsam, diye düşünüyor.

Son olarak bir AKP'li; hem partisinin hataları olduğunu hem de kapatma davasının hatalı olduğunu anlatan bir demeç verdi.

Kim?

Adının açıklanmasını istememiş, biz tarif etmeye çalışalım...

Soyadı Çiçek gibi... Yozgat dolaylarından milletvekili seçilmiş... Hükümet sözcüsü ve başbakan yardımcısı... Adının ilk hecesi Cem Sultan'dan geliyor, son hecesi de vilayet sözcüğünün karşılığı... Bakanlar Kurulu toplantılarından sonra konuşur, söylemek istedikleri dışında bir şey söyletemezsiniz... Daha önce Adalet Bakanlığı yapmıştı... Her konuda dili uzun, azıcık boydan kısa...

Çıkartamadınızsa zorlamayın!

Zaten Başbakan da merak etmemiş... Gazeteciler sorunca, "Kim olduğunu bilmiyorum. Önce öğrenirim, sonra mütalaa ederim" türünden bir yanıt verdi!

Hükümette önemli görev yapan bir kişi AKP'nin de hatalar yaptığını söyleyecek, Erdoğan merak etmeyecek. Denizlili çiftçi kardeşimizin deyimiyle, "külahımıza anlatın!"

Erdoğan, bu derin yanıttan sonra 2 Mayıs'ta dolacak olan savunma süresinin uzatımını istemeyeceklerini söyledi. Durumun özeti şu:

AKP çiçek kokmuyor!

***

Taksim deyince güncel konuların "AKP'yi ilgilendirenler ve ilgilendirmeyenler" diye ikiye taksimini anlayan hükümet, örneğin terörle ilgilenmiyor... Şehitler veriliyor, sınırlar girilip çıkılıyor, arkadaşların taksimine girmiyor...

301'se giriyor... Dün 14 saatlik bir mücadeleden sonra 301'de değişiklik yapıldı. Görünen şu:

AB bunu yeterli bulmaz, arkasını getirin der... Muhalefet de AB'nin AKP'yi desteklemesi uğruna hükümetin her şeyi göze aldığını ilan eder!

Bunlar AKP'yi ise ilgilendirmez... Kendi durumuna bakar!

Girişte vurguladığımız çelişkinin altını çizelim:

AKP, kendi çıkarı olunca ne yasa ne anayasa dinliyor; 1 Mayıs İşçi Bayramı olunca, sendikaların önüne yasalarla anayasayı yığıyor!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 1 Mayıs 2008

Taksim

Kliment Vefremoviç Voroşilov...

Var mı tanıyan?

Mihail Vesilyeviç Frunze?

*

Hadi bi soru daha... Erkek ceketlerinin düğmeleri sağda mı olur, solda mı?

*

Voroşilov, adı üstünde, Rus.

Frunze de.

Bolşevik devriminin generalleri.

Atatürk için "özel" adamlardı.

Çünkü, Kurtuluş Savaşı’nda dünya bize silah doğrultmuşken, bize destek veren Sovyetler’in "apoletli elçileri"ydi onlar... Frunze, 1921’de TBMM kürsüsüne çıkmış, Rus halkı adına, Sakarya Zaferimizi kutlamıştı. Voroşilov ise, "silahsa silah, paraysa para, isteyin verelim" demek için, savaşın en zorlu günlerinde Ankara’daydı.

Atatürk, onları unutmadı hiç.

*

Diyeceksiniz ki, e-ee?

E’si şu...

Taksim Meydanı’yla ilgili ne zaman bir tartışma olsa, aklıma geliverir Voroşilov ile Frunze... Çünkü, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda heykelleri var onların... Bizzat, Atatürk’ün emriyle dahil edildiler, Anıt’taki figürler arasına... 1928’den beri orada, Taksim’in göbeğinde, Atatürk’ün hemen yanıbaşında duruyorlar.

*

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda "ne var, niye var" gibi soruları merak etmeyen, orada "kim"lerin olduğundan haberi bile olmayan bir toplumun, "Taksim’e çıkarım, çıkartmam" diye kavga etmesinin manası var mıdır? "Gomünistler Moskova’ya" diyen dangalakların, Taksim Anıtı’nda Bolşevik generallerin önünde saygı duruşunda bulunması veya onları sendikalardan koruması, komik değil midir?

*

Habire önünden gelip geçtiğimiz Taksim Cumhuriyet Anıtı yıllardır orada dururken, Atatürk, Rus generalleri yanına yerleştirmişken; nasıl oldu da, 1950’den itibaren, Kurtuluş Savaşı’nda bize kurşun sıkanlarla kanka olup, bize destek verenlere düşman olduk? Atatürk o heykeli, kafasına kuş pislesin, siz de seyredin diye mi dikti?

*

Amaaaan, bana ne be...

Sıkıldık tarihten.

Magazine geçelim...

Erkek ceketlerinin düğmeleri sağda olurken, Taksim Cumhuriyet Anıtı’ndaki Atatürk’ün ceket düğmeleri neden solda?

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 1 Mayıs 2008

29 Nisan 2008

Nihayet

İlk kez AKP milletvekillerinden parti genel başkanına ve Başbakan'a aykırı sesler yükseliyor.

Beş yıldır ilk kez AKP milletvekilleri RTE'yi eleştiriyor. Başbakan'ın türbanla ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkıyor, AKP Milletvekili Vahit Erdem, hükümetin çeşitli alanlardaki icraatını derinlemesine eleştiriyor.

Kapalı kapılar arkasında türban yasağını kaldıracağı iddia edilen anayasa değişikliğinde MHP'nin oyununa gelindiğini söyleyen milletvekillerine RTE'nin verdiği yanıt, pek üstünkörü ve hatasını itiraf eder nitelikte: "Olan oldu. Vatana ihanet etmedik ya!"

Oysa milletvekillerinin saptaması doğru.

RTE, türban sorununu çözmenin yolunun tek maddelik bir yasa değişikliğinden geçeceğini söyleyince; MHP, hemen o gece Anayasa'nın ilgili maddelerinde değişiklik içeren bir yasa önerisi kaleme aldı ve TBMM'ye verdi.

RTE, MHP'nin tezgâhladığı oldubittinin sonuçlarını hesaplamadan, türban sorununu çözme hevesiyle öneriye sarıldı.

MHP ile temaslar sonucu türban yasağını kaldıracağına inandığı anayasanın iki maddesini değiştiren yasayı Meclis'ten geçirdi.

Sonuçta ne oldu; türban sorunu çözülemedi, mahkemeye düştü.

RTE, sorunu çözeceğim derken ülkeyi toplumsal yeni sorunlarla siyasal bunalımlara itiverdi.

***

Üniversitelerde türban sorunu çözülemediği gibi, RTE'nin parlak zekâsının yarattığı siyasal bunalımların içinden hâlâ çıkılamıyor.

Ben yaptım oldu kafasının beş paralık değeri olmadığını artık AKP milletvekillerinin de anladıkları, sızan haberlerden anlaşılıyor.

Kapalı kapılar arkasındaki irdelemelerin, eleştirilerin dışa vuran yüzü Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem'in yerel bir gazeteye iki gün üst üste yaptığı açıklamalar.

Erdem'i Demirel'in Cumhurbaşkanlığı zamanında Köşk'te tanıdım.

Çankaya'da genel sekreter yardımcılığı görevindeydi ve.. en ufak yasadışı bir girişim Vahit Erdem'in süzgecinden geçemiyordu.

Kuşku yok; Vahit Erdem'in titizliği, devlete en ufak zarar gelmemesine özen gösteren tutumu, yasalara saygısı kimilerini rahatsız etti.

Bir ara ANAP'tan aday oldu. Seçilemezse tekrar Köşk'teki işine dönmesine yasalar olanak sağlamasına karşın, Erdem bir oldubitti ile karşılaştı. O göreve bir başkası atanmıştı!

Bu kısa bilgileri vermemizdeki neden, özü ve sözü bir Vahit Erdem'in hiçbir art düşüncenin tutsağı olmadan doğru bildiklerini söylediğine inanmamızdan kaynaklanıyor.

***

Ne diyor Erdem? Bir saptama yapıyor; "partisinin din partisi olduğu, irticayı getireceği yönünde kaygılar" bulunduğunu bir AKP milletvekili olarak seslendiriyor.

AKP önder kadrolarının yıllardır bastıkları havanın tam tersini söylemekten çekinmiyor. Kılık kıyafetin, türbanın "dinin önceliği" olmadığını.. gizli kapaklı toplantılarda değil, gazeteye verdiği demeçte açıklıyor.

AKP'nin RTE'nin iddialarına karşın merkez sağ parti olamadığını vurguluyor. Ona göre (RTE'nin "Bizim referansımız İslamdır" söylemine karşı) dinin referans olmadığını söylüyor.

RTE'nin icraatı ile aksini kanıtlayan davranışlarına karşı çıkan görüşü gerçeğin ta kendisi: "Yüzde 47 oy aldık ama, yüzde 53'ün partimize yönelik çok büyük endişeleri var" diyor ve:

Genel olarak sürekli irdelenen bir başka gerçeğe parmak basıyor: "Keşke daha dengeli bir Meclis yapısı olsaydı... Cumhurbaşkanı mutabakatla seçilmiş olurdu ve bugün yaşadığımız sıkıntılar olmazdı."

Olmaz mıydı?.. Bu RTE, bu kafa ile... Acaba?..

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 27 Nisan 2008

AB'nin Yolu Nereden Geçer?

- AB yolunda tek engel Kıbrıs'tı. "Yes be annem"ciler kazandırıldı; AB yolundaki engel Denktaş, AKP tarafından tasfiye edildi; Washington ve Brüksel'in güvenini kazanmış Talat iktidara getirildi ama AB yolu yine açılmadı.

Şimdilerde, "Türkiye'nin garanti anlaşmalarına dayalı olarak" adada bulundurduğu askerlerinin çekilmesini istiyorlar. AB kriterlerine göre adada yalnız İngiliz, Yunan ve Rum askerleri bulunabilirmiş!

- AB yolundaki diğer bir engel de Güneydoğu. AB, "PKK ile masaya oturun, Brüksel yolu açılacak" diyor. AKP iktidarında DTP Meclis'e sokuldu; AKP hükümeti, Barzani ile masaya oturmaya hazır. AB yolu yine de açılmadı...

- AB'nin yolu Patrikhane'den de geçiyor. Lozan'ın dışına çıkarılmış bağımsız ve siyasallaşmış bir din devleti, AB yolunu kapatan başka bir engelmiş. Bu talep de yerine getirilirse AB kapısı açılacakmış...

- Ermenilere tazminat ödenmesi, başka bir AB engeli. Listede bu da var...

- AB'nin yolu Dicle ve Fırat'tan da geçiyor. Onlar da devredilmeliymişler... Belgelere bile yazıldı.

- Yalnız nehirler değil madenler, limanlar, ormanlar, bankalar da AB yolundaki engeller. Kısaca, "AB'nin yolu Sevr'den geçiyor".

Adım adım nereye?

AB'nin Türkiye politikası çok açık; fiilen yapılanlar, belgelere yazılanları ve istenenleri alt alta koyduğumuz zaman AB'nin yolu, ayrıştırılarak parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş bir ülkeden geçiyor.

- Kürdistanı, Patrikhane devleti ile üçe, dörde bölünmüş bir ülke...

- AB'nin içine alınsa alınsa Patrikhane devleti alınır. 2025 yılında Avrupa Birleşik Devletleri'nin başkanı, "17 yıl önce O. Rehn adındaki Komisyon üyesi çok doğru bir laf etmişti; bakın Türkiye'nin bir parçasını AB'ye aldık" diyecektir.

Aptalları oynayan 'oligarşi'

Ülkeyi yöneten oligarşi AB sürecinin Türkiye'yi nereye götürdüğünü çok iyi biliyor. Bile bile bu işi yürütenler, neyin peşindedir?

1) İşbirlikçi dinciler, AB'yi zaten arkalarına almışlar. Onlarla alışveriş yapıyorlar. Yollarını AB'ye açtırıyorlar.

Cumhuriyete karşı anlaşmışlar. Graham Fuller'in son kitabında itiraf ettiği gibi, geçen yazımda anlatmıştım...

2) AB sürecinde en gönüllü olanlar bölücüler. Onlar, AB marifetiyle Türkiye'yi parçalayıp amaçlarına ulaşmak istiyorlar.

3) Batı kapitalizminin Türkiye'deki yerli ortakları ise "hem ağlarım hem giderim" oyununu oynamak zorunda kalıyorlar.

Bu üç grup da "AB yolunun hangi istasyonlardan geçtiğini" çok iyi biliyor. Ancak Türkiye'nin esas sorunu, "bu gruplar dışında bulunan büyük çoğunluğun" Sevr sürecine karşı bütünleşememesi, net bir siyasi irade ortaya koyamaması.

- CHP ve MHP, "AB süreci karşısında nerede duruyor? Somut girişimleri neden yok"?

- İşçi sendikaları "işçiye neden bu kadar uzak"? AB süreci işçiyi yok ederken neden somut eylemlere girişmiyorlar?

- "AB'ci" iş çevreleri dışındaki iş dünyası, sanayici ve çiftçi neden tepki veremiyor?

- Meslek odaları, biz Atatürkçüyüz diyen kurumlar ve sivil toplum örgütlerinin gerçek duruşları nasıl? Neden "yüzeysel bir Atatürkçülük ve laiklik düzeyinde kalıyorlar"?

AB süreci Cumhuriyeti tasfiye ederken "neden görmezlikten geliyorlar"? Sakın kalkıp kimileri, "AB bizim devlet politikamızdır" demesin, yoksa herkes kendilerinin "örtülü bir işbirlikçi" olduğunu düşünmek zorunda kalır.

Herkes yerini almalı

- Oligarşinin, "AB süreci" adı altında yürüttüğü ve dış odaklarca desteklenen operasyon, belgeleri ve uygulamalar ile apaçık ortada.

- Biz muhalefetiz diyen siyasal partilerin, sendikaların, biz Atatürkçüyüz diyen meslek odalarının ve sivil toplum örgütlerinin, "gerçekten nerede durduklarını" açık seçik ortaya koymaları gerekir.

Kalkıp da "AB süreci bir devlet politikasıdır, biz de bunun bir parçasıyız" demek, en büyük aldatmacadır. Kendilerini, "oligarşinin örtülü ortakları" durumuna düşürmüş olurlar.

Herkes nerede durduğunu, ağzında gevelemeden, açık olarak ortaya koymalıdır. Gözümüz onların üzerinde olacak...

Erol Manisalı - Cumhuriyet, 28 Nisan 2008

Otuz Yıldır Aynı Kafa

İstanbul Valisi Muammer Güler'in açıklamasını dinlerken Türkiye'nin otuz yıldır aynı yerde "bir, iki, üç" diye saydığına tanık oldum...

Yazımı İzmir'den yazıyorum...

Birkaç saat sonra İzmir'den İstanbul'a döneceğim...

Otuz yıldır Taksim Alanı, 1 Mayıs'ta emekçilere yasak. Otuz yıldır yetkililer aynı gerekçeyi gösteriyor:

"Marjinal gruplar provokasyon yapacak!"

1 Mayıs İşçi Bayramı dünyanın tüm ülkelerinde coşkuyla kutlanır...

Bu kutlamalar Türkiye'de yapılmaz...

Neden?

Marjinal gruplar eylem yapacak!

Gerçekten, İstanbul Valisi Muammer Güler'in konuşmasını dinlerken tüylerim diken diken oldu...

Vali Güler, öyle bir anlattı ki "Taksim'de kutlama yapılamaz" gerekçesini, inanın şaşırıp kaldım...

İçimden bir hüzün bulutu geçti...

İlkyazın sürgün verdiği bir İzmir sabahı. Otelin balkonundan körfezi seyrettim. Balıkçıl kuşları, kırlangıçlar mavi körfezin üzerinde yay çiziyorlardı.

Sabah erken saatlerde başlayan yağmur dinmiş, bulutların arasından güneş yüzünü göstermişti. İçimde bir kıpırtı, gözlerimde yaşamın o ince çizgisi belirmişti.

Ne zamana dek?

İstanbul Valisi Güler'in, TV'lerin canlı olarak verdiği, 1 Mayıs'la ilgili konuşmasına kadar!..

Zaten Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ilk işaretleri vermişti:

"Taksim sendikalara yasak, bir başka yere..."

Hani AKP Türkiye'de demokrasi ve özgürlükleri genişletecekti?

Hepsi palavra!..

Hepsi kandırmaca!..

İşçiden, emekçiden, sendikalardan, 1 Mayıs'tan korkan bir düşünce, bu kafayla mı Türkiye'yi daha da demokratikleştirip özgürleştirecekti?

Haydi, liberal tosuncuklar, bu soruya yanıt verin...

***

Türk-İş, DİSK, KESK'in oluşturduğu 1 Mayıs Düzenleme Komitesi ne istiyor?

Kutlamalar Taksim Alanı'nda yapılsın...

Hükümet ne diyor:

"Hayır yapılmasın!"

1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günüdür...

1 Mayıs, tüm dünya kentlerinde aynı coşkuyla kutlanır...

Taksim Alanı otuz yıldır her türlü etkinliğe açıktır ama işçi sınıfına, sendikalara kapalıdır.

1 Mayıs 1977...

O alanda 500 bin kişinin gözleri önünde bir katliam yaşandı. Katliamın en acımasızı Taksim Alanı'nda gerçekleşti:

36 ölü...

Sendikalar, emek örgütleri yeniden Taksim Alanı'na çıkmak istiyorlar ama hükümet "hayır" diye karşı çıkıyor, halkın üzerine korku bulutları serpiliyor:

"Marjinal gruplar provokasyon yapabilir..."

Taksim'deki Kazancı Yokuşu ve 36 ölü...

O katliam "derin güçlerin" iç ve dış eylemcileriyle gerçekleşmemiş miydi?

Kazancı Yokuşu'nda emekçiler ezilerek, kurşunlanarak ölmemiş miydi?

Peki emekçilerin üzerine ateş edenler kimdi, nereden gelmişlerdi?

Tarihle ve 1 Mayıs 1977'yle yüzleşmek.

Solun bugün ne duruma geldiğini sorgulamak!..

Yağmurlu bir İzmir sabahında körfezin üzerine bir sis inerken yazımı bitirmeye çalışıyorum...

Ayaklar baş olduğu gün kurtulacaktır Türkiye...

Aynen öyle olacaktır!..

Sol kendini tanıdığı gün "ayakları" hafife alan, emeğin gücüne inanmayan din bezirgânları ve Soros'un çocukları tarihin çöplüğüne atılacaktır...

Umutsuz değilim!..

***

1 Mayıs'ta Taksim Alanı'nda olacağım ben!...

Yaşamı hepinizin artık ezberlediği, "türkülü çiçekli dallarda" çoğaltacağım...

Susmak yok!..

Çünkü çoğalmak zamanıdır!..

Türkiye'de temel hak ve özgürlükleri savunmak suç!..

Dolandırıcılar, çeteler, hortumcular içimizde dolaşırken mimar Alev Şahin, bir geceyarısı gözaltına alındı...

Türkiye'de temel insan haklarını savunmak suç; dağlarımızı, ovalarımızı, çokuluslu "altın avcıları"na teslim etmek, koylarımızı, büklerimizi Arap şeyhlerine satmak ise özgürlük!..

Evet!

1 Mayıs'ta "ayaktakımı" kendi gücünü, yüreğini ve yurtseverliğini ortaya koyması için el ele vermelidir...

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Nisan 2008

AKP Savunma mı Yapacak Savurma mı?

Anayasa Mahkemesi'nin AKP'ye tanıdığı bir aylık savunma süresi bu hafta sonu doluyor. AKP yönetimi büyük olasılıkla ek süre isteyecek. Ancak savunma hazırlıklarının da tüm hızıyla sürdüğü anlaşılıyor.

AKP'nin davada kendisini hangi yöntemlerle savunacağı, siyaset-yargı ilişkileri açısından da önemli. Zira AKP, davanın açıldığı günden bu yana mahkemeye yönelik tutumunun ne olacağına bir türlü karar veremedi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın iddianameyi mahkemeye sunduğu 14 Mart Cuma gününü izleyen hafta, saldırı haftasıydı. Yargı katlarında hedef göstermedik makam bırakmadılar. Anayasa Mahkemesi'nin 31 Mart Pazartesi günü davayı görüşmeye başlaması, ardından 2 Nisan'da iddianamenin AKP'ye resmen ulaşması durumu değiştirdi.

Arkadaşlar "uzlaşma" haftasına girdiler.

Baktılar bununla da sonuç almak zor, bu kez AB haftasına girelim dediler. 7 Nisan Pazartesi günü yapılan MKYK toplantısından sonra Avrupa kurumlarını Türkiye'nin üzerine salma kararı verdiler.

***

Geldik, nisan sonrasına... Yani mahkeme önüne çıkılacak haftaya...

Erdoğan, Türkiye'de hiçbir kurumla aram iyi değil, bari Suriye'yle İsrail'in arasını bulayım deyip Şam'a doğru yola çıkarken dedi ki:

"Anayasa değişikliği yapıp yapmayacağımıza henüz karar vermedik. Yararı olup olmadığına bakacağız. Ondan sonra adım atacağız!"

Partisinin Anadolu toplantılarında mangalda kül, tespihte püskül, edebiyatta fasikül, ağırlıkta baskül bırakmayan Erdoğan, Ankara'da değişti!

Görünen şu:

AKP, mağduru oynama kredilerini bitirdi. Saldırganlığın da aleyhine olduğunu gördü. Bunun şaşkınlığı içinde!

O nedenle savunma yaparken izleyeceği yöntemi saptayamıyor.

Başsavcının geçen eylül ve ocak ayında yaptığı iki ciddi uyarıyı yok sayan AKP, şimdi davayı yok saymaya çalışıyor...

Ama olmuyor!

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç 'ın her kesime yönelik mesajı da AKP'ye yol oluşturabilecek cinsten değil...

***

Önümüzdeki dönemde AKP yönetiminin en ciddi endişesi şu:

Partide çatlama olur mu?

Erdoğan'ın milletvekillerini 50'şer 50'şer çağırıp konuşmasının nedeni "akıl almak" değil. O, kendisinde fazlasıyla var. Partinin bütünlüğünü sağlamak.

Bu yönde AKP yönetimini kaygılandıran ilk önemli çıkış Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem' den geldi. Erdem, sağduyulu her kesimin altına imza atacağı bir değerlendirme yaptı. Şu mesajlar Erdem'e ait:

1- Yüzde 47 bize büyük geldi. İçimize sindiremedik.

2- Atamalarda liyakate önem vermedik.

3- Türban için anayasayı değiştirmekle hata yaptık.

4- Merkez sağ parti görüntüsü veremedik.

5- Bize oy vermeyen kesimlerin kaygılarını gideremedik.

6- AB'den parti kapatmaya karşı destek istemekle yanlış yaptık.

7- Bakanlar Kurulu'nda kan değişikliğine gitmedik.

Bize göre erdemli değerlendirmeler!

AKP içinde Erdem gibi düşünen başka milletvekillerinin de olduğu konuşuluyor.

Erdoğan ve çevresini parti içi dengeler açısından da ilgilendiren bir ikilem var:

Anayasa Mahkemesi'nde savunma mı yapacaklar savurma mı?

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 28 Nisan 2008

25 Nisan 2008

Kördüğüm

Demokrasi, salt Meclis'te çoğunluk olan bir siyasi partinin "Yüzde 47'yle iktidara geldim, kafama eseni yaparım" demesi midir?

Laikleri "laikçi, ulusalcı, darbeci" diye adlandıran düşüncenin egemen olduğu bir dönemden geçiyoruz...

Ergenekon soruşturması sürüyor, henüz ortada savcının iddianamesi yok...

Ergenekon soruşturmasının nereye dek uzandığını ya da uzanacağını kimse bilmiyor; polisin sızdırdığı bilgiler Star, Taraf, Zaman, Yeni Şafak gazetelerinde yayımlanıyor...

Haberi şimdilerde önce Star gazetesi veriyor, ardından "besleme medya" nın tekçileri aynı haberi manşetlere taşıyor...

Baştan beri söylediğim şu:

"Adı ister Ergenekon, ister başka bir şey olsun; sonuna dek gidilmeli, demokratik düzeni içine sindiremeyen mafya, çete, darbeci kim varsa ortaya çıkarılsın..."

Gördüğüm kadarıyla Ergenekon soruşturması "besleme medyanın tosuncukları" tarafından giderek yozlaştırılıyor; olay Fethullahçı gladyonun "Türk Silahlı Kuvvetleri"yle bir hesaplaşması olarak karşımıza çıkıyor...

Ertuğrul Özkök'ün deyişiyle "McCarthyizm"e dönüşüyor ve "cadı avı"na dönüştürülme çabası dikkati çekiyor...

Tüm bu gelişmeler olurken Hrant Dink, Necip Hablemitoğlu, rahip Santoro cinayeti, Malatya katliamı unutturulmak isteniyor...

İlişkiler zincirinin ortaya çıkarılması, özellikle Hrant Dink ve Necip Hablemitoğlu cinayeti arasında bağlantı olup olmadığı, her iki cinayetin perde arkası ya da perde arkasındaki "büyük patron"un kim olduğu sorusu yanıtsız kalıyor...

Hrant Dink cinayetinin tetikçileri yakalandı. Hablemitoğlu cinayetinin tetikçileri ise aradan yıllar geçmesine karşın bulunamadı.

Hrant Dink, güpegündüz öldürüldü, Necip Hablemitoğlu ise akşam saatlerinde evinin bahçesinde...

İkisi de yakın mesafeden silahla vuruldu...

***

Çete, mafya, devlet içinde örgütlü silahlı güç...

Susurluk'ta ortaya dökülen "çete" devlet içinde örgütlü bir güç değil miydi?

O dönemde "Milli Görüş"ün iktidardaki temsilcileri "Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemlerini "Mum söndü" diye hafife alırken, Necmettin Hoca "Fasa fiso" deyip geçiştiriyor, Tansu Hanım ise "Bizim için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır" diye çeteleri övüyordu.

Gelelim günümüzün "demokrasi kahramanı" Nazlı Ilıcak'a...

Susurluk'ta ortaya dökülen devlet içinde örgütlü silahlı güç ya da çetelerin savunucusuydu Nazlı Hanım...

HBB televizyonunda program yapıyordu. Abdullah Çatlı'nın polisçe aranan arkadaşı, Bahçelievler katliamı sanığı Haluk Kırcı'yla telefon sohbeti yapmıştı.

Nazlı Hanım için onlar birer kahraman ve milliyetçiydi...

Bakıyorum, şimdilerde "aslan demokrat" olarak ortalıkta dolaşıyor, demokrasi ve özgürlüklerle ilgili olmamasına karşın "demokrasi dersi" veriyor.

Her neyse!..

Önceki gün yazımı "Girdap Operasyonu" üzerine yazmıştım...

Gerisi var...

Geçen yıl 22 Temmuz seçimleri öncesi yapılan "Girdap Operasyonu"nda gözaltına alınan 21 kişiden 15'i tutuklanmıştı.

O dava ne oldu bilmiyorum...

Tutuklular salıverildi mi, onu da bilmiyorum...

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin bilgilendirme yapar sanırım bu yazım üzerine...

O operasyonda "dinci faşist bir yapılanma" söz konusuydu ancak iş dönüp dolaşıp "ulusalcı bir kimliğe" sokuldu. Yurtseverler, ulusalcılar, Atatürkçüler, solcular "çete üyesi" olarak kamuoyuna tanıtıldı.

"Girdap Operasyonu" İstanbul, Ankara, İzmir ve Bodrum'da yapılırken Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı ise ilginç bir açıklama yapmıştı:

"Hrant Dink'i öldürenler çete değil, bir arkadaş grubu..."

****

Dinci faşist bir örgütlenmeyi "ulusalcı, milliyetçi, yurtsever, darbeci yapılanma" olarak toplumun önüne koyanlara "demokrasi" adına inananlar "Girdap"ı unuttular bile...

Malatya katliamı, Yasin Hayal, Erhan Tuncel, Alpaslan Aslan ...

Peki "Nur Evleri"nde yatıp kalkanlar için ne yapıldı? Yasin Hayal, Hrant Dink cinayetine ilişkin ne söyledi?

Erhan Tuncel'in şu açıklamasını bir kez daha okuyalım o zaman:

"Grupla ilişkim, irtibatta olduğum kamu görevlilerinin telkinleri ve yönlendirmeleriyle olmuştur..."

Yani kimi kamu görevlileri, Hrant Dink cinayetinin işleneceğini önceden biliyorlar!..

Peki Hablemitoğlu cinayetini biliyorlar mıydı, yoksa bilmiyorlar mıydı?

Bu soruya kim yanıt verecek; merakla bekliyorum!..

Bilmem yürekli "ajan" ve "eleman" var mı ortalıkta dolaşan, yeni işler peşinde koşan!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 24 Nisan 2008
Related Posts with Thumbnails