02 Temmuz 2008

Büyük Gözaltı

Sabaha karşı İlhan Selçuk’u alıp götürmüşlerdi, dün de Mustafa Balbay’ı...

Polisin “Ergenekon” diye adlandırdığı gözaltılar bir yıl önce başlamıştı...

İlhan Ağabey, 21 Mart 2008 tarihinde gözaltına alındı, Mustafa Balbay ise 1 Temmuz 2008’de...

Haberi sabah saat 08.30’da öğrendim...

Bu arada televizyonlar canlı yayına başlamışlardı...

Mustafa Balbay, Tercüman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ufuk Büyükçelebi, emekli Orgeneral Hurşit Tolon, ADD Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de “Ergenekon” kapsamında gözaltına alınanlar arasındaydı...

Evden gazeteye gelinceye dek televizyonların canlı yayınına katıldım...

Televizyonların canlı yayın araçları ve gazeteciler gazetenin önünde bekliyorlardı...

Odama çıktım... Televizyonu açtım...

Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün açıklaması televizyon ekranına yansıdı:

“Atatürk ve Cumhuriyeti sevmekten suçlanıyorum!”

Mustafa Balbay’a gelince...

Mustafa yılların gazetecisi ve köşe yazarı...

Ben Mustafa Balbay’ı öğrencilik yıllarından beri tanırım. Uzun yıllar İzmir’de, İstanbul’da birlikte çalıştık.

Bir hafta önce Ankara’daydım...

Ankara Temsilciliğimizin yeni binasını açtık, akşam yemek yedik...

Benim Mustafa’yı uzun uzun anlatmama gerek yok. Yazıları ortada, kitapları ortada...

Ne düşünüyorsa onu yazıyor...

Hedefte Cumhuriyet Gazetesi var...

Cüneyt Arcayürek ve ben televizyonlarda söyledik, bir kez daha yineleyeyim:

“Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının veremeyeceği bir hesap yoktur. Başımız dik. Laik demokratik Cumhuriyete sahip çıkacağız. Demokrasi ve özgürlük karşıtı güçlerle, köktendincilerle, devlet içinde örgütlü çetelerle mücadeleyi sürdüreceğiz. Yerimiz yurdumuz belli. Ama ortalıkta dolaşanlar bir gün mutlaka yargı önünde hesap vereceklerdir.”

***

Bugün Sıvas kıyımının on beşinci yıldönümü...

15 yıl önce bugün Sıvas Madımak Oteli’nde onlarca aydınımız, yazarımız, edebiyatçımız, ozanımız, çocuklarımız yobazlar tarafından yakıldı...

İlginçtir, Ankara’da, İstanbul’da, Trabzon’da “Ergenekon operasyonu”nun dördüncü halkası gerçekleştirildi...

Ve dün sabah saat 10.00’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi üyelerine AKP’nin kapatılmasına ilişkin bir saati aşkın sözlü açıklama yaparken Mustafa Balbay’ın eviyle Cumhuriyet Ankara Bürosu’nun binası polislerce aranıyordu...

Acaba bunların tümü bir rastlantı mıydı?

Ben bugün Sıvas kıyımını yazacaktım. O yazımı erteledim...

Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Ortada bir hesaplaşma var.

Yaşadıklarımız 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin sonrası gibi...

Bir yıldırma, bir hesaplaşma, bir baskı döneminden geçiyoruz.

AKP’ye muhalefet eden gazeteciler, yazarlar, emekli askerler, bilim insanları susturulmak isteniyor.

Bir yandan CHP’ye, emekten, demokrasiden, özgürlüklerden yana olanlara saldırılıyor, öte yandan “Ergenekon” adı verilen örgüte üye olma savıyla aydınlar, yazarlar, bilim insanları, emekli generaller gözaltına alınıyor...

Polis Cumhuriyet’in Ankara Bürosu’nu basıyor yargı kararıyla...

Olacak iş değil!..

Nerede hukuk devleti!..

Bunun adına düpedüz hukuk tanımazlık denir...

21 Mart’ta Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma felsefesini en iyi biçimde özümsemiş İlhan Selçuk’u gözaltına alınca duvara toslamışlardı...

Şimdi Aydınlanma Devrimi’nin bayrağını taşıyan Mustafa Balbay’ı, Cumhuriyet mitinglerinin önde gelen adlarını gözaltına alarak deniyorlar...

***

Aymazlara, hukuk tanımazlara sesleniyorum:

“İlhan Selçuk ve arkadaşları Aydınlanma Devrimi’nin bayrağını taşımayı sürdüreceklerdir. Tarikat şeyhlerine, müritlerine, din bezirgânlarına önemle duyurulur...”

Laik demokratik Cumhuriyetten yana tavır almak; demokrasiyi; insan haklarını, özgürlükleri savunmak; gericiliğe, ırk, din, dil, renk ve mezhep ayrımcılığına, bölücülüğe, teröre karşı çıkmak; çetelerle, din bezirgânlarıyla mücadele etmek ve Atatürk’ü sevmek suçsa ben de o suçu işliyorum!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 2 Temmuz 2008

İki Davanın Farkı

Koskoca E. Orgeneral..

Ordu Komutanlığı yapmış..

Kuvvet Komutanıymış..

Saygın mı saygın..

Yeri yurdu belli..

Devlet kavramını ömrü boyunca duyumsamış...

*

Ne oluyor?..

Çağırsan, davete hemen icabet edecek, savcılığa gelip ne sorsan yanıt verecek, düzgün, disiplinli bir yurttaşı gözaltına almak neden?..

Amaç ne?..

Ya Mustafa Balbay...

Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi...

Her gün işinin başında..

Evinde ve görevinde..

Çağırsan şıppadak gelecek, her tür soruya yanıt verecek, savcının işini kolaylaştıracak Balbay’ı sabahın köründe polisle gözaltına almak neden?..

*

Adalet perisi:

- Vallahi, diyor, ben de bu işi anlayamadım, bu işin içinde bir iş var, ama, olayı çözemedim...

*

Ergenekon dosyası işin başından beri ne olduğu belirsizlikle dallı budaklı, esrarlı...

İddianame bir yıldır ortada yok...

Ama, içerde tutuklular var...

Laf çok...

Dedikodu gırla..

Söylenenlere bakılırsa, bir yanda AKP’yi kapatma davası varmış..

Bir yanda da Ergenekon davası...

Ama, kapatma davasının eni, boyu, dosyası, içeriği, usulü, erkânı, hukuku, yasası, iddianamesi var...

Ergenekon davası ise bir meçhul...

Tutukluları var..

İddianame yok..

Ergenekon neyin nesi, kimin fesi kimse bilmiyor; aradan bir yıl geçmesine karşın tutuklulara yeni gözaltılar ekleniyor...

*

Ülkeye kocaman bir soru işareti egemen...

Herkeste kaygı, korku..

Endişe..

Kuşku..

Soruyorlar:

- Ne olacak?..

- Türkiye nereye gidiyor?..

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 2 Temmuz 2008

Rumi Forum Kimin?

Yazı masamın başına oturup düşünmeye başladım:

“Nereden başlayayım acaba?”

Çünkü konular birbirine karıştı... Kafam allak bullak oldu...

Hava da sıcak...

Türk edebiyatının önde gelen adlarından Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler, AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer’in celallenmesi neyin habercisi sizce?

Dinci faşizmin!..

Latife Tekin, hükümetin enerji politikalarını eleştirince AKP’li başkan durumdan vazife çıkarıp haykırıyor:

“Sen buraya benim paramla geldin, siyaset yapamazsın!..”

Latife Tekin bir anda kendini Sıvas’ta Madımak Oteli’nde sanıyor...

AKP’li başkan izleyicilere gözdağı veriyor bu arada:

“Alkışlamayın onu, boynunuzu kırarım!..”

AKP’li belediye, il, ilçe başkanlarının Anadolu’da terör estirdiklerini, polisleri, öğretmenleri, doktorları, hemşireleri, memurları “bizden değil” diyerek valilere, kaymakamlara baskı yaptırıp sürdüklerini biliyorum.

Türkiye dinci-tarikatçı bir yapıya bürünüyor... Fethullahçı-Nakşi örgütlenme sürüyor...

Fethullah Gülen olayı bir kanıt olarak karşımızda. Fethullah’ın CIA’yla ilişkisi apaçık ortada.

Fethullah Gülen’in Washington’da nasıl örgütlendiği, nasıl etkinlik kazandığı, hazırlatılan raporlarla kesinlik kazanıyor.

Rand Corporation adlı Amerikan düşünce kuruluşunun hazırladığı rapor, “Türkiye’de Siyasal İslamın Yükselişi” başlığını taşıyordu.

Bu raporun tanıtımı ise Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu “Rumi Forum” adlı kuruluşta yapılmıştı.

***

Fethullah Gülen’in ısmarladığı bu rapor, AKP’ye o denli yumuşak bakıyor ki, insan ister istemez şu yorumda bulunuyor:

“Bu AKP, Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin simgesi...”

Rapor Pentagon’u yanıltmak istiyordu.

Raporu hazırlayan Stephen Larrabe’yle, “Rand Corporation” uzmanlarından Angel Rabasa ilginç bir açıklama yapmışlardı:

“Raporu yazma düşüncesi Fethullah Gülen’in Rumi Forum’undan geldi. Türkiye’ye gittiğimizde böyle bir rapor hazırlamamız istendi.”

Peki, raporun hazırlanmasını isteyenler kimler!

Medyada, hükümette etkin olan Fethullahçılar...

Böyle raporlar parayla yazılır...

25 milyar dolara egemen olan Fethullah Gülen için para hiç önemli değildir...

Bu işin arkasında ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman da var. Edelman Pentagon’da siyasi işlerden sorumlu müsteşar konumunda.

Fethullahçılar pazarlama işinde bir numara...

Rapora bakarsanız Türkiye’de sinsice İslamileştirme olmuyormuş. Türkiye’nin üçte biri laik, üçte ikisi dindarmış. Sorun laik-dindar çatışmasından kaynaklanıyormuş.

Gördünüz mü oyunu?

Laiklik dindarlığın önünde bir engel midir Türkiye’de?

Okuldan fazla cami var. Ramazanda Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sahura kalkar asker. Her kışlada cami, mescit bulunur.

***

Raporda ayrıca, dindarların demokrat, özgürlükçü; laiklerin baskıcı, faşist oldukları vurgulanıyor.

Türkiye’deki dinci partiler ve tarikatlar laikliği “dinsizlik” olarak gösterirler hep. Fethullahçıların Amerikalılara hazırlattığı bu raporda da aynı ifadeler dikkat çekiyor.

İşte Fethullahçıların gerçek yüzü...

Bakın nereden, nereye geldim...

Hâlâ yazı masamın başındayım ve “Nereden başlamalıyım acaba” diye düşünüyorum...

Siyasal İslamın simge adı Fethullah Gülen, Türk edebiyatının simge adı Latife Tekin...

Latife Tekin Karabük’te linç edilebilirdi... Fethullah Gülen’in müritleri ve dinciler başına bir iş açabilirdi...

Türkiye’nin geldiği noktaya bakın..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

01 Temmuz 2008

Fethullah Gülen, Artık Türkiye’ye Dön

Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi Yargıcı Stewart Dalzell, Fethullah Gülen için davada verilen belgelerin inandırıcı olmadığını öne sürerek “Yeşil Kart”ı engelledi...

Yargıç Dalzell ne diyor:

“Gülen’in Yeşil Kart alabilmesi için olağanüstü yetenekte olması gerekir. Yeşil Kart alabilmesi için ulusal ve uluslararası toplumda mesleğinde en üst düzeyde bulunması gerekir. Kendisi din adamıdır, ama eğitimci olarak karşımıza çıkmıştır. Yani Yeşil Kart’ı eğitimci olarak almak istiyor.”

Yargıç Dalzell’in 4 Haziran 2008 tarihli mahkeme kararında Gülen’in akademisyenlikten çok uzak olduğu vurgulanıyor...

Bu ne demektir?

Türkçesi şu:

“İlkokul mezunu bir kişi, bilim adamı olamaz. Fethullah Gülen, akademisyenlere para ödeyerek kendi sponsorluğunda konferanslar, paneller düzenletiyor. Daha açıkçası, kendisine övgüler düzdürüyor. Kendisini bir numaralı düşünür seçtiriyor. Propagandasını yaptırıyor. Böylece öne çıkıyor. Kendi çalışmalarını finanse etmek Fethullah Gülen’i akademisyen yapmaz.”

Yargı kararında çok önemli bir bölüm daha var, o da şu:

“Fethullah Gülen, Türkiye’de siyasi etkinliği olan dini bir hareketin lideri. Referans mektuplarında Gülen’in eğitimi, hangi okullarda ders verdiği bilgisi ve diploması yok.”

Yargı, Gülen’in ödüllerini de tanımadı. Savcı Yardımcısı Frye’nin elinde, Gülen’in 1959 yılındaki imamlık diploması bulunuyor. Bir de bu görevden 1981 yılında emekliye ayrıldığı belgesi.

Yargı heyeti, UNESCO’nun Romanya Komisyonu’nun verdiği “Liyakat Ödülü”nü tanımadı...

***

Fethullah Gülen’in “Yeşil Kart” için mahkemeye başvurulan destek mektuplarında ilk sırada kim var, biliyor musunuz?

CIA’nın analiz ve prodüksiyon direktörü olarak emekli olan George Fidas...

Aynı zamanda CIA’nın Balkanlar uzmanı da olan George Fidas, şu sıralar Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde ders veriyor...

Fidas, Yunan asıllı. Ayrıca Joint Military Intelligence Council’de görevli...

Şimdi sıkı durun...

Fethullah Gülen’in “Yeşil Kart”lı olması için referans mektubu yazanlar arasında eski CIA ajanı Graham Fuller de yer alıyor...

Daha başkaları da var elbet...

Türkiye’den eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut, eski Mili Eğitim Bakanı AKP’li Mehmet Sağlam, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, çok sayıda bilim insanı, Katolik papazlar, TÜGİAD Yönetim Kurulu Başkanı Murat Saraylı...

Mektuplar iki bin sayfadan oluşan dosyada...

Şimdi gelelim en önemli konuya:

Savcılık kayıtlarında Fethullah Gülen’in finansal kaynaklarına ilişkin savlar dikkat çekici...

Savcılık savı aynen şöyle:

“Fethullah Gülen hareketinin projelerinin arkasında Suudi Arabistan, İran, Türkiye, hatta CIA bulunuyor. Ankara’da yıllık gelirinin yüzde 10 ile yüzde 70’ini Gülen hareketine bağışlayan işadamları var. Kendileri açıkladı. İstanbul’da yaşayan bir işadamı, Gülen hareketine yılda 4-5 milyon dolar bağışlıyor...”

***

Evet... Olay ortada... Gülen’e “Yeşil Kart” verilmedi ABD’den...

Fethullah Gülen’in avukatlarının “Yeşil Kart” işinin peşini bırakmayacaklarını biliyorum...

Daha önce de “Yeşil Kart” başvurusu yapmışlar ve sonuç alamamışlardı. Benim bildiğim bu üçüncü başvuru.

ABD’deki mücadele sürecek!

Fethullah Gülen “vize” almadan ABD’ye rahatça girip çıkmak için yapıyor başvuruyu...

Eee, kolay değil ABD’de yaşamak. Dünyanın 100 düşünürü arasından birinci seçilmek. Dolarlar yeşil yeşil. CIA’nın eski uzmanları yanlarında.

Ah, şu yargı da olmasa!.. İşler tıkır tıkır yürüyecek!

Haydi Fethullah Gülen, seni bekliyorum, ülkene hemen geri dön!..

Nasıl bir şenlik olacak, çok merak ediyorum!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 27 Haziran 2008

Fethullah’a ABD’den Yargı Darbesi

Haberi önceki gün Ankara’da öğrendim; dün sabah da İstanbul’da Fethullahçı Zaman gazetesinin manşetine baktım:

“Adalet tecelli etti, Gülen’in beraat kararı kesinleşti...”

İki gündür sevinçten uçuyorum...

Fethullah Gülen on yıldır gurbet ellerde yaşıyordu...

Kolay değil, ABD’de yaşayıp Atlantik ötesinden gazetelerini, televizyonlarını, finans kuruluşlarını, okullarını, yurtlarını, hastanelerini yönetmek...

Ekrem Dumanlı, Fethullah Gülen’i çok özlemiş belli. O da “Mahkeme kalplerdeki kararı tescil etti” diye başlık atmış yazısına...

İki ayrı haber Fethullah’ın müritlerini coşturmuş...

Birinci haber:

Foreign Policy adlı dergi Fethullah Gülen’i “Yaşayan en büyük 100 entelektüel” anketinde birinci seçmiş. Orhan Pamuk dördüncü olmuş.

Vay be!..

Onlar kanat takıp havalanadursun, benim

göğsüm kabardı...

İkinci haber:

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun oyçokluğu ile aldığı karar: “Suçlamaları kanıtlayacak hiçbir delil yok, beraat...”

Bir üçüncü haber...

Bu haber nedense Zaman gazetesinde yok...

Oysa bu haber çok önemli...

Haber Hürriyet’in 27. sayfasında. Razi Canikligil (New York) imzalı haberin başlığı şöyle:

“ABD’den yeşil kart alamadı, bir ay süresi kaldı...”

Yeşil kart alamayan kim?

Fethullah Gülen!..

Bu haber bomba!..

Hürriyet’in birinci sayfasında yer alması gerekmez mi?

***

Türkiye-Almanya yarıfinal maçı neredeyse tam sayfa Hürriyet’te...

Yine de birinci sayfasında yer bulabilirdi Hürriyet’in...

Zaman’ı Yaysat dağıtıyor, ne olur ne olmaz...

Hürriyet’in haberini okuyorum:

“ABD’de oturma, seyahat etme ve çalışma izni sağlayan ‘Green Card’ (Yeşil Kart) için yaptığı başvuru ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Servisi tarafından reddedilen Fethullah Gülen, kararın düzeltilmesi için açtığı davayı kaybetti.

Mahkeme, Gülen’in ‘olağanüstü yetenekli eğitimci’ statüsünde Yeşil Kart alabilmesi için öne sürdüğü argümanları yetersiz buldu.

Göçmen bürosunu haklı bulan Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi yargıcı Stewart Dalzell’in kararı sonrası Gülen’in bir ay içinde ABD’yi terk etmesi gerekiyor.

Ancak yasalarda açıkça belirtilmediği için bu süre kesin değil. Kaçak olarak ülkede kalabileceği bu sürenin de 6 aya kadar uzayabileceği belirtiliyor.”

Ne yapacak şimdi Fethullah Gülen ve müritleri?

İşleri zor!..

Acaba Fethullah Gülen Türkiye’ye mi gelecek yoksa İngiltere’ye mi yoksa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne mi gidecek?

Ben, Türkiye’ye gelmesinden yanayım!..

Gelsin.. işin başına geçsin!..

Kadrolar tamam. Herkes görevinin başında.

ğrendiğim kadarıyla, din baronu Türkiye’ye gelmek istemiyormuş bir yıl daha...

Her neyse!..

Hürriyet’in haberini okumayı sürdüreyim:

“Göçmen bürosunun yanı sıra Yurtiçi Güvenlik Bakanı Michael Chertoff ve FBI Direktörü Robert S. Mueller’den de şikâyetçi olduğu davada Fethullah Gülen’i, Klasko, Rulan, Stock&Seltzer avukatlık bürosu savundu.

Göçmenlik bürosu ise Eyalet Savcısı Patrick Catherine Frye tarafından savunuldu.

Avukatları, dava dilekçesinde Gülen’in Türkiye’nin en önemli dini lideri, dini hoşgörü savunucusu ve dünyanın sayılı eğitimcilerinden biri olduğunu iddia etti.

Gülen için 1992’de Pennsylvania’da ‘Golden Generation Worship and Retreat Center Inc.’ tarafından ‘özel göçmen din görevlisi’ statüsünde vize başvurusu yapıldığı ifade edildi.”

***

Oldu mu şimdi; Fethullah’a bu yapılır mı?

Aklıma Hakan Yavuz’un Reuters Ajansı’na yaptığı açıklama geldi...

Eski AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’in eski eşi olan ve bir dönem Fethullah Gülen’e yakınlığıyla tanınan, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersi veren Hakan Yavuz, din baronunun eylemlerini söyle anlatıyordu:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

Bitmedi...

Devamı yarına!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 26 Haziran 2008

Parrra

Latife Tekin çok değerli bir yazarımız, Karabük Kültür ve Sanat Festivali’ne davet edilmiş, konuşma sırası kendisine gelince kürsüye çıkmış, iktidarın enerji politikasını eleştirmeye yeltenmiş...

Karabük’ün AKP’li Belediye Başkanı Hüseyin Erer hemen duruma el koymuş, mikrofon kapatılmış, Latife Tekin kürsüden indirilmiş...

*

Latife Tekin diyor ki:

“- Madımak olayı geldi aklıma; başka yazarlar da vardı; gerginlik olabilirdi; sessizce yerimden kalktım ve Karabük’ü terk ettim...”

Madımak olayını kimse unutamıyor...

Acı olayın üstünden 15 yıl geçti...

Sıvas deyince eskiden akla ne gelirdi?..

Sıvas Kongresi...

Karabük deyince çağrışım neydi?..

Demir - Çelik Fabrikası...

Artık ikisi de değişti; Sıvas deyince Madımak katliamı anılıyor...

Karabük deyince Latife Tekin’in başına gelenleri düşüneceğiz...

*

Ne var ki olayda en çarpıcı boyut, Karabük Belediye Başkanı AKP’li Hüseyin Erer’in tutumudur...

Adam Latife Tekin’e diyor ki:

“- Benim paramla şenlik için buraya geldin, beni eleştiremezsin...”

Yineleyelim:

“Benim paramla...”

Parrra.. parrra.. parrra...

Mantık bu...

Latife Tekin gerçeği mi dile getiriyor, doğruyu mu söylüyor?..

Önemi yok...

AKP’liye göre önemli olan parrra...

Yazar aldığı paraya göre konuşacak, yazacak...

*

Olay yalnız Karabük Kültür ve Sanat Festivali’ne özgü değildir; bir belediye başkanının münasebetsizliği de değildir...

(Üstelik Latife Tekin Karabük’e kendi parasıyla gittiğini açıkladı...)

Ama olay AKP iktidarının kafa yapısını gösteriyor, zihniyetini vurguluyor, parrrayı bastırdın mı yazarı satın alırsın...

Medya bunun örnekleriyle dolup taşmıyor mu?..

İlhan Selçuk - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

Kepenk Kapatma Davası

Siyaset, AKP’ye yönelik kapatma davasına kilitlendi ama, ekonomiden gelen haberler toplum gündeminin şu zemine oturduğunu gösteriyor:

Kepenk kapatma davası...

Piyasadaki durgunluğa enflasyon, enflasyona elektrik zamları, bütün bunların üstüne AKP’nin kendisinden ve çevresinden başka bir şey düşünmeme, her olumsuzluğu da kapatma davasının üstüne yıkma densizliği eklenince gerçek dava “kepenk kapatma” oldu...

Ankara Ticaret Odası’nın rakamlarına göre, içinde bulunduğumuz durum, 2001’den daha ciddi. 2001’de yeni kurulan her 100 şirkete karşılık 35 şirket kapanmıştı. 2008’in ilk 5 ayında bu rakam 100’e karşı 54 oldu.

Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Başkanı Bendevi Palandöken kepenk kapanmalarının yanı sıra bir başka gerçeğe dokunuyor:

“Veresiye defteri kabardı... Raflar boşalıyor...”

Gidiş, uzun süredir sessizliğini koruyan, neredeyse Türkiye İstirahat Odaları Birliği’ne dönüşen Ziraat Odaları Birliği’nin üst yönetimini de hareketlendirmiş görünüyor.

Tablonun özeti şu:

Geleneksel olarak sesini fazla yükseltmeyen kesimler de gidişten yakınmaya başladı.

***

Bize göre son ayların en güzel demeci ekonomiden sorunlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in elektrik zammı değerlendirmesiydi. Bakan bey buyurdu ki:

“Elektriğe zammı vatandaşın tasarrufa yönelmesi için yaptık.”

Bu mantıkla sorunlar çözülüyorsa, o zaman gıda fiyatlarını yükseltin. Vatandaş açlığa alışsın, yemek yemeden çalışmayı öğrensin. Nasreddin Hoca örneği, tam açlığa alışınca... İşler yoluna girsin!

Bu gidişle evde ampul yakmak da lüks hale gelecek...

Elektriğe yılbaşında yüzde 20, yıl ortasında yüzde 21 zam yapıldı. Toplam yüzde 40’ın üstüne çıkıyor ama, bu hesap yanlış. Sanayide kullanılan elektriğe yapılan yüzde 22’lik zam kime yansıtılacak?

Herhalde hükümete değil!

Tabii ki tüketiciye... Bu durumda yurttaşın elektrik zammından etkilenme oranı yüzde 60’a kadar çıkacak...

Elektrik Mühendisleri Odası Genel Başkanı Musa Çeçen’in hesabına göre, 4 kişilik ailenin salt elektrik gideri 100 YTL’yi bulacak. Dün, asgari ücret açıklandı:

503 YTL...

Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir ailenin bütçesinin yüzde 20’si elektriğe gidiyor. Bu durumda geçinebilene artık elektrik çarpsa fark etmez... Yüksek gerilim hattı bile mutfaktaki gerilime vız gelir!

***

AKP iktidarıyla birlikte neredeyse tümüyle unutulmaya yüz tutmuş bir tanım var:

Üretim ekonomisi!

Ee, tüketmenin tadı varken, üretmenin lafı mı olur?

Tüketim ekonomisinin yanına bir de satış ekonomisini ekledin mi, oldu bitti... AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin toplam borcu 150 milyar dolardan 500 milyar dolara çıkarken, aynı zaman diliminde 200 milyar dolarlık satış yapıldı... Gerçek anlamda borcumuzun 700 milyar doları bulduğunu söylemek abartma olmaz.

6 yılda kolay yoldan satılabilecek bütün değerleri bitiren hükümet, gündemine toprak satışını almış görünüyor. GAP bölgesindeki altyapı yatırımları buradaki toprakları daha da cazip hale getirecek... Sonra gelsin petro-dolarlar.

Arap ülkeleri gelecekte gıda ürünlerinin petrol ürünlerinden daha değerli hale geleceğini görüyor, yatırımını ona göre yapıyor.

Ya biz?

Siyasette atış...

Ekonomide satış...

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 1 Temmuz 2008

Ufuk Uras'a çağrı: Nazlı Ilıcak'a iki çift laf söyleyin lütfen

Bu tür konular üstüne kafa yormuyorum. Hem pek ilgi alanıma girmiyor hem de AKP’den CHP’ye uzanan ortaoyununa dair söz söylemeyi sevmiyorum. Ama bu kez durum farklı. Çünkü mevzu bahis olan Nazlı Ilıcak; Nazlı Ilıcak’ın demokrasi havarisi kesilmesi ve demokratlığına bizim kimi solcuları inandırmış olması. Kendisi demokrasiyi içselleştirme sürecini tamamlamış ya; diğerlerinin demokrat olup olmadığına bile karar verecek bir doygunluğa ulaşmış. Ilıcak’a göre; Mesut Yılmaz değil, Ufuk Uras gibi düşünen solcular demokrasinin önünü açabilir. Nazlı Ilıcak’ın Ufuk Uras’ı yerlere göklere sığdıramamasının nedeni ise, Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller grubunun düzenlediği bir panelde Uras’ın söyledikleri. Uras, Mesut Yılmaz’ın, Türkiye ile İran, Humeyni ile Erdoğan benzetmelerine karşı çıkıyor, dolayısıyla da Ilıcak’ın övgülerine mazhar oluyor. Bütün bunlar tartışılabilir. Ufuk Uras gibi düşünmüyorum, düşünmem de mümkün değil; Mesut Yılmaz gibi düşünmek zorunda da değilim. Ancak şunu vurgulamak durumundayım: Nazlı Ilıcak’ın övgülerine mazhar olmak, tarif etmenin mümkün olmayacağı kadar yaralardı beni. Nazlı Ilıcak’ın sol düşmanlığı alenidir. Dolayısıyla benimki sıradan solcu, Melih Pekdemir’in ifadesiyle “kazma solcu” refleksidir.

Nazlı Ilıcak ile askeri darbe ilişkisine bir göz atmakta fayda bulunmaktadır. Ilıcak’ın darbelere karşı olduğu külliyen yalandır. O, darbeyle değil, darbenin kime vurduğuyla ilgilidir. Ilıcak, sağ iktidarı alaşağı eden 27 Mayıs’a karşıdır; onlarca devrimciyi katleden 12 Mart’ın destekçisidir. Ilıcak 12 Eylül günlerinde kraldan çok kralcıdır. Çünkü 12 Eylül sola karşı yapılmıştır. 28 Şubat ve 27 Nisan ve benzeri asker odaklı girişimler onun kara defterindedir; çünkü iktidarda kendi camiası vardır. Ilıcak’a göre darbelerin iyi ya da kötü olması duruma göre değişir; iyi de olabilir, kötü de. Kimin cezaevine gönderildiği, kimin idam sehpasına çıkarıldığı, hangi kurumların kapatıldığına bakılmalıdır.

Ilıcak 27 Mayıs ile 12 Eylül’ü karşılaştırıyor, 16 Eylül 1980 tarihli Tercüman gazetesinde: “Birkaç gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat vardır.”

Devam edelim, etmek gerekiyor çünkü. Bugünün demokrasi aşığı, egemenliğin kayıtsız şartsız kime ait olduğu tartışmasının ahkâm kesicisi Ilıcak bakın vakti zamanında neler yazmış: “(…) Türkiye’de demokrasi, demagoji ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdu.(…) Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur, belki kulağa hoş gelmeyen ama gerçeği aksettiren bir sözdür. Parlamentonun feshi ve demokrasinin bir süre askıya alınması, mutlaka geniş halk kitlelerini fazla etkilememiştir.” (19 Eylül 1980 Tercüman)

Az sonra okuyacağız alıntı ise tam ibretliktir. Nazlı Ilıcak’ın bir solcuyu övmesinin nasıl yaralayıcı olacağına ilişkin yukarıdaki satırların müsebbibi aşağıdaki alıntıdır: “1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.” (10 Ekim 1980 Tercüman.)

Durum bundan ibarettir. Denizlere, Mahirlere, yani bizimkilere duyduğu kin ve nefret, işte Nazlı Ilıcak budur. Darbe karşıtlığı, AKP’li olduğundandır. Şimdi hiç kimse kalkıp, “değişmiş olamaz mı” mavalı okumaya kalkmasın.

Nazlı Ilıcak birini övüyorsa, hele bu bir solcuysa, ortada bir sorun var demektir.

Bu yazı asıl olarak, Ufuk Uras’a seslenmek için kaleme alınmıştır. Sevgili Ufuk Uras, ÖDP’nin 12 yıllık üyesi olarak sizden şunu istiyorum. Çıkın ortaya ve “Denizlerin, Mahirlerin ölümüne alkış tutan Nazlı Ilıcak, benim adımı ağzına almasın” deyin.

Söyleyin ki, size dair tükenmeye yüz tutmuş umudum, bir parça çoğalsın. Nazlı Ilıcak’ın övgüsünü mü, benim umudumun çoğalmasını mı daha çok önemsiyorsunuz, bunu anlamalıyım. Sonra elbette tartışılır; sol adına AKP’nin değirmenine su taşımanın ne anlama geldiğini, ne idüğü belirsiz, omurgasız bir demokrasi söylemiyle AKP’nin Amerikancılığını bile önemsemeyen akıl tutulmasını.

Ama önce Nazlı Ilıcak’a iki çift laf söyleyin lütfen!

Seçmen sorusu: Fettullah Gülen’le ilgili beraat kararını, “Yargının kararı. Bir şey diyemeyeceğim. Hayırlısı neyse o olsun.” şeklinde yorumladığınızı yazdı gazeteler. Bir seçmeninizin aklına takılmış, beni aracı tutarak size sormuş: “Fethullah Gülen ile ilgili beraat kararını onayan Yargıtay Ceza Genel Kurulu "yargı" oluyor da, türbana ret kararını alan Anayasa Mahkemesi ya da AKP’ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı "yargı" olmuyor mu?” Siz de beni aracı tutup seçmeninizi yanıtlayabilirsiniz.

İnönü Alpat

Kaynak: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=17888

25 Haziran 2008

Çelik'in Said Nursi Çarpıtması

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in "Saidi Nursi" hakkında 2000 yılında hazırladığı ve bir sempozyumda sunduğu bildirideki değerlendirmelerin "çarpıtma" olduğuna dikkat çekilde. Eğitim-İş İstanbul Şubesi, Çelik'in bildirisini inceleyerek hazırladığı raporda, Saidi Nursi'nin "olumlanmaya" çalışıldığına, hakkında söylenenlerin gerçeği yansıtmadığına işaret etti.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in, 2000 yılında "Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu-5"e sunduğu, "Bediüzzaman'a Göre Cumhuriyet ve Demokrasi" başlıklı bildirisindeki bilgilerin "çarpıtıldığına" dikkat çekildi. Said Nursi konusundaki inceleme ve araştırmaları bulunan Eğitim-İş İstanbul Şubesi Başkanı Vahap Güzey'in imzasını taşıyan rapora göre, Çelik'in bildirisindeki bazı görüşleri ve gerçekler şöyle:

Bildiride: "Şarkı cehaletten kurtarmak için geldiği İstanbul'da Sultan Abdülhamid'e vazifesini hatırlatacak, huzurda istibdat aleyhinde ve hürriyetin lehinde konuşacak kadar da açıksözlüdür. Bediüzzaman'ın söylenmesi gereken doğruları pervasızca söylemesi, onun 'deli'liğine yorulmuş ve kendisi bir süre Toptaşı Tımarhanesi'ne kapatılmıştır." deniyor. Gerçekte ise Said Nursi, Abdülhamid'e bir dilekçe ile başvurur. Dilekçede Kürdistan olarak adlandırdığı bölgede 3 tane medrese açılmasını ve burada Kürt gençlerin eğitim görmesini ister. Bu hareketi neticesinde tımarhaneye gönderilmiştir.

Bakan Çelik, "Milli Mücadele'nin, Kuva-yi Milliye hareketinin en ateşli savunucularından olan Bediüzzaman, İngilizlerin İstanbul'u işgal etmeleri üzerine onlara karşı 'Hutuvat-ı Sitte' isimli eserini yayınlamış ve Kuva-yi Milliye hareketine destek vermek için Ankara'ya gelmiştir" diyor. Aslında, Said Nursi, İngilizlerin işgal planına uygun olarak Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasında yerini almıştır.

Çelik bildirisinde, "Bediüzzaman, laiklik perdesi altında bazı devlet görevlilerinin dinsizlere yardım ettiğini söyler" diyor. Oysa Said Nursi sıkça hezeyanlara kapılmaktadır; bu da bir hezeyandır. Nursi'nin bir hezeyanı ise Atatürk ile ilgilidir. Emirdağ Lahikası'nda; "Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlığını Mustafa Kemal'e vermediğim için bana hücum ediyorlar" der.

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi (24 Haziran 2008)

24 Haziran 2008

Kitap Önerileri - 1

Eser Adı: Milli Kurtuluş Tarihi 1838'den 1995'e
Yazar: Doğan Avcıoğlu
Yayınevi: Tekin Yayınevi

Bu eser, alışılmış anlamda bir tarih kitabı değildir. Tarih, genellikle geçmişin, yani ölünün incelenmesi demektir. "Milli Kurtuluş Tarihi"nde ise, bugün karşıkarşıya bulunduğumuz ve yarın karşılaşabileceğimiz sorunlara yanıt aranmıştır. Daha açık bir deyişle, yeryüzünde ilk bağımsızlık savaşını veren bir ülkenin milli kurtuluş hareketi, günümüzde ve gelecekte Türkiyemizi bekleyen sorunlar açısından sorguya çekilmiştir. Bu niteliğiyle "Milli Kurtuluş Tarihi", Kıbrıs olayları ve ABD silah ambargosuyla ortaya çıkan gelişmeleri, tarihsel derinliği içinde aydınlatan kaynak eserdir.

Birinci Kitap'ta ABD ve İngiltere, Türkiye'yi parça parça etmek, Anadoluyu Rum ve Ermeni toprağı yapmak için kesin kararlı oldukları halde, Kurtuluş Savaşı liderlerinin pekçoğunun kurtuluşu, Sovyetler Birliği'ne karşı İngilizlerle uzlaşmakta, ya da Amerikan mandası olmakta görmeleri belgelerle açıklanmakta ve emperyalist Batı devletlerini, Tanzimat geleneğine uygun biçimde "koruyucu" ve "kurtarıcı" saymanın, daha sonraki olumsuz iç ve dış gelişmelere nasıl damgasını vurduğu belirtilmektedir.


İkinci Kitapta, 1917 Rus Devrimi ile Türk Devrimi arasındaki ilişkiler, milli dış politika ve Türkiye'de sol akımlar üzerindeki etki açısından incelenmekte, Rus Devrimi ve Komünizm karşısında Atatürk'ün ve lider kadronun tutumu tam bir açıklığa kavuşturulmakta ve Yeni Türkiye'nin kan ve ateş çemberi içinde dış politikasının biçimlenişi anlatılmaktadır.




Üçüncü kitapta milli kurtuluş hareketinin sınıfsal niteliği ve onu öteki kurtuluş hareketlerinden ayıran özellikleri ele alınmakta, Varga'nın "milli feodal aristokrasi" diye adlandırdığı Anadolu egemen sınıflarına ve bürokrasiye dayalı bir milli hareketin sınırları çizilmektedir.






Dördüncü Kitap'ta, Türkiye'deki iç gelişmeleri yönlendirme açısından dış politikanın önemi belirtildikten sonra, 1939 İngiliz İttifakı ile Atatürk dönemindeki bloklar dışı politikanın terkedilişi ve bunun iç politikada doğurduğu sonuçlar ele alınmaktadır. Roosevelt ve Churchill, Kazablanka Konferansı'nda Çin'in Amerikan, Türkiye'nin ise İngiliz nüfuz bölgesi olduğunu kararlaştırmışlardır. Durum, ilgililerce kabul edilmiş ve 1939'dan sonra dış politikamızın belli başlı amacı, Türkiye'nin kaderini ABD ve Büyük Britanya'ya bağlamaya yönelmiştir. Bu yöneliş, 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması ve 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan gelişme çizgisi üzerindedir ve 1995'lerde Ortak Pazar'a tam üye olmakla doruk noktasına ulaşabilecektir.

20 Haziran 2008

Güce Odaklı İslam

AKP’nin TBMM’de grubu olan partilerle ilişkisi nasıl?

333 milletvekiliyle Meclis’te çoğunluğu sahip AKP, ne ana muhalefet partisi CHP, ne MHP, ne de DTP’yle ilişkiye giriyor...

“Sıkmabaş” konusunda MHP’yle anlaşan, anayasa değişikliğinden sonra Devlet Bahçeli’yle de ipleri koparan Tayyip Bey ve arkadaşları sadece caka satıyorlar, kapatma davasına karşı, bir ileri, bir geri taktikle vakit geçiriyorlar...

Tayyip Bey, yurtiçi, yurtdışı gezilerine çıkıyor, zaman zaman Araf suresinin 179. ayetinden alıntılar yapıyor:

“Bazı insanların kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır gerçekleri söylemezler...”

Her salı günü televizyonlarda Tayyip Bey’i, Baykal’ı, Bahçeli’yi grup toplantılarında izliyoruz..

Tayyip Bey, olup bitenlerin tek sorumlusunun CHP olduğunu öne sürüyor, Bahçeli’ye vuruyor ve böylece AKP grubundan alkış topluyor.

AKP yaklaşık yedi yıldır iktidarda...

Yedi yıldır ağızlarında “demokrasi ve özgürlük” türküsü...

Peki, AKP yedi yıldır demokrasi ve özgürlükleri genişletti mi?

Nerede!..

Varsa yoksa “sıkmabaş”...

Halk sağlığı, gençliğin korunmasını gerekçe göstererek, alkollü içki satış tüketimi alanlarını kısıtlayan ve yasaklayan AKP hükümeti değil mi?

Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapı oluşturulurken, atamalarda “liyakat ve kariyer” yerine “din ve aidiyeti” öne çıkaran AKP hükümeti değil mi?

Milletvekili çoğunluğuna dayanarak anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemez ilkesini ortadan kaldırmaya kalkışan, ‘anayasa’da tanımının yeterli olmadığını öne sürerek laiklik ilkesini aşındırmaya çalışan AKP hükümeti değil mi?

***

İmam hatip liselerinde uygulanan katsayı sisteminin bir hak çiğnemesi olduğunu söyleyen düşünce AKP’de egemen...

Bu yetmezmiş gibi “din ve inanç özgürlüğ” kılıfıyla 12 yaşın altındaki çocukların Kuran kursuna gitmelerini engelleyen düzenlemeye AKP karşı...

Milli Eğitim Temel Yasası’nın, okul kitaplarını da dinselleştirdiği bilinmeyen bir eylem değil...

Laik demokratik Cumhuriyetin Başbakanı neler söylüyor:

“Ulemaya danışmak gerek... Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir...”

Bunlar dinsel söylem değil mi?

Türkiye bir krize doğru adım adım ilerlerken kendi kendime soruyorum:

“Yoksa ben çok mu kötümserim?..

Yoksa hep karanlık senaryolar mı yazıyorum?”

Bakıyorum AKP iktidarı “hem suçlu, hem güçlü” görünmek için yangına ateşle gidiyor...

Tarikatçı medya Tayyip Bey’i teslim almış...

ABD’de yaşayan Fethullah Gülen, Çankaya-TBMM ilişkisi için belki de şöyle bir senaryo hazırlamış:

“Tayyip Erdoğan ve ekibini AKP’den arındırıp, yeni bir siyasal yapı oluşturmak...”

Fethullah Gülen, son otuz yılın en güçlü dönemini yaşıyor...

Devlet içinde örgütlenmesi bitmiştir.

Çünkü, devletin en önemli “istihbarat birimi” Fethullahçıların elindedir...

İsterseniz, ABD’de Utah Üniversitesi Siyasi Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. M. Hakan Yavuz’un, Özdemir İnce’ye gönderdiği açıklamadan bir bölüm vereyim:

“... Söz konusu cemaatin bugünkü konumundan, ciddi şekilde hem demokrasimiz açısından, hem toplumsal barış açısından kaygı duyuyorum.

Cemaat bir siyasi proje peşinde ve bu Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun bir proje değil...”

İşte Fethullahçıların gerçek yüzü...

Bunu, ben değil Hakan Yavuz söylüyor. Üstelik Fethullahçıların uluslararası aktörlerle ilişkilerinin sorgulanmasını istiyor...

Evet... AKP, Fethullahçıların tuzağına düştü. Tek amaçları, devlet içinde örgütlenmek, Çankaya’ya Abdullah Gül’ü çıkarmaktı. Görevlerini bitirip güçlendiler.

***

AKP kapatılırsa, yeni projelerini uluslararası aktörlerle birlikte gerçekleştirecekler.

Projenin adı çok önceden konmuştur:

“Büyük Ortadoğu Projesi...”

Tayyip Bey bu tuzağın içine düşürülmüştür, bilerek ya da bilmeyerek...

AKP’nin “Milli Görüş” çizgisindeki milletvekilleri acaba hiç uyarmadılar mı Tayyip Bey’i?

Bilemem!..

Benim bildiğim Tayyip Bey’e “gaz” vermişlerdir Fethullahçılar son sekiz ay içinde. Tayyip Bey de bu dolduruşla “tam gaz” gitmiştir işte.

Hakan Yavuz ne diyordu:

“Cemaat (Fethullah Gülen ve takımı) özelde Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’unu, genelde ise İslamı ‘araçsallaştırmıştır’. Gittikçe İslamsız bir İslam anlayışı hâkim olmakta ve güce odaklanmış bu İslam anlayışı ahlaki çekirdekten uzaklaşmaktadır.”

Bunun anlamı nedir?

Yanıtını Fethullah Gülen versin!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 19 Haziran 2008

12 Haziran 2008

Dinci Demokrasi Olmaz

Önceki gün MHP lideri Devlet Bahçeli’yi, ardından da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarını izlerken kendi kendime sordum:

“Türkiye çağın neresinde?”

Ardından başka sorular geldi...

Tuzla’daki tersanelerde ardı arkası kesilmeyen ölümlerin sorumlusu kimlerdi? Hazine ve orman alanlarını talan edenler hangi siyasi partinin yandaşlarıydı? AKP’yi her koşulda destekleyen, savaş tamtamları çalan kalem erbabı nerelerden besleniyorlardı?

Çağa yenik düşen bir toplum yaratılmıştı...

Akaryakıt fiyatlarının ivme kazanması Fransa’dan Hindistan’a dek uzanan coğrafyada tepkiye neden olurken, Türkiye’de kimsenin sesi ve soluğu neden çıkmıyordu?

Tepkisiz bir toplum yaratılmıştı...

Medya baskı altındaydı...

Yargıtay’ın telefon dinlemelerinde Türkiye genelini kapsayacak biçimde yetki verilmeyeceği kararını haberleştiren Milliyet muhabiri Gökçer Tahincioğlu’yla Vatan gazetesi muhabiri Kemal Göktaş’a “gizliliği çiğnedikleri” gerekçesiyle soruşturma açılması hangi demokratik ülkede görülürdü?

Suç gerekçeleri uzayıp gidiyordu iki genç meslektaşımız için:

“Terörle mücadele yasasına muhalefet... Hedef gösterme...”

Haber ve düşünce suç sayılıyordu benim ülkemde...

Ama savcılık soruşturmasını, poliste alınan ifadeleri, dinleme tutanaklarını yayımlayan gazeteciler ise AKP hükümetince korunup kollanıyor; yazdıkları haberler, yazılar televizyon ekranlarına yansıyordu...

***

CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yazılı yanıtlaması için verdiği soru önergesinde, “Ergenekon soruşturması” hakkında yayın yasağı, gizlilik kararı olmasına karşın, sistemli yayınlar yapıldığını öne sürüyordu...

Kemal Anadol 25 Mart 2008’de sormuştu:

“Yayın yasağına rağmen ‘Ergenekon Soruşturması’ hakkında basına bilgi sızdıranlar kimlerdir?”

Aradan iki buçuk ay geçmiş ama İçişleri Bakanı Atalay, CHP’li Anadol’un sorusuna yazılı yanıt vermemiş...

Böyle bir ülkede yaşıyoruz...

Telefonlar dinleniyor, toplum sessiz; dağlarımız, ovalarımız, göllerimiz, koylarımız, büklerimiz yabancılara peşkeş çekiliyor, toplum tepkisiz...

Şimdilerde Karadeniz’in doğa cenneti Bartın’ın varsıl bitki örtüsüyle ünlü ilçesi Amasra’da termik santral kuruluyor...

Üstelik Küre Dağları Ulusal Parkı’na 40 kilometre uzaklıkta olan yerleşim birimine... Kaz Dağları’nı, Toroslar’ı bitirdiler, şimdi sıra Küre Dağları’nda...

Sorular bitmiyor...

“Sıkmabaş”ı demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi olarak topluma yutturmaya çalışanlara bir sorum olacak:

“Dinci demokrasi olur mu?”

Hiç olmaz mı, bal gibi olur. Anayasa Mahkemesi önüne bir dinci örgüt toplanır, yargı üyelerine pankartlarla gözdağı verir:

“Yargı İslamı yargılayamaz... Cüppeli darbeye direneceğiz.”

İran’da İslam Cumhuriyeti’ni demokrasi sananlar “evet” diyebilir... Suriye’yi, Mısır’ı, Libya’yı “laik” diye tanımlayanlar ise bu soruya “hayır” yanıtı verebilir.

Bireyleşmenin, çağdaşlaşmanın, demokrasinin yol haritası laiklikten geçmez mi?

Laiklik bir yaşam biçimi olmadan ne bireyleşme olur, ne çağdalaşma ne de demokratikleşme...

***

Barroso’nun TBMM’de yaptığı konuşma geldi aklıma...

Ne diyordu muhterem:

“Müslüman dünyasının köktendinci rejimleri karşısındaki tek alternatif Türkiye...”

“Sıkmabaş”ı bir siyasal simge olarak görmüyor Barroso, Tayyip Bey “Velev ki siyasi simge” demesine karşın!..

Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, kısaca hangi demokratik Avrupa ülkesindeki okullarda, kamu kuruluşlarında “sıkmabaş” insanların gözüne sokulacak kadar batıyor, din eksenli bir siyasetin aracı oluyor...

Bir örnek verin Bay Barroso!..

Hangi ülkede?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 12 Haziran 2008

I love Humeyni!

"Humeyni’yi seviyorum.

Atatürk’ü sevmiyorum.

Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman... Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı."

*

Böyle dedi.

*

"Türbanlı böyle dedi"
demiyorum; çünkü bütün türbanlılar böyle düşünmediği gibi, böyle düşünen türbansızlar da var.

Demem şu...

*

Nene Hatun, Maraşlı değil.

Erzurumlu.

Savaştığı düşman, Fransız değil.

Rus.

Rus başörtüsüne saldırmadı.

Aziziye Tabyası’na saldırdı.

Milli mücadelenin mangal yürekli evladıdır ama, milli mücadelenin ilk kurşununu Sütçü İmam sıkmadı.

Hasan Tahsin sıktı.

Maraş’ta değil, İzmir’de.

Takvime bak.. Hasan Tahsin’in tetiğe basmasıyla, Sütçü İmam’ın tetiğe basması arasında 6 ay var...

Sütçü İmam, Fransız vurmadı.

Ermeni vurdu.

Maraş’ta düşmana ilk müdahaleyi yapan da, aslında Sütçü İmam değil.

Çakmakçı Sait.

Silahı yoktu.

Yumruğuyla saldırdı.

Şehit oldu.

Maraş’ı önce kim işgal etti?

Arkadaşın İngilteresi!

Kim sesini çıkarmadı?

Arkadaşın padişah efendisi!

Kim kurtardı?

Arkadaşa daha geniş haklar tanıyacak olan İngilizlerin gemisiyle kaçan padişah efendinin idam etmek için arattığı Atatürk!

*

O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanların hep Müslüman olmadığını da görürsünüz...

Bizzat Ordinaryüs Profesör Mazhar Osman’ın ağlayarak okuduğu "şehit listesi"ne göre, bu toprakları İngilizler işgal etmesin diye savaşan, can veren İstanbullu hekimler arasında, 140 Türk, 32 Ermeni, 25 Rum, 18 Yahudi var.

Ve, dikkatinizi çekerim, hepsine birden "şehit" demişler... Çünkü şehitlik kavramı, "o dönemin sosyolojik yapısı"na göre, dinle alakalı değil, yurtseverlikle alakalı.

*

Uzatmayayım.

Tehlike ne İran’dır, ne İngiltere...

Kara cehalettir.

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 12 Haziran 2008

Başsağlığı...

"Seks kölesi"ni biliyordum da...

"Seks kenesi"ni ilk kez duydum.


*

Karabük'te kene ısırması sonucu hayatını kaybeden 75 yaşındaki talihsiz kadının cenaze namazını kıldıran imam açıkladı: "Fuhuştan oluyor..."

*

Fuhuş artınca bu tür şeyler olurmuş!

*

Geçenlerde de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir dergi dağıtıldı... İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneği'nin dergisi... Orada da yaz aylarında plajlarımızda sık sık görülen boğulma vakalarına bilimsel açıklama getirilmişti: "Herhangi bir kişi, denizde boğulmak üzereyken, samimi şekilde dua ederse, kurtulur."

*

Kanıt?

Titanik...

*

Dergiye göre, "Titanik'ten kurtulanlar bu şekilde kurtuldu."

*

İstanbul'da da Tıp Festivali başladı.

Camide.

Merkez Efendi Camisi'nde.

Büyükşehir Belediye Başkanı -ki muhallebici mimardır- "şifa olsun" diyerek, "mesir macunu" dağıttı.

*

Netice itibarıyla...

- Rahmetli TC'yi nasıl bilirdiniz?

- İyi bilirdik.

- Hakkınızı helal edin.

- Helal olsun.

- Gömün.

Yılmaz Özdil - Hürriyet, 1 Haziran 2008

30 Mayıs 2008

Diyanet

DÜN gece bir film vardı; Batı ülkelerinden birisinde polislerin terfi töreninde İncil okundu ve ben düşündüm ki onlar açısından huzur verici olmalı.

Bizde niçin olmuyor?

Çünkü oralarda din ile devlet barışık.

Dinin, devleti ele geçirme ya da ülkeyi yönetmeye kalkma iddiası yok. Kimse dini siyasette ya da ticarette kullanmıyor.

Dahası din ile çağdaşlık uyumlu...

Din ile medeniyet çelişmiyor...

*

Bizler Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan hep bunu bekledik:

Dinin yüceliğini korumasını... Dini kirli çıkarlarına alet edenlere tepki göstermesini...

Eğer inançlar, kirli siyasi ve ticari işlerin arasında yara alıyorsa, din çıkarlar yüzünden kirletiliyorsa, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın buna izin vermemesini umduk.

Boşuna...

*

Üstelik tersi oluyor.

Dünkü gazetelerde vardı; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine göre flört zina...

Parfüm; edepsizlik...

Bir kadın erkekle tek başına kalırsa; günahkar...

Buna göre anlaşarak evlenenlerin hepsi zinacı... Bizim çalışma arkadaşlarımızın hepsi asansörlerden dolayı cehennemlik...

Parfüm süren tüm kadınlarımız; edepsiz...

*

Çağa ve medeniyete karşı duran hiçbir şey varlığını sürdüremez.

Din bile...

İşte; dinin kirli ellerde malzeme olması yüzünden son zamanlarda ne kadar insan inancından uzaklaştı ve kitleler nasıl dilim dilim bölündü, gören var mı?..

Dört bakanlığın toplam bütçesi kadar bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için mi orada?..

Din tacirlerine çanak tutsun diye mi?..

Din gibi insanların en yüce duygularının emanet edildiği kurum böyle mi olmalı?..

Bizler tam tersine; Diyanet İşleri Başkanı’nın bir gün çıkıp dini siyasette ve ticarette kullananlara "İnançları kullanmayın" demesini beklerken...

Böyle olacaksa...

Ben helal etmem Dinayet’e giden vergimi...

Bekir Coşkun - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Protestan İslamı...

Prof. Dr. Şerif Mardin, laikliği, Kemalizmi beğenmez, aşağılar...

Bir süre önce “mahalle baskısı” terimini ortaya atmıştı...

Aynı şeyleri yıllardır yineler durur...

Şerif Mardin, öteden beri gizli açık Nurculuğu, Nakşiliği savunur, “cemaat kavramını” irdeler...

Muhteremin her konuşması bazı gazetelere manşet olur, “İrtica var mı, yok mu” tartışması başlar...

Dinci-tarikatçı örgütlenme 2008 yılında doruğa ulaştı mı, ulaşmadı mı?

Eğitim sistemi tarikat şeyhlerine teslim edildi mi, edilmedi mi? Dinci bir sermaye gücü yaratıldı mı, yaratılmadı mı?

Daha sayayım mı?

Mardin gibi düşünenler, Türkiye’de serbest piyasa düzeninin Allah’ın mantığının önüne geçtiğini söylüyorlar Washington’daki bir toplantıda...

Konuşmacı Prof. Dr. Hakan Yavuz...

Hayli ilginç konulara değiniyor:

“İleride daha laik bir Türkiye görebiliriz. Fethullah Gülen cemaati, Protestan bir İslamı temsil ediyor. AKP’nin, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, Milli Eğitim’in ve Türkiye’de polisin İslamlaştırılmaya çalışılması, türban konusu, alkolün yasaklanması gibi bir dizi hatası oldu...”

Hakan Yavuz’a göre AKP’nin kusurları var sadece...

Bilinçli bir biçimde yapılan devlet içindeki dinci örgütlenme kusur sayılabilir mi?

Demek AKP suç işlemiyor, kusur işliyor...

Kusurun bağışlanması gerekiyor...

Şerif Mardin de “Kemalizm iyiyi, doğruyu, güzeli topluma veremedi” deyip öğretmen-imam karşılaştırması yapıyor:

“İmam, öğretmeni yendi...”

***

Şerif Mardin ve Hakan Yavuz...

İkisi de ABD’yi çok iyi tanıyor...

Hakan Yavuz, Wilson Center’da “Türkiye’nin demokrasisi daha güvenli olabilir mi?” konulu toplantıda bazı gerçekleri, Şerif Mardin’den daha açık söyleyebiliyor:

“AKP büyük olasılıkla kapatılacak. Ancak bu ortamdan bir uzlaşıyla çıkılmalı. Türkiye’nin AB’deki görüntüsü, İslamcı devlet modeli. İslama yakın olan AKP’nin de bunda etkisi var. Türkiye ulus devlet yapısının zarar görmemesi için son derece dikkatli davranmalı. Laik kesimin korkusu bu. Cemaatler polis gücüne, eğitim sistemine girerse, devletin bugünkü yapısı bozulur. Laik çevrelerin bu konudaki endişeleri anlaşılabilir.”

Hakan Yavuz bile devletin duyarlı kurumlarının “dinci kuşatma” altında olduğunu söylerken, Şerif Mardin hâlâ “Kemalizm laikliği netleştiremedi” diyebiliyor.

Peki, 1950’den sonra işbaşına gelen sağ iktidarlar, onların temsilcilerinin yobazlara, dincilere, tarikat şeyhlerine verdikleri ödün nereye konulacak?

Aydınlanma Devrimi’nin üstü açık ve kapalı düşmanları nerede yetiştirildi, Fethullah Gülen son 30 yılda neden bu denli güçlendi?

Şöyle 27 yıl önceye gidelim...

1983 yılında ANAP iktidar oldu...

Başbakan Turgut Özal, Fethullahçıları, Nakşileri, Süleymancıları kucakladı, onların önündeki engelleri kaldırdı...

İlk engeli “en baba Atatürkçü” Kenan Evren Paşa yapmıştı, 12 Eylül askeri darbesinden sonra. Özel okullara izin verildi, ABD’nin isteği doğrultusunda...

***

1990’da Sovyetler Birliği çöktü...

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk adımını attı...

Başbakanlık Konutu’na tarikat şeyhlerinin iftar yemeğine çağrılması Erbakan Hoca’yı siyaset sahnesinden indirme amaçlı mıydı? ABD, bu planı önceden yapıp Tayyip Bey ve Abdullah Bey’le görüşmüş müydü “Ilımlı İslam Modeli”ni?

Türkiye sıkıştıkça birileri çıkıp 1923’lerden başlayarak Kemalizmi, laikliği yerden yere vuruyor, Atatürk’e saldırıyor...

Halkevleri, Köy Enstitüleri, tarım kooperatifleri niçin kurulmuştu? Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun işlevi neydi?

Bunları neden konuşup tartışmıyoruz?..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Geçmişi Anımsamak

Öyle sessiz gelmediler..

Gümbür gümbür geldiler...

Medya patronları, işadamları, gazeteciler, kimi sözde aydınlar alkış tuttular onlara, yere göğe sığdıramadılar...

1994 yerel seçimleriydi...

Medya bombardımanı SHP’ye vurdu, Nurettin Sözen’i, Murat Karayalçın’ı, Yüksel Çakmur’u yıktı, yerle bir etti...

Sola olan düşmanlık giderek arttı...

Anımsayın o günleri!..

Çünkü unutkan bir toplumuz!..

O yıllar “Milli Görüş” gömleğini, şapkasını, bayrağını sallayarak geldiler...

İstanbul ve Ankara’yı kaptılar, İzmir’de Burhan Özfatura’ya kaptırdılar...

Kuşatma böyle başladı...

İngiliz, ABD pasaportu taşıyan Pakistanlı köktendinciler İstanbul’u mesken tuttuklarında Tayyip Bey Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı...

Nurettin Sözen’in kurduğu televizyon kanalı bir gecede “Milli Görüş”e teslim edildi...

İstanbul’un varoşlarını da almışlardı...

Unutmayın yıl 1994...

Özel otoların arkasına baktığınızda ne görüyordunuz?

Dedim ya.. unutmuşsunuz?

“Tek Yol İslam!”

Belediyeler onların, laik medya ise destekçisi...

İşler tıkır tıkır yürüyordu...

Seçimlerden bir iki gün önce ya da sonra.. bir gazetenin binasından canlı yayın yapılıyordu...

Konuk Tayyip Bey, bir ara söyleşiyi yapan muhabire sinirlenip kükredi:

“Biliyor musunuz, bu bina kaçak!”

Muhabir sus-pus oldu...

Tayyip Bey’i hiç kızdırmadı...

Programın ondan sonraki bölümü güle oynaya geçti...

Medya patronları mutluydu...

“Milli Görüş” İstanbul’u kuşatınca, bir patron 100, öteki 90 araç hibe etti belediyelere...

Veren de mutluydu, alan da...

***

1995 genel seçimlerinde CHP kıl payı geçti yüzde 10 engelini...

REFAHYOL iktidar oldu...

Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’dı...

6 Kasım 1996’da devlet içinde örgütlü çete Susurluk’taki trafik kazasında ortaya çıktı...

Toplumun sivil demokratik dinamikleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ayağa kalktı...

“Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık!”

Anımsayın o günleri!..

Solcular, sosyalistler, demokratlar, yurtseverler el ele, omuz omuzaydı...

Erbakan Hoca konuştu:

“Gulu gulu dansı yapıyorlar...”

Adalet Bakanı Şevket Kazan seslendi:

“Mum söndü oynuyorlar!”

Tansu Çiller gürledi:

“Devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir!”

Nazlı Ilıcak, HBB televizyonunda Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı Haluk Kırcı’yı programa bağlamıştı telefonla...

Güvenlik güçlerinin aradığı Bahçelievler Katliamı sanığı Kırcı, çetelere övgü düzüyordu...

Nazlı Hanım da demokrasi ve özgürlükler için Haluk Kırcı’ya, Susurluk’ta ortaya dökülen devlet içindeki çeteye alkış tutuyordu...

Haluk Kırcı 12 Eylül 1980 askeri darbe sonrasında da korunup kollanmıştı; REFAHYOL döneminde de...

Polis, Kırcı’yı İstanbul’da yakalayıp gözaltına almıştı 1990’lı yılların başında...

Gözaltındaki Kırcı, kaçıp kayıplara karışmıştı.

Tüm bunlar olurken, camilerden çıkan müminler tekbir getirerek gösteri yapmaya başlamışlardı...

Yeşil holdingler o yıllarda kuruldu.. Almanya’daki “Milli Görüş”, komisyon karşılığı milyonlarca markı camilerde topladı...

Kimileri Esenboğa Havaalanı’nda altınla, markla yakalandı...

Sonuç?

Onlar şimdi AKP’nin kanatları altındalar...

***

Öyle koşa koşa gelmediler...

Darmadağın olmuş sol partilerin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, yargının, medyanın gözlerinin içine baka baka geldiler...

28 Şubat yıkmadı onları, daha da güçlendirdi...

Demek ki siyasi parti kapatmakla düzelmiyor işler!..

ABD ve AB şimdi onların arkalarında...

Laikliği bile AB’ye teslim ettiler!..

Ekonomi batıyor, üretici kesimi soluk alamıyor...

İşçi, memur, esnaf perişan!..

Birileri ise küplerini dolduruyor...

Varsıl kendi ıkarı peşinde, yoksul erzak çuvalı kuyruğunda...

Birey olmak, ulus olmak öyle kolay değil!..

Dönekliğin, dalkavukluğun, ikiyüzlülüğün, zibidiliğin, soygunculuğun, talancılığın prim yaptığı bir dönemden geçiyoruz...

İşimiz zor!..

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

GAP Eylen Planı

Başbakan Erdoğan’ın “GAP Eylem Planı”nı açıklamak üzere çıktığı Diyarbakır seferi gerçekten şöyle özetlenebilir:

GAP Eylen Planı!

Sanki AKP iktidara geleli 2 ay kadar olmuş! Sanki AKP iktidar koltuğuna oturmadan önce bir güzel GAP çalışıp plan hazırlamış... Sanki Erdoğan kendisini iktidara taşıyan seçmene “İlk icraatım GAP olacak” sözü vermiş...

Erdoğan bu duygularla örülü bir GAP iklimi yaratmaya çalıştı. Verdiği sözlerden birkaçını aktaralım:

- 3.8 milyon kişinin istihdamı sağlanacak.

- Kişi başına düşen gelir yüzde 209 artacak.

- 1.8 milyon hektar alan sulamaya açılacak.

- Ürün çeşitliliği sağlanacak.

- GAP’ın yönetimi Güneydoğu’ya taşınacak.

Oysa AKP 6 yıla yakın süredir iktidarda ve GAP’a bir çivi çakmadığı gibi, sökmedik çivi bırakmadı.

Şimdi tutmuş, GAP için 4 yıllık 12 milyar dolarlık eylem planı açıklıyor. Üstelik şahitler huzurunda:

12 bakan, 50’yi aşkın milletvekili...

Başbakan bunca yatırımın kaynağını da bulmuş:

İşsizlik Sigortası Fonu ve özelleştirme gelirleri.

İşsizlik Fonu ile istihdam sağlamak mı! Nasreddin Hoca’nın tellere takılan yünleri bundan daha gerçekçidir.

Özelleştirme paralarını yatırıma aktarmaya gelince... Önce bir soru:

Bugüne kadar hangi özelleştirmenin gelirini hangi yatırıma aktardınız?

Ülkenin bütün varlıklarını özelleştirirken, gerçekte yabancılaştırırken, ben bunun paralarını bu ülkede yatırım yapmak için harcayacağım derseniz adama sorarlar:

O zaman niye özelleştiriyorsunuz?

***

Başbakan Diyarbakır konuşmasında bu bölgede ekilecek adalet tohumlarının tüm Türkiye’de yeşereceğini söyledi.

Anlaşılan Ankara’da kuruttuğu adaleti Diyarbakır’da anımsadı!

Erdoğan, konuşması sık sık “Vur vur inlesin Deniz Baykal dinlesin” diye kesilince araya girdi:

“Başka dinlemesi gerekenler yok mu? Onlar da dinlesin.”

Başbakan’ın bölge gezisi seçim kokuyor ve DTP’nin ağırlığını tümüyle ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu bir siyasi parti için elbette hedef olarak seçilebilecek bir konudur. Ancak AKP’nin DTP’yi silip yerine ümmetçi bir mantığı etkin kılma girişimi bizde şu soruyu da çağrıştırdı:

Acaba bu BOP ödevleri arasında mı?

***

Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) kökenleri Atatürk’ün 1936’daki şu işaretine kadar dayanıyor:

Fırat Havzası’nı projelendirin!

O gün bugün gelen her iktidar bölgeyle ilgili, projeyle ilgili az çok bir şeyler yaptı. En az ilgilenenler arasında AKP geliyor!

Güneydoğu’da toprağa ve suya yapılacak yatırımın yanında bir kesimi daha ihmal etmemek gerekiyor:

İnsana yatırım!

AKP insana yatırım denince sadece seçimi düşündüğü için bu konuda yaptıklarını yeterli görüyor.

Oysa GAP dünden bugüne devletin devamlılığı ilkesiyle bütün hükümetler tarafından duyarlılıkla sürdürülseydi, bugün GAP’ın yanına 2-3 proje daha koymuş olurduk.

Şimdi GAP’ın yarısına yaklaştık, kalanına bakıyoruz.

Rastlantıya bakın ki, Başbakan’ın GAP planı hazırladığı gün Irak Su Kaynakları Bakanı Abdüllatif Raşit Ankara’daydı. Raşit, Ankara’dan Türkiye’nin Dicle ve Fırat’ta planladığı yatırımlarla ilgili kendisine bilgi vermesini istedi, ardından şunu istedi:

“Su garantisi.”

Saddam döneminde olmayan, ABD işgaliyle kurulan Su Bakanlığı, bölgeyi bekleyen yeni sorunların habercisi.

Erdoğan, bütün bunlardan öte GAP’ı bir seçim malzemesi olarak almış, yıllar önce saptanmış hedefleri tazeleştirmiş, halka yutturmaya çalışıyor.

Ne demişler:

Türk’ün aklına ya kaçarken gelir...

Ya da seçerken!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 29 Mayıs 2008

Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz

TÜRK siyasetçilerin, gazete yazıcılarının, üniversite elemanlarının yanlışlarını düzeltmek zorunda kalmamız yetmezmiş gibi şimdilerde bir de Avrupa Birliği şövalyeleri ile uğraşmak zorunda kalıyoruz.

Sabah Gazetesi iftiharla sunuyor: "Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz" demiş.

Barroso hazretlerine laikliğin zorla dayatılması gerektiğini kanıtlamadan önce, hazretin bu inciyi yumurtladığı bağlamı sunalım:

KİBARLIK GEREKSİZ!

"AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için, Türkiye’de tam demokrasi ve ’demokratik laikliğin’ olması gerektiğini belirterek, ’Laiklik zorla dayatılmaz. Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır’ dedi." (Sabah, 09.05.08) Bu, yanlışlığın değil deli saçmasının neresini düzeltelim?

Türkiye’de okuldan çok cami var. Okullardaki sınıflarda öğrenciler yer bulamazken birden fazla camisi olan küçücük köyler var. Halk iki dini bayramında yılda toplam en azından 10 gün tatil yapıyor. Kurban kesiyor. Sosyetesi bile hacca ve umreye gidiyor. Milli voleybolcusu genç kız tesettüre giriyor. Ülkede 300’den fazla imam hatip okulu, neredeyse her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, bütçesi üç bakanlığa bedel Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce Kuran kursu, tarikatlar tarafından yönetilen gene binlerce öğrenci yurdu, yüzlerce İslamcı gazete, dergi, yayınevi, radyo, onlarca televizyon kanalı var. Bankalar ve holdingler var. Kimsenin namazına, niyazına karışılmıyor. Yani herkes özel yaşamında inançlarını özgürce kullanıp uyguluyor. Daha uzatmaya gerek yok. Bu ülkede mi laiklik zorla dayatılıyor!? Kibarlığın hiç gereği yok: Çüş artık!

’ZORLAMA’NIN FERİŞTAHI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazmaktadır. Ve bu madde Anayasa’nın 4. maddesine göre, değiştirilmesi bir yana değiştirilmesi teklif bile edilemez.

İşte size zorlama’nın feriştahı!

Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri, Asli Kurucu (Demokratik) İktidar’ın tercihini yansıtmakta ve dayatmaktadır. Bu iki maddeyi Tali Kurucu İktidar (Türevsel İktidar) da değiştiremez. (Yani AKP’nin egemen olduğu TBMM bile.)

Bu iki madde ancak İslamcı bir ihtilal ile, monokratik ve teokratik bir iktidar biçimi ile değişebilir.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik bir devlet düzeni ve ilkesi olarak kendini zorlayabilir. Bu bir!

İkincisi: Bu iki maddeden hoşnut olmamak, laikliği yeniden tanımlama hevesleri, fırsat kollayan, geleceğe dönük şiddeti içermektedir. Bu nedenle AKP’nin kapatılma davası Venedik Kriterleri ile kesinlikle çelişmez.

Bir şair ancak bu kadar hukuk ve Anayasa hukuku dersi verebilir! Jose Manuel Barroso ve dostlarına ve AKP milletvekillerine, dostum Erdoğan Teziç’in "Anayasa Hukuku" kitabını okumalarını tavsiye ederim. Okusunlar ki yakında bazı önerilerim olacak!

Özdemir İnce - Hürriyet, 28 Mayıs 2008

Bu Gidişle

Anayasa Mahkemesi içeriden dışarıdan baskı altında.

İktidarın devlet kadrolarını kendi amaçlarına yatkın, tarikatçı kişilerle doldurmasına ses çıkarılmıyor; şimdilik ordu dışında hemen her çevreyi laiklik karşıtı kişilerin işgal etmesine karşın bu gelişmeler eleştiri konusu yapılmıyor.

Batı, kendi dünyasında yargının tarafsız ve yansız olmasına fevkalade özen gösteriyor. Lakin bir türlü kendilerinden sayamadıkları Türkiye’de yaşananları irdelemeye geldi mi, AB’den ABD’ye kadar hemen bütün Batı dünyası AKP’yi kapatma kararı çıkmasını engellemek için Anayasa Mahkemesi’ni baskı altında tutuyor ve... Tarafsız olması gereken Anayasa Mahkememizin başta başkan ve kimi üyelerinin kafa yapısı itibarıyla AKP’nin yüksek yargı içinde temsilcileri olduğuna değinmiyorlar.

Örneğin Batılı çevreler Yüksek Mahkeme Başkanlığı’na seçilen Haşim Kılıç’ın dinci AKP’ye yakın durduğunu bal gibi biliyorlar.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, yazılarıyla kitaplarındaki bölümlerle (örneğin son kez ‘AKP Çoktan Kapatılmalıydı’ başlıklı yapıtıyla) “Haşim Kılıç olayını” içimizdeki, dışımızdaki çevrelere, başta laiklik, dinci kadrolaşmaya karşı çıkan partilere (örneğin CHP’ye) anlatmaya çalıştı.

Ne çare uyarılarına kulak asan olmadı. Bir kez de biz deneyelim. Laik rejimin olmakla olmamak arasında kaldığı bu süreçte Haşim Kılıç’ı kamuoyuna bir kez daha tanıtmaya çalışalım.

Neden mi? Zira, Anayasa Mahkemesi’nin vazgeçilmez laiklik ilkesine karşı yasal girişimlere ve laiklik karşıtlığının odak noktası haline gelen AKP’nin kapatılması davasına bakacağı sırada bu konularda taraflı olduğu bilinen Haşim Kılıç hâlâ koltuğunda oturuyor.

***

Haşim Kılıç’ı tartışmaya açan açıklamaların tarihi Erdal İnönü’nün parti genel başkanlığına kadar uzanıyor. Sayıştay Yasası anayasaya aykırı biçimde değiştiriliyor. Böylece Sayıştay Genel Kurulu’nun aday gösterdiği üç kişiden biri Haşim Kılıç.

Kim bu Haşim Kılıç? Anayasa Mahkemesi’ne üye olacak hukuksal bilgi birikimi olan birisi mi? Yüksek ticaret mezunu olması soruyu yanıtlamaya yeter de artar bile.

Anayasa Mahkemesi Sayıştay Yasası’nı iptal ediyor; fakat Yüksek Mahkeme iptal kararları geriye yürümez diyor ve... Kılıç anayasaya aykırı bir yasayla geldiği Anayasa Mahkemesi’ne üye.

***

Kılıç’ın cemaziyülevveli kamuoyuna yansıyor. Gazetelerde yazılar: Nakşibendi tarikatından Haşim Kılıç’ı, Nakşibendi tarikatından Cumhurbaşkanı Turgut Özal Anayasa Mahkemesi’ne atadı!

Üyeliğe seçildiği günün ertesi bir gazeteci soruyor Kılıç’a: “Siz laik misiniz?” Laikim diyemiyor Kılıç, “Polemiğe girmeyelim” gibi kaçamak bir yanıtla soruyu karşılıyor.

23 Nisan 2003. TBMM Başkanı Arınç’ın bayram vesilesiyle türbanlı eşiyle düzenlediği resmi kabule Cumhurbaşkanı Sezer başta, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar katılmıyorlar.

Haşim Kılıç, “…Devletimden değil ama devlet adamlarımızdan utanıyorum…” diyor.

Eşi de türbanlı. Laikliğe karşı olan tavrını bu vesileyle sergiliyor.

Oysa, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu hakkındaki yasanın 47. maddesi gereğince “Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hallerin dava açılmadan veya iş mahkemeye gelmeden önce mevcut olduğu iddiasıyla reddolunabilir”.

***

Tabii Kılıç, görevinden ayrılmayı düşünmediği gibi ayrılmasını isteyene de rastlanmıyor. Vural Savaş’ın yazdığı gibi: Ne yazık ki, Anayasa Mahkememizin Cumhuriyetimizin yaşamsal önemde iki kararında Haşim Kılıç (ve bir iki arkadaşının) oyu ve oyları belirleyici olacaktır.

Haşim Kılıç, kimliğini açığa çıkaran son iki davranışıyla dikkat çekti.

Türbanı serbest bırakan AKP anayasa değişikliğini incelemek üzere, yüksek mahkemede görevli 20’den fazla raportör arasında cımbızla seçtiği ve laikliğe karşı yazılarıyla tanınan ve türban konusunda peşin hükme sahip raportör Osman Can’ı görevlendirdi.

Bu tavrını sürdürdü. AKP kapatma davasını inceleme görevini yine aynı kişiye raportör Osman Can’a verdi.

AKP böylece devlet kadrolarını kendine uygun olanlardan seçme çabasını yüksek mahkemede de yandaşlar kazanarak sürdürüyor.

RTE’ye yasak gelirse siyaseti bağımsız olarak sürdürebileceğini, böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, ortada fol yok yumurta yokken Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın da açıklayınca…

AKP sayesinde hâlâ yargıya siyaset, hatta dini anlayışla siyasetin bulaşmadığı söylenebilir mi?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 21 Mayıs 2008

Yanıtsız Sorular

Siyasal çevreler henüz konuşmuyor. Medyamız ise başlıklarında Çankaya’nın yargı ile hükümet arasındaki gerginliğe çare olacağını sandığı açıklamayı “11’inci devreye girdi” diye yorumluyor.

İnce eleyip sık dokumadan yapılan yorumların uygulamada vereceği olası sonuçlardan söz edilmiyor. Ya da yazılıp önüne konulan açıklamadan kaynaklanan sorulara verdiği kimileri kaçamak yanıtlara bakarak Çankaya’daki AKP’linin ne şiş yansın ne de kebap diyen üslubu eleştirilmiyor.

11’incinin medya ile karşılaşarak açıklamalar yapmaktan özenle kaçındığını Çankaya’daki Doğru ve Güzel Türkçe Kullanımı ödül törenine katılan gazeteciler yazıyor.

Çankaya’daki AKP’li, yine AKP’li olduğunu unutmayarak, yine “kardeşini” koruyarak “ancak meslektaşlarımızın ısrarından kurtulamayacağını anlayınca… mümkün olduğunca az konuşmayı yeğleyerek” soruları yanıtlamış.

Açıklamasında yargıdan ve hükümet başkanından “…adap ve usule özen göstermelerini” istemiş ve görüşlerini açıkladıktan sonra ilk olarak Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’i kabul etmiş.

Yargıtay Başkanı’ndan “adap ve usule özen göstermesini” istemiş olamaz. Zira ağzı bozuk olan, adap ve usulden nasibini almayan konuşmalar yapan “kardeşi” RTE!

***

Gazeteci soruyor: “Açıklamanızda ‘adap’tan söz ediyorsunuz? Kastınız nedir?”

Yanıt? Yok!

Oysa, Çankaya’dakinin herkesten önce RTE’yi çağırıp yasa değişiklikleriyle yargıyı sürekli tehdit etmekten vazgeçmesini söylemesi gerekirken; garipsenecek bir tutum sergiliyor. Adap ve usul eğitimine Yargıtay’dan başlıyor.

Gazeteci soruyor: “Başbakan’la görüşecek misiniz?” Yanıt: “Başbakan’la zaten görüşüyoruz”.

Her hafta perşembeleri, evet, görüşüyorlar. Demek ki Çankaya’daki AKP’li mutat görüşmelerin dışında kalması gereken, özelliği ve ayrıcalığı olan bu konuyu, öncelikle gerilimin gerçek sahibi olan RTE ile görüşme gereğini duymuyor.

Soru: “Görüşmelerinizdeki amaç nedir? Ne söyleyeceksiniz?” Yanıt: “Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum.”

Konuşmak istemiyor. Nedeni polemiğe falan girmek değil. Bu soruya arkasından saldırgan üslubuyla adap ve usulü bozan kişinin “kardeşi” olup olmadığına değinen olası sorunun gelmesinden çekiniyor. Böyle soruları yanıtlamak… Bir AKP’linin AKP hükümetini yargılaması gibi yuvaya ters düşen bir tavır almak... 11’incinin işine gelmez.

Gazeteci soruyor: “CHP, sizin de AKP’nin kapatılması davasında taraf olduğunuzu, bu nedenle devreye giremeyeceğinizi öne sürdü...” Yanıt: “Herkes konuşuyor. Bu konuda konuşmak istemiyorum”.

Oysa geçenlerde gazetelere manşet oldu; kapatma davasında suçlu bulunmasından korkuyor. Ne yapacak, istifa etmesi mi gerekecek?

Böyle bir koltuk bir daha ele geçer mi? Üstelik RTE, AKP kapatılır, kurdurduğu parti yine iktidara gelirse zaten yukarı çıkmasına karşı olduğu “kardeşini” Çankaya’ya sırtında neden taşısın?

***

Son soru, ama görmemişliği bir kez daha, kimi insanlarda ihtirasın sınır tanımadığını kanıtlayan olaylara ışık tutan bir soru:

“Eşiniz Hayrünissa Hanım’ın Köşk’e saraylardan, Osmanlı dönemine ait eserler ve eşyalar getirmek istediği yolunda haberler çıktı, ne diyorsunuz?”

Yanıt sorudan kaçmak, içeriğinden kaçınmak zorunda kalan bir siyasetçinin yanıtı:

“Onu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne sorun. Konuyu o biliyor”.

Hayrünnisa Hanım’ın Çankaya’daki AKP’liye danışmadan, iznini almadan saraylara gidip beğendiği eşya ve eserlerin resmini çekebilir mi? Şayet 11’inciden izin almadı ise Hayrünnisa Hanım; Köşk’te ailevi sorunlar yaşanıyor veya yaşanacak demektir.

Çankaya’dakiler geçmişte yaşadığım bir olayı çağrıştırdı.

Askeri dönemde Köşk’te, asker cumhurbaşkanına ekonomi ve maliye danışmanlığı yapan eski gelirler genel müdürünün Maliye Bakanlığı’na atandığı günlerdi. Bir gece Köşk’teki konutunda özgeçmişini yazmak için buluştuk. Konuşurken sık sık araya giren eşi bir ara “Ben çok gençtim. Evlenmemizin nedenini biliyor musunuz?” diye sordu ve soruyu kısa boylu vücut ve yüz çizgileri beğeniden uzak eşini göstererek yanıtladı: “Çünkü Maliye Bakanı olmasını şart koştum”.

Çankaya’daki AKP’li; artık kamuoyunda konuşmaları, giysileri ve Köşk’teki davranışlarıyla tartışmalı hale gelen, 15 yaşında iken evlendiği Hayrünnisa Hanım’ın isteklerine karşı çıkmıyor. Acaba neden?

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 28 Mayıs 2008

21 Mayıs 2008

19 Mayıs’ta; Siyasal ve Bedensel ‘Arızalar’

19 Mayıs; toplumsal gelişmelerden en az yüzyıl geride kalan dine bağımlı Osmanlı Devleti’nden bağımsız laik Cumhuriyete ilk adımın atıldığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı savaşı başlattığı gün.

19 Mayıs, her yıl Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı adı altında düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor.

Bugünlere gelmelerine olanak sağlayan Atatürk’ü anma gününde Çankaya’daki AKP’li ile Başbakanlık’taki “kardeşi”nin yayımladıkları mesajlarda günün gerçek anlamına değinen ifadelere rastlanmıyor.

Atatürk’ü anma gününde gericiliğin üstünü örten ve Atatürk’ün onca yol gösterici sözleri arasında herhangi bir sırada olan “Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine” ulaştırmayı amaçlayan tek bir cümlesini yineliyorlar.

Çankaya’daki ve Başbakanlık’taki ikili, Cumhuriyet’in ilk adımı olan 19 Mayıs günü açıklanan mesajlarında Atatürk gençliğine, onun içerden ve dışardan gelen her türlü vaade, her girişime karşın tam bağımsızlığı korumayı öngören öğütlerini anlatmaya yanaşmıyorlar.

19 Mayıs günü Atatürk’e ait tek bir cümleyle yetiniyor, üstü kapalı biçimde AKP propagandası yapıyorlar.

***

İkinci, üçüncü sıradaki AKP yetkililerinden bilgisizlikten kaynaklanan acayip yorumlar geliyor.

Örneğin Başbakan Yardımcılığından Adalet Bakanlığı’na gönderilen Mehmet Ali Şahin, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken sadece cumhurbaşkanının, Genelkurmay başkanının ve Diyanet İşleri başkanının makam aracı olduğunu ve bu durumun “halkın dine olan ihtiyacına böylesine önem verildiğini” vurgulamak için söylüyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarını bırakalım bir yana; oysa, Şahin biraz olsun kitap karıştırabilir, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada ABD’ye Türkiye’nin sahip olduğu değerleri açıklayan büyükelçilik raporlarında ülkemizde ancak 200-300 otomobil olduğunun yazıldığını görebilirdi.

Şahin, Çankaya’daki AKP’liden ve RTE’den farklı konuşmuyor. Konuşması da beklenemez. 19 Mayıs’ın kendi yaşamından başlayarak ulusun yazgısını değiştireceğini anlatacağı yerde, bu tarihsel günde tabii dinci parti AKP’ye yakışır içerikte dincilik satıyor.

***

1 Mayıs’ta Kayseri’de, 18 Mayıs’ta Eskişehir’de halka konuşan RTE’nin ne gözünde ne de vücudunda herhangi bir arıza yok.

Bu illerde yaptığı son konuşmalarda da; ekonomik ve sosyal çalkantılardan bunalan halka karşı başarısızlıklarını örtmeye çabalıyor, sanki başarısızlıklarına neden parti lideri Baykal’mış gibi sürekli CHP’ye yükleniyor.

18 Mayıs gecesi 23.40’ta Başbakanlık’tan yapılan bir açıklama “gözünde beliren sağlık sorunu nedeniyle” 19 Mayıs törenlerine katılamayacağını bildirdi.

Acaba gözündeki arızaya, giderek gözüne batan CHP’deki toparlanma, kıpırdanma mı neden oldu?

Yoksa Emine Hanım’ın kraliçenin yaş günü kutlamalarında İngiltere Sefareti bahçesinde sık sık görüştüğü kimi hanımlara söyledikleri, -ne olduğu açıklanmayan- gözdeki rahatsızlığı başlatan gerçek neden mi?

RTE’nin eşi, şöyle diyor: “Bugünlerde psikolojik olarak da bedenen de çok yorgunuz.”

Kısa ama çok dikkat çekici bir cümle.

Bu, sıkıntıları dışarıya yansıtmamak için her türlü çareye başvuran bir siyasetçinin evdeki ruhsal ve bedensel durumunu yansıtan bir cümle.

Enflasyon, her gün artan fiyatlar karşısında geliri sabit kalan bireylerden gelen eleştiriler bir yandan. Diğer yandan iç politikadaki zikzaklarıyla kimi sorunları daha da karmaşık duruma getiren politikaların önüne getirdiği, partinin kapatılması olasılığından, siyaseten yasaklanırsa ne yapacağını, ne olacağını bilememekten kaynaklanan sorunlar…

...Gözde de, bedende de birden sıkıntılar çıkmasına, hatta varsa ülser gibi, sara gibi rahatsızlıkların birden canlanmasına veya yeni rahatsızlıkların başlamasına yol açabilir.

Siyasal ve kişisel olasılıklardan kaynaklanan RTE’deki bunalımı ABD ve AB’den gelen kimi sesler özetliyor:

“…Geçen yaz elde ettiği önemli siyasi sermayeyi çarçur etti…”

Boşuna söylenmemiş: “Haydan gelen huya gider” diye!

Cüneyt Arcayürek - Cumhuriyet, 20 Mayıs 2008

19 Mayıs 2008

AKP Tuzu da Kokutuyor!

Demokrasimizin bugünkü görünümünü en iyi anlatan deyimlerden biri şu olsa gerek:

Tuz kokarsa!

Demokrasilerin “tuzu” hukuktur.

Hukuk yara alırsa, tedirginleşirse, baskı altına alınırsa, orada ne adaletten söz edebilirsiniz, ne sağlıklı yönetimden.

AKP yelpazesi, altı yıl boyunca yaptıklarını iyi bildiği için kapatma davasının nasıl seyredeceğini herkesten iyi biliyor. O nedenle de bu süreci yıpratmak, satranç tahtasını sallayıp her şeyin karmakarışık hale gelmesini sağlamak için her şeyi yapıyor.

Bu hafta içinde yargı kurumlarının çevresinde dolaşan haberlere baktığımızda; yargının, önemli kısmının hâlâ su yüzünde olmayan ciddi bir baskı altında olduğunu görüyoruz.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün izlenme gözaltısının ardından yaptığı açıklamalar, şu soruları öne çıkarıyor:

1- Mahkeme üyelerinin tümü böyle bir takip altında mı?

2- Mahkeme üyeleriyle ilgili yapılan kulis yorumlarında, 7 ya da 9 üyenin mahkeme geleneklerine dayalı oy vereceği konuşuluyor. Amaç salt onları yıldırmak mı?

3- Dava en erken önümüzdeki sonbaharda bitebilir. O güne dek mahkeme üyelerine yönelik yeni sürprizler var mı?

***

Soruların ikinci şıkkını ayrıca sütuna yatıralım... Davanın gündeme alınması oybirliğiyle, davanın içine Gül’ün de katılması 4’e karşı 7 oyla kabul edildi. Bu oylama elbette sonucu bağlamaz ama, yorum yapma hakkı verir!

7 üyeye karar aşamasında 1 ya da 2 üyenin daha katılabileceği konuşuluyor. Katılacak kişi ya da kişiler arasında Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın olmayacağı öngörülüyor.

Kılıç, hem kapatma davalarına farklı bakıyor, hem AKP ile görevi gereği de ilişki içinde!

Öyle anlaşılıyor ki 7-9 üyeyle ilgili ne yapılabilir sorusu iktidar çevrelerinin başlıca gündemi...

Kılıç’ın davranış biçimiyle ilgili somut örnek, son dönemdeki davalarda görevlendirilen raportör... Hem türban davasına hem kapatma davasına aynı kişi raportör tayin edildi...

Görevlendirmeyi kim yaptı?

Kılıç...

Türban raporunu 80 günde yazan Osman Can, görüşlerini kamuoyundan da saklamayan bir kişi. Son iki yıl içinde yayımlanan yazılarında şu tür konuları işliyor:

- Anayasa değişikliğinde AKP pasif davranıyor...

- Bürokratik seçkinlerin iktidarı yitirdiği bir dönemden geçiyoruz...

- Askerlik zorunlu olmaktan çıkarılmasa bile en azından vicdani ret tartışılmalı...

Elimizde Can’ın değişik zamanlarda yayımlanmış 30 sayfaya yakın yazısı var. Can, her konuda istediği gibi düşünebilir, düşüncesini açıklayabilir. Ama Anayasa Mahkemesi raportörünün en azından kurumuna saygılı olması gerekir.

***

Dün Danıştay saldırısının ikinci yıldönümüydü. Saldırıda yaşamını yitiren Mustafa Yücel Özbilgin anılırken Adalet Bakanı’nın bulunmaması yadırgatıcı bir durum değil!

Danıştay Başkanvekili Gönül Önbilgin’in, anma töreninde “yargıya saldırılardan” söz etmek durumunda kalması da içinden geçtiğimiz sürecin fotoğrafı...

AKP, yargı kurumlarını zayıflatarak hukuku esir alabileceğini düşünüyor ama, hem ülkesel hem küresel bellek diyor ki:

Adalet gücünü elinde tutan kişileri zayıflatarak hukuku ortadan kaldıramazsınız!

Mustafa Balbay - Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008

18 Mayıs 2008

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi

Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.

Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...

Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...

Ahmed dedesinin adını taşıyordu...

Tarih 6 Mayıs 1876.

Yer Selanik.

Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu’na götürdüler.

Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami’de toplandılar.

Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin’in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.

Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.

Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.

Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...

Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; "Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?"

Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geride kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

Üstelik hamileydi...

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.

Atatürk’ün doğumuna ilişkin belirsizlikler

Hangi tarihte doğdu?

Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.

Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.

Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.

Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.

İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."

Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.

Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.

Pembe Ev’de mi doğdu?

Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe Ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu.

Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.

Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.

Pembe Ev’in sahibi kim?

Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.

Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı.

Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.

Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi’yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev’e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.

Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.

Sonuçta:

Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk’ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk’ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.

Not:

Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:

Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.

Oysa:

Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir’ler saltanatçı seçkinlerdi.

Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı ok’undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:

Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?

Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?

Soner Yalçın - Hürriyet, 18 Mayıs 2008

Hakan Yavuz Neden Korkuyor?

Prof. Dr. Hakan Yavuz on yıldır ABD’de çalışıyor. Yavuz, Utah Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersleri veriyor. Hakan Yavuz’un eski eşi Edibe Sözen ise AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili...

Hakan Yavuz, bunca yıl Fethullah Gülen hareketini savunmuş bir kişiydi...

Bir de baktım ki şimdilerde içini bir korku sarmış Fethullahçı hareketin Türkiye’yi kuşatmaya başladığına tanık olunca...

Ne denir? Günaydın!..

New York Times’tan sonra İngiltere merkezli uluslararası haber ajansı Reuters’in deneyimli muhabiri Alexandre Hudson, Türkiye’ye gelmiş, Fethullahçılarla konuşmuş...

Fethullahçı Zaman gazetesi bakın haberi nasıl vermiş manşetten:

“Reuters’in Gülen yorumu: Modern hayata kök salan İslam’ın savunucusu...”

Oysa, Reuters’in başlığı şuydu:

“Türk-İslam Vaizi: Tehdit mi, hayırsever mi?”

Reuters’in tüm dünyaya geçtiği haberde, daha düne dek Fethullah Gülen’e övgüler yağdıran, onları yere göğe sığdıramayan, yazıları Zaman gazetesinde çıkan Hakan Yavuz sanki incir ağacından baş üstü düşmüş...

Hakan Yavuz’un Reuters ajansı muhabirine söyledikleri şu İngilizce metinde:

“Bu siyasi bir hareket... Ve her zaman da öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ileride dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka hiçbir hareket yok...”

***

Yıllardır bu köşede Fethullah Gülen hareketinin “siyasal” olduğunu yazdım; devletin duyarlı kurumlarında nasıl örgütlendiklerini kanıtlarıyla ortaya koydum...

Fethullahçıların “maskelerini” indirdikçe medyanın sözde demokrat yazarları, sağ ve sol yelpazedeki politikacılar “Hocaefendi” diye sahip çıktılar...

Fethullahçılar devletin duyarlı kurumları olan Milli Eğitim, emniyet teşkilatında, yargı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde F tipi örgütlenmeye 1983 seçimlerinden sonra Turgut Özal döneminde başladılar.

Yıl 2008 ve işlem bitmiştir!..

Reuters ajansının geçtiği haberde Hakan Yavuz her şeyi açıkça söylüyor. Ancak, Fethullahçı gazeteler ve internet siteleri Hakan Yavuz’un konuşmasındaki işlerine gelmeyen bölümleri makaslayıp, iki satır veriyorlar:

“Türkiye’yi dini dünyanın merkezi yapmak için elit bir sınıf meydana getirmek istiyorlar. Toplumda onları dengeleyebilecek başka bir hareket yok.”

Peki, Fethullahçıların devlet kurumlarında güçlenmelerini; bu güçlenmeden korktuğunu, eylemlerinin siyasal olduğunu söylemiyor mu Hakan Yavuz?

Söylüyor!..

TV kanallarında gazetecilik etiğinden sık sık söz eden Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Hakan Yavuz’un şu sözlerini niçin sansürlüyor?

“Medyada, Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler... Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor...”

Hakan Yavuz yıllar önce Zaman gazetesinde (1 Eylül 2002) ne diyordu:

“Seçim telaşı içinde olan Türkiye’nin dini haritası değişiyor. Bir yanda Fethullah Gülen ile diğer yanda başörtülü kızlarla uğraşan ve sivil dini oluşumları düşman olarak gören Türkiye ne yazık ki her açıdan çöküntü içinde. Çöken sadece Türk ekonomisi değil. Asıl çöküntü ahlaki yapıda. Kısacası, modern insana kendi kutsalını inşa etme imkânı sunamayan Türkiye bari o hakkı tanımalı. Yoksa, harita ummadığımız şekilde değişecektir. Dışarıdan Türkiye’deki dinsel haritadaki kıpırdanmaları izleyen biri olarak gördüğüm şu: Yavaş ama derin şekilde Türkiye’nin dinsel haritası değişiyor. Türkiye gerçekçi anlamda laikliğin tohumlarını ekiyor. Dinsel çoğulculuğun arttığı Türkiye’de inananlar devletin kutsal alandan çekilmesini istiyorlar.”

Bir de Hakan Yavuz’un ABD’de yapılan Gülen Sempozyumu’nun kitaplaştırılan yayınında yer alan makalesinden bir bölümü aynen aktaralım:

“İstikrarlı bir Türkiye için İslami değerlerle Kemalist siyasi sistem arasında bir denge gerekir. Gülen hareketi bu dengeye bir ulaşma yolu sunuyor...”

***

Yıllardır Fethullah Gülen hareketinin “siyasal amaçlı” olduğunu yazmaktan yoruldum...

Gerçekler bir bir ortaya çıkarken bizim aydınlarımız, solcularımız olup bitenleri görmezden geliyorlar...

Hakan Yavuz, Fethullah hareketinden korkuyor... Yavuz 6-7 yıl önce korkmuyordu...

Hakan Yavuz’un bir yanıtı olmalı korkularına ilişkin...

Öyle değil mi?

Hikmet Çetinkaya - Cumhuriyet, 17 Mayıs 2008
Related Posts with Thumbnails